Cumhuriyet’in edebiyatı, edebiyatın Cumhuriyet’i: Yakın dönem için bir muhasebe

Stendhal “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır” dediğinden bu yana yaşamın gerçekliğine temas etmeyen, toplumsal olaylardan etkilenmeyen bir yapıtın “kalıcılığını” daha çok sorgular olduk. 19. yy.’da zirve yapan roman türü açısından köprünün altından çok sular akmasına karşın, edebiyatın toplumsal bağlamından koparılamayacağı, yazarın içine doğduğu toplumun ürünü ve onun aynı zamanda değiştiricisi olduğu düşüncesi geçerliğini korumaya devam ediyor. Yaşamdan beslenen, onunla anlam kazanan ve var olan bir edebiyat mevcut üretim biçimi ve ilişkilerinden nasıl soyutlanamıyorsa, edebî bir yapıt da toplumsal yaşamın merkezinde yer alıyor. Yazarın büyük altüst oluşlar sonucu toplumsal yaşamın yeniden inşa edilmeye başladığı dönemlerdeki rolü bu yüzden de önemli olmaya devam ediyor.

Cumhuriyet’in temsil ettiği kopuş söz konusu büyük altüst oluşlara verilebilecek önemli örneklerden biri. Ulusal birliğini geç sağlayan ve aynı ölçüde geç modernleşen bir ülkenin Tanzimat’tan Cumhuriyet’e geçerken devraldığı ve reddettiği miras açısından düşünüldüğünde, Batılılaşma çabalarının doğurduğu sonuçları eleştiren ve bunu Kemalizm’in perspektifinden yeniden üreten bir edebiyatın önemi daha iyi anlaşılır. Sadece kurmaca yapıtların değil, edebî eleştirinin de siyaseti ve tarihi veri alması edebiyatımız açısından benzersizdir. Tanzimat’tan beri yaşanan siyasal dönüşümler toplumsal yaşantıyı ve dolayısıyla edebiyatı da etkisi altına almıştır. 1908 burjuva devrimiyle birlikte Birinci Paylaşım Savaşı’nın ulusal bilincin oluşumunda katalizör işlevi görmeleri, Cumhuriyet’le birlikte yaşama geçirilecek üstyapısal dönüşümlerin temelini oluştururken, kopuşun şiddeti genç Cumhuriyet’in gözünü edebiyata dikmesine ve bu alandaki mutlak egemenliğini tesis etmesine yol açmıştır.

1920’lerden 1960’ların sonuna giden süreçte Kemalizm’in (kavramın en kapsayıcı haliyle) edebiyattaki ağırlığı açık bir biçimde hissedilir. Özellikle tek parti iktidarı döneminde üretilen edebiyat, Cumhuriyet paradigmasının temsil ettiği kopuşu kitlelere iletmeye çalışan bir misyona sahiptir. Söz konusu kopuşun arkasında duran erken Cumhuriyet döneminin edebiyatçıları Kemalist devrimleri “halka anlatan” bir edebiyatın bayraktarlığını yapmışlardır. Cumhuriyet’in ilk dönem edebiyatımız açısından nasıl ele alındığına bakıldığında, toplumsal ve siyasal koşullarla tarihsel romanın gelişimi arasında doğrudan bir bağlantı olduğu görülür. Tanzimat ve sonrasında kaleme alınan ilk tarihî romanlardan itibaren, ulusal bir edebî bilincin yaratılması büyük önem kazanmış ve bunun tepe noktası Kurtuluş Savaşı’yla yaşanmıştır. Refik Halit’in İstanbul’un Bir Yüzü (1920), Halide Edip’in Ateşten Gömlek’i (1922) ve Vurun Kahpeye’si (1926) ile Yakup Kadri’nin Yaban’ı (1932) gibi romanlar, savaşı merkeze alarak yaklaşmakta olan büyük kopuşu anlatmış ve ulusal bilincin gelişmesinde büyük pay sahibi olmuştur.

Sınıf Mücadelesi Kızışırken İki Örnek: Atay ve Ağaoğlu

Yaşadığımız topraklardaki en önemli tarihsel sıçramalardan biri olan Cumhuriyet aynı zamanda sınıf mücadelesini de farklı bir düzleme taşıdı. Sermaye birikiminin 19. yy.’a göre hızlanıp artmasında, işçi sınıfının büyümesi ve belli başlı işçi havzalarının oluşmasında Cumhuriyet’in payı yadsınamaz. Bunlara ek olarak, 60’larla birlikte sınıf mücadelesindeki hareketlenmenin başaktörlerinden Türkiye İşçi Partisi’nin sahneye çıkışı edebiyatımızın ve özellikle romanımızın toplumsal olana duyarlığını daha da perçinledi. İşçi sınıfının sesinin daha gür çıkması Adalet Ağaoğlu, Vedat Türkali, Leylâ Erbil, Yaşar Kemal, Sevgi Soysal vb. pek çok yazarın yapıtlarında yansımasını buldu.[1] Edebiyatımızda pek çok tarihçi ve eleştirmenin mutabık kaldıkları bir nokta 12 Mart’ın özellikle romanımız üzerindeki etkisidir. Buna karşın, Türk romanında siyasetin ve toplumsal sorunların başlı başına konu olmasını “12 Mart Romanı” olarak ele alan pek çok yazar önemli bir noktayı atlamaktadır: 12 Mart askerî müdahalesi, toplumsal örgütlenmenin ve öğrenci eylemliliklerinin yükselişe geçtiği, 61 Anayasası’nın hakları ve özgürlükleri göreli artırdığı bir sürecin sonucunda gerçekleşir. Özellikle Türkiye işçi sınıfının 15-16 Haziran 1970’te “ben de varım” diye sokaklara dökülmesiyle Cumhuriyet’in kime ait olduğunun daha net bir biçimde kavranmaya başladığı bir momente denk düşer. 12 Mart Romanı’nı kavramsallaştıranlardan biri olan Berna Moran, roman kişilerinin edilgenliğine dikkat çekerken, aslında o dönem yazılan romanın tek bir yönüne vurgu yapmaktadır.

“Bu romanların edilgen kişileri, sayısız kolları olan büyük bir yaratığın karşısında çaresiz durumdadırlar. (…) 12 Mart romanlarında devrimci genç, başına gelenlere katlanmak zorunda kalan bir solcudur. Olaylara yön veren ise karşı güçlerdir.”[2]

Halbuki, dönemin toplumsal ve siyasal atmosferini, Cumhuriyet’in bu döneme devrettiği mirası farklı bir bakış açısıyla ele alan yapıtlar da mevcuttur. Siyasetin romanımıza doğrudan etkide bulunduğu dönem için iki temel eğilimden bahseden Ömer Türkeş, Berna Moran’a göre kısmen daha doğru bir konumlanışa sahiptir.

“(…) olaylara egemen ideolojinin ürettiği nedenselliklerle, sistemin değer yargılarıyla ya da sol karşıtı bir ideolojik perspektifle yaklaşan ve solu eleştiren romanlar. Sola sempatisi olmakla birlikte, bu somut tarihsel/toplumsal dönemi kavramakta yetersiz kalıp, yitirilmiş gençlere yakılmış birer ağıt olmaktan ileri gidemeyenler; 12 Mart dönemini içinde yaşamış ya da kavramayı başarmış yazarların dönemin gerçekliğini sergileyen romanları ve küçük burjuva aydını konu edinenler.”[3]

Dönemin egemen edebî yaklaşımından ayrılan söz konusu yapıtlar (örneğin Oğuz Atay’ın küçük burjuva aydını ele aldığı pek çok yapıtı), 1980 sonrasına da mirası devredecek ve yeni bir yazar/okur kitlesinin oluşmasına yol açacaktır. İlk romanı Tutunamayanlar’ı 1972’de yayımlayan Oğuz Atay’ın eleştirmenlerin dikkatini çekmesi ve “yeniden keşfi” ’80 sonrasını bulacaktır. Küçük burjuva aydının “kimlik” bunalımını, yoksullarla kader ortaklığının reddini ön plana çıkarmayı tercih eden Tutunamayanlar’ın günümüz edebiyatında sıklıkla başvuru kaynağı olması, ’80 sonrası siyasal/ideolojik atmosfer göz önünde bulundurulduğunda şaşırtıcı değildir. Tutunamayanlar’la birlikte örgütlülükten arada kalmışlığa yapılan geçiş, aydının ayrılmaz bir fenomeni haline gelmekte ve söz konusu roman çürüyen bir toplumun yalnızlaşan bireylerinin portrelerini okura sunmaktadır.

Tutunamayanlar, Cumhuriyet’in kaybedenleri perspektifinden okura aktarılır. Ancak başkahraman Selim, Cumhuriyet’e dair “biricik” deneyimini kurguya ekleyerek gerçeklik zeminini ortadan kaldırır. Romanda roller hiçbir zaman değişmez ve tutunamayan kaybetmeye yazgılı bir biçimde ele alınırken, söz konusu “kaybeden” önemsiz bir karakter olduğu için Cumhuriyet’in kayıtlarına giremez. Atay aynı yaklaşımı 1973’te yayımladığı Tehlikeli Oyunlar’da da sürdürür. Arada kalmış küçük burjuva aydının kimlik arayışı devam etmekte, küçük burjuva burjuvaziye sırtını dönerken yoksul halka da veda etmektedir. Hikmet Benol’un, Cumhuriyet’in mülksüz bıraktığı kesimler ile kentteki asıl çirkinleşmeyi temsil eden burjuvazi arasında yaşadığı gelgite önerdiği çözüm aşağıdaki gibidir:

“Bütün gecekondu halkının daracık sokaklarda birikeceğini sandım beni görmek için (…) Değil bütün gecekondu halkının, değil bu ev halkının, sizin, bir tek insanın ve bana bu kadar yakın oturan bir dostun bile ilgisini çekmeyi başaramadım.”[4]

Oğuz Atay’ın bizzat yaşayıp dile getiremediği çelişki, Kemalizm’in vaat ettiği Cumhuriyet ile 70’li yıllarda Cumhuriyet’in geldiği nokta arasındadır. 1975’te yayımladığı Bir Bilim Adamının Romanı’nda taşradan gelip yaşamını bilime adayan, hocası Mustafa İnan’ın portresini çizen Atay, yüzyıllarca ezilmiş bir halkı “kara ekmekten” kurtaracak Cumhuriyet’e borcunu ifade eder. Taviz vermeden inançları doğrultusunda yaşayan, “savaş yıllarının kara ekmeğiyle” büyüyen Riyaziyeci Mustafa, Cumhuriyet’in vaat ettiği ideallerin temsilcisidir ve yaşamı “vatan ve millet deyimlerinin henüz sadece bayram nutuklarının tekelinde”[5] olmadığı bir dönemin ürünüdür. Bu borcun bilincinde olan Atay, Cumhuriyet’in vaat ettikleriyle gerçekleştirdikleri arasındaki artan açının ve sınıfsal eşitsizliklerin daha da derinleşmesinin yarattığı hayal kırıklığına karşı harekete geçememenin edebiyatımızdaki yansımasıdır.

Küçük burjuva aydınının Cumhuriyet’e karşı konumlanışını Atay’la aynı dönemde ve tamamıyla zıt bir konumlanışta ele alan yazarlarımızdan biri yakınlarda kaybettiğimiz Adalet Ağaoğlu’dur. Edebiyata tiyatro ve radyo oyunlarıyla adım atan Ağaoğlu, 1973’te yayımlanan ilk romanı Ölmeye Yatmak’ta Cumhuriyet’in tarihsel gelişimini roman kahramanlarının alternatif bakış açılarıyla okura iletir. 40’lar ile 60’lar arasındaki siyasal atmosfere odaklanan Ağaoğlu, bürokratlar arasında gerçekleşen ve resmî tarihi okura aktaran diyalogların karşısına halkın içinden geçmekte olduğu tarihsel kesiti çıkararak ikisinin arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi ortaya koyar. Ölmeye Yatmak’taki en dikkat çekici nokta “tarihi yeniden yapan el seni de yapıyor”[6] alıntısında dile gelen, tarihi yapanlarla onu ideolojik mücadelenin bir enstrümanı olarak kullananlar arasındaki mücadeledir. Artık “genç” niteliğini yitirmiş Cumhuriyet’in tarihi iki sınıfın ellerinde bir mücadelenin konusu haline gelmiştir. Okur, Bir Düğün Gecesi ve Hayır’ın da başkahramanı olacak Aysel’in bilinci aracılığıyla yalnızca onun geçmişini değil, yeni kurulan Cumhuriyet’in gençliğinin de geçmişini öğrenir.

“Ulu Önderimiz demiş ki, ‘Bu dünyada ne varsa, kadının eseridir’ demiş. Acaba Ulus Meydanı’ndaki ve Güven Parkı’ndaki heykelleri kadınlar mı yapmış? Bunu daha öğrenemedim.”[7]

İlkokul çağındaki Aysel’in bu naif düşüncesi romanın tarihi araçsallaştırmadığının da kanıtıdır. Cumhuriyet’in vaatleriyle çelişkilerini ortaya koyan Ağaoğlu, ’80 sonrası yazarlarının yaptığı gibi tarihe kurmacanın bir süsü olarak yaklaşmaz, onu eğip bükmez. Cumhuriyet’in ilk kuşağının hayal kırıklıklarının altında yatan nedenleri ortaya koyarken bir belgeselci titizliğiyle yaklaşır. Okurda, yeni rejimin bilinmeyen “kahramanlarıyla” yapılmış söyleşilerin ortaya çıkardığı bir belgesel duygusu uyandırır. Yıllar sonra geçmişine eleştirel bir gözle bakabilen Aysel’in gördüğü, resmî tarih tarafından kahraman olarak adlandırılanların “tarihi yeniden yapan el” tarafından şekillendirildikleridir.

’80 Darbesi’yle Gelen

Sürüleştirilmiş bir halkı ve atomize edilmiş bireylerden oluşan bir toplumu inşa etmeyi hedefleyen 12 Eylül darbesi, eşitlik ve özgürlüğü öne çıkaran 70’li yılların tüm değerlerine saldırarak onları yasaklamayı amaç edindi. Etkilerini günümüzde hâlâ görmekte olduğumuz bu kırılma noktası, en kolay ve büyük başarısını toplumsal belleği yerle bir ederek kültür-sanat alanında elde etti. Kendinden önceki tüm sanatsal yaratılara saldırıp emek ve sömürü gibi kavramlara karşı düşmanca bir söylem geliştirerek, emekçi halkın değer yargılarıyla oynadı. Politikayla ilgilenilmeyen, sınıf atlama güdüsüyle hareket edilen ve özellikle örgütlü hareket etmenin hakir görüldüğü bir toplumsal modeli toplumun tüm katmanlarına dayattı. Sosyalist ideolojinin değersizleştirilmesi, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal idealin nostaljik bir çağrışım olarak ele alınabilmesi için sanatçıları gerektiğinde yasalarla, gerektiğindeyse ekonomik dayatmalarla baskı altına alan 12 Eylül rejimi, ideolojik mücadelenin önemini fazlasıyla kavramış bir biçimde hareket etti.

Kültür-sanat alanındaki müdahalenin önemli bir ayağını edebiyatımızın başına gelenler oluşturuyordu. Ahmet Oktay, 1980 sonrasında üretilen edebî yapıtların dış dinamik bağlamında ele alınması gerektiğini “emperyal yazın kanonu”[8] kavramsallaştırmasıyla ele alırken, Yalçın Küçük romanda tip ve kurgunun geri plana atılıp karakteri olmayan, kurgusuz romanlar yazılmasını tekelci aşamanın edebiyattaki başat yansımalarından saymaktadır.[9] Darbe sonrasında üretilen pek çok metin Cumhuriyet’e ve onun temsil ettiği değerlere saldırırken, o değerlerden beslenen devrimcilere de savaş açmıştır. Sol karşıtı söylemle ortak bir dil tutturmaya başlayan edebiyat özellikle 60-80 arasındaki solun yükselişiyle hesaplaşmaya girişmiştir.

Toplumsal olana sırtını dönen, düzenin mevcut çelişkilerine odaklanmayı reddeden ve dolayısıyla gerçekçilikten uzaklaşan metinler ve isimler üzerine sıkça yazıldı. Tümünün belki de en önemli ortak noktası Cumhuriyet’e karşı besledikleri derin öfkeydi ve dolaylı olarak da olsa yazdıklarında modern tarihimizin baş aşağı bir biçimde ele alınışına tanıklık ettik. Kent yoksullarına ve devrimcilere karşı hissettiği tiksintiyi hiçbir biçimde saklamayan Ahmet Altan (Dört Mevsim Sonbahar ve Sudaki İz), gecekondunun romanını yazma iddiasının çok uzağına düşen (Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Masalları) ve sol örgütleri günah keçisi ilan eden (Gece Dersleri) Latife Tekin, tarihsel olandan kaçışın en önemli temsilcilerinden Orhan Pamuk (Beyaz Kale ve Kara Kitap), lümpen proletaryayı estetize eden Metin Kaçan (Ağır Roman) vb. yazarlar ’80 sonrası Türkiye nesnelliğinin edebiyattaki yansımasını oluşturmaktaydı. Zaman ve mekânla bağlarını koparmış bir edebiyatın temsilcileri Cumhuriyet’in yaklaşık 60 yıllık toplumsal mücadeleler tarihini de tersyüz etmeyi başardı. Sorumluluk almaktan kaçan, ülke sevgisinden uzak, eleştirmek yerine mahkûm eden bir edebî üretim darbe sonrasına rengini çalarken, solculuğu mahkûm eden bir niteliğe büründü:

“Yeni moda oldu; her tür sanat eleştirisi, yalnızca öğrencilerle aydınları hedef kabul ediyor. Koyu bir işçi ve halk dalkavukluğu, bir tür koruyucu melek işlevini üstleniyor. Örgütsüz işçi ve halkı göklere çıkarıp, örgütlemek isteyenlerin sözde zavallılığı ve başarısızlığı, birer sanat ürünü haline getirilmek isteniyor.

Örgütü olmayınca, işçi ve halk edebiyatını en çok tekeller yapar. Yapıyorlar.

Sol öğrenci ve aydını taşlayıp, örgütsüz işçi ve halka dua okumak, Türk estetiğinde yeni bir hastalık eğilimi oldu.”[10]

Arasöz, Gene Adalet Hanım

Bu noktada sanırım küçük bir parantez açılabilir: Her büyük toplumsal krizde olduğu gibi, 12 Eylül Darbesi’ni de tepkiyle karşılayanlar oldu. Darbeden yaklaşık dört yıl sonra Kürt ulusal hareketinin silahlı mücadeleyi yükseltmesinin yanı sıra kimi aydınlar, 12 Eylül’e ortak bir tepkiyi örgütlemek için kolları sıvadı. Yaklaşık 1.300 yazar, gazeteci, sanatçı, yönetmen ve akademisyen, darbeye ve hükümetin baskıcı, muhafazakâr, kısıtlayıcı ve şiddet içeren politikalarına itiraz eden Aydınlar Dilekçesi adlı bir imza kampanyası başlattı. Grubun önde gelen üyelerinden biri olan Adalet Ağaoğlu, 1987’de yayımlayacağı Dar Zamanlar Üçlemesi’nin son romanı Hayır’da söz konusu tepkinin edebî bir özetini sunar. Hayır, darbeyi merkeze alırken, darbenin toplum, gündelik yaşam, siyaset ve özellikle akademisyenler ile üniversite özerkliği üzerindeki etkilerine odaklanır. Bu bağlamda darbe sonrasında kaleme alınmış pek çok romandan hem tematik hem de güncel ile tarihsel olan arasındaki ilişkiye eğilmesiyle ayrılır.

Ağaoğlu Hayır’ın özellikle bir 12 Eylül romanı olmadığında ısrarcıdır.[11] Üstelik romanın zamansal kurgusu, 12 Eylül darbesinin hemen ardından gelen günlere denk düşmekte ve cuntanın etkisindeki bir günü anlatmaktadır. Ağaoğlu’nun ısrarının altında yatan olası neden, Aysel karakterine odaklanan yazarın yazım sürecinin doğrudan siyasal olaylara değil, başkahramanın iç dünyasına yoğunlaşmasıdır. Darbeyle birlikte inşa edilmeye başlanan yeni düzene direnen öğretim üyesi Aysel’i Cumhuriyet’in ilk kuşak aydınının temsilcisi olarak çizen Ağaoğlu, üçlemenin diğer romanlarında olduğu gibi Cumhuriyet aydınının toplumsal rolünün beraberinde getirdiği sonuçları okura iletir. Üçleme boyunca toplumsal değişimde bir aydın olarak rolünü sorgulayan Aysel, özellikle Hayır’da Cumhuriyet’in geldiği nokta itibarıyla hayal kırıklığına uğradıkça, “entelektüel” olarak algılanmanın özünü sorgulamaya başlar.

Hayır, parçalı yapısı içinde hiçbir biçimde işkenceyi betimlemez ya da devrimcilere dair doğrudan bir imge içermez. Bununla birlikte geçmişi de yüceltmez. Cumhuriyet’in uğradığı ihaneti tarihsel akışı içinde ortaya koyar. Dar Zamanlar ile memleketin siyasal ve toplumsal olarak üç “dar” zamanına göndermede bulunan Ağaoğlu, Hayır ile balığın baştan koktuğunu ima eder.

İslamcılar ve Liberaller El Ele

Darbe sonrasında solu günah keçisi ilan eden kültürel ve sanatsal atmosferle birlikte, İslamcı “aydınlar” öne çıkmaya ve demokrasi savunuculuğu yapmaya başladılar. ’80 sonrası edebiyata ve var olan ideolojiler alanına demokrasicilik, sivil toplumculuk ve insan hakları gibi kavramların yerleşmesinde kuşkusuz başat rol oynadılar. Gerçekliğin, postmodernizmin düsturuna uygun bir biçimde belirsizleştirilmesinde İslamcılar’ın katkıları yadsınamaz. İslamcı “aydınlar” Kemalizm tarafından inşa edilen ulusal kimliğin alaşağı edilmesine katkıda bulunurken, bu süreçte İsmet Özel, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu gibi şairler öne çıkan isimler oldu. Özellikle eski solcu İsmet Özel, toplumsal ve siyasal konulara muhafazakâr ideolojinin perspektifinden yaklaşan makale ve kitaplarıyla ’80 sonrası şiirin öncü aktörlerindendi.

Değirmene su taşıyan ikinci grup şairler Cumhuriyet’in vaat edip mümkün kılamadığı kimliğe liberal bir eleştiri getirdiler. Aralarında Osman Hakan A., Seyhan Erözçelik, Ali Asker Barut, Orhan Kahyaoğlu, Enver Ercan, Adnan Özer ve Haydar Ergülen’in de yer aldığı isimler şiiri algılayışlarındaki farklılıktan ötürü bir kuşak olarak anılamadılar. Her ne kadar İslamcı “aydınların” siyasal düşüncelerini paylaşmasalar da yapıtları Cumhuriyetçi paradigmaya ve onun dil devrimine meydan okudu. Kemalizm’in milliyetçiliğinin yanı sıra tarihsel ilericiliğe getirilen liberal eleştiride ortaklaşan söz konusu şairler için metnin kendisi toplumsal bağlamından ve göndermelerinden daha önemliydi. Metnin tüm ideolojik referanslarından arındırılarak adeta bir laboratuvar ortamında çözümlenmeye tabi tutulmasını önerirlerken, aydının sınıfsal konumlanışının üzerini örten bir işleve sahip oldular.

1980’lerin sonunda yerleşik tüm ahlaki, toplumsal ve normatif değerlerin reddine dayanan yeni bir (anarşist) şiir, özellikle Küçük İskender aracılığıyla ortaya çıktı. Mevcut toplumsal, siyasal, kültürel ve ahlaki normlara bağlılığı reddeden İskender, esas olarak yerleşik cinsel kimliği ve rolleri eleştirerek yeni bir etik anlayış önerdi ve siyasal mücadelenin düzleminin iktidarın hedeflenmesinden çok kimliklerin özgürleştirilmesine kaymasının baştemsilcilerinden biri oldu. Şiirlerinde ortaya koyduğu özne, kimlik siyasetinin baş tacı ettiği özelliklere sahipti. Uyuşturucu kültüründen gelen izlenimleri yansıtan gerçeküstü bir imge yelpazesiyle yazan İskender, yeraltı edebiyatı olarak tanımlanabilecek akımın destekçisi oldu. Söz konusu akım, darmadağın olmuş bir Cumhuriyet’in kültürel yaşamında uyuşturucunun, teknolojik imgelerin, yasın, kelime oyununa dayalı yeni bir dilin öne çıkmasını teşvik etmekteydi.

’90’lara girerken ulus devletin oluşturduğu kimliğin ötesine geçmeye çalışıp bunu yeni bir benlik yaratma süreci olarak kodlayan edebiyat, ağırlıklı olarak kendilerini “öteki” olarak adlandıran yazarlar tarafından üretildi. Edebiyatın “demokratikleştirilmesi” ve “merkezsizleştirilmesi” olarak da nitelenen bu girişim, özellikle bir Kürt edebiyatı inşa etme çabasında kendisini gösterdi. Yılmaz Odabaşı, Bejan Matur, Mıgırdiç Margosyan vb. birçok Kürt ve gayrimüslim şair ve yazarın ürettiği edebiyat bu eğilimin bir yansıması olarak ortaya çıktı.

İktisadi yansımasını 1980’lerdeki ve 1990’lardaki liberalleşme döneminde bulan, küreselleşme nidalarının atıldığı tarihsel aralık, yeni kuşakların edebî algılayışını derinden etkilerken yeni bir yazar türünün doğmasına yol açtı. Bu yazar tipinin edebiyata yaklaşımı, Cumhuriyet döneminde gelişen edebiyattan da radikal bir kopuşu içermekteydi. Ulusal bilinç, emek vb. pek çok farklı kategoriden hareketle oluşturulabilen bir kimliğin izlerini taşıyan erken Cumhuriyet dönemi edebiyatının yerine herhangi bir kimliği yok sayan, yeni benliklerin inşa edilmesini salık veren ve köksüzlük kavramını vurgulayan bir edebî anlayış egemen hale gelmeye başladı. Dinci ideoloji ve mistisizm, etnik köken bilinci, cinsel kimliğin kavramsallaştırılması ve Türkçenin deforme edilmesi bu yeni anlayışın dikkat çekici unsurları olarak öne çıktı.

Sonuç

Yaklaşık 40 yıldır pompalanan piyasacı ideoloji toplumsal yaşamdaki çürümeyi beraberinde getirdiği gibi sanatsal üretimin ve topyekûn kültürel ortamın metalaşmasını hızlandırdı. AKP’nin derinleştirdiği piyasa düzeni kültür-sanattan söz edebilmeyi olanaksız kılmaya devam ediyor. Sanatsal üretimin sponsorluğa tabi kılındığı, tekelleşmenin tüm sanat üreticilerini her geçen gün daha da proleterleştirdiği günümüzde pek çok ideal gibi Cumhuriyet de sanatçılar için bir nostaljiden ibaret. Tüm kamusal varlıkların bir avuç sermayedara peşkeş çekildiği, kârı maksimize etmekten başka bir amacı olmayan bir toplumsal düzen açısından laiklik, bağımsızlık, kamuculuk vb. özellikler barındıran bir Cumhuriyet ideali de düzen sahiplerinin başını ağrıtmaktan başka bir şeye yaramıyor.

Böyle bir düzende edebiyatın payına da satıldığı oranda var olan metalar toplamından başka bir şey düşmüyor. Her türden gericiliğin üretildiği ve Cumhuriyet fikrine tamamıyla düşman bir satış kültürü siyasal gericilikle birleşerek yaklaşık 35 yıl önce “küfür romanları” olarak adlandırılan hâkim edebiyat ortamının bugünlere gelmesine yol açtı. Darbe sonrasında özgürlükler adına hareket eden liberal ideoloji, edebiyat ortamını piyasanın belirleyiciliği altında baskının ve (oto)sansürün hâkim olduğu bir atmosfere çevirdi. Bu süreçte edebiyat eleştirisi de milliyetçi, dinci ve liberal eğilimlere sahip bir edebiyatı öne çıkarırken, satış ölçütünü ilk sıraya yazmaya devam etti. Başta Türk olmak üzere her türden milliyetçiliği sattıran, dinsel inançları sömüren ve ün ile para kazanmanın aracı haline gelen edebî eğilimler AKP’li yılların edebiyatımızdaki alametifarikası oldu. Edebiyatın insansızlaştırılmasına, bu alandaki piyasacılığa ses çıkar(a)mayan yazarlar tekelleşme süreçleri ve siyasal iktidarın müdahaleleri karşısında da hareketsiz kaldılar.

Sosyalizmin, daha ileri bir Cumhuriyet’in meşruiyetini merkeze alan yazarlar 60-80 arasında sosyalist hareketin aşıladığı özgüvene sahipti ve toplumcu değerlerin siyasette daha net bir biçimde dile gelmesiyle emek-sermaye çelişkisinin yaşamın her alanında yansımasının izini süren yapıtlar yayımladılar. ’80 Darbesi’yle birlikte bu özgüveni çökerten burjuvazi yalnızlığın, içe dönüşün, tüketimin yüceltildiği bir edebiyat için tüm çabasını harcadı; gerektiğinde aydınları kendi safına kattı. Yeni kuşakların tarihle bağı kopartılırken, bunda ideolojilerden kaçışı salık veren bir edebiyatın büyük rolü oldu. Sanata olan ilginin, merakın ciddi ölçüde azaldığı günümüzde edebiyatın bilinç aşılayıcı, duyguları tetikleyici ve harekete geçirici özelliklerine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var ve bunun formülü Nâzım’ın Kemal Tahir’e yazdıklarında saklı:

“Mazide melce aramak kaçaklıktır; ama bir asır sonrasının dalgasına düşmek de kaçaklık. Asrımızı bütün sefalet ve bütünlüğüyle, ölen ve doğan unsurlarıyla anlarsak ve faal olan asrımızın kavgasına ‘hayat’ cephesinden iştirak edersek ve kendi asrımızın saadete kavuşacağına inanırsak yaşadık diyebiliriz.”[12]


Dipnotlar

[1] Elbette Cumhuriyet’in ilk 40 yılında işçi sınıfının, yoksulların, “küçük insan”ın sesi olmuş yazarlar var. Burada Nâzım Hikmet’in yapıtının ve siyasal ufkunun çok ileri bir noktada olduğunu ve kendisinden sonraki kuşakları derinden etkilediğini unutmamak gerekiyor. Öte yandan vurgulamak istediğim nokta, Cumhuriyet’in “öksüz ve yetimleri” için üretilenlerin 60’larla birlikte gözle görülür bir biçimde artması ve edebî kanonu (en azından 80’e kadar) derinden etkilemiş olduğudur. Yukarıda adı geçen yazarların yetiştikleri koşullar pek çok açıdan farklı olsa da ’80 sonrası kuşağın tamamen farklı eğilimlere sahip olması ayrım çizgisini netleştirmemizi kolaylaştırmaktadır.

[2] Berna Moran (1998). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (III), İletişim Yayınları, dördüncü baskı, s. 14.

[3] Ömer Türkeş (2004). “Darbeler; Sözün Bittiği Zamanlar…”, Hece (Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı), s. 429.

[4] Oğuz Atay (1973). Tehlikeli Oyunlar, Sinan Yayınları, s. 348-349.

[5] Oğuz Atay (1992). Bir Bilim Adamının Romanı, İletişim Yayınları, dördüncü baskı, s. 95.

[6] Adalet Ağaoğlu (1976). Ölmeye Yatmak, Remzi Kitabevi, ikinci baskı, s. 94.

[7] a.g.y., s. 101.

[8] Ahmet Oktay (2002). “Siyasal Roman Üzerine”, Hece (Hayat, Edebiyat, Siyaset Özel Sayısı), s. 270.

[9] Tekelci aşamada edebiyat ve bunun “Eylülizm” ile arasındaki bağa dair Yalçın Küçük’ün Küfür Romanları ve Estetik Hesaplaşma kitaplarına bakılabilir.

[10] Yalçın Küçük (1988). Küfür Romanları, Tekin Yayınevi, ikinci baskı, s. 141.

[11] Adalet Ağaoğlu (2001). Başka Karşılaşmalar, Yapı Kredi Yayınları, ikinci baskı, s. 173.

[12] Nâzım Hikmet (1975). Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar, Bilgi Yayınevi, ikinci baskı, s. 92.