Türkiye’de Faşizm Saptamaları
“Türkiye’ de faşist hareket belli bir yükseliş eğiliminde ve bunun sınıflar mücadelesinde birtakım siyasi-ideolojik karşılıkları var.” Herhalde siyasi gelişmelerden siyasi sonuçlar üretme yeteneğini yitirmemiş aklıbaşında hiçbir solcu bu saptamayı reddetmeyecektir. Ama sıra, “Türkiye’ de saf anlamıyla faşizm yükseliyor ve bunun devlete-sınıfsal hegemonya mekanizmalarına dönük karşılıkları var” türünden saptamalara geldiğinde işler karışmaktadır.
Örneğin, bu saptamanın bir parçası olarak Türkiye’ deki burjuva devlet yapısına “faşist diktatörlük” adı verilmesi gerektiği ileri sürülebilmektedir. Faşist ideolojinin (ve daha çok da onun milliyetçi-şoven görünümünün) toplumda kazandığı mevzilerin tartışılmasıyla, devletteki faşizan yapılanmaların geldiği düzeyin tartışılması birbirine karıştırılmakta, marksizmin devlet ve sınıflar analizinin üstünden atlanarak kolaycı formülasyonlara gidilmektedir.
Bu yazıda faşizmin devlet-ideoloji bağlamında nereye denk düştüğünü ve Türkiye’ deki son gelişmeleri tartışarak, söz konusu kolaycı formülasyonlara karşı bir yaklaşım geliştirmeye çalışacağım.
Konuya “devlet biçimleri” tartışmasıyla bir giriş yapmak mümkün 1 . Marksizmin klasik metinlerinde, burjuva devletin sınıflar mücadelesinin seyri içinde aldığı biçimlere dair somut analizler önemli bir yer tutar. Egemen sınıfın örgütlenmiş zor aygıtı olarak tanımlanan devlet, bu özünü doğrudan yansıtmayan, kimi dolayımlardan geçen farklı biçimlere bürünür. Bu biçimler, her ulusal ölçekte sınıflar mücadelesinin ve onun sonucundan türeyen konjonktürel siyasi dengelerin bir ürünü olarak oluşur. Biçimsel görünüm sınıfsal özün hem bir ifadesi, hem de mümkün olduğunca gizlenmesidir. En fazla gizlenebildiği görünüm burjuva devletin “demokratik” biçimlerine denk düşerken, bu özü en çıplak haliyle ifade eden görünümleri “otokratik” biçimleridir.
Bu yazının konusu itibarıyla burjuva devletin otokratik biçimleri ve özelde faşizm konusuna odaklanacağımız için “demokrasi” başlığını -aşağıdaki kimi değinmeler dışında- bir kenara bırakarak devam etmek istiyorum.2 Öncelikle marksizmin klasik metinlerinde otokratik yapıların hangi bağlamda ele alındığını hatırlatmak gerekirse; bu konudaki bütünlüklü bir yaklaşımın bonapartizm analizlerinde üretildiğini söylemek doğru olacaktır.
Burada bonapartizm tartışmasının kendisini değil, ama ondan otoriter devlet biçimlerine dair çıkan sonuçları aktarmak istiyorum. Çünkü bütün tarihsel örnekler, bir yandan kimi özgün tarihi koşulların ürünü olmaları itibarıyla biricik yönler taşırken, diğer yandan bu koşulların özünü veren genellikleriyle kendilerinden sonraki süreçlere ışık tutan sonuçlar barındırır. Tarihsel deneyimlere, bu iki yönü ayırt etmeyi başaramadan bakıldığında, ondan çıkarılmış derslerle ve içinde bulunulan dönemin somut koşullarından hareketle perspektif üretmek de güçleşir; onun yerine tarihsel adlandırmalardan ve analojilerden hareketle kolaycı ve yanlış siyasal kestirimlerde bulunulur. Bu uyarıyı, örneğin 12 Eylül dönemini kimi troçkist çevrelerin “bonapartizm” olarak damgalamalarındaki ya da bugünkü burjuva devlet yapısının Hitler Almanyası’ yla benzerliklerini kuranların, “faşist diktatörlük” olarak adlandıranların yaklaşımlarındaki temel saik ve yanlışları görebilmemiz için yapıyorum.
Bonapartizm analizlerinden otoriter devlet biçimlerine dair çıkan dört temel sonucu ise kanımca şöyle özetlemek mümkündür: Proleter tehdit karşısında egemen sınıfların kendi iç sorunları ve iktidar-güç paylaşımıyla ilgili bir uzlaşı söz konusudur; bu uzlaşı onu oluşturan sınıfsal özden kendisini görece “bağımsızlaştıran” bir siyasi elite devlet aygıtının büyük oranda teslimini gerektirir; aynı uzlaşının diğer bir boyutu orta sınıflardan ve kırlardan başlayarak emekçi kesimin önemli bir bölümünün devlet ve ideoloji eliyle kapsanması, tutulması, mücadele dinamiği anlamında etkisizleştirilmesi ve nihayet kullanılmasıdır; sürece bunun yürütücüsü siyasi elitin-hükümetin kan dökücü uygulamaları damgasını vurur.
Otoriter burjuva devlet biçimlerine genel karakteristiğini veren bu dört özellik faşizm tartışmaları için de büyük ölçüde geçerlidir. Ancak buraya geçmeden önce kısa bir parantez açarak Türkiye’ ye ilişkin bir ara sonuca değinmek istiyorum. Bu koşulların tümüyle gerçekleşmediği koşullar “arada” kalan bazı devlet biçimlerine denk düşer. Ancak arada olmak karşı devrimci uygulamalardan muaf olmak anlamında değildir. Otoriter pratiklerle demokratik kurumsallıkların içiçe gelişebildiği bu devlet biçimlerinde hep”demokratikleşme sorun”larından ve “faşizm tehlikesi”nden söz edilir. Doğrudur. Ancak bu sorunların çözülmesi ya da ağırlaşması, tehlikelerin sopaya dönüşmesi ya da havuçta kalması sınıflar mücadelesinin bir sonucudur. Türkiye’ yi onyıllardır belirleyen devlet biçimi, en genel hattıyla, sınıflar mücadelesinin bir sonucu olarak bu salınım alanının otoriter uygulamalara yakın kesimindedir. Türkiye’ de darbeler yaşanmış, faşist uygulamalar toplumu sarabilmiştir ama Türkiye’ de devletin bonapartist ya da faşist olduğunu söyleyebilmek yukarıda özetlediğim koşullar itibarıyla mümkün değildir.
Ayrıca dünya kapitalizminin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren devletler arası eklemlenme tarzında emperyalist-kapitalist zincirin zayıf halkalarının payına düşen otoriter biçimler var olmakla birlikte, bunlar saf ve diğer biçimleri dışlayıcı bir tarzda gelişmemektedir. Üstelik bu söylenen belli bir düzeyde daha sağlam halkalar için de geçerlidir. Örneğin İsveç demokrasisinin faşizan yönleriyle, Salazar’ ın Portekiz’ deki dikta rejiminin demokratik yönlerinden söz etmek mümkündür. Sorun bu “özcü” yaklaşımın siyasal körleşmeye dönüşmemesinde, sosyalist iktidar perspektifiyle canlı tutulmasındadır.
Bu söylenenlerin daha iyi anlaşılabilmesi için tartışmayı önce devrim-karşı devrim bağlamına taşımak, sonra tarihteki faşizm deneyimlerine ve onlara ilişkin çözümlemelere bakmak gerekmektedir.
Burjuva devletin yapısında sürekli olarak devrimci tehdite karşı merkezi bir birikim bulunur. Yani devlet sınıfsal doğası gereği karşı devrimcidir. Diğer yandan devrimci tehditin kendisi siyaset ve ideoloji ayaklarını birlikte ören güncel bir birikime dönüşmeye başladığında, karşı devrimci tahkimat hem bir sokak hareketi olarak bu tehditin karşısına çıkarılır hem de bunun devlet katındaki karşılığı olarak otoriter biçimlere doğru bir gelişim yaşanır. Bu sürecin devrimci duruma tırmanan boyutu tartışma alanımıza girmiyor ama burada Clara Zetki’ nin ünlü formülasyonunu hatırlatmak yerinde olacaktır: “faşizm, devrimini gerçekleştiremeyen işçi sınıfının çekmek zorunda olduğu cezadır.”
Hatırlatmanın asıl önemi, diğer bir kolaycı kestirim karşısında uyarı fırsatı doğurmasıdır; o da her geçici yenilgi döneminin ardından gelen bastırma pratiğini faşizm olarak adlandırmaktır. Karşı devrimin damgasını vurduğu bir süreçte, devrimci tehditin etkisizleştirilmesi tabii ki baskı ve zor uygulamalarının öne çıkmasıyla söz konusu olacaktır. Ancak karşı devrimci uygulamalar şu kadar sistemleşirse faşizm adını alır diyebileceğimiz bir “toplumsal kimya” formülü yoktur. Yine de faşizm, karşı devrimin kendisi değil onun siyasal bir sonucu olarak ele alınmalı, devlet içindeki karşı devrimci tahkimatın kendi ucuna çekildiği, sistemi belirlediği bir kesit olarak kavranmalıdır. Öte yandan karşı devrimci güçlerin devlet katında yedeklenmesi de bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Burjuva siyasal gelişmelerin “olağan” mecrasında aktığı, devrimci dinamiklerin tehdit unsuru olmaktan çıktığı dönemlerde bile karşı-devrimci güçlerin belli bir düzeyde yedeklenmesi ihtiyacı vardır. Bu sürecin baş aktörü doğal olarak faşist kadrolardır.
Konunun diğer bir boyutu, karşı devrimci potansiyelin kendisinden devrim perspektifine dair çıkarılan sonuçtur ve öncelerde demokratik devrim, şimdilerde yalnızca demokratikleşme diyenlere karşı daha önce bu sayfalarda şöyle yanıt verilmiştir:
“Devrim perspektifi, karşı devrimin karakterine tabi olmaz. Faşizme karşı mücadele tüm mülk sahibi sınıflara karşı sosyalist mücadeleden önceye alınamaz… Devrimin karakteri ‘demokratik’ oldukça, karşı devrimin mutlak yenilgisi zorlaşır.” 3 [UYGUR Cengiz]
Bu genel girişin ardından tarihteki faşizm deneylerinden ve analizlerinden hareketle, Türkiye’ deki faşist yükselişe dair sonuçları tartışacağımız başlıklara geçebiliriz. Bu başlıkları sistematik bir akıl yürütme içinde değil de sesli düşünceler halinde açacağım için, maddeler halindeki bir aktarımın takibi kolaylaştıracağını düşünüyorum:
1. Küçük burjuvazi ve köylülük faşist hareketin yükselişinde kitle tabanını oluşturur. Ancak faşizmi bir küçük burjuva ya da köylü hareketi olarak düşünmek yanlış olacaktır. Faşist hareketin sınıfsal karakteri ve özüyle, sınıfsal görünümü arasında bir ayrım vardır.
Faşizmin sol-sosyalist çevreler tarafından uzunca bir süre “küçük burjuva radikalizmi” olarak adlandırılmasından sonra bu ayrımın belirginleştirilmesinde İtalyan marksist Palmiro Togliatti’ nin önemli katkıları olmuştur. Togliatti bir dönem İtalyan Komünist Partisi’ nde egemen kıldığı bu yaklaşımını şöyle özetlemektedir:
“Partimiz, faşizmi, büyük sanayi ve tarım burjuvazisinin doğurduğu gerici bir hareket olarak tanımlayarak onun kaynaklarını ve sınıfsal özünü açıkça göstermişti. Bu görüş, o zaman sol demokratlarla sosyal demokratların savunduğu görüşe kesin olarak karşıydı. Bu gruplara göre daha çok, kaynağını orta sınıflara bağlı çok özel gruplarla savaş düşkünleri vb.’ nin milliyetçi ve işçi karşıtı coşmalarında bulunan bir çılgınlık çırpınışı söz konusuydu… (Biz) tüm hareketin köklerini İtalyan kapitalizminin gelişmesi koşulları içinde, çelişkileri içinde bu kapitalizmin savaş nedeniyle düştüğü derin ekonomik ve politik bunalım içinde araştırmış ve özenle düzenlemiştik” 4 . [TOGLIATTI Palmiro]
Burjuva siyasal dinamiklerin kitle tabanlarını sermayeye taşıması genel bir doğrudur. Faşizmin farklılığı bu akışı daha etkin ve örgütlü kılmasındadır. Faşist parti ve onunla aynı hatta gelişen “sivil” faşist yapılanmalar, faşist sendikalar vb. bugün için de küçük burjuvaziye, deklase kent yoksullarına, köylülüğe ve kısmen işçi sınıfına dayanmaktadır. Öte yandan bu dayanaklar üzerinden gerçekleştirilen “sivil” örgütlenme, bugünün Türkiyesi’ nde geçmiş dönemlerde görülmediği ölçüde devletin kontrolü altındadır. Türkiye’ de faşist hareket, şu dönem için burjuvazinin ve burjuva devletin ihtiyacından daha çok örgütlü olabilir ama ihtiyacından daha fazla faşist değildir.
2. Sınıfsal karakter kendi alt sınıf fraksiyonlarına bölünerek o günün koşulları içinde değerlendirilebilir ama bu çözümleme genelleştirilmemelidir. Bu anlamda geleneksel faşizm tahlillerindeki “ekonomist” yön ayrıştırılmalı, içinden geçilen dönemin kendine özgü tarihsel koşulları öne çıkarılmalıdır.
Örneğin Üçüncü Enternasyonel’ de faşizm, “mali sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist ögelerinin açık terörcü diktatörlüğü” olarak tanımlanır. Bu yaklaşım reel-politikerdir, üretilmesi gereken politikanın (bu politika, söz konusu kesim dışında kalan sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının işçi sınıfı öncülüğünde bir cephede toplanması gerektiğidir) doktriner zeminini tarif etme kaygısıyla geliştirilmiştir. Bu yüzden “haksız”dı denemez, ama “ekonomist” olduğu ve geneli tarif etmekten uzak kaldığı söylenebilir.
Yeni solcu faşizm tahlillerindeki “üstyapıcı” yön de ayrıştırılması gereken bir diğer ögedir. Faşizme karşı mücadele, küçük burjuvazinin etki alanına çekildiği ideolojik bir üstyapı savaşı değildir. Örneğin Alman deneyimini araştıran Poulantzas’ a göre
“…Alman Komünist Partisi’ nin siyasal sorumluluğu, kitleleri devrimci hedeflerden saptırmak ve kitlelerde gerici tepkilere neden olmak değil de, özünde bu halk kitlelerini, halkın derin özlemlerinin faşizm tarafından baştan çıkarılıp ideolojik olarak kazanılması karşısında silahsız ve yönelişsiz bırakmak ve böylece onları, kendileri farkında olmaksızın, büyük sermayenin hizmetindeki bir siyasete sürüklenmeye bırakmış olmaktır” 5 .
Evet Marx’ ın deyimiyle “gemi azıya almış küçük burjuvazi” sağ ve sol radikalizme açıktır ve bu anlamda mücadelenin nesnel bir parçasıdır. Ancak bu, ideolojik hegemonya savaşının “nesne”si olduğu anlamında değildir. Bu bağlamda veri olan, işçi sınıfı hareketi ve partisinin (tüm topluma taşınması gereken) siyasi-ideolojik etkinliğidir.
3. Savaş ve iç-savaşın gelişimi faşist hareketin yükselişi için bir çarpan etkisi yaratır. Faşizm savaşın hem çağırıcısı hem de bir sonucudur. Savaş koşullarının burjuva devleti, otokratik bir biçimi geliştirmek, milliyetçiliği körüklemek zorundadır; bu anlamda faşistleşme eğilimi çok güçlüdür.
Aynı eğilim iç savaş koşullarında da geçerlidir; ama bu savaş, ölçeğine, yoğunluğuna ve (düzen cephesine yazan) ara kazanımlarına bağlı olarak devlet içindeki karşı devrimci tahkimatın ve “sivil” faşist kadroların eliyle, faşist devlet düzeni kurulmadan da yönetilebilir.
Togliatti’ ye göre iç savaş “faşizmin şiddetli gelişme biçimi”dir. Devletle içiçe gelişen silahlı çeteler ve faşist cinayetler iç savaşın karakteristiğidir. Türkiye kapitalizmi, 1960′ ların sonundan itibaren sırf ölçeği ve yoğunluğu değil hedefleri de kısmi değişimler geçiren bir iç savaş dinamiğinin içinde devinmektedir. İşçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket uzun zamandır “gerçek” değil “potansiyel” bir devrimci dinamik olarak iç savaşın bileşeni olmayı sürdürürken, iç savaş asıl Kürt hareketine karşı sürdürülmektedir. Türkiye faşist hareketi anti-komünist ve ırkçı kimliğiyle bu süreçte özel kimi misyonlar üstlenirken, burjuvazi adına savaşı yürüten güç aslolarak devlet içindeki karşı devrimci birikimdir. Burada da tabii ki faşist kadrolar etkili ve yetkilidir. Son iki yıllık süreçte devlet içindeki karşı devrimci birikimin şişmesinin (devrimci tehditin yükselmediği koşullarda) bir noktada kesilmesi gerektiği anlaşılmıştır. Ama bu operasyon sancısız yürümememekte, paradoksal biçimde “sivil” faşist hareketin yükselmesi ara sonucunu vermektedir. Krizi çözmesi amacıyla üretilen dinamiklerin krizi yeniden üreten dinamiklere dönüşmesi Türkiye kapitalizminin bir açmazı olmayı sürdürmektedir.
4. Faşist yükselişin faşist rejime dönüşebilmesi için, iç savaş pratikleri, devlet otoritesi ve ideolojik hegemonyanın içiçe gelişmesi gerekir. Bunlar ayrı kompartmanlar değil birbirini besleyen süreçlerdir. Ama aralarında muhakkak ki bir eşitsizlik de vardır. Bugünün Türkiyesi’ nde faşist hareket için, iç savaş pratiklerinden ivme alan bir ideolojik tırmanış (ve bunun sonucunda açığa çıkan bir ideolojik kriz) söz konusudur, ama bu “sivil” eğilim henüz devlet otoritesinin uzağındadır.
Öte yandan bu üçlü gelişime rağmen, bir devrimci bunalımın içinden geçilmedikçe, başka bir deyişle burjuvazinin nesnel yönetememe krizine denk düşen bir devlet düzenlemesi ihtiyacı belirmedikçe faşizm gündeme gelmez.
5. Faşist partinin yükselen çizgisi faşizmin bir diğer karakteristiğidir. Ancak faşist partinin hükümet bileşenlerinden biri olması (hatta tek başına hükümeti kurması) faşizmle özdeş değildir. Faşist partinin siyasi iktidarı, devlet aygıtındaki etkinliğiyle ve burjuvazinin açık desteğiyle ele geçirdiği bir kesitte (bunun bir faşist darbeyle gerçekleşmesi şart değildir) ise faşizm tespiti yapmak doğrudur.
Türkiye’ de bugün için hükümetler devletin en etkisiz organlarından biri haline gelmiştir. Üstelik hükümetlerin etkisizliğine rağmen devletin en güçlü olduğu dönemlerden biridir. Burada faşist hareket için ciddi bir sınır belirmektedir. Eğer Glucksmann’ ın dediği gibi “faşizmden önce onu hazırlayan ve kuran bir faşistleşme çabası var”sa Türkiye’ de bugünkü burjuva devlet, hazırlayıcı ve kurucu bir özne olarak sivrilmemektedir.
Diğer yandan baştan beri vurgulamaya çalıştığım gibi devlet içindeki karşı devrimci yığınakta tasarruflara gidilirken faşist partinin yükselme çizgisine girmesi karşımıza “garip” örnekler çıkarmaktadır. Örnek olsun karşı devrimci yığınağın devlet içinde tuttuğu yer itibarıyla, Çiller’ in hükümet olduğu dönemler Bahçeli’ nin de hükümette yer aldığı dönemlerden daha etkin bir görüntü çizebilecektir.
Devlet içindeki karşı devrimci kadroların ağırlığı önemlidir, ama devlet kadrolardan ibaret değildir. Yine örnek olsun bugün ülkenin milli istihbaratı “temizlenemediği” için askerler işi sıfırdan alan yeni girişim ve oluşumlar peşindedir.Öte yandan karşı devrim fonksiyonunun memurları ne kadar budanırsa budansın tümüyle işlevsizleşitirilmeleri düşünülemez; burjuva demokratik programlar ve restorasyon da bu işlevselliği dışlayamaz.
6. Kısa bir alıntı:
“Faşist devlet yalnızca kendi özüne indirgenmiş liberal devlettir: İster doğrudan doğruya ister dolaylı yoldan olsun, temelden otoriter olan pratiklerini, koşullara göre, artık gizleme gereğini duymayan mülk sahipleri birliği(dir)”6 [CHATELET François]
Emperyalizm çağında devlet biçimleri arasındaki geçişkenliğe ve aynı özün görünümü oldukları için birbirlerini kendi içlerinde taşıdıkları gerçeğine yukarıda da değindik. Bunun bir sonucu olarak 20. yüzyılın ikinci yarısı, demokratik kurumların, örneğin parlamentonun faşist rejim bünyesinde işlediği; faşist yasaların “demokratik cumhuriyet” bünyesinde hükmünü sürdüğü, “saf” olmayan devlet biçimlerinin öne çıktığı bir kesit oldu.
7. Sınıfsal karakter ve devlet ağırlıklı bu saptamalardan siyasal tavır ve ideoloji ağırlıklı yeni saptamalara geçmek için önce “cephe” politikasını tartışmak gerekmektedir. Sosyalist hareketin bugüne kadar tırmanan faşizm karşısında ürettiği hemen hemen tek politika cepheleşmedir. Oysa cephe politikası faşizmin tehdit değil “gerçek” olduğu koşullarda geçerlidir.
Tehdit döneminde işçi sınıfı partisinin toplumun tamamına dönük ürettiği politikaların ve ideolojik seslenişin bağımsızlığı korunmalıdır. Ancak faşist saldırılar karşısında savunma reflekslerinin günlük mücadele boyutunda üretilmesi gerekliliği belirince mücadelenin cephesini genişleten arayışlara girmek de tabii ki meşru ve belki de zorunludur. Burada önemli olan, düzen karşıtı siyasi dinamiklerle oluşturulan mücadele platformlarıyla, düzen partilerini de kapsayabilen cephe politikalarını birbirine karıştırmamaktır.
Sosyalist külliyatta Alman ve İtalyan deneyimlerinde nerede hata yapıldığını, İspanya’ daki halk cephesi pratiğinin neden devrimle taçlanmadığını araştıran onlarca kaynağa rastlanmaktadır. Bunların önemli bir bölümü “sosyal faşizm” saptamalarını suçlu göstermekte, sekter yaklaşımları mahkum etmektedir. Görece aklıbaşında değerlendirmeler yapan Fernando Claudin’ in aktarımına göre, Almanya’ daki komünist parti KPD’ nin liderlerinden Wilhelm Pieck, bu ülkede yapılan hatayı
“bir Alman Sovyet Cumhuriyeti kurmak için mücadele etmek, demokrasiyi ve kitlelerin politik haklarını savunmak için savaşmayı öne çıkarmaktan geri durmak, aynı anda hem Nazilere hem sosyal demokratlara saldırmak ve faşist tehlikenin ciddiyetini kavramamak”7 [CLAUDIN Fernondo]
olarak nitelendirmektedir. Son maddeyi “anlayış”la karşılayabilmekle birlikte bunun için “sosyalizm mücadelesinin” içeriğinde de tasarrufa gidilmesini savunmanın asıl büyük hatayı oluşturduğunu düşünmekteyim. Cephe politikasının zorunlu olduğu koşullarda, sosyalizmi geriye çekerek değil mücadele alanını genişleterek cephe pratiğinin içinde yer almak gerektiği tarihsel olarak kanıtlanmıştır. Ne kadar eleştirilirse eleştirilsin Bulgar komünistlerinin ve Dimitrov’ un verdiği en önemli ders budur.
Yine de burada sekterliğin sınırı titizlikle ve tekrar olacak, ülkenin içinden geçtiği özgün tarihsel koşullara bağlı olarak çekilmelidir. Örneğin İKP yöneticilerinden Bordiga’ nın yaklaşımında sekterlik çok açık bir biçimde vardır. Ona göre faşizmle başka bir burjuva hükümet arasında fark bulunmamaktadır. 8 Bu “teorik doğru”nun siyasete tercümesi rahatlama ve hareketsizliktir. En ciddi sekterlik, siyasi perspektif üretimine dönük gösterilen teorik titizliğin siyasetin önünü tıkayan bir teorisizme dönüşmesidir.
Türkiye’ de bugün için cephe politikaları güncel değildir. Ancak anti-faşist politikalar, sosyalist siyasal-ideolojik üretimin diğer bileşenleriyle birlikte ve daha çok da onların içeriğinden türeyen bir tarzda güncel olarak üretilmelidir. Bunun bir boyutu da elbetteki sol, sosyalist ve yurtsever güçler arasındaki ortak mücadele platformlarıdır. Sermaye sınıfının emeğe dönük tüm saldırı biçimleri bu platformların mücadele gündemine yerleştirilmeli, savunmayı aşan, karşı-saldırının kilometre taşlarını döşeyen proje, araç ve perspektifler geliştirilmelidir.
8. Faşizmin ideolojik yapısına geçecek olursak, öncelikle ayrı bir faşist ideolojiden değil, sömürücü sınıf ideolojilerinin konjonktürel olarak oluşan selektif bir toplamından söz etmek gerekmektedir. Ama bu toplamda en önde ve en tepede ırkçı-şoven ideoloji yer almaktadır. Tarihsel deneyimlerin önemli bir bölümünde korporatizm ve ondan kaynaklanan bir tür dayanışmacılık- aileyi ve meslek gruplarını öne çıkaran kaynaşmış toplum ideolojisi, milliyetçilikten ve anti-komünizmden beslenen bir yayılmacılık, dincilik, lider otoritesine bağlılık ve iktidar almaşığı haline gelindiğinde hemen form değiştiren bir devletçilik bu toplamın önemli bileşenleri olmuştur. Oysa bugün için ilk eğilim oldukça sınırlanmış, devletçilik ise yerini liberalizme bırakmıştır. Bugün Türkiye’ deki faşist hareketin ideolojik salgısını aslolarak neo-milliyetçi bir liberalizm ve şovenizm olarak belirlemek doğru olacaktır.
9. Faşizmin beslendiği ana kaynaklardan biri olan milliyetçi zeminin yapısını ve bu zemin karşısında sosyalistlerin konumunu yakın geçmişte soL dergisindeki bir değerlendirmede özetlemiştim. Bu başlığı oradan aktarmak istiyorum:
“İdeolojilerde sınıf zemini dışındaki her bölge kaygandır. Bu, o bölgelerin terk edileceği değil, sınıf zemininden hareketle mücadelenin bir konusu, bir alanı haline getirileceği şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak sınıf zemininden hareketle bu bölgelere ulaşılmadığında, nerede biteceği belli olmayan bir patinaja da başlanmaktadır. Milliyet ya da ulus zemini de böyledir. En sağdan en sola sıralayacak olursak, ırkçılık, şovenizm-ülkücülük, milliyetçilik, vatanperverlik, ulusalcılık, ulusal solculuk, bağımsızlıkçılık ve anti-emperyalist yurtseverlik bu bölgenin ideolojik çapalarıdır. Solun kendi zeminine basmadığı durumlarda bu bölgede kayması ve geçici bir süre herhangi birine demirlemesi mümkündür. Sosyalist solun kendi sınıfsal zemininin içinde bu bölgeye ilişkin olarak tanımlı çapası ise enternasyonalizmdir. Bu tartışılmaz. Ama önemli olan bu ilksel- ilkesel donanım üzerinden siyasal-ideolojik açılım geliştirebilmektir. Yoksa ‘hakkaten doğru söyleyen’ ama hareket edemeyen bir sol birikimle başbaşa kalınır. Sonuç olarak sosyalist sol, kendi sınıfsal zemininden hareketle anti-emperyalist yurtsever kimliğe açılan bir tarz geliştirmelidir, geliştirmektedir. Üstelik anti-emperyalist, şovenizm karşıtı kimlik, ulus bölgesinin sağ cenahıyla mücadele içinde oluşturulmalıdır… Mücadele bu zeminde kaymamanın en önemli şartıdır.”9 [MERT Ali]
10. Temas etmek istediğim son nokta faşist yükseliş ve faşist partiler arasındaki tarihi benzerliklerin abartılmasıdır. Analojilerden hareketle yapılan tespitlerin savrukluğu daha tutarlı bir yaklaşım geliştirme ihtiyacını dayatmaktadır.
MHP’ nin seçim zaferine korkuyla bakıp “sırada ne var” sorusunun yanıtını Alman deneyiminden hareketle arayanlar, “bu gidişle gelecek seçimden sonra ülkede Hindenburg’ un fonksiyonunu üstlenen askerler güçlerini faşist partiye terkedecekler” sonucunu çıkarabilecektir.
Benzerlikler kurulabilir; ama tarihi derslerden hareketle ve siyasetin önünü açmak için. Kaçıncı tekrar olacak bilmiyorum ama faşizm deneyimleri her ülkede özgün kimi tarihsel koşulların ürünüdür ve bugün Türkiye kapitalizminin ve onun egemen güçlerinin nesnel olarak bir “faşist diktatörlük” ihtiyacı yoktur.
Benzerlikler kurulabilir; ama gerçek görüntüyü yakalamak için. Uzağı görme sorunu olmasın diye astigmata çare düşünmeden gözlük taktığınızda önünüzü de göremeyebilirsiniz ya da gördüğünüz önünüz değildir.
Faşist deneyimler hem en başta özetlediğimiz ve bonapartizmden devralınan dört karakteristik özellik nedeniyle, hem de (farklı ulus ve ırkları temsil etseler de) ırkçı ideolojik salgıları nedeniyle ciddi benzerlikler gösterir. Bu yönleri ve onların toplumsal izdüşümlerini ayırtetmek önaçıcıdır. Örneğin faşist partinin “sivil” etkinliği bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bugün için MHP’ lilerin Petrol-iş ve Harb-iş gibi solculuğuyla bilinen sendikalarda, önemli şubelerden başlayarak kısmi bir kuşatma operasyonuna girişmeleri tehditin mücadele gündemi anlamında sıcaklaştığını gözler önüne sermektedir. Yarın “faşist sendikalarda bile çalışmak” tespiti yapmamak için bugün bu mücadele başlığının hakkı verilmelidir.
Benzerlikler başka alanlarda da kurulabilir ama çok anlamlı değildir. Örnek olsun Şef, Kurtarıcı, Duçe, Führer, Başbuğ bağlantısı çok açıktır. Hatta sorunun kitle psikolojisi boyutuyla ilgilenen Wilhelm Reichın gamalı haç sembolünde gördüğü annelik imgesiyle yerli faşistlerin dişi kurtları arasındaki ilişkiye varıncaya kadar daha “enteresan” kimi benzerlikler de kurulabilir. Ama sosyalistlerin teoriyle ilgisi entellektüel merak tatminiyle değil, siyasal süreçlere dönük perspektif üretimiyle belirlenmelidir.
Önemli olan hedefi ve ona dönük siyasal yönelimi doğru saptayabilmektir. Faşist hareketin hedef tahtasına yerleştirdiğini varsayalım; hedefi küçülterek onu daha iyi vurabileceğinizi ama büyülttüğünüzde de ona karşı daha büyük bir kitleyi harekete geçirebileceğinizi düşünürsünüz. Oysa marksizmi kılavuz edinenler için sorun, bu türden düalizmlerin dışında diyalektik olarak kavranmalıdır.
Faşist tehlikeyi ne küçük görerek, ne de büyük göstererek milimetrik olarak belirlenmiş hedeflerle yol alınmalı, soruna sosyalist iktidar perspektifinin merceğinden bakılmalıdır.
Dipnotlar
- Bu tartışmanın temel noktalarına Gelenek’in 57. sayısındaki yazımızda değindiğimizden burada yanlızca yalnızcakısa bir özetle yetiniyoruz.
- Demokrasi tartışmasının temel başlıklarını yeniden değerlendirmek isteyen okurlar ise Tahir Kalemci’nin 59. sayıdaki “Marksizm ve Burjuva Devletin Yeniden Yapılandırılması Sorunu” yazısına bakabilir.
- Uygur Cengiz, “Türkiye’de Faşizm Tahlilleri ve Tartışmaları -2”, Gelenek 20 içinde, s. 50, 1988
- Ferrera Marcella-Maurizio, “Palmiro Togliatti, Yaşamı- Savaşımı”, Yarın yayınları, s. 190, 1988
- Poulantzas Nickos, “Faşizmin Halk Etkinliği Üstüne” Faşizmin Analizi adlı derleme kitap içinde, Payel Yayınevi, s. 84, 1979
- Chatelet François, “Liberal Devletle Faşist Devlet Arasındaki İlişkiler Üstüne Varsayımlar”, age, s. 89
- Claudin Fernando, “Komintern’den Kominform’a-1. cilt”, Belge yayınevi, s.214, 1990
- Ferrara Marcella-Maurizio, age, s.81
- Mert Ali, “Milliyetçi Cephane Sermayenin Emrinde”, soL dergisi, 4 Haziran 1999 sayısı içinde, s. 14