ABD Ekonomisi ve Körfez Krizi

Türkiye basınında, Sovyetler Birliği konusunda çarşaf çarşaf yazılar yayınlanırken, nedense ABD ekonomisi hakkında bir satır bile yok. Piyasa hayranı “sol” aydınlar bu konuyu konuşmak bile istemiyorlar. Bunu anlamak mümkün değil. Bu yazının amacı ABD ekonomisi hakkında bazı bilgileri ortaya koymaya ve bu durumun Körfez krizi ile olan ilişkilerini açıklamaya çalışmak. Körfez krizi sırasında, İlhami Soysal Milliyet gazetesinde, bir yazısında Amerika’da çalışan bir bilgisayar ve elektronik mühendisi Çağatay Koç’un kendisine yazdığı bir mektuptan bahsediyor. Mektup şöyle başlıyor:

“Türkiye’deki Amerika, özellikle de Amerikan ekonomisi hakkındaki bilgisizliğe hayret ediyorum. Amerikan ekonomisi tepetaklak olmak üzere. İşsizlik inanılmaz boyutlarda. Başlangıçta bütçe açığı için yüz milyar dolar deyip titriyorlardı, şimdi bu rakkamın beşyüz milyar doları aştığı söylenmeye başlandı. İç borçlar üç trilyon doları aştı. Başkan Bush’un işleri zor ki ne zor. Bu yükün altından kalkamaz, her an bir tıkanıklığın ve paniğin çıkmasını beklemek gerek.”

İlk önce, ABD bütçe açıkları ile işe başlamak gerekiyor. Daha sonra ödemeler dengesi ve daha sonra ABD ekonomisinin bu duruma gelmesinin nedenleri ile inceleme devam edecek. 1 (Bkz. Tablo-1)

1988, 1989 rakamları tahmini, dolayısıyla bütçe açığı da tahmini. Bu rakamların çok üstünde bir bütçe açığı olduğu ise kesin. Nitekim 1990 yılı bütçe açığının 300 milyar doları bulduğu söyleniyor. Bu rakam ABD ulusal brüt üretiminin yüzde 5’ini buluyor.

Bütçe gelirleri devamlı olarak harcamaların gerisinde kalıyor. Bunu dengelemek için federal devlet devamlı borçlanıyor. Borç toplamı 1990’da 3 trilyon doları aşıyor. Devlet borçları (Federe-mahalli) 1950’de 241 milyar dolar iken 1980’de 1 trilyonu buluyor. 30 senede 4 misli artış. 1980 ile 1990 arasında ise artış oranı 3 misli. 1989 senesinde her doğan çocuk 12.000 dolar borçla yaşamına başlıyor. Bu borçların faizi ise bütçede muazzam gedikler açıyor. 1972 senesinde federal devletin tahvil sahiplerine ödediği faizin GSMH oranı yüzde 15 iken 1980’de GSMH oranı yüzde 2.54’e 1988’de ise yüzde 3,2’ye yükseliyor. Devletin sadece bu borçların faizlerini ödemek için her sene bütçeden ayırdığı paralar devamlı yükselerek 1989’da 151 milyar doları buluyor. Ancak bu rakam da tahmini. Gerçekleşen borç faizi ise bunun çok üstünde. 2 (Bkz.Tablo-2)

1970’lere kadar federal devlet bütçe açığını bilinçli olarak ekonomiyi canlandırmak amacıyla kullanıyor. 1970’lerden, özellikle 1980’lerden sonra bu açık artık mali bir bunalımın göstergesi oluyor. Devlet borçlarını ödemek için daha fazla borçlanmak zorunda kalıyor. Ama sadece devlet mi borçlu? Özel sektörün borcu da devamlı artıyor. 1950’de 165 milyar borcu olan özel sektörün 1980’de borcu 2.842 milyar doları buluyor. Artış oranı yüzde 1624. Tüketicinin borcu ise 1950’de 5.7 milyardan 1972’de 92.2 milyar dolara yükseliyor ve bu artış günümüze kadar olağanüstü boyutlara erişiyor. Tüketici kredisinin yüzde 40’ı ticaret bankalarına ait. Daha sonraki yıllarda kamu borçları 560 milyar dolara, tüketicilerin borcu 715 milyar dolara, şirketlerin borcu ise 952 milyar dolara yükselerek toplam borç 2.227 milyar dolara ulaşıyor. 1980’de ise bu toplam borç 3.905 milyar dolara yükseliyor. Devlet, belediyeler, şahıslar, şirketler, herkes borçlu ABD’de. Kamu ve özel sektörün toplam borçlarının GSMH’ya oranı 1950-81 döneminde yüzde 140 iken, 1986’da yüzde 180’e yaklaşıyor. Sadece 1985 yılında ABD’de kapatılan banka sayısı 138’i buluyor. Kapanan bankaların sayısı 1929 krizinden bu yana en yüksek düzeyi buluyor. Kredi kartı kullanan ve taksitle ev almış olan Amerikalılar arasında borçlarını ödemeyenlerin oranı da 1986’da rekor düzeye ulaşıyor. Çok büyük sayıda şirket tahvillerini vadesinde ödeyemiyor. Ama buna rağmen ABD’de yaşayanların tüketim çılgınlığı, her Amerikan vatandaşının, ürettiği mal ve hizmetten 580 dolar daha fazla tüketim yapma olanağını yaratabiliyor. Tabii ki yeniden borçlanarak. İşte bu borçlanmalar 1991’in başlarında yeni bir banka krizine yolaçıyor. Rhode Island’daki 45 banka kapanıyor ve ülkenin 35. büyük bankası sayılan Bank of New England satılmak üzere Federal Mevduat Sigortası Kurumu’na devrediliyor. FDIC Başkanı William Seidman iflas durumundaki bu bankanın kurtarılması için ilk elde 750 milyon dolara gereksinim duyulduğunu, daha sonra kurtarma maliyetinin 2.3 milyar dolara ulaşabileceğini açıklamak zorunda kalıyor. Bu da ABD tarihinin en yüksek maliyetli kurtarma operasyonu oluyor. 3

Bu arada ABD’de tasarruf oranı gün geçtikçe düşüyor. Örneğin özel şahısların tasarruf oranı 1985’de yüzde 7,3 iken, 1986’da yüzde 3.2’ye iniyor. Aynı senelerde F. Almanya’da yüzde 11.4’den yüzde 12.2’ye yükselirken, Japonya’da yüzde 16 oranını koruyor. 4   Bu durumda kredi piyasasına talep artarken, bu talebi karşılayan fonların artış düzeyi aynı olmayınca, faiz oranları artıyor. ABD’nin güçlü finans kuruluşları ise yarattıkları kaydi paranın büyüme hızını otomatikman artırmak zorunda kalıyorlar ve bu durumda enflasyonist bir etki yaratıyor. Sonuçta faiz oranları artık ekonominin göğüsleyebileceği oranın çok üstüne çıkıyor. 1980 yılında prime-rate, yani büyük bankaların, en büyük ve ödeme gücü yüksek şirketlere borç verirken uyguladığı faiz oranı yüzde 10’un altına hiç düşmüyor. Bir ara yüzde 20 gibi ABD’de görülmemiş bir düzeye bile çıkabiliyor. Bu yüksek faiz oranlarının özel sektör yatırımları üzerinde olumsuz bir rol oynadığını rahatlıkla söylemek mümkün. Çünkü ABD’de şirketler yatırımlarını büyük çapta krediye dayanarak yapıyorlar. 1979’da tüm şirketlerin borcu 1 trilyon dolara yükselirken, bu şirketlerin ödediği faiz 115 milyar doları buluyor. 5 Mevcut finansman kaynaklarının kıt olması ve büyük tekellere kayması sonucunda orta ve küçük firmaların iflasına ve bunların büyük şirketler tarafından satın alınmasına neden oluyor. 6

Tablo 1

1980 bütçesi 73.6 milyar dolar bir açıkla kapanıyor. Kişilere yapılan transfer ödemeleri, işsizlik tazminatlarını, ihtiyarlık, malullük harcamalarını, vs. de içeriyor. 1960’da federal hükümetin harcamaları içinde borç ödemelerini de içeren transfer ödemelerinin payı yüzde 20 iken bu oran devamlı yükselerek 1974’de yüzde 34’e, 1980’de yüzde 49’a ulaşıyor. 7 1980’lerde iktidara gelen Reagan’ın, ekonomiyi canlandırmak kisvesi altında, düşen kâr oranlarını yükseltmek amacıyla, savaş sanayiine harcanan paraları kısıtlamak yerine, vergileri indiren, sosyal harcamaları kısıtlayan bir politika yürütmesine rağmen dev bütçe açıklarının gittikçe arttığı görülüyor.

Bütçe açıklarını, kapitalist sistemin jandarmalık yapma görevini üstlenmesine karşılık olarak, sistemin diğer ülkelerine ödettirme yolunu, ABD yüksek faiz uygulamasıyla buluyor. Böylece ABD bütçesi, özellikle Japonya ve Batı Avrupa sermayesi tarafından finanse ediliyor. Yalnız 1984 yılında ABD’ye gelen 840 milyar doların yarısını Batı Avrupa sağlıyor. ABD’yi bu duruma getiren en önemli neden her yıl bütçesinden ayırdığı milyarlarca doları savaş sanayiine harcaması. Araştırma ve geliştirme harcamaları dahil yatırım fonlarını emen savaş sanayi yüksek kâr oranları ile ABD ekonomisini sürüklemesine sürüklüyor ama bir yandan da sivil ekonominin zayıflamasına neden oluyor. Sonuçta ise gerek iç pazarını gerekse dış pazarları rakip emperyalist devletlere kaptırıyor. (Bkz. Tablo-3)

1945’te Hazine bültenlerine göre silahlanmaya harcanan para 90 milyar dolar. Yani 1939 yılının ABD ulusal gelirinin yüzde 90’ına eşit. 1938’de II. Dünya Savaşı’ndan önce işsizlik oranı yüzde 17.2. Bu rakamı savaş sonraki yıllarda işsizlik oranı ve savunmada çalışan kişiler (memurlar, işçiler) toplamıyla karşılaştırınca birbirine çok yakın rakamların bulunması insanı şaşırtmamalı. Çünkü II. Dünya Savaşı sırasında ABD’de yoğun bulanan işsizlik, savaş sanayi tarafından emiliyor. Nitekim II. Dünya Savaşı’na girmeme eğiliminde olan halkın fikrini değiştirmek için, yoğun bir işsizlik karşısında çaresizlikten kıvranan Başkan Roosewelt, Japonlar’ın Pearl Harbour baskınından haberi olmasına rağmen, bombardımana karşı hiçbir tedbir almıyor ve Pasifik donanmasının yokolmasına seyirci kalıyor.

Federal devlet harcamalarının yarısından çoğu askeri amaçlı (milli savunma harcamaları, Nasa, askeri emeklilere harcamalar, dış ilişkilerin bir kısmı vs.) harcamalar oluyor. Devlet bu harcamaların çok büyük bir kısmını, askeri mal üreten büyük şirketlerle tek tek ilişki kurarak tamamen tekel koşulları altında yapıyor. Sayıları 100’ü geçmeyen bu firmalar içinde Mc Donald Douglas, General Dynamic, General Electric, Tenneco ve Rayheon gibi dev şirketler de bulunuyor. Bu şirketlerin yöneticileri arasında çok miktarda eskiden Pentagon’da görev yapmış generaller de var. Örneğin eski Dışişleri Bakanı General Haig bir helikopter firmasının temsilcisi olarak sık sık Türkiye’ye geliyor. 1980-86 seneleri arasında ABD’de silahlanma harcamaları ortalama yüzde 15 büyürken, sivil kesime ayrılan paralar azalıyor. Daha sonra SSCB’nin barış politikasının kabulü ile denge biraz olsun düzeliyor ama bu da işsizliğin artmasına neden oluyor. ABD ekonomisinde işsizlik oranını yüzde 4.5’la sınırlamak hayal oluyor.

Ödemeler dengesi

1983 yılının sonunda ABD tüm dünyadan 106 milyar dolar net alacaklı durumdaydı. 1985 yılının sonunda 120 milyar dolar borçlu duruma düştü. Buna karşılık Japonya’nın da tam o kadar net alacaklı duruma geçmesi oldukça ilginç bir durum yarattı. 8 (Bkz. Tablo-4)

1988 senesinde ödemeler dengesi açığı 144.3 milyar dolara ulaşırken toplam borç 322 milyar doları buluyor. 1990 senesinin sonunda toplam borç 620 milyar dolar. Bu inanılmaz rakam, ABD tekellerinin dünyanın çeşitli yörelerinde yaptığı yatırımlardan elde edilen gelirler ve yapılan lisans anlaşmalarından gelen kârlara rağmen oluşuyor. Ödemeler dengesindeki açığın dış ticaret dengesindeki olumsuzluklardan kaynaklanmasına rağmen askeri harcamaların da bu açıkta önemli bir rol oynadığını kabul etmek gerekiyor. Kapitalist sistemin bekçiliğini yapan ABD, dünyada kendisine çok pahalıya malolan bir askeri üsler ağı kurdu ve pek çok ülkenin savunma masraflarını üstlendi. Vietnam harbinden bu yana devamlı yükselen bu masrafları karşılamak için dış dünyaya büyük miktarda dolar akıtmak zorunda kaldı. Nitekim bekçiliğini bu kurduğu sistem vasıtasıyla devam ettirmek isteyen ABD, Körfez krizinden sonra yapılan NATO’nun Brüksel’deki Savunma Planlama Komitesi bakanlar toplantısında, NATO’dan başka bir Avrupa askeri örgütü görmek istemediğini, müttefiklerin homurdanmaları arasında kabul ettirdi. ABD çok iyi biliyor ki, bugün gerek F. Almanya gerekse Japonya ulaştıkları üstün teknolojik seviye ile ABD’ye eşdeğer bir ordu kurabilirler. O zaman da ABD’nin dünya patronluğu bittiği gibi bu ülkelerden gelen ve ekonomisini ayakta tutan paralar da sona erer.

1960-80 arasında dünyanın en büyük 12 şirketinin toplam satışları içinde ABD şirketlerinin payındaki düşmelere çeşitli sektörlerden örnekler aşağıdadır. 9 (Bkz. Tablo-6)

ABD şirketlerinin pazar payları bir süre daha azalmaya devam edecek. Havacılık endüstrisi, telekomünikasyon ve bilgisayar teknolojileri haricindeki birçok sektörde yüzde 25-35 arasında kalma olasılığı çok yüksek. Birçok sektörde, Ortak Pazar artı Japonya’nın payı ABD payını doğal olarak geride bırakacaktır. Uluslararası tekelleşme eğilimi sonunda ABD’nin eski üstünlüğünü korumasına olanak yok. Kapitalist pazarlar içinde ABD’nin payı giderek dörtte bir civarına düşecektir. 10

Bu durumda tekrar ödemeler dengesi açığına dönersek asıl sorunu dış ticaret dengesinde görmemiz mümkün olur. Özellikle 1971’den bu yana ticaret dengesi devamlı olarak açık veriyor. 1980’lerde bütçe açıklarını kapatmak amacıyla ABD’de oluşan yüksek faiz oranı, ABD’ye olan sermaye akımını hızlandırırken doların yaklaşık yüzde 20-25 oranında aşırı değerlendirilmesi sonucunu da birlikte getiriyor. Bütün dünyada gerileyen iç talebe karşılık 1982-85 döneminde ABD’de iç talep hızla artıyor. Bu durum, ABD’ye sermaye akımının yanısıra mal akımının da hızlanmasına yolaçıyor. İhracat gerilerken, ithalat artıyor ve 1984 senesinde dış ticaret açığı 123.3 milyar doları buluyor. Doların aşırı değerlendirilmesi Avrupa’nın ihracatının yüzde 20-30 oranında daha ucuz olmasına ve 1983-84 döneminde İngiltere’nin ABD’ye olan ihracatının yüzde 22, F. Almanya’nın ise yüzde 49 oranında artmasına neden oluyor. 11 Bunun yanısıra ABD’nin gelişmekle olan ülkelerden yaptığı ithalat da yüzde 35 oranında artıyor. 12 Bu durumda enflasyon oranının düştüğü görülüyor. 1985 yılında ABD’nin dış ticaret açığı 125-130 milyar dolarken, Almanya’nın 30 milyar dolar, Japonya’nın 60 milyar dolar dış ticaret fazlalığı oluşuyor. 1985 Eylülü’nden itibaren dolarda hızlı bir değer kaybı başlıyor. Doların düşüşünü, 5 büyük kapitalist ülke, bu dengesizliği giderebilmek için hep beraber tezgahlıyorlar. Eylül 1985 – Nisan 1986 arasında dolar Mark ve Yen’e göre yüzde 40 değer kaybediyor. Beklenen ABD sanayiinin rekabet olanaklarına kavuşması. Ama bu gerçekleşmiyor. Askeri harcamalardan bunalan ABD, ekonomisinin teknolojik geriliğinin cezasını çekmekten kurtulamıyor. ABD’nin dış ticaret açıkları artmaya devam ediyor. Japonya ve Almanya yüksek verimlilik nedeniyle çok yüksek kâr marjlarından biraz fedakarlık yaparak rekabeti sürdürmeye devam ediyorlar. Üstelik petrol fiyatlarındaki düşüş bu ülkelerin ithalatında büyük tasarruf yapma olanağı veriyor. Bu durumda ABD isteği olarak Almanya ve Japonya’nın iç taleplerinin geliştirmesi gereği ortaya atıIıyor. 13 Ve 7 büyük kapitalist ülke başkanları bu sorunları çözebilmek için her sene yaptıkları toplantılarına devam ediyorlar. Kısır döngü, doların yükselmesi-alçalması olarak günümüze dek sürüyor. Ama asıl derinde yatan, ABD ekonomisinin yapısal sorunları, olduğu gibi duruyor.

Bu soruna geçmeden önce geniş bir parantez açarak, ABD’de cari ödemeler dengesinin çok büyük açıklar vermesine rağmen, doların nasıl değer kazandığını göstermek gerekiyor. Bu aynı zamanda Gelenek’in 32. sayısında yayınlanan Ortadoğu ile ilgili yazıya katkı da olacaktır.

ABD, Vietnam Savaşı’ndan sonra ihtiyacı olan malları ithal edecek para bulamıyor ve dış dünyaya borçlanıyor. 14  Ancak ABD borçlandığı parayı, yani doları istediği zaman üretebilen bir ülke. Çünkü kendi parası. Ayrıca uluslararası döviz olarak dünya piyasalarında geçen para da, dolar. Ama ABD’nin önünde bir tek sorun var ki bunun çözülmesi gerekiyor. Bu da doların altın karşılığı olarak piyasaya sürülmesi gerektiğinden doların arzını sınırlandırmasıydı. Kapitalist sistemin dünya piyasalarındaki para ihtiyacının yeterince karşılanmaması nedeniyle ABD dolar üzerine artan baskıları kırabilmek için dolarla altının bağını koparıyor ve paraların kurlarını piyasa mekanizmasına terkederek, sabit kurlara son veriyor. Ne Alman Markı ne de Japon Yeni uluslararası piyasanın ihtiyacı olan para olarak görev yapmaları mümkün olmadığından doların hakimiyetini kabul etmek zorunda kalıyorlar. ABD’nin dış borçları karşılığında yaratılan dolarlar, euro-dolarlar dünya piyasasının gerekli kaynağını oluşturmaya devam ediyorlar. Uluslararası likidite artışındaki doların kaynağı 1970-75 döneminde yüzde 46’sı ABD ödemeler dengesindeki açıktan, yüzde 29’u ise euro-dolar ihracından oluşuyor. Bu dönemde 148.9 milyar dolarlık bir uluslararası likidite artışı olmuşsa bunun dörtte üçü bu kaynaklardan geliyor. 1965-69 seneleri arasındaki likitide artısının 9.1 milyar dolar olduğunu düşünürsek, yeni dönemde uluslararası piyasanın nasıl paraya ihtiyacı olduğunu rahatlıkla görebiliriz. 1980’lerin ortasına kadar uluslararası para ihtiyacının yüzde 73-81’ini dolar karşılıyor. Bir başka deyişle ABD dışında yaratılan dolarlar, ABD içinde yaratılan dolarların neredeyse iki katına ulaşıyor. Böylece uluslararası piyasada ABD’nin üstünlüğünü sağlayan doların önemi ortaya çıkıyor.

Bilindiği gibi 1970’lerde petrol krizi ve petrol fıyatlarının yükseltilmesiyle sonuçlanan İsrail-Arap savaşı kasten çıkarılmış bir savaştı. Çünkü dolar arzını kontrol etmeyi elinden kaçırmak üzere olan ABD olayın sadece ekonomik sonuçları açısından değil, uluslararası likitideyi kendi siyasi ve ekonomik amaçları için de kullanma olanağını yitirmeye başladığını görerek bu petrol numarasını planladı.

ABD’nin petrol üretimini ve pazarlamasını OPEC’e rağmen kontrol ettiği bilinen bir gerçek. Ama bu mekanizmayı işletebilmek ve aşırı dolarla dolan uluslararası piyasada dolar kıtlığını yaratabilmek için bir krize ihtiyaç vardı. Petrol fiyatları yükselince çoğu ülkeler açık verecek, dolar aramak zorunda kalacaktı. Bu durum da ABD’nin elinde, dünya egemenliğini sürdürebilmek için bir araç olmaktan öte Ortak Pazar ve Japonya’yı da dize getirmek için önemli bir fırsattı. Petrol alabilmek için ülkeler dolar bulmak zorundaydılar. Burada şu noktaya önemle parmak basmak gerekiyor. Eğer dünyada dolar bolluğu olmasa idi, OPEC’in petrol fiyatlarını kısa zamanda 4 kat yükseltmesi mümkün müydü? Buna karşılık ters bir soru daha. Petrol fiyatları yükselmeseydi, ABD elinden kontrolünü kaçırdığı dünya para sistemini yeniden doların egemenliğine alabilir miydi?

Özellikle petrol ithal eden gelişme yolundaki ülkelerin ödemeler dengelerinde ortaya çıkan açıklar dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük borçlanma olayını yaratıyor.

Sadece petrol fiyatlarının yükselmesi değil, buna bağlı olan ve olmayan genel dünya fiyatlarının özellikle mamul mallar fiyatlarının, yükselmesi de ülkelerin ödemeler dengelerini temelinden sarsıyor. (Bkz. Tablo-5)

Her ülke, görülmemiş biçimde döviz ve kredi aramaya başlıyor. Özellikle petrol faturalarını ödemek için dolar aranıyor. 1973’den 1979’a kadar altı yıl içinde borçlar 3 kat, on yıl içinde ise 5 kat artıyor. Bu dolar arayışı petrol krizinden önce yaratılmış bulunan euro-dolar piyasalarını aşırı harekete geçirdiği gibi resmi kuruluşların ve klasik fınans merkezlerinin de bu alana girmelerine yolaçıyor. Uluslararası banka kredileri ve bono ihracı 1975’den 1982’ye kadar yılda ortalama yüzde 23 oranında artıyor. Bu dolarlar Suudiler’e, Kuveyt’e ve diğerlerine ödeniyor ve bunlar da dolarlarını tekrar uluslararası para merkezlerine sevk ediyorlar. Ancak tüm petrol dolarları uluslararası serbest piyasaya gitmiyor. Bu petro-dolarların önemli bir kısmı da doğrudan doğruya ABD hazine tahvillerine ve Amerikan savaş sanayiinden silah almaya tahsis ediliyor. ABD 1980’lerin ilk yarasında doları tekrar dünyaya hakim kılarak kapitalist sistemin tartışılmaz lideri olduğunu ilan ediyor. Böylece kendi yaşamının bedelini sisteme ödettiriyor. Bu durum ne kadar sürecek? ABD dünyaya dolar akıtmaya devam ederken, bu parayı emen uluslararası piyasaya talep nerden geliyor? Bu para talebinin büyük bir kısmı ticaretin artışından kaynaklanmıyor. Çünkü dünya ticareti ve ticaretin kaynaklandığı dünya hasılası, bu para artışını açıklayamayacak kadar sınırlı. Bu artışın veya gündelik muamelelerin yüzde 3-5’lik bir kısmı ticareti karşılamaya yeterli oluyor. Geri kalan büyük talep ise devletlerin ve çokuluslu şirketlerin borçlanmaları için yaratılan kredi mekanizmalarını beslemeye yönelik olarak ortaya çıkıyor. Uluslararası borçlar 1970’den 1984’e kadar 30 kat artarken, dünya ticaretinin değeri 5 kat artıyor. Dünyanın toplam döviz muamelelerinin günlük değeri 1984’de 300 milyar dolara yükseliyor. Bankalar kısa vadeli borç alıp uzun vadeli borç verdiklerinden kendi aralarındaki döviz muamelelerini de 1970’den 1984’e kadar 30 misli artırıyorlar. Böylece toplam döviz muamelelerinin yüzde 95’i bankalar arasındaki ilişkilerden doğarken, ticaretten doğan muameleler toplamın yüzde 3’ünü oluşturuyor. Toplam dünya borçları, bankalar arası borçlar dahil olmak üzere, günümüzde 3 trilyon dolara tırmanıyor. Bu inanılmaz rakamın yüzde 4’ü olan 120 milyar dolarlık kısmı hergün ödenmesi gereken miktarı oluşturuyor. Bu rakamların yanında ABD’nin günlük bütçe açığının 500 milyon dolar olması, bugünkü durumda ABD’nin dengesini korumaya neden oluyor. Böylece uluslararası piyasanın dolar açlığı doların değer kazanmasına yolaçıyor. Bu durum ne zamana kadar sürebilir? Kapitalist sistemde doların yerini alabilecek yeni bir para birimi ortaya çıkıncaya kadar mı? Acaba, 1992’den sonra Ortak Pazar ülkelerinin tek para birimi olacak ECU’nun dünya piyasalarında yaşam şansı ne olacaktır? Bu geniş parantezi kapatarak artık ABD’nin yapısal sorunlarına geçebiliriz. Amerika’da çalışan bilgisayar ve elektronik mühendisi Çağatay Koç, İ. Soysal’a yazdığı mektubuna şöyle devam ediyor:

“Amerikan ekonomisi kendi kuyusunu kendisi kazdı. Ucuz emek gücü için Güneydoğu Asya’ya ve dünyanın çeşitli ülkelerine teknoloji ihraç etti. Bugün artık Amerika içinde yerli imalat diye pek bir şey kalmadı. Salt silah imalatı ile de bu ülkenin ekonomisini ayakla tutmaya olanak yok. Teknoloji transfer eden ülkelerin işadamları şimdi Amerika’yı kendi silahlarıyla yani teknoloji ile vuruyorlar. Amerikan piyasasını hemen her malın daha kaliteli taklitleri kapladı, üstelik daha da ucuza geldikleri için gümrük sınırları falan rahatlıkla deliniyor.”

Bu duruma gelen Amerikan ekonomisi 1920’den bu yana yapısal olarak çok büyük değişikliklere sahne oluyor.

Tablo 2

Devlet sektörünün payı ise 1920’de yüzde 5 iken 1980’de yüzde 18’e çıkıyor. Devletin ekonomi içindeki rolü artarken yarattığı istihdam ile işsizlik sorununa bir ölçüde çözüm getiriyor. Hizmetler sektöründeki bu patlamanın yanısıra birçok sanayi dalı eski önemini kaybederken ortaya yeni sanayi dalları çıkıyor. Teknolojilerin geliştirilmemesi nedeniyle gittikçe kâr oranları düşen sanayi dalları yavaş yavaş kapanırken bu dallarda yapılan imalatın yerine ithalat ikame ediliyor. 1972’den beri ABD’de daktilo, çivi, dikenli tel imal edilmiyor. Bazı sanayi dallarında ise rekabet olanağı zayıf olan firmalar, maliyet avantajından yararlanmak için, ürettikleri malları yarı mamul olarak yurtdışında sahip oldukları firmalara gönderiyor, daha sonra ise mamul olarak tekrar ithal ediyorlar. Bu işlemlerin hacmi 1982’de 18 milyar dolar iken, 1984’te 28 milyar dolara çıkıyor ve yaklaşık imalat sanayi ithalatının yüzde 10’una ulaşıyor. 15 Bazı sanayi dallarında ise düşen kâr oranlarına rağmen fabrikaların kapatılması mümkün olmuyor. Örneğin, otomotiv sanayii. Ancak kapatılmama, işçi çıkarmayı engellemiyor. Otomotiv sanayiinde işsizlik oranı ürkütücü bir boyutta kalıyor. Bu dalda her dört çalışandan biri 1980’de bile işsiz kalıyor. ABD’de ortalama işsizlik oranı yüzde 6 iken, bu dalda işsizlik oranı yüzde 25’e çıkıyor. Özellikle 1990 senesinde tüm otomotiv dalındaki dev firmaların zararı milyarlarca doları buluyor. ABD’de üç dev firma var. Kesinlikle tekelleşmiş bir sektör. Fakat ABD piyasasında üç değil, bir düzineyi aşkın firma rekabet halinde: Japonya’nın Toyota, Nissan-Datsun ve Honda firmaları; Avrupa’nın Peugot-Renault, Citroen, Fiat, Volkswagen, BMW, Audi, Mercedes, Volvo-Saab firmaları…

Ama yalnız otomotiv sanayii bu durumda değil, çelik sanayi de aynı sorunlarla karşı karşıya. 1980 yılı sonunda ABD çelik sanayi toplam kapasitesinin yüzde 53’ü ile çalışıyor. Bu sanayii dalındaki en büyük Amerikan tekeli United States Steel Corp. birçok işyerinde üretimi durduruyor. ABD şirketleri, Ortak Pazar ve Japon şirketlerinin rekabeti karşısında devletten yardım istiyorlar. Devlet korumacılığa karşı çıkıyor. Rekabet karşısında zarar eden şirketlerin sermayelerini başka dallara aktarmasını istiyor. Ama yine de zor durumda olan otomotiv, çelik, gemi inşa sanayileri gibi sektörlerin korunmasından da vazgeçemiyor. Dallar arasında sermaye akışını tekelleşme döneminde çözmek çok zor. Çünkü işletmelerin ölçüsü büyüyüp sabit sermaye kısmı artınca, sermayenin sanayide iş ve alan değiştirme olanağı kalmıyor; milyarlarca dolar değerindeki makinelerin hurdaya çıkartılması mümkün değil. Ayrıca ortaya çıkacak muazzam işsizlik sorununun da çözümsüzlüğü ortada. Bu arada, tekeller her malın piyasasını aralarında paylaştıklarından, üretim dalları arasında yer değiştirmek isleyen firma girmek istediği sanayi dalında üretim yapan tekel tarafından engellenir. Ama bir ekonomide hiçbir üretim dalında devamlı zarar edilmesine tahammül edilemez. Bunun için büyük tekellerin hakim olduğu bir dalda bunalım olunca siyasi iktidar, ilkönce büyük çapta kredi açar, üretilen mallara pazar bulmaya çalışır. Firmaların malları satılsın diye diğer ülkelere kredi açıldığını da sık sık görmek mümkündür. Büyük tekellerin siyasi yaşama etkileri bu nedenle çok önem kazanır.

Tekelci dönemde, rekabetçi dönemin tam tersi olarak, rekabet karşısında gerilemekte olan eski sanayilerin boş bıraktığı kaynakların otomatikman yeni ve dinamik sanayi kolları tarafından kapışılmasını, eski sanayilerin gerilemesi ile ekonomide doğan boşlukların yeni ve dinamik sanayi kolları tarafından doldurulmasını beklemek abesle iştigal olur. Bu durumda bulunan ABD ekonomisinde, yabancı firmaların iç pazarda daha ucuza mal sunmaları ödemeler dengesinde dev açıklar ile işsizliği getiriyor. Artık son olarak, ABD ekonomisini bu duruma getiren “kâr oranlarının düşüşü”nü incelemeye sıra geliyor.

ABD ekonomisinde kar oranlarının düşüşü 16

ABD ekonomisinde kâr oranlarının düşüşü önemsiz dalgalanmalarla devamlı bir eğilim olarak görülüyor. 1965 ile 1975 arasında yüzde 16’dan yüzde 6’ya iniyor. Kârlılık oranının düşmesi, ABD ekonomisinin yapısal bunalımının bir yansıması.

Tablo 3

Finans şirketlerinin dışındaki yurtiçi Amerikan şirketlerinin ürettikleri her 100 dolarlık mamulden elde ettikleri net kârlar, seneler itibariyle şöyle: 17 (Bkz. Tablo-7)

Bu durumun nedenlerini araştırırken çok ilginç bir nokta ortaya çıkıyor. ABD ekonomisi, diğer kapitalist ülkelerden farklı olarak, teknolojik gelişmeye harcanan fonların büyük bir kısmını askeri alanlara ayıran bir ekonomi. 18 (Bkz. Tablo-8)

Sivil ekonominin teknolojik dinamiğini silah sanayi belirliyor. İşte bu özellik ABD ekonomisinin Japon ve Ortak Pazar ekonomilerine göre en büyük zayıflığı. Çok kez sivil ekonomisini yenilik gereksinmesi, silah sanayiindeki yeniliklere uygun düşmüyor. 1970 yılında, yiyecek, petrol, tekstil, kağıt, lastik, taş, cam, metallerin toplamına harcanan araştırma ve geliştirme fonlarının toplam fona oranı ancak yüzde 10 gibi son derece düşük bir rakam. Sivil ekonomiye mal üreten kesim ne yüksek bir verimlilik artışı gerçekleştirebiliyor ne de (hizmetler ve kamuya mal satan kesimin tersine) ürettiği malların fiyatlarını yeterince yükseltebiliyor. Bu durumda kapasite oranı düşüyor. 1966’da imalat sanayiindeki sözkonusu oran yüzde 91.9 iken 1971’de yüzde 75’e kadar iniyor. Oysa devlete mal satan şirketlerde büyük fiyat artışları gerçekleşiyor. İşte tüm bunların altında yatan nedeni aramak istersek, ABD ekonomisinde prodüktivite artışlarına bir gözatmak gerekiyor. 1970-80 arasında düşüş aşağıdaki rakamlarda bariz bir şekilde gözüküyor. 19 (Bkz. Tablo-9)

1960’lı yıllarda ortalama 2.6 olan senelik prodüktivite artışı 1970-80 arasında 0.5’e, 1973-80 arasında ise 0.3’ün altına düşüyor.

1965-79 arasında 14 yıllık bir prodüktivite artışı, 1948-65 döneminin ortalamasının ancak yarısına eşit. 1973-79 arası ortalaması ise, önceki dönemin beşte birine bile varmıyor. 1930’ların depresyon yıllarında bile prodüktivite artışı bu denli yavaşlamamıştı.

Şimdi gelelim ABD’nin diğer ülkelere göre prodüktivite artış oranlarını mukayese etmeye; (Bkz. Tablo-10)

Birçok sanayi dalarında prodüktivite artışlarını yükselten ülkelerin ABD pazarlarında olduğu gibi, dünya pazarlarında da söz sahibi olmaları ABD ekonomisi açısından olumsuz etkiler yaratıyor. Özellikle eski sanayi dallarındaki bu durgunluk gün geçtikçe ABD ekonomisini yıpratıyor.

Bu durumda ABD ekonomisinin diğer ülkelerle olan rekabetine engel olan durumun yüksek işçi ücretleri olduğunu iddia eden varsayımlar da geçersizdir. Çünkü gelişmiş kapitalist ülkeler arasında hem reel hem cari ücretlerin en az arttığı ekonomi ABD ekonomisidir. Örneğin: 20

Tablo 4

Son zamanlarda Ortak Pazar’ın özellikle Japonya’nın ABD’ye yaptıkları yatırımlar bu rakamları doğrulamaktadır. Nitekim, 1980 yılını 100 baz almak şartıyla 1987 senesinde,

Tablo 5

Bu ramakları toplam kapitalist ülkelerin imalat sanayi maları ihracında ABD’nin hızla düşen payı, ABD’nin açık veren dış ticaret dengesi ve yüksek teknolojik içeriği olan Japon mallarının ABD’yi istilası ile birleştirmek dünyadaki olayları anlamayı kolaylaştırıyor. Bugün ABD ekonomisinin sivil kesiminin büyük bir teknolojik tıkanıklık içinde olduğunu rahatlıkla gözlemek mümkün.

Sonuç: Körfez krizi

Yine İlhami Soysal’ın aynı yazısında, New York’tan telefon eden bir yakını şöyle diyor: “Körfez krizi olmasaydı Amerika hapı yutmuştu. Ama, Amerikan ekonomisini Körfez krizi de kurtaracağa benzemiyor. Benzine 20 sent zam yaptılar, yer yerinden oynadı. Grevler, gösteriler. Polisler gaz bombaları atarak protestocuları güç önlediler. Ama her an yeni boykotlar, protestolar başgösterebilir. Türkiye’den gelen gazetelere bakıyorum, siz hiç aldırmıyorsunuz, Amerika’nın bu ekonomik krizine. Körfez krizinden önce Manhattan’daki silah fabrikalarından Ağustos başına kadar sürekli işçi çıkarıyorlardı. Körfez krizi başladı da işten çıkarılanların bir kısmım geri aldılar. Yoksa dumandı Amerika’nın hali, duman.”

Saddam İran’a niçin saldırdı? Arkasında hangi güçler vardı? 9 sene süren savaş boyunca onu gerek silah açısından, gerek ekonomik açıdan kimler destekledi? Her iki tarafa seneler boyunca silah satan savaş sanayicileri Körfez krizi sırasında neredeydiler?

Saddam, İran savaşından sonra, son derece güçlü silahlarla donanmış bir orduya sahip olmasına rağmen 75-80 milyar dolar bir borçla karşı karşıya kalıyor. Savaş sırasında ona devamlı para desteğinde bulunan Arap ülkeleri, özellikle Kuveyt ve Suudi Arabistan borçlarını geri istemeye başlıyorlar. Hatta kredilerini bile kesiyorlar. Zor durumda kalan şaşkın Saddam eski efendileri tarafından mükafatlandırılacağına, cezalanmakla yüzyüze geliyor. Borçlarını ödemek için petrol fiyatlarının yükseltilmesini talep ediyor. Ama petrol fiyatlarını daha da düşüren Arap şeyhleri Saddam’ı daha da köşeye sıkıştırdılar. Halta daha ileri giden Kuveyt Irak’la kendi arasındaki sınırda bulunan tarafsız Rumalia bölgesinde gizli gizli petrol çıkarmaya devam ediyor. Irak’ı kışkırtmak bununla da kalmıyor. ABD’nin kendi ekonomisine canlılık getirmek, petrol bölgesinde hakimiyetini perçinlemek için hazırladığı senaryoya uygun olarak bölgedeki savaş planlarını yaşama geçirebilmek için Fransa’nın bıraktığı boşluğu doldurma çabasına girerek Saddam’la ilişkilerini canlandırmak yoluna gidiyor. Senatörler, Dışişleri yetkilileri Bağdat’ı sık sık ziyaret ediyorlar. Dışişleri, Irak’ın herhangi bir hareketinin tarafsız kalacağını Saddam’a hissettirmek için beyanatlar bile vermekten çekinmiyor. ABD’nin Irak Büyükelçisi April Glaspie, Saddam’la yaptığı görüşmede Araplar arası ihtilaflara ABD’nin karışmak istemediğini kesin bir dille açıklıyor. Daha sonraki açıklamalarda Devlet Başkan Yardımcısı Tarık Aziz, ABD’nin Irak’a, Kuveyt’e saldırması için yeşil ışık yaktığını inkar ediyor ama bunu kabul etmesi ondan beklenir mi? 1 Ağustos’ta Irak ile Kuveyt arasındaki görüşmeler sırasında her iki taraf sanki anlaşmak istemiyorlarmış gibi birbirlerine karşı çıkarak toplantıyı yarıda kesiyorlar. Kuveyt kime güvenerek güçlü bir orduya sahip Irak’a hayır diyebiliyor? Irak kime güvenerek, dünya kamuoyunu karşısına alacağını bilerek hayır diyebiliyor? ABD ise her zamanki gibi senaryoyu hazırlayıp sonunda müdahale etme taktiğini güdüyor. 21 Bu senaryo daha önce de Ortadoğu’da oynanmıştı. Gelenek‘in 32. sayısında eski senaryoyu hazırlayan Kissenger’ın oyunlarını açıklamaya çalışmıştım. Aynı senaryo bir defa daha gündeme giriyor. 2 Ağustos’ta Irak Kuveyt’i işgal ediyor. ABD hemen müdahale etmeye başlıyor. Manhattan’daki silah fabrikaları çalışmaya başlıyor. Dünya piyasasına çıkan en son modern silahlar peş peşine ülkelere satın almaları için sunulmaya başlıyor. Binlerce Iraklı’nın ölümüne neden olan bombardımanlar sırasında bu tür silahların özellikleri iletişim araçları vasıtasıyla dünya kamuoyuna sunuluyor. Nitekim savaş sonrası uçak ve patriot füzeleri siparişleri ön planda geliyor. ABD’nin Körfez’in güvenliği için Bahreyn adalarını seçmesi tarihi bir tesadüf olmuyor.

Yazıyı bitirmeden son bir soru: SSCB Brejnev dönemindeki gibi emperyalist sistemin saldırgan politikalarına karşı duran bir sosyalist ülke olsaydı, Körfez’de savaş olur muydu? 

Tablo 6

Tablo 7

Tablo 8

Dipnotlar

  1. “Stalinizm”, İbrahim Seven, Zafere Doğru Yay., s. 38.
  2. “Economic Indicators 1977-80”, Nakleden Kemal Çakman, “Amerikan Ekonomisi Üzerine Gözlemler”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, Cilt II, sayı 1, s. 127, 1981.
  3. Şebnem Atiyas, Cumhuriyet Gazetesi, 1991.
  4. “Stalinizm”, İbrahim Seven, Zafere Doğru Yay., s. 38.
  5. “U. S. Federal Trade Comission Annuel Report 1979”, NakledenKemal Çakman, “Amerikan Ekonomisi Üzerine Gözlemler”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, Cilt II, sayı 1, s. 152, 1981.
  6. The Joint Economic Comittee of the US Congress, “The 1980 Joint Economic Report”, a.g.e., s. 130.
  7. Economic Indicators 1970-75-80, a.g.e., s. 128.
  8. “Stalinizm”, İbrahim Seven, Zafere Doğru Yay., s. 38.
  9. National Planning Assoc., “New International Realities Vol. 3”, No: 1, 1978, nakleden Kemal Çakman, “Amerikan Ekonomisi Üzerine Gözlemler”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, Cilt II, sayı 1, s. 132, 1981.
  10. a.g.e., s. 134.
  11. Ventriss C., “Americain Federal Deficits and its International Economic Effects”, Int. J. of Pub. Adm., 1986, Milliyet Gazetesi, 1986.
  12. OECD Obsever March 1986, s. 3-9, Milliyet Gazetesi, 1986.
  13. Seyfettin Gürsel’le Cumhuriyet Gazetesi’nde yapılan söyleşi, 1986.
  14. Aşağıdaki bilgi ve yorumu daha ayrıntılı olarak E. Türkcan’ın çalışmasında bulmak mümkün. Benim yaptığım sözkonusu çalışmanın bir özeti sayılabilir. (Bkz. E. Türkcan, “Quo Vadimus”, Y. Küçük içinde)
  15. Milliyet Gazetesi, 1986.
  16. Economic Indicators 1979; nakleden Kemal Çakman, “Amerikan Ekonomisi Üzerine Gözlemler”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, Cilt II, sayı 1, s. 127, 1981.
  17. “Economic Indicators”, Aralık 1980, s. 3, a.g.e., s. 139.
  18. Ergun Türkcan, “Quo Vadimus” içinde, Y. Küçük, Tekin Yayınları, s. 306.
  19. “Economic Indicators 1980”, s. 16, a.g.e., s. 143.
  20. “Stalinizm”, İbrahim Seven, Zafere Doğru Yayınları, s. 40.
  21. “Körfez’in Kutsal Adakları”, O. İyiler, s. 120-127, Akyüz Kitabevi.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×