“Yenileşme”: Yeni bir Oyuncak mı?

“… Marx, Engels ve Lenin’in bütünüyle farklı koşullarda geliştirip öne sürdükleri kimi çözümlemelerin, kendi bağlamlarından kopuk bir biçimde yinelenmemesi” gerekir. “Böyle bir çaba her şeyden önce Marksizm’in ruhunu boğmak, yaratıcı özünü hiç anlamamak olurdu.”

Çok doğru. Katılmamak mümkün değil.

Bu sözler Yeni Açılım‘ın ilk sayısının Çıkarken yazısında yer alıyor. Bu sözleri Gorbaçov’un, Marksizm’in “cansız bir dogma, tamamlanmış, hazır, dokunulmaz bir doktrin değil, canlı bir eylem kılavuzu” olduğunu söyleyen cümlesi izliyor.

Belli bir kesimde bu tür sözlere, özellikle bugünlerde, oldukça sık rastlıyoruz. Neden özellikle bu kesimde? Neden özellikle bugün? Bu sözleri bolca sarfetmekte yarar görenler gereklerini de yerine getirebiliyorlar mı? Getirebilecekler mi? Öne sürdükleri gerekliliklerle, gerçekleştirdikleri arasındaki bağlantı gerçekten de uyumlu mu? “Yenilikler” ne ölçüde yeni? v.b.

Yazının çerçevesini, bu sorulara yönelik yanıtlar oluşturuyor. Yanıtları verirken, TBKP Program Tasarısı ile, Gün ve Yeni Açılım dergilerindeki yazılarda sergilenen yaklaşımlardan yola çıkacağım.

Konuya girmeden önce bir noktaya değinmek istiyorum. Söz konusu makalelerdeki düşüncelerin açıklanmasında bazı eksikliklerin bulunması olasılığına karşılık, ‘işi sağlama almak’ için olsa gerek, bir hareketin yargılanmasında programın temel alınmaması gerektiği söyleniyor. Şöyle deniliyor: “… Başkaları… yalnızca programıyla o hareketi yargılayamazlar… Program her şey demek değildir… program hiçbir şey demek de değildir.”1 Programın “her şeyle hiçbir şey arasında bir şey” olduğunun anlaşıldığı bu açık ifadeyle işin ne derece sağlama alındığı ayrı bir konu. Ama doğrusu şunları merak ediyorum: Söz konusu hareketi yalnızca programdan yola çıkarak yargılayanlar derken kimler kastediliyor? Yalnızca programdan yola çıkarak yargılamak doğru olsaydı, eleştiriler kabul edilecek miydi?

Yanıtlanacağından kuşkuluyum; yine de, merakımı dile getirme gereğini duyuyorum.

Yaratıcılık ve “Yaratıcık”

Marksizme yaratıcı bir biçimde yaklaşmak…

Marksist olduğunu söyleyenlerin bu sihirli söze karşı çıkmayacaklarından eminiz. Ancak, sorun nasıl yaratıcı olunacağında, bunun ön koşullarını bilmekte. Bu konuda söylenmesi gereken bazı şeyler var.

Konu Marksizm olsun olmasın, herhangi bir alanda yaratıcı olabilmek ve yenilikler getirebilmek için, o alanda o güne dek yaratılmış, geliştirilmiş ve denenmiş olanların bilgisine sahip olmak gerekir. Yeni, yeni olma özelliğini hem öncekilere göre taşıdığı farklılıktan ve “ilk” olmaktan, hem de öncekilerin değişen mekan ve zamana uyarlanmasından (veya her ikisinden birden) alabilir. Hangi nedenle olursa olsun, öne sürülenin yeniliğinden sözedebilmek için, “eski”nin tanımı açısından ortada hiçbir belirsizliğin kalmaması gerekir. Yeniliğin taşıyıcısı olan özne bu konudaki bütün sorunlarını halletmiş olabilir. Kafasında ne geçmişle, ne de yarattığı yeni ile ilgili hiçbir soru işareti bulunmayabilir. Ancak, eğer bir yeniliği başkalarına -en azından- sunmak gibi bir sorunu varsa, eskiyle yeni ilişkisi konusunda açıklayıcı olmak zorundadır. Beceremiyorsa, yeni olan yeniliği konusunda inandırıcı kullanırsa kullansın, bundan bir hayli uzak bir konumda olduğu kuşkusunu uyandırır.

Bu söylediklerimizi Marksizm açısından düşünelim.

Marksizm’in, bir dogma olmamaktan kaynaklanan yaratıcılık gereksinimine karşılık vermeye çalışırken, sınırsız bir serbestiye sahip olduğunu düşünmemek gerekiyor. Sınırları çizebilmenin ilk koşulu, Marksist bilimin ve deneyinin kapsamlı bir bilgisine sahip olmaktan geçiyor. Diğer bir deyişle, 100 yıldır üzerinde çalışılan tarihin Marksist teorisini bilmek gerekiyor. İkinci koşul, Marksist teorinin tarihini açığa çıkartmak yazmaktır. Bu konuda hiç olmazsa cehalet sınırlarını aşmış olmak gerekir. Zaman ve mekanın teorinin gelişimindeki yeri ancak bu şekilde anlaşılabilir. Nesne, özne ve zaman ilişkisinden yasaların çıkartılabilmesi açısından, neyin, ne zaman, nerede, nasıl söylendiğinin bilinmesinin gerekliliği Gelenek’te oldukça sık vurgulandı. Tarihin birbirinden ayrık bölmeler halinde algılanmasının önünü ancak bu şekilde geçilebileceğini de yine her fırsatta söylüyoruz.

Kısacası, yaratıcı olabilmek için, Marksizm’in hem tarih teorisini, hem de teorinin tarihini bilmek gerekiyor. Sadece ikincisinin değil, her ikisinin de ‘Yeni Politik Kültür’ün savunucuları tarafından yeterince bilinmediğinin birçok kanıtının Gelenek’te daha önce sergilendiğini sanıyorum. Ama yetmediği de ortada.

Kollektivite kaygıları taşıyan, siyasal artık üretimin ancak ve ancak bu alanda mümkün olduğunu düşünen bir özne için, Marksizm’in teorik yapısıyla ilgili sözünü ettiğim türden bilgilenmelerle yetinmek mümkün olamıyor. Mümkün olmaması gerekiyor. Teori ve pratiğin birliğinden sıkça sözeden söz konusu kesimlerin bu birliği yaşama geçirmeleri zorunlu oluyor. Teorinin gelişim sürecini, pratiğin tarihiyle birlikte yazmak gerekiyor. Aralarındaki uyumu ve uyumsuzluğu, bu sonuncuların tarihsel dinamizmdeki yerlerini açığa çıkartmış olmak gerekiyor ki, uyumsuzluk kural haline getirilmesin. Bunun için, sınıf mücadelesini yürütmeyi “yadsımayanlar”ın, bu mücadelenin zengin tarihine pragmatik olmayan bir gözle bakmaları gerekiyor.

Kısacası, Marksist teoriye sosyalist mücadeleye ilişkisi içersinde bakmak zorunlu oluyor.

Bu noktada bazı sorular sormak istiyorum: Tüm bu gereklilikler karşısında yapılan nedir?

Her şeyden önce, bu gereklilikler onaylanıyor mu, onaylanmıyor mu? Onaylanıyorsa eğer, yerine getirilebiliyor mu? Bu sorunun yanıtının evet olamayacağı kesin. Öyleyse, şöyle soruyorum: Bu doğrultuda en ufak bir niyet var mı? Soruların yanıtsız kalma olasılıklarına karşılık, yanıtları kendi adıma bulmaya çalışıyorum. İlgili yayınlar karıştırılıp, çizilen perspektiflere bakılınca “Bütün barış ve demokrasi güçlerinin demokratik bir elde demokratik yöntemlerle birleşebilmesi için günlük zahmetli ağır çalışma”2 içinde olmayı düşündüklerinden, teoriye yaratıcı yaklaşımın gereklerini yerine getirmeye zaman bulamayacaklarını tahmin ediyorum. “Dar sınıfsal bakış”tan bıkıp, “halkımızın güzel yurdumuzda mutlu bir yaşam sürmesi”3 için yürüttükleri çabanın teorik yetkinlik gerektirmeyebileceği de düşünülebilir. Ancak, teorinin geliştirilmesine nesnel (?) ve öznel nedenlerle henüz katılamadıklarını, buna evrensel düzlemde aday olamadıklarını, ancak bundan böyle yeni bir politik yaklaşım tarzıyla bu süreci yakalayabildiklerini söyleyip4 garip bir kompleksle karışık iddialı konuştuklarında, kendilerini altından kalkılması güç bir işe koşmuş oluyorlar. Bu sözleri söyleyenleri, söylediklerini yapabilmeleri için gerekli olan, Marksist bilimin doğuşunu, gelişimini, gelişme dinamiğini sergileme işi bekliyor. Buna sınıf mücadeleleri deneyimlerinin bilgisinin de eşlik etmesi gerekiyor. Yaratıcı olabilmek için bu bilgilerden yola çıkmaları zorunlu oluyor. Aksi taktirde tüm iddialar ve “yaratıcılık”, “yeni”, “yenilik” sözcükleriyle dolu cümleler anlamsızlaşıyor.

Bugün için, teorik geriliğin bu kesimde herhangi bir rahatsızlığa yol açıp açmadığını merak ediyorum. İlgili yayınları bir de bu gözle tarıyorum. Örneğin, Gün’ün 38. sayısında S. Gümüş imzasıyla getirilen bir öneri var. Kapital’i okumak… Öneriye bir diyeceğim yok. Ancak, bu önerinin teorik yetkinlik açısından bir çabanın sonucu olduğunu düşünemiyorum. Kapital’i bugünden okumanın gerekli olduğunu söyleyen Gün yazarı, aksi takdirde anahtarın yitirildiğinin ancak kapının önünde anlaşılacağını belirtiyor.

Mantık, “şimdi okuyalım, ilerde lazım olur, onunla bazı kapılan açmamız gerekebilir”den öte bir anlam taşımıyor. Gereksinimler tarafından motive edilmeyen bilgilenme girişimleri sonuç açısından hiçbir anlam ifade edemiyor. Kapital’i okuma açısından ise, motivasyon unsurunun, en başta soyutlama konusunda eksikliklerin5 doğurduğu gereksinim olması gerektiğini hatırlatıyorum. Özellikle somutun zenginliğinin baş döndürücü karmaşıklığının karşısında, çareyi özle çelişebilen somuta mutlak olarak uymayı temel hedef edinenler açısından bu gereksinimi gidermek yaşamsal bir önem taşıyor.

Marksizm’in tarih teorisini kavramaktan uzak olmadan bu teorinin ve pratiğin tarihini yazmalarını istemek gerçekçi olmayan bir talep olarak görülebilir. Büyük ölçüde doğrudur. Ancak, en başta vurgulamak istediğim, böyle bir yazımın, yaratıcılığın olmazsa olmaz bir önkoşulu olduğu. Söz konusu kesimin bunu gerçekleştirecek bir birikime sahip olup olmaması ise sorunun ayrı bir yönünü oluşturuyor.

Mutlak Yeni: TBKP

TBKP’nin, yaratıcı olabilmek için yapması zorunlu bir muhasebe daha var: Parti tarihi… Yaratıcılık, uygulanacağı nesnenin bilgisi kadar, öznenin kendisini tanımasını da gerekli kılıyor. Yeniliği gerekli görenler, üstelik bu yeniliğin kendileri için de en azından diğer alandaki kadar geçerli olduğunu düşünüyorlarsa, eskiyi kendi geçmişleri anlamında da tanımlamak zorundadırlar. Kendi tarihini yazmamış bir KP, “yeni bir döneme geçişte dengeyi yitirmeme güvencelerine sahip olamıyor. Eski dönem yazılmadan, yeni olana geçilemiyor.”

TKP bugüne dek kendi tarihini yazma yönünde herhangi bir çaba göstermedi. Tam tersine, bundan sürekli kaçındı. Bugünden sonra, bu yönde girişimde bulunacak mı? “Yeni” dönemin başlangıcından bu yana geçen süredeki tavra bakıyorum. Bundan öncesinde, parti tarihiyle ilgili olarak sadece kahramanlık, yiğitlik, sınıf mücadelesine inanmışlıklarıyla anılan insanların artık bu özellikleriyle değil, komünist olmadan önceki demokratlıklarıyla anıldıklarını -ve böyle anılmaları gerektiğinin savunulduğunu- görüyorum. Bu durum hem çok üzücü, hem de çirkindir. İnsanların sosyalistlikten eski demokrat kimliklerine dönmelerini kendi iradelerine bırakmak mümkün; ancak, sosyalist olarak onurlu mücadeleler vermiş olanları “demokrat” olarak anmaya kimsenin hakkı olamaz. Tarihin yazılmamış olması, bu tür etik çöküntülere de neden oluyor.

Devam ediyorum. ‘Yeni Politik Kültür’ün savunulduğu yazılarda özeleştiri bölümleri arıyorum. Sadece, aralara serpiştirilmiş birkaç cümle bulabiliyorum. Aktarıyorum: “Bizler eskiden dünyayı bu şekilde (dünyada oluşmuş olan nesnel karşılıklı bağımlılık tarafından oluşturulan “karşıtların işbirliği” kastediliyor -N.G.) görmezdik. Yalnızca çelişkiler görürdük. Bugün ise…”6 “Bizim eski anlayışımız, ağırlıklı olarak emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşımın sorunlarını ele alan, insanlığın ve Türkiye’nin bir bütün olarak karşı karşıya bulunduğu ve karşıtların işbirliğini zorunlu kılan sorunları yeterince dikkate almayan bir anlayıştı. Bugün ise…”7 “Bilimsel sosyalist hareket, Marksizm ve Leninizm’in temel evrensel özüyle 1970’lerin hemen başında buluşmuş, ancak bütünleşmesini 12 Mart döneminin ertesinde tamamlamıştı. Teorinin özündeki değişme dinamiğini kavrama ve kendini bu değişime uyumlaştırma yetisini ise, içinde bulunduğumuz dönemde kazanmaktadır.”8

Özeleştirilerin bu şekilde geçiştirilmelerini, isminde “komünist” sıfatı bulunan bir parti açısından, ciddiyetten oldukça uzak buluyorum. Soruyorum: Sağlam bir gelecek için, tanımlı bir geçmişe sahip olmak gerekmez mi? Bir iki cümleyle geçiştirilen “özeleştiri”lere geçmişin muhasebesi demek mümkün olabilir mi? Onca “açıklık” politikasına karşın, geçmiş açısından kapalılık neye bağlanabilir? Yorumu sorulardaki haliyle bırakıyorum.

Bir soru daha 9 : Gerek evrensel planda, gerekse Türkiye özelinde, teorinin ve pratiğin muhasebesini yapma zorunluluğu ve aciliyeti, söz konusu parti için özellikle bugün mü gündeme geldi? Evet, özellikle bugün. Ortaya atılan iddiaların büyüklüğünden, yaratıcılık, teoriye evrensel düzlemde katkı vb. gibi sözlerin hesapsız kitapsız bir biçimde söylenmesinden dolayı.

Bu yazıda savunulanlara şöyle karşılık verilebilir: “Biz önce işe koyulalım, zaman kaybetmeyelim, politikamızı ‘yenilik’lere uyumlu kılalım; muhasebe kısmını süreç içersinde yaparız.” Böyle bir yaklaşıma yanıt, “önce muhasebe, sonra ‘yenilik’lere uyumlaştırılmış politikalar” şeklinde olacaktır.

Bütün bunları Marksizm’in “dar sınıf bakışını” kaybetmeden yapmak gerekiyor. “..Barışın korunmasının ve demokrasinin kazanılmasının, nüfusun ezici çoğunluğunun yararına olduğu..”10 totolojisinden, “NATO içinde kendi meşru güvenlik çıkarlarına ve dünya barışının çıkarlarına uygun bir politika” izlenebilmesi olanağından11 , darbelerle ilgili bazı yanılsamaları olan, ama bunun dışında birçok olumlu yönler taşıyan DYP’nin tutarlı demokrat olabileceği “gerçekliği”nden12 vb. dolayı olsa gerek, artık bir “ayakbağı” olan bu yaklaşım reddiyeler düzmeye çalışmalarını, “gerçekçi” legalizasyon çabalarında, burjuvaziye verdikleri güvencenin temel ögesi saymak gerekiyor. Dar sınıfsal bakış “aşıldıktan” sonra “tadilat vardır” tabelâlı her türlü tahrifatın yolu açılmış oluyor.

Avrupa’yı örnek alanlara, oradan farklı olarak, Türkiye’de sınır tanımazlıklara izin vermeyecek güçlerin varlığını hatırlatma gereğini duyuyorum.

Gerek dar sınıfsal bakışı terketmeyi a priori bir gereklilik sayan program tasarısında, gerekse savunuculuğunu üstlenen yazılarda, teoriye getirilen “yenilikler” için sağlam ve ayrıntılı kanıtlara rastlamak olanaksız; ayrıntılı hiçbir çözümleme yok.

Soruna şöyle de yaklaşılabilir: Getirdikleri yeniliklere dair güçlü kanıtlar bulmaları, doyurucu çözümlemeler yapmaları mümkün olabilir mi? Örneğin: Proletarya diktatörlüğü “iktidar biçimi” olarak ne gibi yeni özellikler kazanmıştır? Bazı hareketlerin teorinin evrensel düzlemde gelişimine katılamamalarının nesnel nedenleri nelerdir? Tekelci devlet kapitalizminin dayanaklarını çürüttükten sonra serbest rekabete mi geçilmesi düşünülüyor? Anti-emperyalist çıkışlar yapan dinsel akımların, kesimlerin sol ile diyaloğa daha açık konuma gelmelerinin kanıtları, göstergeleri ya da belirtileri nelerdir? NATO içinde ulusal barışın ve dünya barışının çıkarlarına uygun bir politika izlenmesi için neler önerilmeli? Barış hareketinin ülkemizdeki tarihsel geleneği nedir? Özel sektörün üretici potansiyelinin hem kendi çıkarı, hem de ülke ekonomisinin çıkarı doğrultusunda değerlendirilmesi nasıl gerçekleştirilecek? vb. Örnekler çoğaltılabilir.

“Çoğulcu sosyalizm”, “ulusal ekonomiye katkıda bulunan iş adamları” vb. arzu, perspektif veya saptamalarına dayanak bulmalarının olasılığı var mı?13 Olabilir; ancak, zemin değiştirilerek. Bu tür kavram veya arzular, sınıfsallığın doğasına aykırı olduğu için…

Tüm bu sorulara olumlayarak açıklık getirmelerinin yolu sınıfsallık temelinden uzaklaşmaktan geçiyor. TBKP, dar sınıfsal bakışı terketmekten söz ederken tam da bunu kastediyor sanıyorum.

Hiçbir açıklamanın olmaması sadece en son program tasarısındaki “yenilik”lere özgü değil. Açıklık getirememenin, yukarıda sözettiğim nesnel temelinin yanı sıra, bir de öznel yanı var. TKP, bugüne dek, gerek önceki programa, gerekse yeni program tasarısına yönelik eleştirilere herhangi bir ciddi yanıt vermekten özenle kaçındı. Özellikle programatik eleştirilerin ısrarla yanıtsız kalması öznel durumları ile ilgili malum kuşkuları doğal olarak güçlendirdi. Bugün bu kuşku perdesi “olgunluk”tan beslenen bir hoşgörü, iyi niyet ve barış davası estirilerek dağıtılmaya çalışılıyor. Eleştirilere kulak tıkamayı maskeleyen bu tavır için yardımcı bir etken olarak yine, “glasnost”tan güç alınıyor!

Emniyet Mekanizması İstiyor

“Marksizm bir dogma değildir”, “Marksizme, özüne sadık kalarak yaratıcı bir biçimde yaklaşmak gerekir”, “Teori ve pratik ayrılmaz bir birlik oluşturur” vb.

Hepsi de doğru.

Ancak, söylenenlerle yapılanlar arasındaki çelişki nedeniyle, bu önermelerin tümü totolojik bir karakter kazanmaktan öteye gidemiyor. Marksizm’in özüne bağlılığa, yaratıcılığa, aykırı tavırlar, bu sözlerin akla her estiğinde, bol keseden sarfedilmesiyle kamufle edilmeye çalışılıyor. Bu sihirli sözlerin her kapıyı açacağı, doğması olası her (iç) tepkiyi yumuşatacağı sanılıyor.

Bunların program tasarısında yer alanlarını, “teoriye getirilen yenilikler’in neden olabileceği iç huzursuzluklara ilişkin bir öngörünün sonucu olarak değerlendirmek mümkün. Bu yeterli görülmeyip, aynı sihirli sözlerin, tasarının savunuculuğunu üstlenen yazılarda da sıkça kullanılmasını ise iç huzursuzlukların varlığının, bu anlamda da öngörülerin gerçekleştiğinin göstergesi sayabiliriz.

Bu totolojilerin işlevselliğinden tam olarak hoşnut kalınmadığından olsa gerek, ek olarak birçok yerde, “program nesnesi değiştikçe değişecektir” deniyor. Tasarıya tepki göstermede kararlı iç unsurları (en azından) yumuşatmak için, bu kez uygulanan yöntemde şunlar söylenmek isteniyor: Biz bu programı bayraklaştırmıyoruz; Barış ve Demokratik Yenilenme stratejisinden hoşlanmıyorsanız eğer, bu stratejiyi sadece bağımlı-tekelci militarist oligarşiyi kesin yenilgiye uğratıncaya kadar yaşatacağımızı gözönünde bulundurun; TBKP bu durumda stratejik amaç ve görevleri yeniden belirleyecektir…”14

Gerekli emniyetlerin alınmasında gecikilmemeye çalışılıyor.

Kısacası, savunu yazılarını dışlarına yönelik değil, kimi kıpırdamaları yok etmek amacıyla, kendi içlerine yönelik olarak değerlendirmek, yazıları bu gözle okumak gerekiyor. İçe yönelik yazıların fazla ayrıntılı ve titiz çözümlemeleri gerektirmemesinden, ayrıca bu “yenilik”lerle ilgili çözümleme yapmanın olanaksızlığından dolayı sadece totolojilerle karşılaşıyoruz.

Buraya kadar çok sık kullanılan bir sözcük var: Yenilik. Ancak, çoğunu tırnak içine aldım, çünkü program tasarısında bu sözcüğün yalın olarak kullanılmasını gerektirecek bir yeniliğini (makro olarak baktığımızda) mevcut olmadığını düşünüyorum.

TBKP program tasarısı, TKP’nin eski programına göre nitel bir farklılık taşımıyor. Yenilik var; ancak, bu, nicel açıdan ve mikro düzeyde bir yenilik. Eskiye göre nicel olarak çok daha sağda olan yeni program tasarısında kimi eski kavramlara verilen isimlerle değişiklikler olmuş.15

Yeni program tasarısı, eski programa göre çok daha sağ bir konumda yer alıyor. Buna karşın, aralarında nitel bir fark olmadığını savunuyorum.

Feodal artıklardan, anti-tekel mücadeleden, UDD’den, Barış ve Demokratik Yenilenme için bağımlı-tekelci militarist oligarşiye karşı mücadeleye dek uzanan çizginin, matematiksel bir ifadeyle, sürekli bir eğri olduğunu düşünüyorum. -Yönü belli olan- eğrinin eğimi bugüne gelinceye dek düzenli bir artış gösterdi. “Sonsuza” çok kalmadı.

Eskiyle yeni arasındaki benzerlikler açısından çarpıcı bir örnek oluşturduğuna inandığım bir konu var: Özgüven eksikliği. Konuya birkaç alıntı yaparak girmek istiyorum. Alıntılar 1974, 80 ve 88 olmak üzere üç ayrı tarihe ait.

“Türkiye Komünist Partisi, anayurdun ulusal çıkarlarını savunan, emperyalizme, onunla işbirliği kuran tekellere karşı demokratik bir düzen, gerçek bir halk hükümeti için direnen ulusal burjuvazinin her olumlu girişimini desteklemiştir.”16

“..artan tehlikeye karşı geniş ve güçlü bir barış cephesi (CHP’nin sol kanadı dahil) oluşuyor ülkemizde”… “Yurdumuzda toplumun giderek daha geniş kesimleri güçlerini barış hareketi içinde de birleştiriyorlar.”17

“Günümüzde hem dünya çapında, hem Türkiye’de devrimci, ilerici ve demokratik güçlerin kapsamı genişliyor, bu güçler çeşitleniyor.” “Eskiden farklı olarak çok daha geniş güçlerle diyalog ve işbirliği içinde olmak zorunluluğu, işbirliğinin içerik, biçim ve yöntemlerine de yeni tarzda yaklaşmak gerekliliğini ortaya çıkarıyor.”18 Aynı makalede: “..demokrasi sorunu, bugün nesnel olarak toplumda, burjuvazinin dar bir kesimi dışındaki tüm sınıf ve katmanları ilgilendiren bir sorundur.”

TKP’nin geçmişiyle bugünü arasında nitel bir farklılık bulunmuyor. Mücadele edilen kesimlerin niteliğini “bir avuç” gösterme merakı ve ısrarı, kendi nitel güçsüzlüğünü birliğini savunduğu kesimlerin sayısal çokluğuyla örtbas etme gereksiniminden kaynaklanıyor. “Oligarşi” edebiyatının kökeninde böyle bir zayıflık yatıyor. İster 80 öncesi, ister 80 sonrası; “bir avuç” terminolojisi terkedilmiyor. Bu ısrarın nedenini güçsüzlükten bir türlü sıyrılmamaya bağlamak gerekiyor.

Nicel büyüklüğün nitel eksikliği gideremeyeceğini, ancak nitel değerin nicel eksikliği giderebilme potansiyeline sahip olduğunu bir türlü kavrayamayan bu kesimler için, nitel yeterlilik doğal olarak ilgi alanı dışında kalıyor.

Teorik gerilik, özgüven eksikliğine neden oluyor, aynı zamanda bu eksiklikten besleniyor. Bilimsel sosyalist olma iddiasını taşıyan bir partinin her şeyden önce özgüvene sahip olması gerekiyor. Olamıyorsa, arasındaki mesafe büyüyor. Çareyi, Avrupa’daki KP özelliklerinin ithalinde bulan bu parti gelenekselliğin sınırlarını zorluyor.19

Özgüven eksikliğinin giderilmesi uğraşında, işçi sınıfına duyulan güvende de ciddi sarsılmalar oluyor. “Halkın mutlak çoğunluğunu kazanmazsak bu iş olmaz” mantığında ifadesini bulan -büyük sanayici ve işadamlarından güç almaya kadar varan- çoğulculuk anlayışının kökeninde bu yatıyor. Dar sınıfsal bakışı yitirmenin diğer bir açıklaması da bu güvensizliğin kronik bir hal almış olması diye düşünüyorum.

Bu işin sonunun, 1 Mayıs’ın “çiçek bayramı” olarak kutlanması düşüncesine kadar gidebileceğini düşünmekten insan kendini alamıyor.

Bu En “Yeni”si

Özgüven eksikliğinin bir sonucu da -aynı zamanda yeniliklerden bir tanesi- şüphecilik oluyor.

İsa’dan önce 485-411 yılları arasında yaşamış olan Protagoras’a göre insan, duyularının yardımıyla sadece fani olanı algılayabilir; duyular aracılığıyla iletilen şey, ancak o duyuların sahibi için vardır; duyamadıkları ise yoktur; kişi sayısı kadar gerçek vardır.

Pierre Bayle ise (1647-1706) hiçbir bilginin şüphe götürmeyen bir kesinliğinin olmadığı düşüncesinde.

“Herkesin kendi bilimsel doğrusundan kuşkulanması yalnızca bir görev değil, bir haktır da.” Bu sözler ise 1988’de söylenmiş. Aynı yerde, “Yeni Politik Kültürün kendi ürettiği bir biçimi olmakla birlikte, bu, devrimci sol içindeki tüm çevrelerin sayısınca, zenginleşerek gerçekleşecektir” deniyor.20

Benzerlikleri son derece şaşırtıcı buluyorum.

Bu sefer Yeni Açılım’dan birkaç alıntı: “Birçok konuda gerçeği bizden önce başkaları görebiliyor… olumlu bir hareketlenmenin ilk ivmesini verebiliyor. 12 Eylül sonrasında bunun çeşitli örneklerini yaşadık!(?)21 “Bizim dışımızdaki insanın, kim olursa olsun, düşüncesini açıklamasından yanayız… (Hoşgörümüz) şuradan kaynaklanıyor: Hepimiz yanılabiliriz… Her öneriye nereden gelirse gelsin açığız..”22

Septisizm, Yunanca skeptikos‘tan geliyor. Araştıran, inceleyen anlamını taşıyor. Ancak, ipin ucu kaçırılınca agnostos‘a, bilinemeze varılıyor. O ana kadar ki bulguların doğruluğuna, yaklaşımda şüpheciliği, onları sınayabilecek, özümsenecek yanları çıkartabilecek ve işe nereden başlamak gerektiğine karar verebilecek dozda tutabilmek gerekiyor. Dozu ayarlayabilmek için ise özgüven zorunlu oluyor.

Bundan yoksun olanlar ise dengeyi yitiriyorlar…

Dipnotlar

  1. Seçkin Cömert: “TBKP Program Tasarısına Bakmak”, Gün, sayı:38, s. 26
  2. Zeki Dilmen; “Yeni Sorunlar Yeni Yaklasımlar”, Y. Açılım, sayı:l, s.10
  3. TBKP Program Tasarısı, s. 13
  4. S. Cömert, agm. s.27
  5. Eksiklerin gereksinimleri doğurmasının kendiliğinden ve herkes için geçerli bir mekanizma olmadığını belirtmek gerekiyor.
  6. Z. Dilmen, agm. s. 8
  7. agm. s. 9
  8. S. Cömert, agm. s. 27
  9. Okuyucu bu yazıdaki soruları çok fazla bulabilir. Amacım, bazı noktaların konulabilmesine yardımcı olacak bir netleştirmeyi kolaylaştırmak.
  10. TBKP Program, s. 26, 31, 28
  11. TBKP Program, s. 26, 31, 28
  12. TBKP Program, s. 26, 31, 28
  13. Bu olası sorulara olumlu yanıt verilemeyeceğine dair kuşkulardan olsa gerek, çokça zengin liberal yaklaşımın yanına, “yeni politik kültür, ancak onu benimseyenler tarafından anlaşılacak ve paylaşılacaktır” (15) sözleri eklenerek, dışa karşı örülen koruma duvarına takviyeler sağlanmaya çalışılıyor.
  14. Köylere yol, su, elektrik getirme işlemleri tamamlandığında, işsizlik sigortası kurulduğunda, zorunlu öğrenim çağındaki çocukların çalıştırılması yasaklandığında, yurttaşların doğanın güzelliklerinden daha iyi yararlanabilmesi için özel programlar yapıldığında, spor tesisleri ve kreşler yaygınlaştırıldığında, temel ihtiyaç maddelerindeki dolaylı vergiler ve KDV kaldırıldığında, en önemlisi (stratejilerinin temelinde hükümet değişikliği önemli bir yer tuttuğu için), SHP Hükümetikurulduğunda vb. gibi her “gerekliğin” gerçekleşmesinde programın nesnesi değişmiş olmayacak mı? Öyleyse, programın karalama defterinden ne farkı kalıyor?
  15. Bir örnek vermek istiyorum: Eskiden “ulusal burjuvazi” vardı. Şimdi artık yok. Onun yerine “ulusal ekonomiye katkıda bulunan küçük ya da büyük sanayici ve iş adamları” var. İsim değişmiş. Yenisi oldukça uzun.
  16. “Atılım, Ocak 74” ten aktaran M. Çulhaoğlu, Yurt ve Dünya, Tem. ’78, s. 28
  17. H. Barış, “Barış Hareketi Güçlensin”, Çağ, Haziran ’80, s.13
  18. Z. Dilmen, agm. s. 9
  19. Reel sosyalizme olumlu bakış, bir hareketin geleneksel sol içerisinde yer alması için gerek koşuldur; ancak tek başına yeterli olamıyor. Altını çizmek gerekiyor. Özellikle, söz konusu partiyle çeşitli birliktelikler için bütünsel anlamda yitirmemiş olanlar için… Böyle ki, netleşmek zorundalar.
  20. S. Gümüş, agm s. 26
  21. Z. Dilmen, agm s. 10
  22. Cavlı Çulfaz, “Tartısılmak, Daha Çok da Paylaşılmak İçin Bazı Sesli Düşünceler”, Y. Açılım, sayı: 1 s., 16, 89
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×