Solun Stratejisi Var mı?

1980 öncesini, 12 Eylül’ün önce militarist, sonra liberal karanlığını, ‘90’ların gericiliğini yaşayan devrimci kuşaklar, biri diğerinden çok farklı ruh hallerine kapıldılar, yola devam diyebilmek için farklı gerekçelere sahip oldular. Kimi dönem ülkenin kaderini değiştirmenin eşiğinde olduğumuza inanarak, sonraları yalnızca insan olmanın namusu adına, bazen marksizmin açıklama gücüne ikna olarak, başka kerelerde ise siyasal öfkeye dayanarak… Kendi payıma bugün içinde bulunduğumuz konjonktürün çok verimli olduğunu, sosyalizmin açılım kanallarının onyıllardan beri nesnellik tarafından hiç bu kadar desteklenmediğini düşünenlerdenim. Türkiye’de sosyalistlerin her biri geçerli, meşru ve anlamlı olabilen varlık gerekçelerini bugün net siyasal kazanım hedefleri olan stratejilerle bütünleştirmeleri gerekiyor.

Siyasal strateji her zaman her yerde ihtiyaçtır. Mücadele eden insanın önünü görmesini sağlar… Ama bir başka zaman, bir başka yerde bir stratejiye sahip olmanın “doğrudan anlamı” zayıf düşebilir; inanç, duygu ya da teorik bilgi alanları mücadelenin insanlarına yeterli gelebilir. Somut strateji ihtiyacı bugün solun bütünü için geçerli ve gerekli. İster yukarıda ifade ettiğim gibi konjonktürü pozitif değerlendirmelerle karşılayalım, ister tersi yönde… İster solun sıçrama içerisinde ya da eşiğindeki bölmelerine ait olalım, ister çözülme ve sıkışmışlık halindeki…

Çünkü; Türkiye bir “parti” dönemine giriyor. “Parti” olmanın gayrımeşru, çağdışı ilan edildiği “parti” olanlara marjinal ya da bozguncu damgasının denk düşürüldüğü uzun dönemlerden sonra Türkiye’de tüm akımlar tabelalarından bağımsız olarak partileşme basıncını hissediyorlar, partileşmeyenler iddialarını geri çekiyorlar. Burada parti sözcüğünü etimolojik kökenine, taraf olmaya atıfla, ama burada durmayarak çağdaş sınıflar mücadelesinin en gelişkin formunu da düşünerek kullanıyorum. Aşağıda daha net hale getirmeyi taahhüt ederek, geçiyorum.

Bu yazıda, Türkiye solunun bugününü tartışacağım. Paralel olarak solun tarihinde, tarihimizdeki belli başlı stratejik açılım örneklerini değerlendirmeyi deneyeceğim… Hemen bir parantez: Strateji denildiğinde, solda yakın geçmiş sayılabilecek yılları, en başta 1960-70’leri hatırlayanlar, klasikleşmiş bir tartışmayı referans alacaklar, ve milli demokratik devrim – sosyalist devrim tezleri arasındaki karşı karşıya gelişi düşüneceklerdir. Bunlar elbette birer stratejidir; benim bu yazıda tartışacaklarım ise MDD-SD tartışmasının çağrıştırdığı geniş ve soyut düzeyde yaklaşımlar değil. Bu yazı somutluğa daha yakın duracak. İsterseniz ideolojik düzeyde daha az, siyasal düzeyde daha fazla yoğunlaşacağız diyelim… Örneğin Mustafa Suphiler’in yarım kalan Anadolu yolculuğu, Nazım Hikmet’in “Putları Yıkıyoruz” kampanyası, Şefik Hüsnü’nün legal parti-sendika çıkışı, Aybar’lı TİP’in, Aren ve Boran’lı TİP’in, ‘80’lerde Yalçın Küçük’ün açtıkları ya da denedikleri ideolojik mücadele cepheleri, MDD’nin ilerici cuntası…

Fazla ilerlemeden bir uyarı… Bu yazı bir taslak çalışma olmaya mahkumdur ve dolayısıyla -en azından benim elimde- belli bir dağınıklık dozajı taşıması kaçınılmazdır.

Ama önce; tüm bunları tartışmaya neden ihtiyacımız var? Bu ihtiyacı daha yakıcı hissetmek için solun bugününe bakalım.

Devrimci demokrasi darboğazda

Darboğaz için İngilizce’de “şişe boynu” tabir ediliyor. Kavram, bir kriz durumunu tarif ediyor. Ancak krizin sonrasında sıkışmış unsurların ortaya saçılacağını ve yeniden yapılanacağını da ima ediyor. Devrimci demokrasinin ne zaman şişenin boynundan açık havaya döneceğine dair spekülasyon yapmıyorum. Devrimci demokrasi bugün solda siyasetsizliğin vardığı sonucun en açıklayıcı ve sanıyorum en az tartışılır tablosudur.

Kent yoksullarındaki görkemli hareketlilik geri çekilmiştir. Devrimci siyasetin kültür boyutunu köylülükten, gençlik canlılığından, kentli küçük burjuvaziden devşirme yollarını tarihi boyunca denemiş olan devrimci demokrasi son olarak kentlerin varoşlarında demir atmış, sığlığını algılayamadığı sularda yüzer gezer bir kitlesellikle buluşmuş ve suların çekilmesiyle ortada kalmıştır. Artık sandal yüzmüyor! Bu durumda örneğin kültürel boyut dönüşmemiş aydın grupçuklarına ihale edilmiştir. Militan kadro kaynaklarının yaş ortalaması ve formasyonu inanılmaz ölçüde düşmüştür. Alevi ve Kürt parantezleri de kapanmıştır. Devrimci demokrasi mücadelesini örgütsel düzlemden siyasete kentlerin varoşlarında taşıyabileceğini tasarlayarak düştüğü büyük yanılgıyla birlikte bugün siyasetsizdir. Ama Türkiye siyasetsiz bir örgütsel varoluşu reddeden bir nesnelliğe giderek oturmaktadır.

Devrimci demokrasinin emekçi mahallelerinde ulaştığı etkinlik düzeyinden geriye kalan bir “devrimci duruş” etiğidir. Ancak ideoloji ve siyaset gediklerinin CHP tabanında yürütülen faydacı çalışmalarla, Alevi aristokrasisinin hegemonyasındaki derneklerde daralan bir pragmatizmle somutlanması bu etiği kuşatmakta ve hareketsizleştirmektedir.

Devrimci demokrasi işçi hareketine, sendikalara aynı yoksunluğu taşıyor ve devrimci söylem ile sıfır ilkenin bileşkesinden siyaset diyebileceğimiz bir ürün çıkmıyor1 Devrimci duruşun devletin baskı aygıtlarına karşı tanımlanmakla yetinilmesinden geriye, sınıfsal bakış namına birşey kalmıyor. Bu sapmanın üzerinden, pek az istisna ile, devrimci demokrasi gerici kitle hareketinin figüranı haline bile gelebiliyor.

Tıkanma siyasetsizliktir ve 1 Mayıs kutlamaları hep açıklayıcı örnekler verir. 1993’ten 95’e kadar görece küçük çaplı polisiye vakalardan sonra 1996 Kadıköy 1 Mayıs’ı, saldırıya karşı direnmenin meşruluğu bir yana, devrimci demokrasinin varoş devrimciliğinin değil ülke bütününde ya da kent merkezlerinde artık kent yoksulları içinde bile tutunamayacağını ilan etmiştir. 1997 ve 98’de ise artık devrimci demokrat grupların 1 Mayıs kutlaması yönünde bir niyetleri de kalmadı. Sendikaların kurduğu statükocu kürsünün, devrimci demokratlar için tek anlamı bir kitlesel toplanma ve polisle restleşme olanağı açmasıdır. Bu olanağın düzeni tedirgin etme dozajı, manşetlere yansıtıldığından çok daha azdır. Düzen “devrimcilik mesleğini” Türkiye toplumuna polisiye bir vaka olarak yansıtma imkanını artık yakalamıştır ve açıkçası, yalnızca baskı aygıtlarıyla değil, ideolojik araçlarıyla da bir bütün olarak iyi değerlendirmektedir.

Devrimci demokrasi bir çözülüşe girmiş görünüyor. Oysa Türkiye’de bu akımın belli başlı dört düğümlenme momenti olmuştur. Bu deneyimler bugün hatırlanmalıdır. Birincisi, Kurtuluş Savaşında ortaya çıkan devrimci demokrat nüvelerdir. Bunlar bir ara yaygınlaşma ve kitleselleşme işareti de veren Anadolu solculuğu formuna evrilmiş, ancak burjuva devrim sürecinin iç hegemonya kavgasını kemalist kanadın kazanmasıyla tüketilmiştir. Bu yenilgiden sonra devrimci demokratizm kemalizmin etkisiz tonları olarak izole edildi, ya da derin dondurucuya kaldırıldı!

Sonra 27 Mayıs’ın krizi kemalizmin yaşadığı rönesans ve harmanlanmayla birlikte yeni bir yapılanmaya yol açtı. Kalkınmacı, devletçi, planlamacı ve sosyalizmle iç içe bir devrimci demokrasi, düpedüz kavramsal kökenine dönerek, yani “yarım kalmış burjuva demokratik devriminin tamamlanmasını” programlaştırarak sahneye çıktı. Bu akım somut stratejisinin, ilerici darbe beklentilerinin 12 Mart’ta batmasıyla birlikte 1970 dönemecini bir darboğaz olarak yaşayacaktı.

Üçüncü dönem düzenin kurumlarından, kemalizmden uzaklaşan, ama somut iktidar stratejisi geliştiremeyen toy bir devrimci demokrasiye aittir. 1970’lerde giderek kitleselleşen, kentlere, kasabalara yayılan, öğrenci gençliğin ötesine uzanarak küçük burjuva ya da deklase bir yoksullar hareketi olmaya doğru evrilen bir hareket… On yıl öncesinde stratejist ağabeylerinin, “eski tüfeklerin” generallerle yaptıkları pazarlığa sokak basıncı olarak çeşni edilmek istenen hareket daha büyük bir kitleselliğe kavuşmasına karşılık, stratejiden, bir anlamda siyasal akıldan uzak düştü. Devrimci demokrasi, devletin kurumlarıyla pragmatik hesaplardan uzaklaşmakla, “devrimci duruşunu” sağlamlaştırıyordu, ama siyasal anlamıyla hayırlı bir rotaya sahip olamıyordu. Yön duygusu yitirildi. Ne kadar onurlu ve mücadelecilik örnekleriyle dolu olursa olsun 1970’ler bunun ötesi değildir. Ne faşizme karşı mücadele deneyimi, ne direniş komiteleri, ne kurtarılmış mahalleler, ne devrimci belediyecilik örnekleri bu siyasal daralmanın dışına çıkabildi. Tersine inisiyatif, faşist diktatörlük perspektifini ancak askeri darbeyle realize edebileceğini saptayan faşist harekettedir. Devrimciler savunmaya itilmiştir.

Son deneyim kitle ve kadro mirasının büyük kısmını liberalizme teslim eden, geri kalanların ise yaratıcılıktan yoksun bir ortodoksluğa sabitlendiği 1980’lerin ikinci yarısına denk düşüyor. Bu uzun evrede işçi sınıfına yakınlaşılan konjonktürel istisnalar vardır; ama damga kent yoksullarına aittir. Ancak devrimci demokrasi “mahalleler”de elde ettiği kazanımları siyasetle tanımlayamadığı ölçüde birikiminin başka kanallara akmasını engelleyememiştir. Bu kanallar ya bütün acı derslere karşın sosyal-demokrasi beklentileri, ya şeriatçı hareketin dayanışmacı demagojisi, ya da kurumsallaşan Alevi aristokrasisi olmuştur. Yine bir tür devrimci demokrasi sayabileceğimiz Kürt hareketi ise farklı bir mücadelenin prestijini ve artık maddileşen kendine özgü dinamikleri arkasına alarak bu dalgadan az yıpranmayla çıkabiliyor.

Bugün bu sıkışmadan yeni bir yapılanma ve açılımın işaretleri edinilememektedir. Devrimci demokratlar gerici kitlelere figüranlık ya da çalgıcılık yapmaya ne kadar devam edebilirler? Bu yolun çok zaman sürebileceğine inanmıyorum. Türkiye böyle bir ilericilik varyantına kapalıdır… İkinci olarak, devrimci demokrasi üzerinde liberal ideoloji geçtiğimiz yıllarda bir çekim gücü oluşturabildi, ancak sol-liberaller bu imkanı artık kaybetmiş görünüyorlar… Üç; emekçi hareketi devrimci demokrasinin kimliğine katkı anlamına gelemeyecektir; tersine cılız bağlar daha da erimektedir… Sonra; öğrenci hareketi mi? Yine zor; birincisi daha yakın geçmişte bu cephede de büyük düşüş yaşamış bulunuyorlar. Ama daha önemlisi aydın adayı bir toplumsallığın içinde bulunduğumuz konjonktürde siyasetsiz, projesiz, stratejisiz bir harekete kucak açması çok zordur.

Bu durumda devrimci demokrasi bir şişenin boynuna sıkışmış durumdadır ve cesur kimi çıkışları, bunların katkı koyacağı yeni bir dönemin açılışını, bu dalganın katacağı yeni verileri beklemek en sağlıklı yol olacağa benzer. Sosyalist harekete düşen görev ise bu noktada ve dolaylı. Devrimci demokrasinin kendi krizine çözüm aradığı dönemeçte sosyalist hareket sınıf öncülüğü ve siyasal strateji üretkenliğiyle etkileyici, çekici bir güç haline gelebilirse, bu en değerli yardım ve katkı olacaktır.

Diğerleri..?

Türkiye, devrimci demokrasiyi siyaseten yitirdi. Bu çalışma çerçevesinde önemsenecek olan siyasal strateji boyutudur. Devrimci demokrasi başka boyutlarda da, ama şu an bizim için önemli yanı itibariyle bu açıdan durmuştur. Sol bu kesimden ibaret değil. Cemal Hekimoğlu’nun Sol dergisinde geliştirdiği yeni bir sınıflandırmayla liberal, ulusal ve sosyalist soldan söz etmek yerinde olacak 2 Bu sınıflandırma benim çalışmamın ruhuna uygundur, çünkü kadro kaynaklarını, soyağaçlarını değil stratejileri esas almaktadır. Dışarıda kalan yok değil… Örneğin Kürt hareketi belirli bir stratejiden ziyade kararsızlıkla tarihe geçmeye doğru gidiyor ve ideolojik tanımlara direnen başka kriterlerle birlikteliğini anlamlandırıyor. Ya da açık parti deneylerinden biri olarak EMEP, sendikalizmin çözüldüğü bir konjonktürde ayrı bir sendikalist sol haline bir türlü gelemiyor. EMEP, stratejisiz bir devinim olarak ana ideolojik cephelerden kah birine kah diğerine benzeyerek varlığını koruyacağa benziyor. Ama böyle giderse bu iki istisnanın kaderlerinin devrimci demokrasininkiyle aynı olacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Tekrar tekrar geleceğiz ve, dilerim yazının sonunda zihinlerde açık hale kavuşmuş olacak, çünkü Türkiye’de sınıf mücadelesinin nesnel yapısı akımlara “parti” olmalarını emrediyor…

Böyleyse, ulusal, liberal ve sosyalist solda, yani Türkiye’de en az üç adet stratejinin bugün varolduğunu mu söylemiş oldum.. Bir bakıma evet… Ancak ilk ikisinin atalarıyla karşılaştırıldığında birer ucube olduklarını ekleyerek “evet” yanıtımı dengeye kavuşturmak isterim. Siyasal taktikleri darbeciliğe indirgenebilir durumdaki kemalist/ulusal solculuk açıkçası atalarının yanında ancak karikatürdür. 27 Mayıs’ın akıl hocalığına oynayan sol kemalizm, 1960’larda Türkiye düşünsel hayatını derinden etkileyen Yön hareketi, 9 Mart’ta ilerici cunta için somut planlar yapan ve üç gün sonra Demirel’e, şapkasını almadan önce yetkisini son olarak onlarca yüksek rütbeli devrimci demokrat subayın ihraç kararlarını imzalayarak kullanma mutluluğunu ihsan eden MDD’cilik… Bunların yanına bugün AsParti’nin basın bülteni Aydınlık’ı nasıl koyabiliriz! Bunların yanında Atilla İlhan’ın Sultan Galiyef tefrikalarına3 nasıl bir değer atfedebiliriz!

Liberal sol ise şeriatçı-liberal karşı-devrim cephesine davet edildiğinde ses edemeyecek kadar kişiliksizleşmiş durumdadır. Bir de, Mehmet Ali Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm”ini, İdris Küçükömer’in “Düzenin Yabancılaşması”nı, Sencer Divitçioğlu’nun “Asyatik Üretim Tarzı”nı hatırlayın. Beğenmeyin, karşı çıkın, mücadele edin… Ama sol-liberalizmin gerici gösterilere aksesuar olmayan, ne olduğu ve ne dediğini belirginleştirmekten çekinmeyen bir düşünsel ve siyasi ta-rihi olduğunu reddetmeyin. Son zamanların “gökkuşağı” ise CHP ile seçim pazarlığının kozundan başka birşey değildir. Aybar bir mücadele insanıdır… Kendi payıma tarihsel örneklerin yanına bugünküleri koymaya elim varmıyor!

Sosyalist sol mu? O kulvarda Sosyalist İktidar Partisi’nin yaşadığı tekleşme süreci, iddia sahiplerinin dışında kalanlarca itiraf edilemese de bir gerçekliğe ulaşmıştır. İdeolojik, siyasi ve örgütsel boyutlarıyla işlemeye devam ettiğimiz “bizim stratejimizin” kimi köşe taşlarını belirginleştirmek, zaten bu yazının esas muradı olacaktır.

Eski tasnifler eski kriterler

Hatırlanacaktır, Gelenek, solu böyle klasifiye etmiyordu. Bundan yıllar önce geleneksel sol, yeni sol, devrimci demokrasi sınıflandırması, sonra bu kategorileri kesen bir reformizm-devrimcilik kriteri Türkiye soluna ilişkin analizlerimizde önemli yer tutmuştu. Söz konusu olan bir düzeltme ya da revizyon değil. Solun bütünsel tarihinde gerek üçlü ayrım, gerekse program anlayışına ilişkin kriterler geçerliliklerini elbette koruyorlar. Ancak yukarıdaki somut devrimci demokrasi çözümlemesi, konjonktürel olarak bir alanın önemsizleştiğini anlatıyor. Yeni sol ise, şu anda iki ideolojik varyanta bölünüyor.

Bunlardan bir tanesi liberalizmdir. Liberalizmin aşırı dozajı yeni solun “sol”luğunu düşürür. Basın emekçilerini ve ilerici yazarları tenzih ederek söylüyorum, bugün Doğan Holding’in sol pazara çıkarttığı basın yayın metalarında yerini alan sosyalist Birikimcilik ile “özalcı” Altan ailesi arasında bir fark kalmamıştır.

İkinci varyant 1980’lerde sol-liberalizme direnç gösteren marksist yeni soldur. Az sayıda istisnasına haksızlık etmemek kaygısıyla troçkist olarak niteleyemediğim bu çizgi ideolojik mücadelede ısrarlı olmuştur. Ancak örgütsel gövdesi ve siyasal gücü olmayan ideolojik mücadele, müzeler için değilse de olsa olsa kütüphaneler için anlamlı olabiliyor. Marksist yeni sol bugün parmakla gösterilecek kadar az sayıda aydından ibaret hale gelmiştir. Bu ifadelerimin kütüphaneleri küçümsediğim yolunda yorumlanmamasını diliyorum 4

Liberal ve marksist yeni solun örgütsel kanal olarak ÖDP’de buluştuklarını görüyoruz. Bu buluşmanın sağlanmasında liberal kesimin emeği kuşkusuz daha fazladır. ÖDP, geleneksel soldaki tasfiye ve Birikimcilik’in devrimci demokrasiyi fethinin buluştuğu noktadır. Yeni sol, bir açıdan “partili olmayan sol” olarak görülür. ÖDP’nin bu formülde kastedilen KP’ler/Komintern geleneği ile bir ilgisi olmadığına göre tereddüte de mahal yoktur. Herşeye rağmen örgütsel kanalın dışında durmayı seçen aydınların varlığı ise yeni sol platformun yasalarından biridir.

Reel sosyalizmin çözülüşünün geleneksel solda estirdiği tasfiye rüzgarlarının başka adaları da etkilediği biliniyor. Ve aslında bugün dünyamızda ne has bir maoculuk, ne hocacılık, ne de yeni sol kalmamıştır. Bir önceki dönemin güç dengeleri çerçevesinde yapılmış olan bu tanımların varlıkları çok aşındı ve yeni tanımların geliştirilmesi zamanını bekliyor. Bir ön değerlendirme olarak, yeni solun konumunun marksizmden bir bütün olarak uzaklaştığı saptaması yapılabilir. Geçmişte geleneksel sola alternatif bir alanda tanımlanmış olması, yeni sol için marksizmin platformunda tutunmasının gerekçelerinden birini oluşturuyordu. Meselenin bir boyutu bugünkü yeni solun kendisini dünya çapında güçlü bir geleneksel sola referansla tanımlamamasıdır ve bu durumun karşılığı marksizmden uzaklaşmaktır.

Bir diğer boyut ise aynı karşı-devrim sürecinde yeni solun sermaye tarafından fethedilmesidir. Liberalleşme yalnızca düşünsel değil, Doğan Holding örneğinde olduğu gibi maddidir… Yeni solun yaşadığı süreç esas olarak böyledir. Ana akışa tabi olmayan tekil aydınlar olarak önem yitirmiştir.

Devrimcilik-reformizm kriteri ise, devrimci demokrasinin ya liberalizmin elinde doğrudan reformistleştiği, ya da siyasetsizlik ortamında toylaştığı koşullarda başlı başına bir tasnif aracı olmaktan çıkmaktadır. Siyasetin önemi artmakta, devrimcilik olması gereken yere, siyaset üretimini koşullayan ilkesel çerçeve niteliğine doğru çekilmektedir. Söz konusu kriterin öne çıkması, Türkiye’de “siyaset”in devrimci olup olmadığının önemsizleştiği, devrimci olmanın siyaset olarak pazarlanabildiği ve kavranabildiği bir dönemi de anlatmıştır.

Devrimci demokratın liberal bilançosu

Yukarıda sözü edilen süreç, devrimci demokrasinin yeni sol tarafından fethi ve liberalizm, dünya ölçeğinde bir gelişim oldu. Bunun, bende, otuzuncu yılı nedeniyle ‘68 yılı ve kuşağı konulu edebiyatta yaşanan canlanmaya yönelik de bir tahrik etkisi yarattığını söylemeliyim. Dünyada birkaç kat, Türkiye’de belki on kat abartılan ‘68 bir fetişe dönüştürülüyor. 1978’de 68’lilerin yönettiği bir sol mücadele halindeydi. ‘88 yılında artık yenik bir kuşaktı sözkonusu olan. Devrimci önderden çok yuppi ve reklamcı üretiyordu. Öyle ki, ne alakası varsa, 86 yılı rakkamların görselliğinden hareketle bir 68 seremonisine daha sahne edilmişti… Bir taraf cuntacılığa ve kemalizme, diğerleri liberterliğe çekiştire dursunlar, otuzuncu yılında ‘68 abartmalarından siyasetsizliğe övgü çıkar. Türkiye’nin en fazla siyasete zorladığı, solun siyaset üretimine en fazla yaklaştığı dönemde ‘68 efsanelerinin başka anlamı olmamaktadır.

‘68 parantezini burada çok fazla uzatmayacağım. Daha aşağıda başka bir boyutuyla tekrar değineceğiz. Ancak siyasetsizliğe, övgü stratejisizliktir. Stratejisizlik ise 1980’lerin başlarında Birikimciler’in yayınladığı Yeni Gündem’de belki her sayfada birkaç kez tekrar edilen bir aforizmaya dayanıyor: “Belirsiz bir gelecek için bugün feda edilmemeli.” Genç kuşakların ve aydınların herhangi bir düşünsel bağlanmaya girmemelerini ve hareket etmemelerini tavsiye eden bu çirkin önerme devrimci demokrasinin geniş yığınlarınca benimsenmiştir. 1970 dönemecinde Latin Amerika’dan gerillayı, Çin’den halk savaşını öğrendiklerinde Türkiye için her ikisi ayakları havada kalan bu stratejilere angaje olan toy devrimci demokrasi, asıl sahiplerinin sonuç alamadığı ve yer yer bıraktıkları bu yollarda nasıl ısrarlı olabilirdi ki?

Muhasebe, 12 Eylül’ün ve liberalizmin karanlığında yapılmış, elde avuçta pek birşey kalmamıştır. Devrimci demokrasinin en önemli akımını oluşturan Dev-Yol bütün bir çizgi olarak liberalleşmiştir. Ancak bu liberalleşme yönü belirgin bir siyaset haline bile gelememiş, hareketi oluşturan unsurların yaşadığı bir dağınıklık, perspektifsizlik, kitlesel kafa karışıklığı biçimini almıştır.

1960’ların sonlarında gerilla ve halk savaşı tercümelerini okuyan devrimci demokrat 1990’larda “gerilla bilanço çıkarıyor”ları, tıkanan devrim deneyimlerini, Brezilya İşçi Partisi icatlarını bellemiştir… Özetlemeye çalıştığım evrim, Türkiye’de yeni sol ve (sağa kayan) devrimci demokrasi kümelerini birer siyasal dinamik olmaktan çıkarmaktadır.

Solda kemalist stratejiler

Buraya kadar söylenenlerin stratejileri tartışmamızı gerektiren boşluğa yeterince işaret ettiğini umuyorum…

I. Bakû’den Anadolu’ya:

Mustafa Suphi’nin ölümle biten yolculuğunu, sosyalizmi Anadolulu bir hareket haline getirme projesi olarak görmeyi öneriyorum. Anadolu 1920’ler siyasetinde ufku açık ve iktidarın görülebildiği tek platodur. Siyaset örneğin İstanbul’da yapılabilir. Padişahçıların, bazı sol akımların tercihi bu olmuştur. Ya da Enver Paşa gibi Anadolu’nun doğusuna seferler düzenlemek biçimini alabilir. Anadolu ise iktidara bakmaktır!

Ancak Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Anadolu projesinin, komünist hareketi güçlü bir siyasal parti haline getirmeyi eksen almakla birlikte doğrudan bir sosyalist iktidara bakabildiği pek kuşkuludur. Suphiler’in perspektifi kemalist kurtuluşçulukla bir ittifak ilişkisini varsayar.

Bu varsayım yanlıştır ama hepten temelsiz sayılmamalıdır. Tarih 1917 Ekim Devrimi’nin tarihidir. Tarih, kapitalizmin dünya savaşları ürettiği tarihtir. Tarih, bir buçuk yüzyıllık uzun bir devrimci kaynama da hesaba katılırsa çok büyük bir karmaşanın tarihidir. Tarih krizindir…

Peki ya kriz? Kriz kavramının karar anı ile ilintisi var ve kriz momentlerinde siyasal akım ve öznelerin kendilerini olağan dönemlerin çok ötesinde bir güçle donanmış hissetmeleri normaldir. Normaldir ve aynı zamanda haklarıdır da. Bir yandan kriz, öznenin kendi gücünü abartması ve nesnelliği, üzerine istediği gibi karalayabileceği bir boş kağıt olarak kavraması için uygundur. Öte yandan da, kriz koşullarında öznelerin hareket ve etkinlik kabiliyetleri gerçekten katlanarak artış gösterir. Suphiler’in ne yapmalı sorusunu kendilerine sordukları dönem siyasetin çok güçlü olduğu ve hatta her şeye kadir sanıldığı yıllara denk düşüyor.

Üstelik bu sıradan bir kriz değil, Ekim Devrimi’ni üretmiş bir kavşaktır. Genel olarak emperyal düzenlerin çöktüğü, kapitalizmin tıkandığı ve insanlığın geleceğin sosyalizmde olduğunu kitlesel olarak kavrayabildiği bir dönemdir. Bu dalga neden Anadolu’yu süpürmesin?

Anadolu solculuğu bir vakıadır. Kısa süre önce Osmanlı sarayıyla içli dışlı kemalist önderlik açıkça kendisini solla tanımlamaya yöneliyordu. Anadolu’da mazlum halkların sesiyle özdeşleştirilen bir bolşevizm sempatisi yayılıyordu. Düzenli ordu öncesi çete ya da gerilla hareketleri de esin kaynaklarını ulusalcı, popülist, solcu bir bolşevizm yorumunda buluyorlardı. Bolşevikler’in doğuya yönelik ittifak politikasının işaretleri bu yakınlaşmayı destekler nitelikteydi.

Ne Suphiler’in ne de Bolşevikler’in kemalist hareketin niteliği konusunda yanılgı içinde oldukları sanılmasın. Sol, Anadolu’daki kurtuluş hareketini bir burjuva demokrat akım olarak yerli yerine oturtuyordu. Ancak verili tarihsel çerçevenin bu burjuva kurtuluşçuluğunu solculaştırdığı, sola kucak açmaya ittiği yargısına gelince, orada durmak gerekiyor. Çünkü devrimci optimizm ile siyasal akıl bu düğümü aynı şekilde görmeyecektir.

Siyasal ve diyalektik akıl, Sovyet iktidarıyla dostluk çizgisi tutturmayı gerçekten tercih eden bir burjuva ulusal kurtuluşçuluğunun kendi ülkesinde solun önünü her yola başvurarak kapatacağını söylüyor. Suphi hareketi bunu saptayamadı. Ankara’ya ulaştıklarında kemalist merkezin hemen yanında, onunla ittifak halinde iktidar mekanizmasını paylaşacaklarını tasarlıyorlar.

Kaygı doğrudur.

İşçi sınıfının ve olduğu kadarıyla kapitalist sanayi ve ticaret yapılanmasının Yunanistan’da, İstanbul’da kaldığı bir dönemde ulusal kurtuluş gündeminin coğrafyası Anadolu’dur ve ileri İstanbul gündemden düşerken geri Anadolu, paradoksal biçimde iktidar sorununun yatağı haline gelmiştir. Suphiler’in yüzlerini “işçi İstanbul”a değil Anadolu’ya dönmeleri “iktidarcı” bir arayışın göstergesi olarak düşünüldüğü sürece sempatiyle algılanmalıdır. Ancak iktidar kendilerinin değil, başkalarınındır. Suphiler solun tarihinde kemalizmin karakterine ilişkin ilk dramatik yanılgıyı temsil ederler.

Kemalizm kimlik kartını portmantoya asıp onun platformuna biat edenlere açıktır. Vedat Nedim Tör ile Şevket Süreyya Aydemir’in komünist partiye örgütsel olarak ihanet ettikleri, ancak kendi marksizm yorumlarına ideolojik olarak ihanet etmiş sayılamayacakları çok söylendi. Doğrudur, Tör ile Aydemir’in marksizmi kavrayışları ulusalcı, kurtuluşçu, kalkınmacı çizgilerin egemenliğindeydi ve 1920’lerin konjonktürü böyle bir çizgiye sınıf değiştirme imkanını sunuyordu… Ancak bu iki hainimizin yaptıklarının sol adına pozitif açılımlar kapsamına alınması imkansızdır. Solun en kemalistleri, “solda kemalist stratejinin” sınırlarının dışına taşarlar. Kadro deneyi sosyalizme değil kemalizme aittir.

II. MBK kapılarında:

İkinci örnek, Hikmet Kıvılcımlı olacak. Yukarıdaki Mustafa Suphi anlatımı, asla TKP kurucusu kadroya kemalist yaftası yapıştırmak anlamına gelmiyordu. Kıvılcımlı söz konusu olduğunda yine böyle bir yaklaşım söz konusu olmayacak. Doktor Kıvılcımlı sosyalist hareketin yaratıcı, üretken ve ilginç bir kişiliğidir. 27 Mayıs sonrasında Milli Birlik Komitesi’ne tavsiyeler götüren ve kendi deyimiyle bir “rezonans” kurmayı deneyen Doktor, öncesinde ve sonrasında kemalizmin eleştirisini yapmayı denemiş bir marksisttir. Bu marksisti 27 Mayıs cuntacılarına öneri götürmeye yönlendiren nedenleri, düşüncelerinin bütünselliği içerisinde keşfetmeye çalışmak başka bir konu. Burada söz konusu girişimin sol adına tarih sel anlamına değinmekle yetineceğim.

Olgu kanımca şudur: 1960 kemalist rönesans bir kez daha, kemalizmin dışındaki özneler üzerinde bir çekim gücü yaratmıştır. Kemalizm programsız, projesiz kimliğiyle kendi dışındaki akımlara “gelin bana istediğinizi söylettirin” der adeta… Üstelik 1960 bir kriz momentidir. Yukarıda demiştik; sosyalistler bu momentte de kendilerini büyük etkinlik imkanına sahip sanmışlardır. Kıvılcımlı’yı MBK kapısına taşıyan böyle bir atmosfer olmalıdır. Doktorun daha dar anlamıyla kemalist olduğunu düşünmüyorum. Ancak bu kez özellikle ordu gençliği dediği, seyfiye’nin, kılıçlıların önünün açılabileceği bir devrimci demokrasi çağı beklentisine girerek, bu yeni çağda etkinlik kanallarını açmaya çalıştığı söylenebilir. Doktor iktidara bakmıştır. En kısa sürede iktidar mekanizmalarına dahil olmanın ya da etkileyebilmenin yolunu katetmeye çalışmıştır. Yanlış bir değerlendirme Kıvılcımlı’yı Gürsel’in çalışma odasına yönlendiriyor…

Yanlışlık şuradadır; 27 Mayıs, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde devrimci demokratizmi açığa çıkartmıştır, ama bu devrimci demokratizmin, Türk modernleşme hareketlerinin mirasçısı olmak vasfı nedeniyle ufku kapalıdır. Fikirden ve kitleden yoksunluğu miras almış cunta odakları genellikle Türkiye’yi belirli bir doğrultuda hareket ettirmek ve ileri taşımak arayışında olmamışlardır. Ana eğilim statükoyu korumak, krizi çözmektir. Bu yarım-yamalak devrimci demokratizmi zorlayan tek ekip tarihe “maceracı” sıfatıyla kaydedilen Talat Aydemir’dir. Aydemir’in bu sıfatı hakettiğine katılmamak için herhangi bir neden göremiyorum…

Kıvılcımlı’ya dönersek; 27 Mayısçılığın içerisinden bir ilerletici dinamiğin açığa çıkamayacağını görmek Türkiye burjuva devrim sürecini kavrayanlar için hiç de zor olmamalıydı. Aynı şekilde 27 Mayısçılığın dışarıdan çekiştirilebileceğini tasarlamak da olanaksızdı. Kıvılcımlı, işte bunu zorlamıştır. Kıvılcımlı ve 27 Mayıs’tan solu iktidar mekanizmalarına yakınlaştırmasını bekleyen başkaları gerçekçi değillerdir, yanılmışlardır. Ama bu doğrultuda pozitif, somut, dönemsel bir strateji geliştirme uğraşlarında ve güttükleri kaygıda karşı çıkılacak bir şey yoktur.

III. 9 Mart cuntası ve ‘68 parantezi:

1960’larda solda, yurtiçinde ayrı örgütlü etkinliği olmayan TKP’yi ihmal edecek olursak iki ana kol bulunuyordu. Ne düşünsel ne de örgütsel olarak tanımlı farklı kanallar haline gelmeyen Yön ve TİP. Yön ve akrabası MDD çizgisi 27 Mayıs krizinde devrimci demokrasinin ikinci doğuşu oldular. Perspektif açısından çok açıktır. Bu çizgi, tartışmasız, Türkiye’de Mustafa Kemal sonrasında yarı yolda bırakıldığı düşünülen ulusal demokratik devrimin tamamlanmasını hedefliyordu. Dönem 1960’lardır ve söz konusu konjonktürde herhangi bir ilericilik türünün dünya sosyalist hareketinden ve yakıcı odağı Üçüncü Dünyaya kayan dünya devrim sürecinden uzak durması mümkün değildir. Ortaya çıkan sosyalizmle kemalizmin belirli bir birleşimi oldu. Kalkınmacı, devletçi, ulusalcı, anti-liberal, anti-emperyalist bir sentez. Ancak devrimci demokrasinin yeniden doğuşunda sosyalizmle kemalizmi birleştiren bir işlem kaçınılmaz olduğu kadari bu birleştirme çabalarından kararlı ve uzun soluklu bir devrimci demokrat perspektifin çıkması da imkansızdır. Türkiye’de devrimci demokrasiyi, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Anadolu solculuğu dışında ölgün bırakan olgu, son halkasını kemalizmin oluşturduğu burjuva devrim sürecinin yapısal özellikleridir. Türk burjuva devrim süreci, bir mantıksal uç yorumcu olarak devrimci demokrasiyi doğuramayacak ölçüde kitle ve fikir yoksunudur.

Devrimci demokrasi bir devrimin yarım kalmış olduğu kanaatine nereden varabilir? İhanete uğrayan ve ihanetin öncesinde güçlü bağlanmalar yaratan bir felsefe, ideoloji, kültür geleneğinin olması gerekir. Türkiye’de yoktur!

Düşünsel boyut… ve/veya; bu bağlanmanın aktif taşıyıcısı, ihanetin nesnesi bir kitle hareketliliği mevcut olmalıdır. Türkiye’de bu da olmamıştır!

Sonuç; devrimci demokratizm burjuva süreçlerinin içerisinde onyıllar boyu asimile edilmiş, pragmatik İttihat Terakki ve ondan çok daha büyük bir başarıyla pragmatik kemalist önderlikler devrimci sürecin uç yorumcularını, kendi ideolojik şekilsizlikleri ve siyasal manipülasyon yetenekleriyle massetmeyi başarmışlardır.

27 Mayıs, 1946-60 arasında terkedilen kemalist yönetim modellerinin restorasyonunu hedefledi. Ancak yüzeysel siyasal değerlendirmelerin göremediği şey, kemalist yönetim modelini Bayar-Menderes kliğinin değil ülkedeki toplumsal gelişmenin ve bundan feyz alan liberalizmin likide ettiği gerçeğidir. 27 Mayıs, kemalizmi 1930’lara döndüremeyecekti.

1950’lerin sonlarında kemalizmin artık asimile edemediği devrimci demokratizm ordu ve gençlik içinde açığa çıktı. 1960’lar bu dinamiğin bir daha kontrol altına alınamayacağını kanıtladı.

Yeni devrimci demokrasi tarihsel alışkanlığıyla kemalist bir platformun içinde erime arayışına giriyor, ancak 1960’ların ortamından edindiği sosyalist tonlar bunu zorlaştırırken, “devrimci” bir kemalist platformun yalnızca halüsinasyonlarını görebiliyordu!

9 Mart cuntası bir halisünasyondur:

Devrimci demokrasisinin üzerinde anlaşmaya vardığı anlaşılan sol cuntanın cumhurbaşkanı adayı Faruk Gürler, karşı-devrimin düğmesine basmıştır. Gürler’in tercihi kalkınmacı, bağımsızlıkçı bir sol yönelim değil faşizm yönündedir. 9 Mart akşamı cuntanın mutfağına, Muhsin Batur’un anlatımıyla dinamiti şöyle koyar:

“Faruk Paşa orada, ‘Emrediyorum bu hareketleri durduracaksınız’ dedi”. 5 Kara Kuvvetleri Komutanı orada da durmaz, hayata geçirilmesi sol cunta kadar zor olmayan mamul bir projeyi, Devleti Kurtarma Planı adı verilen NATO patentli planı uygulamaya koyar. Telefonun başına geçer, sağa sola “telaşa kapılmayın” der “alarmı ben verdim. Sol bir darbe gelecekti, onun için…”6

Kemalizmin şekilsiz ve muğlak olduğu doğrudur. Ancak bu saptama tek tek kemalistlerin kendi kişiliklerinde şekilsizliğin ve muğlaklığın homojen dağılım göstereceği anlamına gelmez. Cuntanın başbakan adayı Muhsin Batur’un ise her tür şekilsizlikten muzdarip olduğu anlaşılmaktadır. Batur sol darbe olmadığını görünce, sağ darbeye fit olur, solu tasfiye eder bir kaç yıl sonra da Ecevit’in yanında sosyal-demokratlık oynamaya başlar!

Cunta denklemlerinin beyni sayılan ve başbakan yardımcılığının adayı general Celil Gürkan ise dürüst bir sol-kemalist ve devrimci demokrat olduğu kuşku götürmeyen Talat Turhan tarafından şöyle değerlendirilir:

“Ben Celil Gürkan’ın yerinde olsaydım, bir faşist cunta Türkiye’yi geriletmek için tertip içinde ve benim de gücüm onları aşmaya müsait, ben onu aşarım. Güç var elinde. O anda o gücü kullanacaksın. İşte ihtilalci o demek. Seni alaşağı eden, etmek isteyen faşist kanadı sen alaşağı edeceksin” 7

Gürkan, Turhan’ın anladığı anlamda ihtilalci değildir; karşıtlarını alaşağı etmek için adım atamayan sol darbe liderinin adı tasfiye listesinin başına yazılıverir.

1960’lar devrimci demokrasisinin, Doğan Avcıoğlu’dan Mihri Belli’ye, CHP ve TİP içindeki kimi uzanımlarına ve yine bir kısım gençlik önderine kadar en geniş haliyle stratejisinin merkezine oturttuğu sol darbe -ya da gerçekleştiği durumdaki adıyla demokratik devrim- işte böyle bir tablodur. Strateji gerçek dışıdır. Strateji Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 27 Mayıs krizinde açığa çıkarttığı devrimci demokrat nüvelerin serpilip geliştiği zannı üzerine oturmaktadır. Strateji işçi sınıfını kaale almamıştır. Strateji Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, önce 27 Mayıs, sonra Talat Aydemir darbeciliği gibi deneylerden aldığı tarihsel derslerle iç kurumsallığını sağlam kazıklara bağladığını ihmal etmiştir. Bu strateji örneğin 1967 tarihinde kurulan OYAK’ın ordu merkez kademelerini süratle burjuvalaştırdığını görmezden gelmiştir…

Bir kemalist odağın Türkiye’yi sola açacağı yargısı egemen yaklaşımdır. Peşine düşenlerin çoğunluğunun basbayağı kemalist olmaları bir yana, ve bu unsurların kendilerini nasıl tarif ettiklerinden bağımsız olarak, 9 Mart, solun kemalist stratejilerinden birisidir… Bedeli yine çok ağır ödenen bir açılım!

İki boyuttan daha söz etmek gerekiyor. Birincisi 9 Mart kemalist solculuğunun akılsız olmadığıdır.

1960’larda dünya çapında bir sol dalga esmektedir. Sovyetler Birliği güven veren, kendi içinde oturmuş ve dingin görüntü veren bir ülkedir. Hruşçof döneminin dağıtıcı etkileri bertaraf edilmiştir. Reel sosyalizmin öncü kolu üretim, teknoloji, uluslararası ağırlık gibi alan ve kriterlere bakılırsa dünyayı ileri çekmektedir.

Sol dalga üçüncü dünyayı sarmıştır. Küba’da 1959 devrimi; Güney Amerika kıtası Brezilya, Venezuela, Uruguay, Peru’da gerilla; Afrika’da Mali 1960, Kongo Ulusal Hareketi 1960, Cezayir Bin Bella 1962-Bumedyen 1965, Gana Nkrumah 1962, Gine, Kenya, diğer Kuzey Afrika Arap kuşağının tümünde eski rejimlerin yıkılışı; öte yandan Uzakdoğu Asya’da, önce Kore sonra Vietnam…

Hepsinin kesiştiği alanda bir uluslararası reel sosyalist strateji de doğmuştur: Kapitalist olmayan yol.

Son olarak 1968 yılında eşzamanlı bir kitlesel hareketlilik, ABD’den Fransa’ya, gelişmiş kapitalist dünyayı “içeriden” sarsmıştır.

Bu atmosferde Türkiye’deki krizin de başka örnekleri izleyebileceği fikri destekleyici verilere sahiptir. Uluslararası veriler esas olarak 1970’lerde düşmeye başlayacaktır. Üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluşçu ve demokratik devrim hareketlerinin kaderleri belirginleşmemiştir, yükseliş sürmektedir.

Oysa ‘70’lerde iki kuşak ülkenin kaderi ayrışmaya başlayacaktı. Sınıfsal yapısı daha geri, bir anlamda “boş sayfa” niteliği daha önde olan ülkelerde devrimler daha uzun soluklu ve sosyalist yönelimi daha belirgin bir rota izleyeceklerdi. Diğeri, Kuzey Afrika kuşağı ise sömürgecilik döneminde emperyalist merkezlerin etkilerini içsel olarak yaşamışlardı. Üstelik doğal kaynaklar ve askeri strateji açılarından emperyalizmin geri adım atmamak için daha fazla direteceği ülkelerdi. Üçüncü dünya devrimciliğinin bu versiyonu anti-komünizmini ve emperyalizmle uzlaşma eğilimini kısa sürede baskın hale getirecekti. Birinci kuşak sosya-lizme yönelen ve daha geri toplumları, ikincisi en fazla uluslararası ilişkiler çerçevesinde tarafsız bir statüde durdurulan, kendine ait manevra alanı açmak için daha fazla maddi imkana ve siyaset geleneğine sahip ülkeleri kapsıyordu.

Türkiye mi? Türkiye bu ikinci kuşaktan da daha ileri bir yapıdaydı. Türkiye arada kalmış bir tarafsızlık konumuna kesinlikle uygun değildi ve yüzünü sosyalizme çevirmesi yalnızca işçi sınıfının damgasını taşıyabilirdi… Dedik ya, bu dersler ancak 1970’lerin ortalarında belirginlik kazanmaya başlamıştır. 1960’ların sol cuntacılığı yanlıştır ama akılsız değildir. Gerçekçi olmayan bir strateji geliştirmiştir ama siyaset toyu sayılmamalıdır.

İkinci boyut ile tam da yukarıda yarı açık bıraktığım “68 kuşağı” parantezini tamamlamanın sırası gelmiş oluyor.

Sol cunta… Müdahalenin erk sahibi taşıyıcıları olarak kemalist askerler… Müdahalenin içini dolduracak olan devrimci demokrat aydınlar… Bu büyük dönüşümün bir koşulu da kitle basıncıdır. 1968 işte ve ne yazık ki, bu kitle basıncıdır. Bir kez daha, burası için de ekleyelim, 1968 hareketliliğinin, yükselen devrimci gençlik dinamiğinin önder ve militan kadrolarının öznelliğinden bağımsız bir olgudur bu.

Ama gerçek bir olgudur. Çünkü “1968 kuşağının” başka bir siyasal stratejisi olmamıştır! Bu konuda bugünkü liberal/liberter yorumculara başvurmak istemiyorum. Günümüzün projesizleri zaten ‘68’in projesizliğiyle övünürler ve bu yanını abartırlar. Diğer bir uçtan, ‘68’in açık döneklerinden de destek istemiyorum. Örneğin Mustafa Gürkan bir röportajda asker ağabeylerinin ağızlarına baktıklarını söylüyordu. Kendisine yakışır, ama devrimci gençlik hareketini bağlamaz…

“Gençlik hareketi kendisini politik bir hareket olarak tanımlıyordu ve (…) örneğin TİP gibi, (…) CHP gibi, cuntacı eğilimler gibi etkili siyasi akımlara rağmen farklı bir yol izleyebiliyordu.

“Belki ne yapacaklarını tam bilmiyorlardı. Neyi kuracaklarını tam bilmiyorlardı. Ama var olanı yıkmak ve yeni bir dünya yaratmak düşüncesiydi egemen olan. Bu bakımdan da ‘68 dendiğinde pek çok çevrede gizemli bir saygı hissedersiniz” 8 .[ÇARALAN İhsan]

Bu görüşlerin sahibi bugün mücadeleye EMEP’te devam ettiği bilinen Çaralan aslında benim kullandığım kavramlar ve inşa etmeye çalıştığım çerçeveden bakıldığında çelişik şeyler söylemiş oluyor. Ancak bir kesişim noktamız var: Çaralan, başkalarından farklı bir yol izleyen ama yolunu bilmeyen bir devinim tarif ediyor. Ben de, böyle bir bilinç eksikliğine “politik hareket” nitelemesinde bulunmaktan kesinlikle kaçınacak olmama karşın, tam da “bilinmeyen yolun” başkalarının projelerine malzeme olabildiğini anlatmak istiyordum…

“Daha feci olan, Mihri Belli’nin, TİP’in tasfiyesine yol açarken başka bir parti plan ve girişimi de yoktu. Genç devrimcilerin `parti yapalım’ tekliflerini sürekli yanıtsız bıraktı. Sosyalist kitleyi partisizliğe mahkum etti” 9 .[YALÇIN Hasan]

İP yöneticisi Hasan Yalçın’ın kızmasına neden olan olgunun bir rasyonalitesi var. Bizim Mihri Belli’yle bir sorunumuz olmadığından bu rasyonaliteyi görme şansımız daha fazla. Belli’nin dahil olduğu devrimci demokrasi. gençlik hareketini ne ayrı bir partiye. ne gerillaya. ne başka bir yere kanalize edebilirdi. Ne gereği var! Gençlik hareketinin oturtulduğu tarihsel çerçeve, 27 Mayıs arifesinin bir benzeri olarak sol darbeye “taban” olmaktı. Bu anlamda MDD gençlik hareketine bir yön tayin etmiş, onun için bir “parti” oluşturmuştu bile… THKO’nun eylemli dönemine geçilirken Mihri Belli ile Deniz Gezmiş’in doğrudan diyalog kurup kurmadıkları hakkında rivayet muhtelif. Ancak Belli’nin “gençlerin” dağa çıkma niyetlerini “bu iş sandığınız kadar kolay değil” argümanıyla karşıladığı hep söylenir. Herhalde doğrudur. Deniz Gezmiş’in temsil ettiği devrimci demokrat tipolojinin “geri destek” misyonlarına sığmayı kabul etmesi mümkün görülebilir mi Deniz Gezmiş’lerin kuşağına, merkezinde tam boy bir devrimciliğin durmadığı bir stratejiye angaje olmaları önerilebilir miydi Yeni kuşak Türk burjuva devriminden miras kalan pragmatizmin ötesine geçiyor, düzen kurumlarından, hesapçılıktan kopuyordu. Yerine yine sağlam bir ideolojik-felsefe yapı koyamadan da olsa…

Bunlar imkansızdır; ve devrimci demokrat cuntacılık yukarıda tartıştığım yanılgılarına ek olarak gençlik hareketinin gelişimine uygun bir zamanlamayı da denk getirememiştir. Dev-Genç dalgası ne TİP’in ideolojik mücadelede katedeceği mesafeleri, ne de cunta projelerinin olgunlaşmasını bekleyebilirdi. Önce birinden sonra ötekinden koptular.

1968 değerlendirmelerine ilişkin son bir nokta… Son alıntının sahibinin çağrıştırdığı bir nokta… Bugün İP çizgisi ‘68 hareketini bir anti-emperyalist demokratik atılım olarak yorumlamanın çok ötesine geçiyor ve bu nitelikleri gençlik hareketinin öznelliğine, yani program, bilinç ve duygu boyutlarına da atfediyor. Bunun bir yorumlama değil, tarih karşısında büyük sorumsuzluk olduğu söylenmelidir. 1968’in “bilinci” tek sözcüğe indirgenecekse belirsizliktir. Bu belirsizliğin içerisinde akşamdan sabaha sosyalist devrim görüşünü terkedip MDD’ci olmak da vardır. Bu değişimin derinlikli bir sol içi ideolojik mücadelenin ürünü olarak sunulması uydurmadır. Ancak devrimci demokrat eski tüfekler, MDD’ciliğin devrimci devinim, SD’ciliğin parlamentarizm olduğu yargısını gençlik kitlesine kazımayı becermişlerdir. Bu yargı bir sonuçtur. SD’den MDD’ye kayan kitle “kanaati” aslında SD’de içerilen işçi sınıfçılığından gerilerken, MDD’ciliğin sınıf inançsızlığını paylaşmamış ve eşzamanlı olarak düzen kurumları ve kemalizmden kopuş, dolayısıyla işçi sınıfına duygusal bir yakınlaşma yoluna da girmiştir. MDD durağından sonra varılan THKO ve THKP-C, Avcıoğlu-Belli-Perinçek çizgilerine göre kemalizme daha mesafeli, işçi sınıfı fikrine daha yakındır.

İP’in zorlaması en az bugünün liberal/liberter akımları kadar gerçek dışı. Açıkçası TİP’ten kopuşun bir boyutunun da partili kimlikten, örgüt bilincinden uzaklaşmak olduğu, batıcı, anti-otoriter ve anarşizan yanların ulusalcı yanların yanıbaşında durduğu bilinmelidir. En doğrusu tümünün iç içe girdiği bir ideolojik bulamaçtan söz edilmesi olurdu:

“Düşünebiliyor musunuz, 1968 yılında dünyada gelişen olayların da etkisi altında, anti-otoriterizmi, ‘yaşamın her alanında ve her kurumunda devrim’ düşüncesini savunan sınırlı sayıda öğrenci bile, iş strateji tartışmalarına geldiğinde bir önceki kimliğinden sıyrılıveriyor, bir anda papağanlaşıyordu: ‘Bugün yarı bağımlı ve yarı feodal bir ülke olan Türkiye’de hakim çelişki işbirlikçi sermaye, feodal ağalar ve emperyalizm ile bunların dışında kalan tüm millici güçler arasındadır. Dolayısıyla Türkiye’nin önündeki devrimci adım milli demokratik devrimdir.’ Bu olur mu Türkiye’de 1968 yılında oluyordu”10 . [ÇULHAOĞLU Metin]

1960’ların sol cunta stratejisinde kitle basıncı misyonu verilen gençlik hareketi, devingenliğiyle buradan da uzaklaşırken gerilla ve halk savaşını tartışmaya, ardından denemeye yöneldi. Ancak bu yolların Türkiye’de reel, pozitif strateji sınıfına alınması mümkün değildir. Her ikisinin başka zaman ve mekanlarda birer devrimci strateji olarak fonksiyon gördükleri doğrudur; Türkiye ile alakalarının olmayışı ise bir başka çalışmanın konusu olabilir.

Devrimci demokrasinin birinci uğrağı Kurtuluş Savaşı dönemi Anadolu solculuğu, ikincisi 27 Mayıs sonrası cuntacılık ise üçüncüsü 1970 dönemecini izleyen kitlesel hareketliliktir. 1970’lere eski önderlikleri ve yolları reddederek giren devrimci demokrasinin en kitlesel ama en “apolitik” yaşam dilimi başlamıştır artık. Apolitik terimini 9 Mart’tan sonra herhangi bir stratejiye sahip olamamak anlamında kullanıyorum. Bu noktada ilk akla gelebilecek olan “faşizme karşı direniş” olsa gerek. Bunu, Türkiye’ye ilişkin bir pozitif açılım olarak görmek yanlış olacaktır. Yan ürünleriyle, yani kurtarılmış mahalleler, yerel yönetim deneyleri, emekçi mahallelerinde komiteleşmelerle birlikte faşizme karşı direniş dönemi inisiyatifin karşı sınıfa adım adım geçişine sahne oldu. 1970’lerin sonlarında artık inisiyatif Türkiye’de krize gerekli müdahalenin ancak bir askeri darbeyle, bir karşı-devrimle yapılabileceğine kanaat getirmiş olan faşizmdedir. Misyonu artırılan kontr-gerilla yapılanmasıyla, MHP’siyle, Silahlı Kuvvetler’in faşist merkez kadrolarıyla, bu yola onay veren tekelci sermayesiyle ve emperyalist merkezlerle…11

Kemalist stratejiler bölümünde son örneğe gelmek için 1970’lerin geleneksel solunu atlayacağım. Oysa TKP’nin 1974-78 dönemi solun en kemalist pratiklerinden biridir. 1978’de bu açıdan birşey değişmemiş, yalnızca yolun sonuna gelinmiştir. Ancak bu yazıda yan yana getirdiğim kemalist strateji örnekleri “iktidardaki kemalizme” yüzlerini dönen, iktidar mekanizmalarından beklentisi olan örneklerdir. TKP’nin Ulusal Demokratik Cephesi bu açıdan ayırdedilmelidir. UDC iktidardaki kemalizme değil, kemalizmle birlikte iktidar olma projesine yöneliktir. Güncelliği de olan bu boyuta sığınarak “74 Atılımı”nı bir başka bölümde, “işçileşme stratejileri” kapsamında tartışacağım.

IV. ‘98 karikatürü: İP

Solda kemalist stratejiler olarak saydığımız örnekler dayanaklarını çeşitli alanlardan, örneğin uluslararası rüzgarlardan, sınıfsal yapının azgelişmişliğinden, Türkiye burjuva devrim sürecinin henüz yürürlükteki ya da pek yakın geçmişteki yasallıklarının çekim gücünden vb. almış olabilirler. Her birinin merkezinde burjuva devrimci itilimlerin varlığını koruduğu ve bir kemalist odakta kristalize olduğu düşüncesi yatar. Ve sosyalist hareket açısından, krizin burjuvazinin siyasal ve ideolojik hegemonyasında yaratacağı “boşluklara tutunmanın” tek gerçekçi siyaset olduğu saptamasıyla birleşik bir kaygı: Kemalist sol strateji, mevcut erk mekanizmalarına en kısa yoldan entegre olmak ve içeriden bir dönüşümü zorlama arayışındadır. Bu kaygıdan geriye, tarihsel ve ilkesel yanılgı boyutlarını bir kenara bırakırsak, elimizde kalacak olan jakobenizm, sol kültürün ve geleneğin asla geri basmayacağı bir öz olmalıdır. Fazla karmaşık bir arıtma işlemi gerektiği için bunun bir ideolojik miras olarak adlandırılması pek mümkün değil. İsterseniz solun geçmişinde bugünün komünistlerinin duygudaşlık kuracağı bir “iktidarcılık” çizgisi diyelim.

Peki ya bugün? Peki bugünkü ulusal sol akımı? Peki İP?

İP’e varmış bulunan siyasal hareketin 12 Mart kavşağında bir kritik tercihte bulunduğu bilinmelidir. Perinçek ekolü o günlerde burjuva devletle barışık bir rotayı seçer. Bu barışıklığın her zaman aynı dozajda ve aynı araçlarla hayata geçirilmesi siyasetin doğasına aykırıdır. Sürekliliği korunan, bir metodolojidir. İP’i bir ekol haline getiren de bu metodoloji sürekliliğidir. Bunlar burjuva düzenin iç gerilimlerine tutunmayı meslek edinmişlerdir. Hepsi budur.

Bir de burjuva devlet içi odakların basın bürosu olarak hizmet vermelerini kimileri anti-faşist mücadele olarak pazarlamıyor mu!

Solda liberal stratejiler

“1945 yılı sonunda ‘Görüşler’ adlı derginin ilk sayısı çıktı. ‘Görüşler’in çıkışı bir bomba gibi patladı. (…) Dergide ‘Zincirli Hürriyet’ başlığı altında tek şef ve tek parti sisteminin demokratik hak ve özgürlüklerimizi nasıl zincire vurduğu, kuvvetli yazılar ve resimlerle ortaya dökülüyordu. Birinci sayfada Celal Bayar, Adnan Menderes ve Köprülü Fuat’ın yazılarını sağladığımızı ilan ediyorduk” 12 . [SERTEL Zekeriya]

Sertel’in sosyalist hareket kapsamında görülmemesi gerektiği açıktır. Ancak 1945’te Türkiye bir karar momentine girdiğinde solda burjuva liberalizmiyle kader ortaklığı eğilimi de ortaya çıkmıştır. Batıcı demokrat Sertel bu eğilimin dışa vurulduğu dönemin sol dergiciliğinde DP kurucusu olacak ekiple bağlantı noktasında duruyordu. Solda bir cephe havası esiyordu. Sonucun ne olduğunu hatırlamaya gerek var mı?

“Tan baskınından sonra ertesi gün Celal Bayar’la Adnan Menderes ‘Görüşler’ dergisiyle hiçbir ilgileri olmadığını gazetelerde ilan ettiler. Tevfik Rüştü Aras Ankara’dan telefon edip üzüntüsünü bildirdi”13 [SERTEL Zekeriya]

Liberalizmle kader ortaklığının bu çiğ türü hemen ilk adımda, tereddütsüz yalnız başına bırakılıyor. Ancak bu hattın etkililiği su götürmez. Aybar söylüyor:

“Kısacası, barışmaz iki kelimeyi korkmadan birleştirerek diyelim ki: Fertçi bir sosyalizm tatbik edeceğiz” 14

1940 ortalarındaki sol aydın kuşağının genel karakteri TKP ile gevşek bir irtibattır. Bu gevşeklik sol aydınların siyasal kimliğine de bulaşmıştır. Özgün bir kaç kişi, örneğin Kıvılcımlı, Aybar ve Şefik Hüsnü dışında belirgin bir siyasal kimlik işareti alınamıyor. Bu tablo karşısında tam olarak kimlerin liberal stratejinin bilinçli taşıyıcısı ya da izleyicisi olduğunu saptayabilmek de zorlaşıyor… Liberal strateji aslında zaten demokrasici (genel olarak baskılara karşı olmak ve plüralizmi daha ileri bir form saymak) ve ilerlemeci (sanayileşmeci sermaye birikiminin hız kazanmasından yana kentleşme savunucusu olmak, bütün bunların doğrusal olarak sosyalizm güçlerini besleyeceğine duyulan inanç..) olan sosyalist hareketimizin ayrıksı bir kolu biçimini almamıştır. Burjuva düzeni, bütünsel bir uzlaşmayla kemalist yönetim mekanizmalarının yerine modern kapitalizme daha yakın bir burjuva demokrasisi denemesine karar vermiştir. Demokrasicilik ve ilerlemeciliğin doğal refleks olduğu sol hareket kendisini bu kararın yanında hissetmiştir.

Bu tablonun bilinçli bir strateji olmadığı iddia edilebilir.

Gerçekten de solun daha sonraki yaşamında söz konusu liberal çizgi ara ara başını çıkartmamış olsaydı, 1945 ve sonraki birkaç yılda bir liberal strateji örneği yakalamak için uğraşmaya değmezdi. Ancak yukarıdaki Aybar alıntısının 1960’larda, I.TİP’te bir karşılığı olmuştur. Ferdiyetçilik ile toplumculuğun yan yana getirilişi, ‘60’ların popüler siyaset dilinde “güleryüzlü sosyalizm” olacaktı. Küçükömer’iyle, Divitçioğlu’yla bir ekol oluşacaktı. Bu ekol solun milad öncesini kemalizm-ittihatçılık-modernleşme hareketleri çizgisi yerine bunun tam karşısında konum almış olan liberal ve dinci, ama “halka malolmuş” akımlara kaydırmayı öneriyordu 15 . Marksizm içi konumlanış olarak Lenin’siz bir marksizm, Sovyetler Birliği’ni reddeden bir uluslararası hareket, önderlik ve öncü parti fikirlerini kenara iten bir kendiliğindencilik ve liberterlik inşa ediliyordu… Ekol, kalitesi düşerek devam etmiş, Asaf Savaş Akat, Murat Belge gibi isimler üzerinden bugüne taşınabilmiştir. Başka geriletici girdileri ihmal etmeden, türban bahaneli gerici kitle gösterilerini demokrasi adına destekleyen solculuk türünün Aybar’a uzanan bu liberal muhakemeyle akrabalığı açık olmalıdır.

1980’lerin eski solcu liberalleri buradaki kapsama girmiyorlar. CIA’nin ve Tur-gut Özal’ın çevresine kümelenen hainlerin zihinlerinden sol adına bir açılım geçtiğini zamanında sananlar olmuştu, diye söylüyorum. 16

Dikkat edilmesi gereken bir nokta sol-kemalistlerden farklı olarak sol-liberallerin bir iktidar projesine sahip olamayacaklarıdır.

İkincisi, I.TİP’te legal marksizmi ve parlamentarizmi çağrıştıran altyapı kanımca esas olarak budur. Sol-liberalizm siyasetin tüm araç ve yöntemlerinin meşru sayıldığı bir mücadeleye değil, kitlelerin ikna edilmesinden ibaret bir rotaya sabitlenmiştir. Buradan etap etap gelişen bir toplum ve kanaatini seçimlerde dışa vuran seçmenler modeli çıkar.

Yıllar geçtikçe sol-liberalleri oldukça zor duruma düşüren bir gelişme yaşanıyor. Bir yandan Türkiye liberal eğilimlere daha fazla kucak açar hale geliyor. Mali sermayenin öne çıktığı, kentleşmenin ve kente bağlı kültürel dönüşümlerin hız kazandığı, burjuva demokratik kurumların daha oturmuş hale geldikleri, iletişim imkanlarının genişlediği vb. bir atmosferden söz ediyorum. Ancak diğer yandan aynı süreç liberal perspektifleri gerçekliğin dışına itmektedir. Burjuvazinin ideolojik mekanizmalarının etkinliği katlanmakta, düzenin liberal-demokratik tarifi sosyalizmi ve sol ideolojinin unsurlarını dıştalamakta, süreç parasallaşma ve metalaşmayla atbaşı gittikçe örneğin seçim mekanizması bir finansal yatırımla özdeşleşmektedir. Liberallerin arzuladıkları “oyunun kuralları”na yakınlaşıldığı zannedilirken egemen sınıf oyun sahasını giderek daha büyük oranda temellük etmektedir.

Bu, tarihsel bir eğilimdir ve bu koşullarda günümüzün sol-liberallerinin Mehmet Ali Aybar ve diğerlerinin ellerine su dökemeyecek kişiliklerden oluşması. yalnızca kendi yetersizliklerinin ürünü olarak görülmemelidir. Sol-liberalizmin entelektüel ve siyasal açıdan üretimsizliği tarihsel bir mahkumiyettir.

Solda işçileşme stratejileri

I. İstanbullu Sosyalizm:

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı günlerde bir grup marksist de Haydarpaşa limanında İstanbul’a çıkıyorlardı. Türkiye komünistlerinin ilk kadro birikimlerinin bir kaynağı Rusya. bir diğeri Anadolu’daki yerel solculuk. üçüncüsü ise Batı Avrupa’dır. Dr.Şefik Hüsnü Deymer’in adıyla hatırlanan Kurtuluş dergisinin ilk yayınlandığı kent Berlin’di. Bu ekip Türkiye’ye döndüğünde bir yandan diğer gruplarla ortaklaşa bir örgütlenmenin kanallarını zorlamaya bir yandan da siyasal varlığını İstanbul’da bir işçi örgütlenmesine oturtma çabasına yöneldi.

İstanbul; işçi sınıfının varlığı açısından bakıldığında en ileri coğrafya olduğu tartışılmaz. İstanbul; Türkiye’de siyasal gündemin coğrafyası işgal altındaki toprakların dışına kaymıştır, İstanbul işgalin merkezidir. İstanbul’da, 1919-20 yıllarında işçi ve aydın örgütlemek mümkündür, ama ülkenin siyasal geleceğinin belirgin öznelerinden biri olmak ufkun dışında kalmaktadır. Mustafa Suphi’lerin Anadolu’ya yolculuğu bir başka iştir, Şefik Hüsnü’lerin İstanbul faaliyeti başka… Anadolu ve Ankara iktidarın nabzı ülkenin geleceğidir. İstanbul’un toplumsal yapı anlamındaki gelişkinliğinin siyasal karşılığı yoktur:

“Haupt ve Dumond, ilk Osmanlı sosyalistleri için şu noktaya işaret ediyor: ‘Yeni inanmışlığın coşkusu ile eylemi sadece işçi dünyası çerçevesi içinde görüyorlardı.’ Yeni inanmışlığın verdiği bu coşku, Kurtuluş Savaşı yıllarında da sürdü. Sosyalizmi öğrenenlerin çoğu, İstanbul’da işçi sınıfının ‘yanında’ kalmayı yeğlediler” 16 . [ÇULHAOĞLU Metin]

“Türkiye’de sosyalist hareketin saf ve ilk kuşak önderleri, çok büyük bir eğilim olarak, savaşmadılar; çok büyük bir eğilim olarak, Birinci Savaş bir yana Kurtuluş Savaşı dönemini yurt dışında eğitimle geçirdiler” 17 .[KÜÇÜK Yalçın]

Anti-ittihatçı, anti-iktidarcı, bilimci ve sınıfçı formasyon bir dönemliğine reel ve pozitif bir stratejidir. Kriz döneminde İstanbul’u merkez alan komünist kadronun, bir tür kendiliğindencilik ya da ekonomizm sapması içinde ağır tempolu bir işçi sınıfı çalışması yürüttüğü sanılmamalıdır. Siyasetin merkezi Anadolu-Ankara’ya kaydığı için, gerçekçi olmaktan çıkan beklenti, kriz ortamında kılıç atabilecek bir sınıfsal sıçrama yönündedir. Üstelik burjuvazinin emekçi hareketi karşısında görece az deneyimli olduğu dönemler “dışarıdan” müdahalenin, bilinç taşımanın imkanlarına belli bir rahatlık sunar. Sıçrama beklentisi bu rahatlığa ilişkin sezgilerle de birleştiğinde anlaşılabilir oluyor18 .

İşçileşme yönelimi Şefik Hüsnü kadrosunun devrimciliğine gölge düşürür bir politika olarak görülmemelidir. Ancak perspektiflerinin, gerçekliğe yaklaşabilmesi için hiç olmazsa devraldıkları örgütsel ve sınıfsal mirasın daha elle tutulur olması gerekirdi. Bu da olmayınca, daha önce değindiğimiz Anadolu projesi ağırlık kazandı.

II. 1946 sendikaları:

1945-50 arası Türkiye için bir karar dönemidir. Büyük kavşaklarda Türkiye solunun geçmişinden getirdiği ana akımlar yeniden ürüyor. Bir tanesi liberalizmdi. Diğeri işçicilik olacak. Bu ikincisini bir kez daha TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnü Değmer’in ve TKP ile gevşek bağlı aydınlardan Esat Adil Müstecaplı’nın temsil ettiklerini göreceğiz… Kemalizm mi? Tam da düzenin ve Mustafa Kemal’in eski yoldaşlarının kemalizmi tasfiye etmeye niyetlendiği bir kavşak noktasında kemalist stratejinin canlanma olasılığı, haliyle, bulunmuyordu.

Biliniyor, TSEKP ve TSP’nin iki ayrı form olarak ortaya çıkmalarından, sendikaların hangi esasa göre örgütleneceği (işkolu-işyeri) konusu dışında bir fikir ayrılığı dışarı yansıtılmadı. Bu durumda ayrılığın esas olarak örgütsel olduğunu düşünmek zorundayız. Önemli olan şudur ki, strateji aynıdır. Ya da bir stratejik çatallanma için zaman bulunamamıştır.

Şefik Hüsnü’nün yaklaşımı komünist hareketin işçi sınıfına tutunmasını merkeze koymuştur. Örneğin II. Savaş sonrası esen batıcı demokratikleşme rüzgarının solu kapsamına alacağı konusunda, en azından Değmer’de bir yanılsama işareti görülmüyor. Komünistler, burjuva düzeninin bir virajında ortaya çıkacak boşlukların kendilerine işçi sınıfı içinde organik bir varlık edinmek için birkaç aylık kredi açabileceğini saptıyorlar ve hemen harekete geçiyorlar.

Süre yetmiyor, az geliyor. 1946’nın “kızıl sendikaları” sonraki onyıllara bir miras aktaramıyor. TKP yeniden siyaset gündeminden düşmekten kurtulamıyor. Bir kez daha uzun süreli iç hesaplaşmaların dejenere edici etkileri karşısında savunmasız kalıyor.

Komünistlerin o dönem örgütsel güçleri ne kadardı? İdeolojik mücadelede nefesleri ne süre dayanırdı? Sovyet merkezli uluslararası rüzgarlar Türkiyeli solunu nasıl etkilerdi? Bu etki hayırlı mı yoksa kişiliksizleştirici mi olurdu?

Komünist birikim ile ilgili soruların yanıtının umut verici olmadığını düşünüyorum. Uluslararası etkiler açısından ise, batıdan gelen Amerikanlaşma/liberalleşme rüzgarı ile Avrupa devrimlerinin büründüğü demokratikleşme giysilerinin sonuçları Türkiye toplumuna ulaştığında, bunların birbirlerinden ayrıştırılabileceğini sanmıyorum. Üstelik savaş dışı tutulmuş ve savaş boyunca pısırıklaş-tırılmış Türkiye halkının böyle bir algılama yeteneğine sahip olabileceğini hiç düşünmemek gerekir. Sonuç; dönem, durduk yerde sol için elverişli zannedilmemelidir. Ama burjuva düzeni neden “durduk yerde” sola kucak açsın ki!

Açıkçası, bugünkü işçileşme gayretlerinin sınıf pusulası açısından ilk dönem komünistlerin mirasının canlandırılmasında fayda vardır. Ancak bir taraftan da, 1920’lerde kendisini politikanın terkettiği İstanbul’a hapseden çizginin de, 1946’da ülkenin uluslararası bir restorasyon sürecine ideolojik müdahale imkanlarını göremeyen sendikal çıkışın da yetersizliği ve iktidarsızlığı eleştirilmelidir. 1920 ve 1945’i simgesel tarihler olarak kullanarak söyleyeceğim; bu iki tarih Türkiye’nin uluslararası ilişkiler içerisinde ve kendi sınıfsal yapılanması itibariyle “seçiş” momentleridir. Bilimci-işçici sol bu anlarda siyasal ve ideolojik sıçramayı, düzenin girmekte olduğu evrede güçlü bir sol mevzi şekillendirmeyi ya düşünememiş, ya da ancak işçileşmek üzerinden tasavvur etmiştir.

III. ‘74 “atılımı”:

Yukarıda düştüğüm notu hatırlatıyorum. TKP-1974, yalnızca işçileşme yöneliminin yeniden doğuşu değildir. Aynı zamanda 1960’larda büyüyen ve o haliyle parçalanan sol-kemalizmin de kavuştuğu yeni formdur.

Sonra, TKP artık özne sayısı çok olan bir sol havuzun parçasıdır. ‘74 TKP’sinin mücadelesinde solun içine yönelik yüz tasfiyecidir; bu tasfiyeciliğin yirmi yıl boyunca etkisi hissedilmeyen bir partinin sahneye dahil olması karşısında diğer sollardan gösterilen refleksle kışkırtılmış olduğu da söylenebilir. Sol içinde böyle gerilim hatları ortaya çıkabilir… Ancak tasfiyeciliğin mazereti olmayan asli tarafı sosyal-demokrasiyle işbirliği çizgisidir.

TKP’nin yeni çıkışında DİSK’in süratle kuşatılması ile Ulusal Demokratik Cephe hedefi birbirini tamamlar. Birincisi komünist hareketin işçileşmesi doğrultusunu, diğeri kemalist ilericilik arayışını temsil etmektedir. Ancak bu kez 12 Mart sonrasında iktidardaki kemalizmin faşistleşmesi karşısında sol-kemalizm Ecevit’in CHP’sinde keşfedilmek durumundadır.

1960’ların orducu MDD’sinden farkı azdır, CHP’li UDC’nin. Üstelik MDD’ye yar olacak ordunun iktidardaki mekanizma değil, onu kuşatan bir ilerici genç subaylar hareketine denk düştüğü de eklendiğinde benzerlik çoğalmaktadır.

MDD’cilik, nasıl, 1960’ların sol rüzgarlarından feyz almışsa, UDC’cilik de, Türkiye’de başka bir yol kalmadığını saptamaktaydı. Buna göre Türkiye’de 12 Mart faşist müdahalesi yalnızca bir antrakt olmuş, akışı değiştirmemişti. Kapitalizm krizi aşamayacaktı. Üçüncü Dünya devrimleri dalgasının emperyalist zinciri dövmeye devam ettiği 1970’lerde Türkiye’de de kitlelerin yüzlerini sola dönmeleri kaçınılmazdı. Bu uluslararası ortamda ve kriz Türkiyesi’nde iktidara gelecek olan CHP’nin, sosyalizmin, işçi sınıfının zorlamalarıyla daha da sola kayacağı düşünülüyordu. Hatta tekelci sermayenin basıncına karşı, CHP iktidarı giderek burjuvaziye yabancılaşacak, UDC -sosyal-demokratlar açısından seve seve ya da istemeye istemeye Türkiye’de kapitalizmden hem aşamalı hem de tedrici bir kopuş yolu olacaktı.

Bu modelin saygıya değer bir yanı yoktur. Bu model diğer kemalist stratejiler kadar geri ve sağ onlardan çok daha az devrimcidir. İlkesel açıdan yanlıştır: Kapitalizmin kurucu partisi CHP’yle uzlaşmayı esas almaktadır. CHP’yi küçük burjuvazinin temsilcisi addetmekle bir de siyasal analiz hatası ekleyerek… Türkiye’nin tedrici bir kopuşa uygun olmadığı anlaşılmamıştır. Türkiye bir kara Afrika ülkesi değil Ortadoğu-Balkanlar-Kafkasya üçgeninin merkezinde bir kapitalist ülkedir. Ancak asıl ilginci, 1960’ların MDD’ciliği ‘68 gençlerine nasıl bir misyonu reva görmüşse, 1970’lerin TKP’si de ‘75 işçilerine bir benzerini tayin etmektedir!

DİSK’te örgütlü Türkiye işçi sınıfı CHP’yi TKP ile ittifaka zorlamanın aracı olacak, “ileri demokratik düzene” geçişte kitle basıncı yaratma fonksiyonunu üstlenecektir. CHP’yi zorlamak adına DİSK’in sosyal-demokratlaşmasına vize verilir!

Strateji 1978 itibariyle çöktü. Ecevit liderliğindeki CHP, TKP-DİSK çıkışının öncesindeki MSP koalisyonu ihmal edilirse, 1978’de bir de azınlık hükümeti oluşturmuş durumdaydı. CHP’nin yüzünü sola falan döndüğü yoktu. CHP’nin düzenin krizine sol bir alternatif kurgulamak değil, devrimci bir sol yönelimi budamayı misyon edindiği belliydi. Ancak egemen sınıfın bu politikaya takdirlerini ifade edemeyecek derinlikte paranoyak kimliği TÜSİAD’ı CHP hükümetini düşürmek hedefli bir kampanyaya yöneltecekti. Maraş katliamı ve sıkıyönetim ilanı gibi olgular da, faşizmin kendi (militarist karşı-devrim) stratejisi karşısında CHP hükümetinin bir direnci temsil edemediğini kanıtlıyordu. TKP’nin stratejisindeki CHP ögesi fos çıkmıştı.

Öte yandan 1977 1 Mayısı grafiğin tepe noktası, devamında düşüşün başlangıç noktası olarak gündeme geldi. İdeolojik mücadelede girilen gerileme süreci TKP’yi de bağlıyordu. 12 Eylül öncesindeki üç yıl boyunca, sol hareket Türkiye halkı için bir umut olmaktan çıkmış, marjinal bir mücadelenin tarafı olarak sunulur hale gelmişti. Birinci TİP’in “umut” mirasının tükenişi için 1977-78 alınabilir. Solun kitleselliği ideolojik mücadelede güçlü çıkışlarla birleştirilemediği ölçüde bu manzara tersine çevrilemedi. Başta Dev-Yol ve TKP’nin kitleselliklerine rağmen sol, ideolojik ve siyasi alanın marjinali sayılmaktan kurtulamadı. Kısaca TKP ideolojik mücadelede de kaybetmişti.

İşçi örgütlülüğü mü? TKP modelinde işçi sınıfı ve sendikalar başlı başına bir güç kaynağı değil, sosyal-demokrasi ile ittifakın kitle tabanı ve basıncı sayıldığı sürece, sendikalarda koflaşmanın yaşanması kaçınılmaz değil mi? Basınç fonksiyonu olabilecekleri birşey kalmadığında ilerlemeci sendikalizmin 12 Eylülcülerin çağrısına icabet etmesi nasıl engellenebilirdi ki!..

1978’den itibaren geri sayım başlar. Stratejik tıkanmalar örgütsel yansılarını hemen yaratıyor. TKP-İşçinin Sesi tıkanmanın faturasıdır. Başka tıkanmalar solun diğer cenahlarında da aşağı yukarı eş zamanlı ayrışmaları körükler. Ancak sol kopuşları gerçekleştirenlerin yokuş aşağı kayışı durdurmaya ne zamanları yetti, ne yetenekleri…

IV. ‘98 karikatürü: EMEP

Bugün EMEP’in denemekte olduğu şey, “solu bir işçi hareketi olarak yeniden kurma” çabası diye nitelenebilir mi?

Bir kere EMEP, “en fazla” budur ve sınıf mücadelesinin diğer alanlarını ihmal eden bir işçileşme stratejisinin siyasetten uzaklaşmak anlamına geldiği sol tarihimizde kayıtlıdır. Tam da bu noktada, bir açıklığa daha ihtiyaç duyulabilir. Eksik kalan tam olarak nedir..?

Eksiklik sosyalist özne açısından, sınıf mücadelesinin siyasal, ekonomik, ideolojik, kültürel düzlemleri arasındaki mesafelerin fazla açılmasıdır. Ancak ilk dönem komünistlerden başlayarak Türkiye solunun formasyonuna maya çalan bilimci-işçici eğilim karşısında söylenecekler bundan ibaret değil. Sınıf mücadelesinde sosyalist taraf, işçi başlıklarına sahip çıkmakla ayırdedilmez. Sosyalist taraf toplumsal sorunlar karşısında işçi sınıfı adına siyaset üretir, toplumun bütününe işçi sınıfı adına seslenir. Bu seslenmenin altyapısı anlamında işçi örgütlülüğünü baz almak gerektiği açık… Ancak sosyalizmin söyleyeceği sözü, işçi ve emekçilerin doğrudan meselelerine indirgemek hiç de inceliği olmayan, Lenin’in yüzyılın başında kıyasıya eleştirdiği ekonomizmin tıpatıp aynısıdır. Türkiye solunda böyle bir tarihsel ekonomist eğilim mevcuttur. Bu eğilim 1946’da sapma haline gelebilecek kadar yaşamamıştır. Yaşam süresinin kısalığı belki de hareketimizin ekonomizm hesaplaşmasıyla anılacak bir sürece doğru evrilmesinin de önünü almıştır… Aynı eğilim 1974’te reformist-kemalist bir içeriğe ve sendikalist bir forma oturtulmuştur. Bugün ise EP-EMEP çizgisi ortaya sol adına çok üzücü bir tablo çıkarmıştır. Siyasal parti kendi ayırıcı özelliklerini önce önemsiz saymaya, giderek unutmaya başlamıştır. İşçi sınıfı toplumun tüm sorunları karşısında tavır alabilen bir özne-sınıf olarak görülmemekte, işçi sınıfının sorunları toplumsallaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu yaklaşım sınıf kitlelerindeki depolitizasyon konumuna teslimiyetten başka birşey değildir. Uvriyerizm, işçi sınıfının kimi duyarlılıklarını temsil eden ve yansıtan bir akım değil, sınıf hamaseti yaparken aslında işçilerin kendi hayatlarından başka bir şeyi algılayamayacaklarını varsayan bir çizgidir.

Bu varsayım aynı zamanda işçi sınıfını bir “baskı grubuna”, “lobiye” indirgemektir. Tek gündemi ve ilgisi kendi çalışma ve yaşama koşulları olan işçi sınıfının, kendisini toplumun bütününün temsilcisi, toplumun geleceğinin temsilcisi olarak takdim etmesi mümkün müdür! Marx’ın “her egemen sınıf kendisini evrensel çıkarın temsilcisi olarak sunmalıdır” tezi, işçi sınıfının siyasal iktidarı fethinin unsurlarından biridir. Bu unsur toplumun azınlığı durumundaki emekçi kitlelerin ve bunların örgütlü kısımlarının, iktidara uzanmalarının meşruiyet mekanizmasını da ifade etmektedir, aynı zamanda. “İşçi sınıfına ayrı gündem” denildiğinde ise, ya işçi sınıfının toplumun çoğunluğu haline gelmesi beklenecektir; ya da bu ayrıksı gündemin başka bir iktidar üzerinde basınç oluşturması için lobicilik yapılacaktır. Sendikal mücadele sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olmak yerine lobiciliğe dönüşmüştür. Politik örgüt, parti ise giderek sendikaya benzemektedir 19 .

Peki nereye varır?

Sendikalizmin önünün başka dinamiklerle ve gerekçelerle açıldığı bir konjonktür söz konusu olsaydı, varacağı bir yer olabilirdi! Örneğin kapitalizmin emekçi kitlelerin alım güçlerinin artmasından şikayet etmeyeceği, ekonominin büyüdüğü, üretimin iç piyasaya dönük organize olduğu koşullarda sendikalizm her anlamda güçlü olabilir… Oysa Türkiye’de sermayenin emeğe karşı saldırının sendikaları da kapsayarak devam etmesinden yana olduğu açık seçik görülmektedir. Bu tablo karşısında sendikalizm ve uvriyerizmin bir çıkış bulmasını olanaksız sayıyorum. Bu ortamda işçi sınıfı kitlelerinin ve sendikaların, sınıf mevzilerine kazanılması ve dönüştürülmesi ideolojik ve siyasi mücadelenin konusu olabilir yalnızca.

Solda ideolojik vuruş stratejileri

Yapmaya çalıştığım sınıflandırmada kategoriler arası geçişkenlik olabileceğini söylemiştim. İş ideolojiye gelince, bir uyarı daha yapılması gerekiyor. “İdeolojik vuruş” tamlamasını, ideolojik mücadeleden ayırdetmek için kullanıyor ve öneriyorum. Bir teorik kavramlaştırma olarak değil, bu çalışma çerçevesinde önem taşıyan bir ayrımı belirginleştirmek için…

Her siyasi adım, siyasi iddia bir ideolojik etki salgılayacaktır; tersi de geçerlidir. İdeolojik üretimin her türünün bir siyasal izdüşümü olur; etkili ya da değil… Dolayısıyla ideolojik mücadelenin bağımsız bir departman olarak ele alınması yalnızca bir soyutlama anlamında mümkündür. Sınıf mücadelesinin farklı düzlemleri var ve mücadele ideoloji alanı dahil her bir cephede yürütülmek durumunda.

İdeoloji alanı boş bırakılmış bir iktidar teşebbüsü darbeciliktir. İşçi sınıfı örgütlenmesini baz almayan ve bunu beslemeyen bir sol ideolojik harekatın toplumsal kökleri yüzeyde kalmaya mahkumdur… İdeolojik mücadele, sınıf mücadelesinin diğer düzlemlerini kapsayan bir bütünlüğün parçası haline getirilebilmişse “mücadele” olarak adlandırılmalı. Bu bütünlüğe sahip olmayanların değerli vuruşlar kaydetmesi mümkündür. Ama kalıcı ürünler yaratması pek güç…

Bu bölümün giriş satırlarından ne murad ettiğim herhalde tahmin edilmiştir: Solun göz alıcı stratejik açılımlarında mücadele düzlemleri arasında sağlıklı dengeler tesis edilmemiştir.

I. Putları yıkan Nazım:

“Nazım, her yalnız savaşçı türünden kişiliğini kampanyaya ve bir silah olarak, katmak zorunluluğunu duyuyor” 20 . [KÜÇÜK Yalçın]

Nazım Hikmet yalnızdır, sorun da tam budur. 1929 yılında Resimli Ay dergisinde giriştiği “Putları Yıkıyoruz” kampanyası Türkiye’de solun açtığı ilk büyük ideolojik cephedir. Ama Nazım Hikmet’in planlayıcısı ve savaşçısı olduğu bu cephenin sağı-solu ve gerisi boştur. Resimli Ay’da bu çıkışı “beğenen” Sertel’ler vardır. Nazım Hikmet’in ise TKP’li olduğu rivayet olunur. Belli ki, solun bu ilk büyük ideolojik cephe açma eyleminde partinin emeği söz konusu olmamıştır.

Yıkılan putlar zamanında gürültüyle çökmüştür. Ama o depremin, değil Türkiye’de kitleler nezdinde, değil genel olarak aydınlar arasında, sosyalist kadrolar, marksist aydınlar üzerinde bile kuşaktan kuşağa devreden bir etkisi var mıdır 1990’lara gelmeye de gerek yok; 1960’lara böyle bir miras kalmış mıdır

Kalmaz… Genel olarak ideolojik mücadele bir toplamın parçası olamadığı durumda kalıcı etkiler yaratma imkanı pek sınırlı oluyor. Ama özel olarak Türkiye’de toplamın parçası olamamış ideolojik mücadeleler suya yazı yazmaya benziyor. Bu saptamayı daha sonra açmayı deneyeceğim. Şimdilik bir ekle Hikmet örneğini kapatıyorum. Önemli olan güzel eserler yaratmak ve bunları kütüphanelere bırakmak veya arkeoloji meraklılarının keşif gezilerine terketmek olmasa gerek. Önemli olan miras bırakmak, gelenek yaratmaktır.

Gelenek ve miras… çok somut olmalıdır, tutulup taşınabilmelidir. Ancak örgütsel bir fonksiyon olabilir bu. Nazım Hikmet’inki olamamıştır. Partili olmasına rağmen…

II. Boran-Aren’in Tip’i:

Nazım Hikmet tek başınadır. Türkiye İşçi Partisi ciddi büyüklükte bir parti. Buna karşın TİP’in oluşturduğu toplumsal etkinin esas olarak ideolojik alana kazındığı söylenmelidir. TİP’in toplumsal vicdanın temsilcisi, emekçi halkın çıkarlarının taşıyıcısı olarak kimlik kazandığı biliniyor. TİP’in DİSK ile paralel ekonomik mücadelede, örgütlülüğüyle ve seçim performansıyla siyasal alanda, aydınlar arasındaki popülaritesiyle kültürel platformda edindiği mevziler çarpıcı olmuştur. 1.TİP tartışmasız biçimde sol tarihin hâlâ en önemli olgusu ve deneyimidir.

Tarihimize ideolojik vuruşlarla miras bırakması, başka alanlarda yenilginin ve çözülüşün engellenememesi ile de ilgili. Siyasal yükselişin sol dinamiklerde yarattığı parçalanmayı ve farklılaşmayı TİP kapsayamadı ve 12 Mart “interregnumu” solda örgütsel çözülüşü tescil etti. TİP, tüm sol ve ilerici dinamiklerin evi olmaktan, geleneksel solu kendisi dışında iki partiyle paylaşmaya rücu edecekti. Gerileme durdurulamaz ve II.TİP diğer solun kaderini paylaşarak aşağı yukarı 1978’de bir tıkanma noktasına gelir.

I.TİP’e döneceğim. I.TİP’in yarattığı etkiye, gerçekleştirdiği vuruşlara… Bunun sosyalist hareketin sonraki kuşakları tarafından, hele devrimci kadrolar tarafından ne kadar algılanabildiğini tartmaya çalıştığımızda, olumlu bir sonuca varılamayacaktır. TİP pratiği çoğu kez doğrularla yanlışların birbirine karıştırıldığı eleştirilere tabi tutulmuştur. Bütünsel bir yargılamayı hedeflemeksizin, bizim konumuzla ilgili boyutlarla yetineceğim.

TİP’i sol içi bir olgu olarak ve dolayısıyla sol-içi gözlüklerle yargılayanlar, parlamentarizm ve legalizmi gördüler. Doğrusu şu ki, bu saptamalar bütünüyle yalan değildir. Her ne kadar 1960’larda Türkiye’de dört başı mamur bir legal marksist ya da reformist sol kanalın oluştuğunu söylemek kesinlikle mümkün değilse de, TİP içerisinde parlamentarist ve legalist damarlar mevcuttur.

Yalnız dikkat: Bu durum son derece olağandır. “Sapma” sayılamayacak denli olağan… Çünkü TİP, yukarıdaki bölümlerde ele almaya çalıştım, aslında ideolojik açıdan devrimci demokrasiyle de ayrışmamıştı; liberalizmi de barındırmaktaydı kemalizmi de… Hatta Aybar örneğinde görüleceği gibi sol-liberalizm kemalizmle de ilginç bir içiçelik arzediyordu. Türkiye İşçi Partisi, Türkiye solunun içerisinde harmanlandığı ve bu işlemi ilk kez bu genişlikte bir kitlesellikle, toplumun önünde ve siyasi mücadele yaparak, yani dışa dönük bir ortamda gerçekleştirdiği deneydir. Sürecin ilerleyen bir momentinde, bu karmaşık ve he-terojen toplamın herbir parçası kendi fonksiyonuna ayrı tanım kazandırmak üzere “olgunlaşmıştır.” Bunda bir anomali aranmamalı. Heterojen unsurların birlikte siyaset yapabilmesinin zamansal sınırı elbette olacaktı.

Ancak TİP, bu heterojenliğin bir ana kanal etrafında klasifiye edilmesi, kimilerinin etkisiz kılınması, partili mücadelenin sol dinamizmi kapsayacak bir biçimde yeniden tarif edilmesi gibi merkezi kimliğe ilişkin görevlere yetişemedi.

İmkansızdı, denilebilir mi? Devrimci gençliği ve örgütlü işçi sınıfını kapsayacak bir yenilenmenin tarihen ve maddeten imkansız sayılması, devrimcilerin akıl yürütmesine uygun görülemez. “Olmadı, demek ki, olabilecek birşey değilmiş” demek ise hem devrimcilikle alakasızdır, hem de totolojiden ibarettir.

Parlamentarizm ve legalizm daha çok devrimci dinamiklerden bakıldığında görülen manzara. TİP içerdiği ham eğilimlerin ayrıştığı kavşakta içinden bir dizi sol türü çıkartmıştır, parlamentarist ve legalistler, olsa olsa kişiler olarak kalmışlardır. Dolayısıyla söz konusu fotoğraf gerçekliğe ancak belli ölçülerde işaret ediyor ve sonuç olarak, değersiz ve geçersiz kalıyor.

Solda 1960’ların TİP’ini değerlendirirken kalkınmacı, sosyal adaletçi, hatta planlamacı nitelemeleri kullanıldığında da varılmak istenen yer bellidir: Küçük burjuva sosyalizmi denilmiştir, burjuva sosyalizmi denilmiştir, reformizm denilmiştir… Kanımca aynı akıl yürütme bu suçlamalar için de geçerlidir. TİP herhangi bir sapma ile anılamayacak kadar tanımı muğlak kalmış bir harekettir. TİP tüm sosyalizm akımlarının münbit kulvarı olarak işlev gördü. Bu akımlardan birinin diğerleri karşısında edindiği mevzi haline ise gelmemiştir.

Ancak kolaycı değerlendirmelerin TİP’e haksızlık etmenin ve tarihi eksik öğretmenin ötesinde bu partinin gördüğü ideolojik fonksiyona karşı solda bir yabancılaşma yaratması ciddi sorundur.

1970’lerin solunda devrimci demokrasinin borusu ötmüştür. 1970’lerin devrimci demokrasisi stratejisiz ve politikasız bir harekettir. Diğer kanat TKP ise örgütsel rasyonalitesi gereği I.TİP’in tarihsel rolünün küçümsenmesinden yana olmuştur. Bu tabloda, sosyal adaletçilik, kalkınmacılık, planlamacılık, kamuculuk, bağımsızlıkçılık ve halkçılık temaları TİP’in düzen içi bir sol türev olduğunun kanıtları olarak algılandı. Büyük yanılgıdır, büyük hatadır. TİP’ten kopuş, Türkiye solunda içeriği reel politika ile zenginleştirilemeyen bir devrimcileşmeyi getirmiştir. Devrimcileşme iyidir ama, içerik yoksulluğu solda siyasete, siyasal strateji nosyonuna yabancılaşma yaratmıştır.

Stratejisizlik ve -aynı anlama gelmek üzere- siyasetsizlik, bir saflık arayışıyla kendisini korumaya alıyor. Siyasetin olmadığı yerde, ideolojik seslenme biçimleri, siyasal taktikler, geçilmesi gereken yan yollar vb… ait oldukları düzlemlerde tartışılamaz. I.TİP’in Türkiye soluna bıraktığı örgütsel miras vardır, kadrolar vardır, siyasal hafıza vardır. Kısa yoldan söyleyeyim; TİP’in ideolojik kazanımları olmasa idi, örgütsel ve siyasal mirası hiç olamazdı. Kadroların bölünme/ayrışma dinamikleri ile sınıf düşmanının kıyımlarını atlatmalarının koşulu, ortada sapasağlam bir örgütsel omurga sözkonusu değilse -ki değildir- ideolojik istimin taşıma gücüdür.

Devrimci demokratların küçük-burjuva sosyalizmi vb. suçlamalarına kanıtı saydıkları unsurlar solun emekçi kitleler ve aydınlar tarafından sempatiyle algılanmasını getiren esas kazanımdır. Bu olduğu içindir ki, sosyalizm, burjuvazi tarafından, kabaca 1975-95 döneminde en azından marjinal ve faydasız bir hareket olarak ilan edilmiş ve bu tez toplumda kabul görmüşse de, belirli değerlere tutanabilme yeteneğini yitirmemiştir. Türkiye solunun tarihinde böylesine iz bırakmış ve toprağımıza malolmuş ögeler çok fazla değil. Kurumsal olarak ise toplumsal hafızada TİP’in tek muadili olarak DİSK sayılabilir.

Peki küçük-burjuva sosyalizmi eleştirisinin gerekçesi olan temalar pirüpak, ya da doğal olarak devrimci midir? Bunu söylemiyorum elbette. Doğrudan sosyalizmin kendisini refere eden temalar dışında böyle bir şey zaten yoktur. Örneğin genel olarak planlama değil ama, ancak merkezi ve üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olduğu bir planlama fikri kendinde devrimcidir. Planlama, kapitalizmin çeşitli konjonktürlerde, farklı sermaye birikimi rejimlerinde pekala başvurabildiği ve özel mülkiyetçilikle barışık tutabildiği bir tema olabilmiştir. Diğerleri de böyledir… Peki ama, ideolojik mücadele toplumda itibar gören temalardan bazılarının sosyalist hareket tarafından kuşatılması ve burjuvazinin cephaneliğinde kullanılamaz hale getirilmesi değil midir? TİP, planlamacılığı, bağımsızlıkçılığı sol ile birlikte anılır hale getirmekle tam da böyle bir iş başarmış sayılamaz mı?

TİP’in bu operasyonu ne ölçüde planlı-programlı gerçekleştirdiği konusunda fazla iddialı olunması olanaksız. Ancak kişilerin öznelliğiyle değil, örgütlü öznellikle ilgilenmeyi tercih edelim. Bu açıdan bakıldığında da, TİP deneyiminde ideolojik başarının bir partiye yazılmış olmasının altını çizmekte yarar var. TİP büyük ideoloji savaşçılarını biraraya getirdiği için değil, ideolojik alandaki kavgayı mücadelenin bütünselliğine, en fazla bir örgütlü güce oturtabildiği için başarılı ve önemli bir deney olmuştur.

Bu bölümü kapatırken, bölüm başlığında Behice Boran ve Sadun Aren’in telaffuz edilmiş olmasına dikkat çekeceğim.

İdeoloji savaşçılarını biraraya getirmenin ötesinde bir işlev gören I.TİP için bir savaşçı olarak Boran’ın yeri önemlidir. Aren’i 1980’lerdeki performansıyla çekildiği demokrat kimlikle yargılamanın önündeki tek engel 1960’ların TİP’idir. Ve bu iki isim, belki onlardan daha yetenekli ama sol-liberal Aybar’ın bir çuval inciri berbat edip TİP’i anti-sovyetik, demokrasici bir konuma çekmesine izin vermedikleri için de önemlidirler.

III. Küçük’ün aydınları:

“Her yenilikçi, yeniliğe uygun bir aydın kadroyu yetiştirmeyi çok gerekli ve çok acil bir görev biliyor. Hiçbir yenilik hareketi yeni insanı yeni, kadroları ve kuşkusuz yeni aydınları olmadan olmuyor. Yeniyi kurmak ise ancak eskiyi kıyasıya eleştirmekle mümkün. Bu, bir. Diğeri ise öbür taraftan. Sınıflı toplumlarda başarısızlıklara mutlak bir sorumlu bulmak gerekiyor. Sorumlu herkesin gözü önünde olmalıdır. Aydın, her zaman herkesin gözü önündedir” 21 . [KÜÇÜK Yalçın]

Yalçın Küçük’ün 1980’lerin ortalarındaki aydın hareketi yaratma kavgası, Türkiye solunun önemli stratejik açılımlarından biridir. Küçük, bu açılımlarının kitap çalışmaları dışında ürününü 1987’de Toplumsal Kurtuluş dergisine taşıdı. Dergiler siyasidir, bir hareket örmenin, ve bir faaliyeti temsil etmenin aracıdır. Ancak kitaplarıyla etki yaratmak konusunda, Küçük’ün deyimiyle “kafasıyla yürüyüp ayaklarıyla düşünen” Türk solcu aydınının bilançosu hiç de olumsuz olmamıştır. N. Hikmet, H. Kıvılcımlı D. Avcıoğlu, A. Nesin Y. Küçük ilk akla gelenler ve bu kadarı bile az sayılamaz. Yalçın Küçük’ün T.Kurtuluş dergisi iz bırakan bir çalışmadır. Ancak iki dinamiğin etkisi üzerinde fazla hissedilmiştir.

Birincisi, yönünü arayan devrimci örgütlerin kolay yoldan kendilerini ıslah etme düşüncelerine dayanmıştır. Birliğin kuvvet doğurması için politika gerekir. Bu yazıda tekrarlanan deyimle “somut strateji”. Toplumsal Kurtuluş’ta biraraya gelen parçaların herbirinin elinde ya küçük ve pragmatik (strateji değil) planlar vardı, -o da “en fazla” kaydıyla- ya da içi boş birlik fikrinin kendinde cazibesi, birliğin kendisinin bir kurtarıcı zannedilmesi…

İkinci dinamik ise 1987’de yükseliş evresinde olan Kürt dinamiğidir. Kanımca TK çizgisi bir süre sonra, Kürt dinamiğinin gölgesi altında kalmıştır. TK, katkıcısı çok olduğu için, sol içinde de çok tartışılmıştır. Çoğu geçmişte kalan bu tartışmaların canlandırılması diye bir muradım yok ve üstelik, benim için, dışarıdan konuşmanın gereği de yok…

Bu kadarını ise yazmak durumundaydım, çünkü Yalçın Küçük’ün aydın harekatını esas olarak TK öncesi olarak tanımlamanın gerekçesini ifade etmem gerekiyordu.

Küçük’ün kendisinin yanıt verdiğini hatırlamıyorum. 1984 Güz ibaresiyle tarihlenmesi, değineceğim eleştiri yazısının muhtemelen ilk basılı eleştiri olduğunu düşündürtüyor. Yalnızca sonunu aktarıyorum:

“Kısacası benim savunduğum tarihsel görecilik değil, geleceğin önceden belirlenemeyeceği. Geleceğin belirlenmesi son çözümde hep bir güç sorunudur; geçmişin anlaşılmasıysa (Yalçın Küçük’ün dediğinin aksine -’Doğru olabilmek için güçlü olmak gerek… Bu tez, Aydın Üzerine Tezler’in tümünü takip edecek (s.367)’- tamamıyla güç ölçütüyle değerlendirilemeyecek bir bilgi ve anlama sorunu” 22 .[SAVAŞIR İskender]

Gelenek’in çoğu okurunun, bu alıntıda ne denmek istendiğini anlamak için düşünce tarzlarını bambaşka bir alana sıçratmaları gerekecektir. Hiç de bilgi ve formasyon eksiğinden değil; dünyaya bakış ve niyet farkından dolayı. Yalçın Küçük’ün -muhtemelen- ilk eleştirmeni özneye, aydına bilgi dışında bir alan bırakmamaktan yana. İlk eleştiri vuruşun doğru yere yapıldığının da kanıtı sayılabilir!

Aydın Üzerine Tezler’in değerlendirilmesi buranın konusu olamaz. Bu çalışmada binlerce sayfalık bir üretimin yargılanması değil, bu üretimin simgesini oluşturduğu bir stratejinin değerlendirilmesi mümkün olabilir, olsa olsa. Yeri gelmişken, binlerce sayfanın içinde herkesin katılacağı ve karşı çıkacağı şeyler bulması da olağandır. Olağan olduğu ölçüde önemsizdir… Sonuca geliyorum.

Yalçın Küçük, 12 Eylül’de yenilgisi tescillenen sol kuşağın yeni bir kalkışma için yeniden kurulması gereğini saptamış, bunun için de yeniden kurgulanması görevini üstlenmiştir. 1980’lerin solcu kuşakları için Aydın Üzerine Tezler sarsıcı ve öğreticidir. Kanımca Küçük, aydın adaylarını sarsmak ve ayakları üzerinde durmaya zorlamak çabasında yapılabilecek olanı yaptı. Binlerce sayfanın içinde neye katılıp katılmayacağımızdan bağımsız olarak Küçük’ün aydın müdahalesi doğru ve değerlidir.

Yalçın Küçük, ne I.TİP gibi kollektiftir, ne de Nazım Hikmet kadar yalnız… Ancak Küçük’ün müdahaleleriyle ayakları üzerine dikilen, kimliğini üretebilen sol kadro ve aydınların istikrarlı bir kanala yönlenmeleri mümkün olmadı. Olumlu-olumsuz bir değer yargısı yüklemeksizin söylüyorum, Küçük’ün gösterdiği ideolojik bir kanal vardı ancak ideolojik kanallar siyasal ve örgütsel çerçevelerle tanımlanabilirdi yalnızca.

Yalçın Küçük sol tarihimizdeki ideolojik vuruşların en etkililerinden birine imzasını koydu; ancak, sanıyorum, “doğru olabilmeyi” geleceğe erteleyerek…

Bizim sosyalist devrimciliğimiz

Bu ara başlığı bir başka makalenin başlığı olarak bir başka Gelenek’te tekrarlayacağım. Gelecekte tekrarlara düşmemek için burada notlarla geçiyorum.

Türkiye solunun sosyalist devrimcilik ajandasında (1) I.TİP’in polemikleri, (2) II. TİP’in programı, (3) Gelenek-STP-SİP sıralanıyor. Yalçın Küçük’ün adıyla anı-lan çizgi önemlidir. 1980’lerin sonlarından itibaren ortaya çıkan diğer sosyalist devrimci çizgiler ise ya ayrıksı bir öneme sahip olamadılar, olamıyorlar; ya da devrimci demokrat mirasları nedeniyle ancak “utangaç SD’ci” olabildiler. Sosyalist devrim, en başta işçi sınıfı partisinin iktidarı kendi adına ve sınıfı için istemesidir. Sosyalist devrimcilik, eski düzenden köklü bir kopuşla ve mümkün olduğunca ileri sıçramaktır. Bu sıçrayışın utangaçça yapılması uygunsuz kaçar; kendi kimliğine ilişkin zayıflıklar nedeniyle siyasal önem sahibi olamayan unsurlarca taşınması ise bir iç çelişkidir 23 .

I.TİP’in sosyalist devrimciliği aslında parlamentarist yolun tıkanmaya başladığı döneme denk düşen MDD’ci yükselişe karşı bir refleks olmuştu. Partinin komuta merkezinden değil, dönemin Emek dergisinden kaynaklandığı da bilinmelidir. TİP, bir ölçüde mecburen sosyalist devrimci olmuştur. Daha yakından bakıldığında Emek dergisi çizgisinin SD’ciliğinin de Türkiye’de kapitalizmin gelişmişlik düzeyini eksen almakta ileri gittiği görülecektir. İşçi sınıfının kendi adına iktidar adayı olarak saptanmasını, yalnızca maddi verilere dayandırmak legal marksizmi ve ekonomizmi en azından çağrıştırır.

I.TİP siyasal mücadeleler tarafından, “ilerlemeci” programının ötesine, sosyalist devrimciliğe itilirken, II.TİP siyasal mücadeleler içerisinde sosyalist devrimci programından ayrılan bir kulvara sokulacaktı 24 .

Peki, Gelenek-STP-SİP’in sosyalist devrimciliği, bizim sosyalist devrimciliğimiz bu geçmişten nasıl ayırdediliyor?

I. Evrenselcilik:

Sosyalist devrimi, kapitalizmin ve buna bağlı olarak işçi sınıfının gelişkinliğine bakarak, bir teraziye koymak ne Paris Komünü’nde ne de Ekim Devrimi’nde destek bulabilir. Her ikisi de, asgari bir maddi veri yığınağının arkasında mevzilenen devrimci hareketin, ideolojik ve siyasal faktörlere dayanarak yaptığı sıçramalarla tarif edilmelidir.

Ülkesinde sanayileşme eşiği düşük olduğu için bir komünistin burjuva demokrasisi hedeflerine mahkumiyetini ilkesel olarak reddediyorum. Kapitalizmin dünya çapındaki egemenliği sosyalist devrime dünya çapında geçerlilik kazandırır.

II. İşçicilik:

Sosyalist devrimciliğin, işçi sınıfına dayanmayan devrim pratiklerinden ayırdedilmesi gerekiyor. 20.yüzyıl devrimler tarihi, galiba, en fazla marksist önderliklerin işçi sınıfının maddi olarak pek zayıf, ideolojik ve siyasal açıdan ise ihmal edilebilir geleneklere sahip olabildiği trajik örneklerle dolu. Afrika’dan Asya’ya… Türkiye bu ülkeler kuşağının dışındadır. Türkiye sosyalist devrimi bu gelişkinlikle buluşmak zorundadır. Bizim sosyalist devrimciliğimizin, evrensel geçerlilik teziyle kendisini sınırlandırmasının hiçbir gereği yok. Ekim Devrimi kadar bile…

III. İktidarcılık:

Türkiye solu, toplumunun ve burjuva modernleşme tarihinin mirası üzerinde hareket etmek durumundadır. Bu miras karşısında seçmeci davranmanın gerekliliği ve seçme işleminin sınırları başka çalışmanın konusu. Şimdilik şu kadarıyla yetineceğim: Sosyalist hareket, felsefi-teorik gelenekleri çok zayıf, dolayısıyla ideoloji dünyası kısır bir coğrafyada iş görmektedir, bir. İkincisi; sosyalist hareket, dipten gelen dalga geleneğinin olmadığı bir toprağı dönüştürme mücadelesi vermektedir.

Türkiye burjuva devrimi ideolojisiz ve kitlesizdir.

Türkiye sosyalist hareketinin yoktan ideoloji ve kitle varetmesinin sınırları olduğu, sol tarihten çıkartılacak dersin özünü oluşturuyor. Bu koşullarda burjuva egemenliğinin ideolojik cephelerden kuşatılması ya da dipten gelen dalgalarla sarsılması yolları mücadelenin birincil boyutlarını oluşturamaz. Sosyalist devrimciliğin iktidar mekanizmalarına müdahale etmeyi mutlak olarak önemsemesi gerekir. Jakobenizm, Türkiyeli komünistler için başka yerlerde olduğundan defalarca daha fazla geçerli ve gereklidir.

IV. Particilik:

İdeolojinin ve kitlenin boşluğunu doldurmanın yolunu, yine siyasal tarih gösteriyor: Örgüt.

Çete, derin devlet, gizli devlet vb. kavramlarla avamlaştırılmış 1990’ların karşı-devrim yapılanması son dönemde bir akımı güncelleştiriyor. Kontr-gerillanın kökenleri burjuva devrim sürecinde ve Osmanlı’da aranmaya başlanıyor. Türkiye ilericiliğinin haklı ve meşru örgüt/komita geleneğinde içsel bir karşı-devrimcilik keşfediliyor 25 .

Bu tür yaklaşımlara daha yakından bakmayı erteliyorum. Ancak devletin derinlerine inilip karanlıklar deşifre edilirken, Türkiye ilericiliğinin örgüt geleneğini de karşıya almanın barındırdığı tehlikeye dikkat çekiyorum. Türkiye aydınının örgüt geleneği, yorulduğu ve zorlandığı an zaten örgüt fobisine dönüşüverir. Bu fobinin beslenmesinin bir manası yok.

Türkiye’de geçerliliği ve karşılığı olan siyaset tarzını, siyasal iktidara kadar tırmanan İttihatçıların, bu mevziye bile güvenmeyerek gizli örgütçülüğe, komitacılığa devam etmeleri sembolize ediyor. Örnekteki abartı payı bir yana, sosyalist devrimciliğin evrenselciliği, işçi sınıfı vurgusu ve iktidarcılığının her birinin ideolojik ve siyasal çıktılarının bir gelenek yaratabilmesinin tek yolu, hele Türkiye’de partili mücadeledir.

Türkiye’de parti kanalından akmayan, somut devrimci emekle biçimlendirilmemiş ideolojik mücadele suya yazı yazmaktır. Türkiye’de partili kimlikten uzak düşmüş işçiciliğin mahkum olduğu sendikalizm ve ekonomizm, aynı zamanda düzene mahkumiyettir. Türkiye’de iktidar perspektifini birinci sıraya yazmayan bir mücadelenin, hatta partili mücadelenin iz bırakması mümkün olabilirse de, gelenek oluşturması ve miras aktarması hayaldir.

Bu ögelerin bir de iç hiyerarşileri olmalı. Sosyalist tarihimizden aktarıp tartıştığım strateji kesitleri göz önüne alarak ve sadeleştirme işlemlerinin yaratacağı komplikasyonları da göze alarak “iktidarcılığa”, ağırlık sıralamasında birinciliği vermekten yanayım:

“Etkinliği çok sınırlı olan Sosyalist İktidar dergisinde 1979 ve 1980 yıllarında yazılanlar TİP Programı’nın, kimi doğrular içermesine karşın devrini doldurmuş tezlerini aşmıştır. Tek bir noktayı merkeze koyduğu için: İktidar” 26 . [HEKİMOĞLU Cemal]

1998’de iktidar perspektifi

Yukarıdaki dört unsur birbirlerinin handikaplarını kapatma gücüne sahipler. Bugün bu unsurlardan herhangi birini ihmal ederek, solun değil iktidar perspektifine sahip olmak,, siyaset yapmasında bile güçlükler vardır. Daha önceki bölümlerde Türkiye solunun karikatür üretiminin hız kazandığını yazmıştım. Karikatür örneklerin tümünde unsurların bütünlüksüz kaldıklarına dikkat çekmek gerekiyor.

Sosyalist devrimle ilgisi olmayan kemalist solun Türkiye’nin restorasyon sürecinde AsParti’ye yedeklenmeme imkanı yoktur. Ne sınıf, ne parti, ne iktidar bilen reformizmin ayrı bir politika alanı yaratma şansı olmayacaktır. İşçi sınıfı buldumcuğu olmuş eski devrimci demokratların lobicilikten ötesini göremeyişlerinin örnekleri her hafta çoğalmaktadır.

Ancak sosyalist devrimcilik, ne denli yerel ve güncel bir yeniden üretime tabi tutulursa tutulsun önünde sonunda başlangıç noktamızdır. Bununla uyumlu bir siyasal projelendirme ve strateji geliştirme işi başka birşeydir.

Türkiye’de iktidar perspektifinin “önümüzü aydınlatan” bir stratejiye ışık tutması için kimi ekler gerektiğini düşünüyorum.

Burjuva egemenliği 1990’ların sonlarında gericilik karşıtı bir modernizmi yeniden canlandırmak ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Kapitalizmin durmaksızın gericilik ürettiği doğrudur. Ancak bu saptamadan sermaye düzeninin hiçbir evresinde en küçük bir “ilerlemeciliğe” alan doğmayacağı sonucu çıkmaz. Olsa olsa söz konusu yönelimin kararlı olamayacağı söylenebilir. Doğru da olur. Türkiye sosyalist hareketi 1960’larda ülkenin genel olarak yüzünü döndüğü ilerleme, kalkınma, bağımsızlık akımının önderliğine oynamıştır. Solun hafızalara en fazla ve en anlamlı haliyle nakşedildiği dönem budur. Sosyalizm, otuz küsur yıl sonra bir kez daha, sahiplenmekte asla zorlanmayacağı temaların muteber hale geldikleri bir konjonktürle karşı karşıyadır.

Dinci gericiliğin kredisi tükenmektedir. Ne anlamda ve kimin nezdinde? Kısa bir parantez “kimin nezdinde” sorusunu hem yanıtlayacak hem de geçersizleştirecek…

Sınıflı toplumlarda siyaset genel olarak belirli bir siyasal elitin fonksiyonu olarak vücut bulmuştur. Sınıflara bölünen toplumun gerçekleştirdiği yabancılaştırıcı iş bölümlerinden bir tanesi de yönetim erkinin ayrışması. Türkiye’nin kitle kısırlığı çeken siyaseti bu genel yasa üzerinde çarpan etkisi yapmaktadır: Türkiye’de siyaset daraltılmış bir siyasal kamuoyunu baz alıyor.

Bu tablonun sosyalist devrim sürecinde veri alınmaması mümkün değildir; çünkü sosyalizm bu ülkede politika yapacaktır, yapmaktadır. Ve elbette bu, sosyalist iktidarımızda altı oyulan, temelleri dinamitlenen bir tablo olacaktır.

Dinci gericilik, Türkiye’de siyasal kredisini tüketmiştir. Bir düzen hareketinin iktidar alternatifi olması emperyalist merkezlerden tekelci sermayeye, geniş orta ve küçük burjuva yığınların rıza göstermelerine, tarikat ve aşiret gibi geleneksel örgütlerden kentli kurumlara kadar geniş bir özneler topluluğunun bileşkesinin yeşil ışık göstermesini gerektirir. Fazilet Partisi’nin alacağı oy sayısı bu bileşkenin belirleyenlerinden yalnızca birisidir. Oy almak ama iktidar onayı almamak mümkündür. Bu ikisi arasında bir fark olmadığını düşünenler demokratizmi ve parlamentarizmi bir düşünce metodolojisi derecesine çıkartanlar olabilir yalnızca… Bu anlamda dinci gericilik burjuva düzeninin, sermaye iktidarının iktidar alternatifi olmaktan, kanımca uzaklaştırılmıştır.

Bu niteliği yeniden kazanması ancak bir huruç harekatına bağlı görünüyor. Dinci gericilik, gelişmesinin belirli bir momentinde geleneksel payandalık fonksiyonlarının ötesine taşan bir güç biriktirdiğinde kapitalist düzenin dengelerinin yeniden tanımlanmasını zorlamış oluyordu. Bu dengesizlik yaratıcı dinamik, dinci gericiliğin bile isteye kapitalizm karşısında bir kriz dinamiği kimliğine yöneldiğini göstermiyordu. Maddi sonuç buydu… Şimdi FP yeniden iktidar sürecini zorlayacaksa, bu ancak ve ancak bu hareketin resmen ve taammüden kriz dinamiği olmayı seçmesiyle mümkündür. Biriktirilen güç böyle bir tercihi zorlamaktadır. Türkiye bir hesaplaşmanın eşiğinde debeleniyor.

Tüm bunlar neden önemli? Türkiye’de büyük karşı-devrimci güç, arkasında sermaye düzeninin ittifakını buluyorsa, sosyalizm ve emek güçlerinin üzerine yürüyen bir koçbaşı anlamına gelecektir. Bugün bu durum söz konusu değildir. Türkiye’de burjuva düzeni içinde de itibar kaybeden bir karşı-devrim gücü vardır. İlginç olan bu kol kendi iktidarını, yani bir karşı-devrimi zorlamaktadır. Sosyalist hareket bölünmüş bir sermaye düzeninin ve itibarsız düşmüş karşı-devrim hareketinin önünde büyük bir imkan yakalamış durumdadır. Sosyalist hareket bu süreci, karşı-devrim güçlerinin budanmalarıyla çıkılmasını sağlamak için zorlamalıdır. Bu yönde alınan her mesafenin en fazla sosyalizmin hanesine kaydedilmesi mümkündür. Türkiye sosyalist hareketi içinde bulunduğumuz restorasyon sürecinde gericiliğin defterini düren akım olarak ciddi bir toplumsal etkinliği kurabilir.

Bu etkinlik kazanma imkanı 1960’ların sonlarından itibaren siyasetten düşen solun emekçi sınıflarla yeniden buluşmasının ideolojik zemini olarak değerlendirilmelidir. İşçi sınıfıyla organik buluşma, sosyalizmin siyasi kazanımlarını sağlam kazıklara bağlamanın biricik yolu olacaktır.

Restorasyonun yumuşak karın noktaları çok sayıda. Restorasyoncu burjuva güçleri karşı-devrimci odakların üzerine tutarlılıkla gitme yeteneğine bir dizi nedenle sahip değiller. Ancak kontr-gerilla ve dinci gericilik başlıklarında yaşanan zikzaklar, restorasyonun yumuşak karnının burası olduğu anlamına gelmiyor. Sürecin yumuşak karnı emperyalizmle ilişkilerdir.

Karşı-devrimci yoğunlukların geri çekilmesi Türkiye kapitalizminin yasallıklarıyla uzlaşmaz sayılmamalıdır. Tekelci burjuvazinin faşizm ile şeriatı cephaneliğinde saklama ihtiyacı kalıcıdır, ancak bu silahların iktidar mekanizmasının merkezine oturtulmaları “olağanüstü”dür. Bu güçlerin yeniden “olağanüstü” durumlara özgü olacağı, yani geleneksel mevzilerine geri çekileceği bir yapılanma sermaye düzeninin yapısal özelliklerinin reddi anlamına gelmeyecektir. Oysa emperyalizmle bağımlılık ilişkileri başka bir nitelik taşır.

Restorasyonun karşı-devrimi itip kakarken, paralel olarak bir anti-emperyalizmin yolunun açılmaması siyaset ve ideolojinin yasalarına aykırıdır. Türkiye sosyalist hareketinin bu cephede önünde derin bir kulvar açılmıştır.

Bir kez daha işçi sınıfı konusuna dönersek, benzeri derinlikte bir kulvarın sermayenin emek karşıtı politikalarının merkezinde duran özelleştirmecilik baş-lığında da açıldığı hatırlanmalıdır. Emekçi kitlelerin afyonunun ve tepelerinde sallanan kılıçların hafifletileceği bir dönemde, sermaye saldırısı da şiddetini artırıyorsa, sınıfımızın gündeminin özelleştirme karşıtlığına kucak açmaması eşyanın tabiatına aykırı olacaktır.

Özelleştirme karşıtlığı mı? Geçtiğimiz yıllarda solda kimileri kalkıp I.TİP’in kalkınmacılığına, planlamacılığına karşı söylendiği gibi, özelleştirme karşıtlığının da devlet kapitalizmini savunan bir burjuva sosyalizmi olduğunu dile getirebilmişlerdi. Bereket artık bu apolitizm Türkiye’yi terketmiş bulunuyor… Özelleştirme karşıtlığı, sosyalist devrimci kimliğe en yakışan niteliklerden birisidir.

Gericilik karşıtlığı, anti-emperyalizm ve özelleştirmeciliğin karşısında kamuculuk… Bunların herbirinin teker teker düzen güçleriyle akrabalık ilişkilerine girmesi mümkündür. Birincisi ve sonuncusunun, zaten, AsParti ve bazı sosyal-demokrat ya da sendikal odaklar tarafından kuşatılmış oldukları biliniyor. Ancak bu üç cephenin eşzamanlı olarak ve hem komünist hareketin bir işçi sınıfı kimliğiyle yeniden kurulması, hem topluma emekçi sınıflar adına seslenen bir ideolojik güç gösterisiyle, hem de parti vasfıyla işlenmesi durumunda düzenin şu veya bu koluyla yan yana düşme endişeleri geçersizleşecektir. Böyle bir bütünsellik ancak sosyalist iktidar perspektifinin çatısı altında kurulabilecek ve yalnızca sosyalist devrim sürecine hizmet edecektir.

1998’de parti olmak

İdeolojinin uçuculuğunun karşısında gelenek yalnızca örgütlü kimlik ve güçle taşınabilir.

Örgütsüzleştirme dalgasının dip noktasındaki Türkiye işçi sınıfının partiye olan mesafesi ile başka örgüt formlarına olan mesafesi arasındaki fark ihmal edilebilir düzeye inmiştir. Örgütsüzlük uçurumunun dibinde emekçi kitleler politik bir örgütlenmeye nesnel olarak yakınlaşmaktadırlar.

Parti, iktidar perspektifinin vücut bulmuş halidir.

Peki parti nedir?

Parti taraf olmak anlamına geliyor. Taraf olmayı, çağdaş parti sözcüğünün içeriğiyle birlikte düşündüğümüzde, bunun ancak ideolojik bir arka plan, somut siyasal strateji ve örgütsel formla birlikte olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Bu öğelerden herhangi birinin yokluğu parti vasfını kaybettirir. Örnek isteniyorsa; 1980 sonrasında ideolojik olarak hepsi liberal, siyasal açısından ise tek bir emperyalist-tekelci stratejiye angaje oluşumların yaratıldığı bir siyaset modeliyle Türkiye burjuvazisi kendi partilerini tasfiye etmiştir. Bu dönemin kuruluşları birer siyasal parti olamamışlardır.

Ya da; bugün Türk Silahlı Kuvvetleri adına “siyaset dışında duracağız” sözlerinin daha sık telaffuzu şart oldu. Çünkü adı devlet dairesi olan bu kuruluş laisist/kemalist ideolojisi, dinci gericiliğin geriletilmesini öngören maddesi başta olmak üzere bir modernizasyon programı ve komuta merkezleri, yayınları, cephe örgütleri ile tam anlamıyla bir siyasi partidir. Bu tabelayı taşıyan kuruluşlardan çok daha fazla bu nitelemeyi hak etmektedir.

Ancak parti kavramının anlamı bugünkü çağdaş içerik çağrışımlarıyla doldurulmak zorunda değil. Bu kavramın da bir “milattan öncesi” var. En genel anlamıyla partili siyaset, modern sınıfların oluşumu ve saflaşmasıyla birlikte doğdu. Parti, sınıfların siyasete taşınma dolayımıdır. Siyasal faaliyet düzlemi ile sosyo-ekonomik sınıflar arasındaki mesafenin bu şekilde açılması da görece yeni bir olgudur. “Milattan önce” feodal, yerel güç odakları siyasette ya saray hizipleri tarafından, ama daha çok doğrudan temsil ediliyorlardı. Kapitalizmin toplumsal iş bölümüne getirdiği sonsuz çeşitlilikten payını, sınıf-siyaset ilişkisi de almıştır. Burjuvazinin siyasal alanda doğrudan yer alması istisnai bir durumdur. Sınıf ile temsilcisi arasında açılan bu mesafe modern toplumların tüm sınıflarını kapsı-yor. Sosyalist siyaset işçi sınıfı tabanının katılımını artırmayı ve verili mesafeyi kapatmayı her zaman hedeflese de…

İstenirse anlatım kolaylığı sağlamak adına, saray hiziplerine parti denilmesinde bir mahzur yok. Ancak değil saray hizipleri, Fransız Devrimi’nin sahne olduğu mücadelelerin bile örgüt formu olarak az gelişmiş olduğu bilinmelidir:

“Fransız ihtilali sırasında Kurucu Meclis’te, parlamanter rejimde olduğu gibi üyeleri belli bir programa bağlılıklarına göre ayrılan partiler yoktur. Bunun belki bir dereceye kadar istisnası Konvansiyon dönemindeki Montanyar (dağlılar) topluluğudur” 27 . [SARICA Murat]

Fransız devrim meclisinde gruplar oluşuyor. Giderek bu gruplar birbirlerinden karizmatik önderlerle ayrışıyor. Ilımlı monarşist Mirabeau, burjuva sözcüsü La Fayette ve diğerleri aslında birer parti fonksiyonuna oturuyorlar. Tarafları temsil ediyorlar. Devrim döneminin kaçınılmaz halk katılımı ise klüpleri yaratıyor. Klüpler kah kitle örgütü, kah aydın gruplaşmaları haline geliyor.

Çağdaş partinin doğuşu yaklaşırken, saraysız kalan iktidar eliti grupları, önce bir yandan yeni form arıyorlar. İkincisi, devrim atmosferinin doğal ürünü karizmatik önderlikler form açığını örtmeye de yarıyor. Üçüncü olarak, siyaset saray dışına taşındıkça klüpler doğmaya başlıyor. Başlangıcında saray hiziplerine benzeyen Meclis grupları klüplerde taban buluyor.

Parti denilen çağdaş aygıt bu sancıların aşılmasını da kapsar. Parti, siyaseti sınıflara bağlayacak; parti, siyaseti dar iktidar elitlerinin tekelinden çıkartarak kitlelere mal edecek; parti, karizmatik önderlikleri zorunluluk olmaktan çıkartacak… Bu gelişmeler kapitalist toplumun oturmasıyla paraleldir. Söylenenler işçi sınıfının örgütleri için de geçerlidir.

Burjuva toplumunda parti giderek iktidar aracı haline gelecektir. Ama buraya gelene kadar, siyasal mücadele formatı ara biçimlerden geçti. İngiltere’de Çartist hareket bir işçi sınıfı partisi miydi? Babeuf’ün komplo örgütü bir parti miydi? Komünist Liga, I.Enternasyonal…?

Önümüze koyduğumuz bu örnekler parti tanımının kimi yanlarını tatmin ederken kimilerini boşta bırakırlar. Kimisi siyaseti kitlelere taşıyor, kimisinin programı var, bir diğeri ise “baskı grubu” olmanın ötesini göremiyor… Bunlara gelişkin kapitalizmin çağdaş ölçütleriyle parti denilmesinde zorluklar var. Örneğin en sonuncusu, I.Enternasyonal çağdaş içeriğe en yakın olan değildir. Enternasyonal siyasal iktidar aygıtı olma nosyonu açısından Fransız Devrimi klüplerinin gerisinde kalır.

Bir diğer ölçüt ise doğrudan örgüt formuyla ilgili. 19.yüzyılın uzun bir diliminde işçi örgütleri aynı anda ekonomik, siyasal ve ideolojik/kültürel yapılardır. I.Enternasyonal’in bazı birimleri sendika, bazıları gizli/komplo örgütleri, kimileri aydın öbekleridir. Örgüt formları, fonksiyonların ayrışmasına bağlı olarak farklılaşabilir ancak. Fonksiyonlar ise kapitalizmin üstyapısının oturmuşluk kazanması ve ekonomi, siyaset ve ideoloji dünyaları arasında asgari bir yabancılaşma üretmesi ile ayrıştı.

Ortaya çıkan siyasi parti türleri onlarca farklı kriterden hareketle sınıflandırılabilir. Leninizmi kendisine zemin seçen bir bakış açısının birinci kriteri öncülük nosyonu olacaktır. Az sonra geleceğiz…

İçiçe girmiş, ilkel ve oturmamış formların aşılmasıyla kapitalist toplumlarda burjuva siyasi partileri ve sosyal-demokrat işçi partileri ortaya çıktı. İdeolojik tercihleri itibariyle değil ama, biçim açısından İngiliz İşçi Partisi örneği ile sosyal-demokrasi arasında büyük bir fark gözlemlenemeyecektir.

Burjuva partileri de sosyal-demokrasi de büyük bir hızla yaygınlaştılar. 19.yüzyıl sonu ile 20.yüzyıl başı kapitalist toplumun tarihi, altyapı ile üstyapının, bir açıdan kendi paylarına olgunlaşıp derinleşmeleri ve kendilerine özgü alanlara sahip hale gelmelerinin, bir açıdan da birbirlerine yabancılaşmalarının tarihidir. Devrimci altüst oluş konjonktürlerinde sınıflarla “partiler”in örtüşmeleri, oturmuş bir kapitalizmin olağan işleyişi değildir. Siyaset alanının bir bütün olarak toplumun temsilini üstlenmesi, sınıfsal ayrılıkların üzerinin örtülmesi gerekirdi. Burjuva toplumu bir sınıf egemenliği sisteminden ibaret olduğunu, ekonomi ile siyasetin birbirlerinden kopmadığı bir yapılanmada gizleyemezdi. Yüzyıl dönemecinde burjuva partileri, herhangi bir sınıfın temsilcisi ve sözcüsü konumundan yanılsamalı biçimde sıyrılarak, toplumun bütününün temsiliyeti için rekabet eden yarışmacılar olarak sivrildiler.

Bu yanılsama yukarıda kullanılan yabancılaşma kavramının boyutlarını genişletmektedir. Artık burjuva devrimleri konjonktürünün halka malolan siyaseti, yerini halka malolmuş zannedilen ama giderek ayrı bir toplumsal statü ve meslek haline gelen siyasete bırakacaktır.

Sosyal-demokrasi bu modelin form olarak tekrarı, ancak içerik itibariyle sabotajıdır. Sosyal-demokrasi devrimler döneminin sınıf-siyaset denkliğini, göstere göstere sürdürmüş ve modern kapitalizmin bağrına hançer gibi sokmuştur. Sosyal-demokrat işçi partileri, ekonomi ile siyasetin, sınıflar ile partilerin ayrı dünyalar olduğu yanılsamasının yerle bir edilmesi değil midir?

Ancak sosyal-demokrasi öte yandan da bir geçişi temsil ediyordu. Hâlâ örgütsel yapı, kitle sendikaları ile içiçeydi. Peki kapitalizmin oturması, sendikaları ayrı bir iktisadi mücadele alanında tanımlı hale getirdiği ölçüde bu denkliğin sürmesi mümkün olabilecek miydi?

Olamadı… Sosyal-demokrasi hem kapitalizmin daha donanımsız olduğu ve devrim çalkantılarının damga vurduğu bir geçmişten besleniyordu, hem de kapitalizmin iş bölümü ve yabancılaşma süreçlerinde kaydettiği mesafe ile altı oyuluyordu. Sonuçta burjuva siyasetinin olgunlaşmasına teslim oldu: Sosyal-demokrasi form olarak giderek toplumun bir sınıfını temsil etmekten, modern toplumun bütününe hitap etmeye doğru evriliyordu.

İşçi sınıfını temsil etmek ve toplumun bütününe hitap etmek. Çelişir mi? Artık çelişmiyor. Leninizmden bu yana bu iki unsur arasında yeni bir ilişki tesis edilmiştir. Çelişkiyi öncülük nosyonu, siyasetin dönüştürücü gücünü sivrilterek çözüyordu bu modelde.

Sosyal-demokrat kitle partisinin, iktidar aygıtı olarak kendisini yapılandıramaması halinde işçi lobiciliğine dönüşmesi kaçınılmazdır. Üstelik atıfta bulunduğumuz partiler geniş kitle sendikalarının üst siyasi mekanizmaları olarak şekillenmişlerse… Lobicilik, devrimci her nosyona kapalı İngiliz İşçi Partisi tarihinde çok nettir. “Labour” Parti, onyıllar boyunca işçilerin taleplerini dile getirmekten başka bir fonksiyon aramamış, ancak 1940’larda toplumun bütününe söyleyecek sözü olan bir siyasal parti haline gelebilmiştir. Öncesi lobi organizasyonudur… Sosyal-demokrat partiler de işçi lobiciliğinin darlığını hissetmişler ve ister gelişsinler ister tıkansınlar, siyasetin yasası gereği toplumun bütününe seslenmek ihtiyacını kabul etmişlerdir.

Toplumun bütününe seslenmek kaçınılması gereken bir şey değil. Ama sosyal-demokratlar, doğrudan temas halinde oldukları kitlelerin kapitalist düzenle barışık hale geldikleri ve devrimci barutlarını tükettikleri koşullarda, çözümü kapitalizmin sınıf-parti ve ekonomi-siyaset dolayımlarını yeniden üretmekte buldular. İşçi sınıfının doğrudan ve organik temsiliyeti hem devrimcilik jeneratörü olmaktan çıkmıştı, hem de kapitalist yabancılaşmaya direnemeyerek teslim olmuştu. Teslimiyetin, I.Paylaşım Savaşında başka uluslardan sınıf kardeşlerine silah çekilmesinin onaylanmasına varması yabancılaşmanın boyutlarını gösteriyor. Bu noktadan sonra sosyal-demokrasinin işçi sınıfı içindeki prestij ve örgütlülüğüyle, düzen partilerinin herhangi bir toplumsal sınıf içinde “taban” edinmesi arasında bir fark kalmamıştır. Nasıl ki, başka düzen partileri örneğin köylüleri ya da küçük burjuvaları sistemin içerisinde örgütlemek ve temsil etmek görevlerini üstleniyorlarsa, sosyal-demokrasinin payına da giderek barışık hale geldiği kapitalizm adına emekçileri örgütlemek ve temsil etmek misyonu düşmüştür.

Sınıf temsiliyeti ve topluma seslenmek… Leninizmin sihirli formülü, toplumun bütününe işçi sınıfı adına seslenmektir. İşçi sınıfının öznel zaaflarına, geri ortalamasına teslim olmadan, ama onun adına; toplumun bütününe, ama devrimci bir içerikle seslenebilmek…

Burjuvazinin uzun vadeli projelere, bir tarihsel rehberliğe duyacağı ihtiyaç sınırlı. Önünde sonunda kendi kurtuluşunu sağlamış, iktidardaki bir sınıftır burjuvazi. İşçi sınıfının ise yönetilen bir sınıf olarak, egemen düzen ilişkilerinin kuşatmasını delen, zayıflatan, bu kuşatmaya rağmen yeni bir devrimci özneyi kuran etkinliğe ihtiyacı var. Öncülük fonksiyonu bunlardan oluşuyor.

Leninist örgütün teorisinin anahatları bunlardır… Ve artık sonuçlara geliyoruz.

(1) Toplumsal ilişkilerin farklı düzlemlerinin birbirlerinden ayrışması, kapitalizmin ürünüdür. Kısmen reel, kısmen ideolojiktir, ama sonuç olarak sosyalist hareket için de veridir. Parti siyaset düzlemine “çıkmak”, ekonomiden “uzaklaşmak” zorundadır. Başka türlü iktidar aygıtı olarak algılanması ve meşruluk kazanması mümkün olmayacaktır.

(2) Sosyal-demokrasi kısa süreli sabotajından sonra burjuva modele yenik düşmüştür. Leninizmin tarihsel katkısı, işçi sınıfının devrimci temsiliyetini tesis etmek için bir öncü örgütlenmesi geliştirmesidir.

(3) Parti taraf olacaktır. Parti ideoloji, kültür ve politika üretecektir. Parti işçi kitlelerinin kendisi tarafından temsil olunduğuna hem bu kitleleri hem de toplumu ikna edecektir.

(4) Parti bu ikna mekanizmasını çalıştırabilmek için organik olarak işçi sınıfının en ileri unsurlarını örgütlemiş olmalıdır.

(5) Parti egemen burjuva ideolojisi karşısında bir karşı güç oluşturacaktır. Bunun doğrudan çıktısı, partinin yalnızca ideolojide ya da siyasal projelerde taraf olmakla yetinemeyeceğidir. Parti örgütlü bir sınıf pratiği ile taraf olabiliyorsa, partidir.

(6) Öncü parti ve onun pratiği olmaksızın, bir ülkede ve Türkiye’de sol hareket ideoloji üretebilir… Yalnızca “sol hareket” değil, tek tek marksistler üretkenlikleri ölçüsünde siyasal strateji de üretebilirler. Kısaca partisiz sol, ideoloji ve siyasal düşüncede pekala taraf olabilir. Bu “taraf”ın, kendi yandaşlarını yaratması da imkan dahilindedir. Bu toplam iktidarı “düşleyebilir” de!

Partisiz sol, en fazla iz bırakır. Partili sol örgütlü siyasal pratiktir, gelenek yaratır. Türkiye’de parti olmaktan söz edilecekse, böylesi olmalıdır. Türkiye solun-da bir tarafa bakıldığında, işçi sınıfını temsiliyet meselesini çağdışı bir lobicilik olarak kavrayanlara, diğer tarafta en ilkel anlamıyla taraf olmaktan endişe edenlere, ya da işçi sınıfı adına söz söylemekten vazgeçip, askeri okul öğrencilerine ve işçilere aynı mesafeden seslenenlere rastlanıyor. Bunlar bizim anladığımız an-lamda işçi sınıfı partisi değillerdir. Türkiye solunun geleceğini ne işçi lobiliciliği ne de sınıf pratiğinden yoksun projecilik kurabilir.

Ama Türkiye’de “parti yapılmıştır”. Artık bundan sonra iz bırakmak olgun bir tevazunun işareti olamayacaktır. Artık bundan sonra iktidarı düşlemek geniş ufukluluk değildir. Gelenek yaratmak varken iz bırakmaktan tatmin duymak iktidar stratejisini örgütlü pratik olarak hayata geçirmek varken, ancak ucu iktidar düşlerine açılan siyasal fikirler üretmekle yetinmek devrimcilik sayılabilir mi?

 

Dipnotlar

  1. Bu yazının yazıldığı günlerde gerçekleşen KESK Kongresi siyasetsiz devrimciliğin emekçi hareketine yönelik son örneğini oluşturdu. Devrimci demokrasinin kamu emekçilerinin sendikal mücadelesinde açabildiği tek gündem ihaneti sabit Perinçek’in konuşturulmaması olabilmiştir. Perinçek’in konuşamamasında bir mahzur görülmeyebilir, ama KESK’in uzlaşmacılık tarafından mutlak bir hegemonya altına alındığı bir dönemeçte tek devrimci sesin KESK’te etkisi olmayan İP’ye karşı verilmesi devrimci demokratların övünebileceği bir şey olamaz.
  2. HEKİMOĞLU Cemal; “Sol Geleceğini Arıyor”, Sol no:5, Ağustos ‘98; s.80-79″
  3. Daha önceleri soldaki Sultan Galiyef merakını faydasız bir entelektüel fantezi sayardım. Sağda ise faşist akımların sovyet müslümanları ve turan türkleri başlıklarında Sultan Galiyef’e bir yer ayırmaları gelenektir. Bir süredir sağın çekistirmelerine, ulusal solculuk adına Attila İlhan’ın zorlamaları da eklendi. Bu tartışma çesitli yayın organlarının yanısıra daha yaygın araçlar olarak Cumhuriyet gazetesinde ve tarikat televizyonlarında sürdürülüyor. Süreceğe benziyor; kendilerine kök arıyorlar. Bana kalırsa, kendi başına bir Sultan Galiyef önemsizdir. Galiyef’in parçası olduğu dönemde önem taşıyan, Ekim Devrimi’nin kendisini konsolide etme çabalarında ittifaklar ve ulusal sorun başlıklarının “doğu”da islam faktörünü açığa çıkarmış olmasıdır. Sultan Galiyef sosyalizmin, Çarlık sömürgeciliğinden miras geri ülkelerde iktidar konsolidasyonu arayışında bulunmuş bir alettir. Galiyef’in de bir parçasını oluşturduğu dinamik hakkında Carr’dan bir değerlendirme aktaracağım: “Kelimenin sosyal anlamıyla hiçbiri devrimci değildi ve -belki Kazak hareketinin dışında- hemen hepsinin, az çok dinci bir yanı vardı. Başkırt Kongresi’nin mollalardan, yaşlılardan, kulaklardan oluştuğu, toplantıya katılmak için 50 ruble giriş ücreti istendiği ve Kuzey Kafkasya Müslümanlarının Gotsinski adında bir mollayı müftü payesi vererek önder seçtikleri anlatılmaktadır.” (E.H.Carr; Sovyet Rusya Tarihi – Bolsevik Devrimi c.1; çev: Orhan Suda Metis yay. İst.1989; 161)”Alet” Ekim’in kuşatmadan kurtulmaya dayalı kendi rasyonalitesi çerçevesinde bir dönem uygulanan müslüman-köylü sosyalizmi stratejisine aittir. Sonrasında hem gereksizleşmiş, hem de Ekim Devriminden ayrı kendine özgü bir başka “kurtuluş” rasyonalitesi gelistirmeye kalkısmıstır. Bu yönelimin sonucu, sosyalist devrimin mekanizmaları açısından tamamen meşru olan bir tasfiye olmuştur. Galiyef’te pragmatik ve Rus-merkezci Bolşevik devrimciliğine karşı doğuya doğru büyük açılım keşfetmeye, ya da kendisine Türk kimliğinin iki büyük kurucusundan biri -diğeri Mustafa Kemal- payesi vermeye ya da pan-islamizmin elinden almak için icatlar peşinde koşmaya gerek olduğunu hiç düşünmüyorum. Galiyef hareketinin toplumsal dayanakları açısından bakıldığında ise temel eksen ne turan olmuştur, ne pan-islamizm, ne de sosyalizm: “Militan Büyük Rus şovenizmi ve köleleştirilmiş sömürge halkların Ruslara duydukları güvensizlikten kaynaklanan savunmacı milliyetçilik – işte Türkistan gerçeğinin temel ve tipik özelliği” (Milliyetler Halk Komiserliği Narkom-nats’ın beş üyesinden biri olan Broida’dan aktaran Carr; age s.306) Bu güvensizlik devrimin pre-kapitalist kıra yaygınlaştırılması problematiğinde gündeme geldiğini ekleyelim.
  4. Metin Çulhaoğlu geçenlerde bir çalışmasında (“Daha Yakın Çekimlerle Yeni Sol ve Geleneksel Sol”, Sosyalist Politika no:17 Haziran 1998; ss.54-67) yeni solda benzeri bir ikilik tarif etmektedir. Benim burada denediğime tam anlamıyla denk düşmüyor. Çulhaoğlu, marksist olmayan kesimin başlıca özelliklerini “irrasyonalizm eğilimi, kuramı reddetmesi, etik temellere oturması ve partiyi reddetmesi” olarak sıralıyor. Bunlarla da “tarihsel kökeni ve evrimi itibarıyla.. tartışmasız biçimde marksizm damgalı bir ekol” olarak yeni solu ayırdediyor. Sonra sıra geleneksel solun da, yeni solun da kendilerine yeni dayanaklar inşa etmelerinin gerektiğine bağlanıyor. Sonuç, “yaratıcılık enjeksiyonlu geleneksel solcu” ile “aklını başından koyvermemiş yeni solcunun” devrimci marksizm alanında buluşmaları önerisidir… Entelektüel emekten sözedildiğinde buluşmanın önünde herhangi bir engel yoktur. Hiçbir marksist, sadece marksizmin türevleriyle değil bilimsellik arayışındaki herhangi bir çabayla etkileşim içerisine girmekten korkmamalıdır. Bu tür alışverişlerden geleneksel sol kökenli marksizmin iktidarsızlaşarak çıkmasına çok rastlanmıştır. Ama elbette bu tehlike bir kader değil ve köylü devrimciliklerine özgü okumama, görmeme, düşünmeme, tartışmama kültürünü rasyonalize etmenin manası yok. Geleneksel marksizmin yeni soldan öğreneceği şeylerin yönteme değil ayrıntılara ilişkin olduğunu da eklemeliyim. Burada da anlaşmak zorunda değiliz… Sorun yok. Ancak geleneksel sol ile yeni solun mesailerini örgütlü siyasete taşımaları öneriliyorsa, Çulhaoğlu’nun yaptığı ne yazık ki, dönüp dolaşıp ÖDP’nin sol muhalefetini teorileştirmeye indirgenecektir. Oysa Çulhaoğlu-Erkiner-Demirer ile Savran-Satlıgan’ın yazdıklarını okuyup yararlanmak, hatta fırsat varsa sohbet edip tartışmak ayıp değil ve hiç de böyle tarihsel-teorik rasyonalizasyonlara ihtiyaç bulunmuyor.
  5. BİRAND Mehmet Ali – DÜNDAR Can – ÇAPLI Bülent; 12 Mart İhtilalin Pençesinde Demokrasi, İmge yay. 2.baskı Ankara Eylül 1994; s.198
  6. age; s.200
  7. age; s.200
  8. ÇARALAN İhsan; Bizim ‘68 (haz. Aydın Çubukçu) Evrensel Basım-Yayın 5.baskı Temmuz 1998 ss.61-62
  9. YALÇIN Hasan; “Türkiye’de Sosyalist Hareketin Sorunları” Teori no. 101 içinde Haziran 1998; s.22
  10. ÇULHAOĞLU Metin; “68 Kusağı Üzerine” Gelenek no: 3 Ankara Ocak 1987; s.75
  11. Yalçın Küçük geçenlerde bir SİP eleştirisi yazdı. Küçük’ün kimi yayınlarımızı beğenmediği anlaşılıyor… Bunlar bir yana eleştirinin merkezi teması “parti olamadığımız” biçiminde. Yazının devamında bu temaya değinmiş olacağım. Elbette SİP’in ne kadar üretken ve sağlam bir parti olduğunu göstermek diye bir derdim olmayacak. Ama partili mücadele kavramının nasıl kullanılması gerektiğine ve bugün Türkiye’de sınıflar mücadelesinde doldurması gereken yere ilişkin bir yaklaşım sunmayı deneyeceğim. Eleştiri Küçük’ün, bizim THKO ve THKP-C deneylerine nasıl baktığımıza ilişkin yanlış bilgiye sahip olduğunu da gösteriyor: “Görebildiğimiz kadarıyla, Gelenekçi yoldaşlarımız, artık hayalleri gerçek saymaktadır. Thkp ve Thko, yazılarımızda ısrarla belirttik, hiçbir zaman önemli bir teori ve pratik olamadılar; eylemlerinin tümü, bizim, altmış öncesi gençlik hareketimiz içindeki, yalnızca İstanbul yüksek öğrenim gençliğimizin, ‘28 Nisan’ ve Ankara gençliğimizin, ‘29 Nisan’ başkaldırıları yanında bir hiçtir.” (Y. Küçük; “Gelenek ile Polemik -Herkese Masalımız Var” Hep-ileri no. 15 Temmuz-Ağustos 1998; s.37) Şaka mı ciddi mi? Belki de, bizim devrimci demokratlara fazla değer biçtiğimiz iddiası, masallardan biri de gerçeküstü olsun diye ortaya atılmıştır… Örneğin okumakta olduğunuz bu yazının THKO ve THKP-C’ye fazla prim verdiği herhalde söylenemeyecektir. Ama Gelenek külliyatında ya da parti pratiğinde, bu yazı ile çelişen birşey bulmak için çok uğraşmak gerekir. İsteyen arasın. Küçük, devrimci demokrasiye yukarıdaki alıntıda görüldüğü kadarıyla, pek fazla değer vermemektedir. Bu bir marksistin beyanıdır ve 1987’de yayına başlayan Toplumsal Kurtuluş ve o dönemlerde Y.Küçük söyleşileriyle dolu bilumum THKO-THKP kökenli dergilerin arşivlerine dönüp sözü geçen “değeri” teraziye koyma çabasını gereksizleştirir. Beyanla yetinmeyen ve terazinin ne göstereceğini ille de merak edenler, isterlerse, çok verimli olacağına ve boşa gitmeyeceğine inandığım böyle bir çalışmaya girişebilirler… Yeri gelmişken “Hepilerici yoldaşlarımız”ın bir diğer özensizliğine değinmek istiyorum. Hepileri daha önce de restorasyon kavramlaştırmasını kendisiyle başlattığında ses etmemiştik. Sözkonusu sayıda tekrarlanıyor… Yanlış anlaşılmasın, restorasyon kavramına ilişkin patent tartışması yapmak istemiyorum. Hiçbir önemi yoktur, önce kimin söylediğinin… Ama bazen başkalarının maddi hatalarını nezaket gösterip düzeltmediğimizde masal üretimleri hız kazanabilmektedir. Hepileri’nin Nisan 1997’de yayın hayatına başladığını hatırlatıyorum.Susurluk olayını izleyen 1996 Kasım ayı ise Sosyalist İktidar gazetesinde restorasyon saptamasının bu kavram kullanılarak yapılmaya başlandığı tarihtir. Restorasyon kavramına başvurmaksızın ama aynı içeriği vererek burjuva düzeninin ihtiyaç duyduğu dönüşümlerin neler olduğunu irdelemeye ise daha önce başlamıştık.
  12. SERTEL Zekeriya; Hatırladıklarım, Gözlem yay. İst. 3.baskı Mart 1977; s.258
  13. age s.260
  14. Mehmet Ali Aybar’dan (Vatan gazetesi 13.10.1946) aktaran Y.Küçük, Aydın Üzerine Tezler, c. 4 Tekin yay. Mart 1986 s.549
  15. Liberal eğilimler solun baska bir tarihsel karakteristiği nedeniyle de önemlidir. İlk Osmanlı sosyalistlerinde anti-ittihatçı bir damar vardır ve bunun ciddi maliyetleri yaşanmıştır: “İlk Osmanlı sosyalistlerinin, sonra da yeni kadroların anti-ittihatçılıkları Türkiye sosyalist hareketi açısından talihsiz bir olgudur. Türkiye sosyalizmi anti-ittihatçı doğarken, antiiktidarcı doğmayı da sağlamış oluyordu.” (M. Çulhaoğlu; Bir Mirasın Güncelliği: Tarih Türkiye Sosyalizm; Gelenek yay. İst. Mart 1988; s.116)
  16. ÇULHAOĞLU M.; age; s.117
  17. KÜÇÜK Y.; Aydın Üzerine Tezler 1830-1980 c. 3 Tekin yay. İst.Temmuz 1985; s.27
  18. Türkiye’de işçi hareketi-komünistler-burjuvazi üçgenine ilişkin kimi değerlendirmeler için Gelenek 53. sayıyı hatırlatmak istiyorum. Türkiye egemen güçleri işçi hareketine müdahalede 1919-23 dönemine kadar “dışsal” kalmışlardır: “.. 1919-23 döneminde ajandaya dahil edilen tarzın öncesinde, burjuvazi ile proletarya arasında dışsal bir ilişkinin bulunduğunu (söylüyorum). Gerçekten de komünistlerin işçi hareketiyle temasları bu dönemde son derece ilginç seyretmiştir. Aşağı yukarı tüm işçi eylem ve örgütlenmelerinde komünistlerin harcı olduğu görülmekte, hissedilmektedir. Komünistlerin çalışkanlığının ötesine geçen bir açıklama, bu ilk dönemde burjuvazinin proletaryaya dışsal müdahalelerde bulunmakla yetindiğini, ana muhatabın henüz hâlâ ‘gerideki’ güçler olduğunu, isçi sınıfının yeni burjuva iktidarının mücadele gündeminde merkeze oturtulmadığını saptamalıdır.” (Aydın Giritli; “İşçi Hareketinde Perspektif Krizi” Gelenek 53 İst. Aralık 1996; s.9)
  19. EMEP’ten de bir elestiri aldık: Vahdet Ateş Özgürlük Dünyası dergisinde “Asker Partisi Kuyruğunda ‘Solcu’ Yükselişi” başlıklı yazıda SİP, İP ve Yalçın Küçük’ü bir kalemde eleştiriverdi. (Bak. Özgürlük Dünyası no: 91 Dst. Ağustos 1998; ss.9-21) Verimli bir polemik malzemesi çıkar mı diye üzerinde düşündüm ama özgün tek bir satır bulamayarak vazgeçtim. Özgürlük Dünyası’nın eleştirisine birlikte muhatap olanların arasındaki farklılıklara değinmeyi gereksiz buluyorum. Ancak bizim kemalizmin ilerici değil burjuva hareketi olduğu, devletin özünün her zaman sınıf tahakkümü olduğu vb konularda söz konusu dergiden ders almaya ihtiyacımız bulunmadığını söylemek durumundayım. ÖD’nin ise örneğin uzlaşmacı, sarı, bürokratik veya mafya sendikacılığın sınıf karakterine dair, hatta dinci gericiliğin sınıf karakterine dair öğreneceği çok sey var… Bu çizgi devlete ilişkin görgüsünü de kendi payına pek yaratıcı buluyor olabilir. Ancak faşist diktatörlük saptaması ile açık kitle partisi açılımını uyumlulaştıran(!) ender örneklerden biri olduğunu biliyoruz… Yeri gelmişken, Ateş’in yazısı da kendi çizgilerinin stratejisi olarak, solun “kendisini bir isçi hareketi olarak inşa edebilmesini” telaffuz ediyor. Sosyalist mücadelede ideolojik ve siyasal düzlemlerde tek adım atmaksızın, işçi hareketi inşasına kalkışıldığında sendikalizme hapsolmak kaçınılmaz oluyor. Bize inanmayacaklarına göre bir kez daha Lenin’den öğrenmelerini öneririz.
  20. KÜÇÜK Y.; Aydın Üzerine… c. 3; ss. 676-7
  21. KÜÇÜK Y.; Aydın Üzerine… c. 4 Tekin yay. İst. Ağustos 1984; s.24
  22. SAVAŞIR İskender; “Yalçın Küçük’ün Aydınlar Komedyası” Toplum ve Bilim no: 27Güz 1984 içinde; s.225
  23. Zafer kazanmış utangaç sosyalist devrimcilik bir kez, 1945’te Avrupa’da söz konusu oldu. En bariz ve ileri örneği de Bulgaristan… Bulgar komünistleri verili uluslararası konjonktürde devrimin sosyalist kuruluş hedeflerini telaffuz etmenin sakıncaları üzerinde duruyorlar. Yapılanın düpedüz sosyalist bir devrim olduğu konusunda ise kendi aralarında pek az tereddüt taşıyorlar… Türkiye solunda ise 1970 dönemecinde THKO/THKP tarafını dört dörtlük bir devrimci saf olarak ilan edenlerin ya da geleneksel soldan devrimci demokrasiye doğru açılanların ‘80’lerin sonlarında demokratik halk devrimi tezi ile sosyalist devrimcilik arasındaki farkı bir üslup meselesine indirgemeye çalıstıkları hatırlanacaktır. Bu konuda polemikler geçmiş Gelenek’lerde yer almıştı. Serdar Aydın imzalı iki örnek aklıma geliyor: “Toplumsal Kurtuluş Üzerine” (no: 15 Subat 1988; ss.110-116) ve “İktidar Yolu: Eleştiri Çıkmazlarında Biraz Aşamacılık” (no: 22 Kasım 1988; ss.130-140)
  24. Bak. Aydın Giritli; “Legal Parti Programlarına Bir Bakıs” Gelenek no:18 İstanbul Haziran 1988 içinde ss.50-64
  25. Burada sadece işaret edeceğim; Suat Parlar’ın tarih tezinin ana ekseni budur. Adeta Türkiye sınıfların ve aralarındaki mücadelenin evrimi ile değil derin/gizli devlet olarak anılan kalıcı çekirdeğin dışavurumlarıyla tanımlanır. Bak. S.Parlar; Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet Bibliotek yay. İstanbul 1997
  26. HEKİMOĞLU Cemal; “Bir Tartışmada Yeni Ufuklar” Sosyalist Devrim Yazıları (Gelenek Seçkisi) Gelenek yay. İst. 1997; s.56
  27. Sarıca Murat; Fransız Dhtilali Gerçek yay. İst. 1970; s.91
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×