Bir Ekim Yıldönümünde, Stalin Üzerine

Stalin gibi önemli bir sosyalist lider hakkında bir şeyler yazmak, kendine has bazı güçlükleri göze almayı zaten gerektiriyor. Ama, bu kendine has güçlüklerin de ötesinde, bazı “güncel” hesaplar içerisinde düşünmek ve davranmak zorunlu…

1956’dan sonra Sovyetler’de Stalin hiçbir zaman bayraklaştırılmadı. Zaman zaman sert, hatta gereksiz ölçülerde eleştirildiği oldu. Hruşçov’un, sosyalizm tarihi söz konusu olduğunda pek seviyeli tanımlanamayacak olan “destalinizasyon” kampanyasından sonra, Stalin sorunu hep “sessiz sinema” biçemiyle gündeme geldi. Eleştiri ve övgüler daha çok satır aralarına atıldı. Sovyet toplumu kendisine çeyrek aşırı aşkın bir süre liderlik etmiş bir kişiyi unutmaya, hiç değilse gündemde tutmamaya çaba gösterdi.

Şimdi, Sovyetler’de yeni bir sıçrama dönemi var. Bu yeni sıçrama döneminde, Gelenek’te daha önce birçok defa vurgulandığı gibi, Sovyet toplumu nesnel temeli olan, ama iradi bir müdahale ile kabuk değiştirmeye çalışıyor. Bu kabuk değiştirme esnasında, yeni ve kapsamlı bir destalinizasyon kampanyası olmasa bile, Stalin döneminin kimi yaklaşım ve gözde uygulamalarına yönelik ciddi eleştirilerin boy göstermesi pek muhtemeldir. Bunu kesinlikle normal olarak görmek gerekiyor.

Stalin, 1922-1953 yılları arasında SBKP’nin lideri oldu. Bu dönemin doğal ve sadık mirasçısı olarak bugünkü yönetimin, parti ve ülke tarihinde kimi oynama ve revizyonlara gitmesi son derece doğaldır. İpin ucu, 1956’da olduğu gibi kaçırılmadığı ölçüde…

Gorbaçov yönetiminde SBKP, bu oynama ve revizyonlara -ki bunların bir kısmı tarihsel olarak da nesnel ve haklı olacaktır- gitmeye kararlıdır. Sovyet toplumunun sosyalist demokrasiyi yetkinleştirme mücadelesi, büyük endüstrileşme sürecinin bazı araçlarını kullanamayabilir; kullanmak istemeyebilir.

Yalnızca Stalin döneminde parti yönetiminin “hard” olması nedeniyle değil…

Y.V. Stalin dönemi boyunca Sovyet toplumu ciddi badireler atlattı. Bu badireler ve bu badireler sırasında elde edilen başarıların tamamı, bugün Sovyet toplumuna içkinleşmiştir; ondan ayrı ve soyut olarak düşünülemez. Ancak bugün, bu badirelerin atlatılması ve kazanılan başarıların gururu, yeni görevlerin üzerine gidilmesine engel olmamalıdır. Bu nedenle Sovyet toplumu, 70 yıllık pratiğin badirelerine değil, önündeki yeni güçlüklere yönelmek durumundadır.

İşte geçmişteki badirelerin SSCB üzerinde “Demokles’in kılıcı” haline gelmesini engellemek için, bu badirelerin yan ürünü olan, bütün kaçınılmaz olumsuzlukları sabırlı bir biçimde ortadan kaldırmak gerekiyor.

Stalin’in talihsizliği buradadır. Stalin, başarılarını hep yüksek bedeller ödeyerek elde etmiştir. Bugün Sovyet toplumu, bu tür bedeller ödemeksizin de “başarı” elde edilebileceğini kanıtlamak istiyor. Kanıtlanacak; ama daha önce ödenen yüksek bedeller sayesinde…

Sovyet toplumu, yeni başarılara, Stalin, Hruşçov ve Brejniyev’siz girmeyi planlıyor.

Bunu anlayabilmek mümkün. Ancak bir borç ödemek koşuluyla. Bugün yarın ve hiçbir zaman bitmeyecek bir borç…

Kişi Putlaştırması : O da Ne Demek?

Bugüne kadar, geleneksel sol, Stalin sorununu bu iki “sihirli” sözcük ile açıklama yoluna gitti: Kişi putlaştırması

İki sözcük hemen kendisini ele veriyor. Stalin döneminde ortaya çıktığı iddia edilen durumu burada fazla açıklamaya gerek yok. Sovyet toplumu, Stalin’e tapınmaya başlamış…

Hruşçov’un ortaya attığı, bugüne kadar (ve anlaşılan Gorbaçov döneminde de) oldukça benimsenen bu tez, 30 yıl boyunca bir partiye lider olmuş birisinin açıklanması için yeterli görüldü.

Putlaştırma, kesinlikle sosyalizme ters bir olgu. Bir putlaştırma durumu olmasa da Stalin’in, özellikle 1945 sonrasında Sovyet toplumu için bir “mit” haline geldiğini yadsımak mümkün değil.

Mitleşmenin dozunu ve niteliğini bir kenara bırakıp hemen belirtelim: Öyle, herkese tapınılmaz! Hele hele 1917’yi yaşamış ve yaratmış, bu anlamda özgüveni sonsuz bir işçi sınıfı ve emekçi halk, durup dururken kimseye tapınmaz. Durup dururken hiç kimsenin, kendisini bir “put” haline getirmesine izin vermez. Ve durup dururken hiç kimse, kendisini bu denli öne çıkaracak cüreti bulamaz.

Durup dururken bunlar olmaz. Peki ne olabilir? Ben Stalin’i 1917 Ekim’i çerçevesinde ele almadan önce bu sorunun da cevabının verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Stalin’i bir put değil; Sovyet halkı gözünde bir “baba” yapan kollektivizasyon endüstrileşme ve II. Savaş’tan ayrı bir “Ekim ve Stalin” değerlendirmesi yapılabileceğine kesinlikle inanmıyorum.

Yıl 1934… “Nihayet daha başkaları da SSCB’ne karşı savaş düzenlemek gerektiğini düşünüyorlar. SSCB’ni yenmeyi, topraklarını paylaşmayı ve onun kesesinden zengin olmayı düşünüyorlar. Yalnız bazı Japon askeri çevrelerinin böyle düşündüklerini sanmak yanlış olur. Bu gibi planların, bazı Avrupa devletlerinin siyasal önderleri çevrelerinde hazırlandığını biliyoruz. Bu bayların, sözden eyleme geçtiklerini kabul edelim, ne sonuç çıkabilir? Bu savaşın burjuvazi için en tehlikelisi olacağından kuşku duyulmaz. Bu savaşın burjuvazi bakımından, yalnızca SSCB halkları devrimin kazanımları uğruna ölesiye savaşacakları için en tehlikeli olmayacaktır. Savaş, yalnız cephelerde değil, ama aynı zamanda düşman gerilerinde de süreceği için de burjuvazi için en tehlikeli savaş olacaktır. Burjuvazi, SSCB işçi sınıfının Avrupa ve Asya’daki sayısız dostunun, tüm ülkelerin işçi sınıfının yurduna karşı caniyane savaşa girecek olan kendi zorbalarını arkalarından vurmaya çabalayacaklarından hiç kuşku duymasın. Ve eğer, bu savaşın ertesinde, bu burjuva baylar, kendilerine yakın ve bugün “tanrının izniyle” rahat rahat hükümet eylemekte olan hükümetlerinden birkaçı eksilirse, gelip bize çatmasınlar.” (Stalin partinin 17. Kongresi’ne sunulan MK raporu).

Yıl, 1934… Yani Bulgaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Romanya, Demokratik Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Polonya gibi ülkelerin kapitalizmin hanesinden “eksilmeye” başlamasından 10, “burjuva bayların” Sovyetler’e çatmaya başlamasından 11 yıl önce…

Yıl 1941… Dunayevskiy’in “Anavatan Şarkısı”nın giriş bölümü hüzünlü hüzünlü Moskova caddelerini dolduruyor. Ardından tok ama donuk bir ses, Sovyet halkına partinin ve Kızıl Ordu’nun güçlü olduğunu söylüyor. Amansız bir düşmanın saldırısına uğranmıştır. Ama bu düşman mutlaka ezilecektir.

Bu donuk ama etkili ses, Stalin’e aittir. Bu sesin sahibi, Nazi orduları Moskova’nın dibine kadar sokuldukları bir sırada, Kızıl Ordu üyelerine Kızıl Meydan’da Ekim kutlamaları yaptıran, Alman generallerini Moskova göklerini aydınlatan havai fişeklerle şaşırtan ve sinirlendiren “generalissimo”dur. Yine bu sesin sahibi, tarihin en acılı kuşatması olan Leningrad kuşatmasında, seçkin Sovyet sanatçı ve aydınlarını “Leningrad sizi bekliyor” diyerek kuşatma altındaki şehire sokan, Şostakoviç ve Tihonov dahil onlarca Sovyet bestecisinin, yazarının en güzel ürünlerini bu şehirde vermesini “emreden” kişidir. Batılı eleştirmenlerin çoğu tarafından bu yüzyılın en iyi senfonisi olarak değerlendirilen 7. senfoniyi Dimitriy Şostakoviç bu şehirde, Alman bombalarının tehdidi altında bestelemiştir. Bu beste, o donuk sesle adamın yarattığı dayanılmaz optimizmin ürünüdür.

“Putlaştırıldı” denilen, işte bu kişidir.

Şaka değil, SSCB II. Savaş’ta tam 20 milyon insanını kaybetmiştir. Bu rakamın korkunçluğu bir kez daha hissedilmelidir.

SSCB, II. Savaş’ta 20 milyon insan kaybetti; kazandı… “Mükemmel” olarak nitelendirilen Alman savaş makinası 20 milyon insanı öldürdü bunun faturasını katmer katmer ödedi…

“Mükemmel” denilen bu savaş makinası, Sovyet toprağında üç engeli aşamadı. Aynı biçimde Sovyet toprağı, üç önemli silah ile Alman savaş makinasını, yalnızca tüfeğini, panzerini değil, ideolojisini de yerle bir etti. Birincisi, hiç tartışılamaz Sovyetler Birliği’nde yaşayan insanların sosyalizmin kazanımlarına sahip çıkması… İkincisi, partinin kesinlikle bilinçli bir politika ile savaş süresince Rus milliyetçiliğine sınırlı bir yol vermesi… Üçüncüsü ise, konumuz oluyor. Stalin’in kişiliği…

Konumuz olduğu için bu sonuncusunu biraz açmak gerekiyor.

İkinci Dünya Savaşı’nda emperyalist ülkeler, iki karizmatik lider ileri sürdüler. Bir tanesi, Sovyet ordularının eline geçmekten korktuğu için kendisini zehirleyen, badem bıyıklı faşisttir. Diğeri ise, Britanya’nın bulldog’lara benzetilen Sömürge eski Bakanı’dır. Her ikisi de kelimenin tam anlamıyla, birer “lider”dirler. Bastıkları nesnelliğe hakimdirler. Hitler ve Churchill, birer lider olarak kendilerini silkeleyen bir üçüncü kişilikle karşılaşmışlardır. Bu kişiliğe boyun eğmişlerdir.

Ne demek istediğimi anlayabilmek için, Bereykov’un yıllar önce Bilgi Yayınevi’nce basılan “Tahran 1943” adlı kitabını okumak yeterlidir.

Sovyet lideri savaş sırasında, hatta öncesinde yarattığı “baba” imajı ile, Anayurt savaşının başarıyla sonuçlanmasına büyük bir katkıda bulunmuştur.

Neden “baba” ?…

Kitlelerin de bir psikolojisi vardır. Nazi orduları 15-20 kilometrelik bir hızla işgale giriştikleri, ülkenin önemli merkezlerinin arka arkaya düştüğü bir anda özgüven önemlidir; ama halk için, dayanacağı sarsılmaz bir güç aramak daha da önemlidir. Stalin’in kişiliği bu arayışa cevap vermiştir. Demek ki; ne demek kişi putlaştırması?

“Kişi putlaştırması” hiçbir şeyi açıklamaz. Stalin, farklı yaklaşımlarla ele alınmalıdır. Bu ise, onun tarihsel onayının ifadesi olan SBKP tarafından yapılamaz. Daha önce değindiğim gibi bu pek mümkün değildir. Bu, yine bayraklaştırmaya gitmeden, bizim işimizdir.

Stalin, ülkesinin karşılaştığı badireleri nasıl bir örgütlenme ile atlatabileceğini sezmiştir ve sezgisini gerçek yapmıştır. Gerisi, boştur.

Ekim ve Stalin

Stalin ve Ekim Devrimi’nin bağlantılarına ulaşabilmek için uluslararası sosyalist hareketin 1917 yılına hangi dinamikleri taşıyarak geldiğini saptamak gereklidir.

Burada, tek bir noktanın üzerinde duracağım. Uluslararası işçi sınıfı hareketinin 1917 öncesinde üzerinde bulunan leke, “milliyetçilik”tir. Bulgar ve Rus devrimcilerinin dışında, bütün Avrupa ülkelerinde, milliyetçi dalgadan uzak kalanlar sosyal demokrat partiler içerisinde azınlıktaydılar. “Milliyetçilik” derken, kesinlikle yalnızca söz konusu partilerin I. Dünya Savaşı’ndaki uzlaşmacı tavrı düşünülmemelidir. Bu partiler, iktidara giderek uzak düşen perspektifleri ile, kendi burjuvazilerine ulusal bir imtiyaz, bir “torpil” sağlamış oldukları için de, milliyetçidirler.

İşçi sınıfı hareketi milliyetçi bir sapma ile karşı karşıyayken, 1917’nin öngününde Marksist teorinin en can alıcı sıçraması gündeme geldi. Uluslararası sermayenin yaşadığı bunalımın bir sosyalist devrim ile taçlandırılması, eşitsiz gelişim yasasının, siyasi mücadeleye emdirilmesi ile mümkün olabilecekti.

Eşitsiz gelişim yasası, gerek eşzamanlı bir dünya devrim sürecinin olanaksızlığını, gerekse tek tek ülkenin toplumsal çelişkilerinin farklı hızlarda işlediğini gösterir. Bu yasanın doğal sonucu ise, ulusallığın altının çizildiği bir perspektiftir.

Eşitsiz gelişim yasasının bir milli sosyalist mücadeleye yol açacağını (elbette) söylemiyorum. Söylemek istediğim, 1917’ye girilirken uluslararası işçi hareketinin en büyük derdi olan milliyetçilik ile mücadelenin, eşitsiz gelişim yasasının hakkını veren bir siyasal eylem ile çok fazla başarılı yürütülemeyeceğidir.

Rus bolşeviklerinin enternasyonalist ruhu canlı tutmak için yaptıkları bütün girişimlere rağmen, uluslararası sosyalist hareket, milliyetçi eğilimlerden gerektiği ölçülerde arınamadı.

Kanımca, Stalin’in Marksist teoride belli bir tutuculuğa yol açan kontrollü davranışlarının en büyük nedeni, uluslararası sosyalist hareketin enternasyonalizm ile milliyetçilik, evrensellik ile ulusallık arasındaki ayrımı ve ilişkiyi yeterince anlamasının mümkün olmayacağı bir dönemin yaşandığını, Sovyet liderinin kavramış olmasıdır…

Stalin, başka güçlüklerin yanında, böylesine talihsiz bir süreci de omuzlamıştır.

I

Bu bölümde, iki şey yapmaya çalışacağım. Birincisi, Stalin’in Ekim Devrimi içerisindeki ve sonrasındaki rolü, politikası. İkincisi, Ekim Devrimi’ne dışarıdan bakışı ve değerlendirişi…

Bu konular için, günümüze kadar gelmiş ve halen sürmekte olan bazı tartışmaları ana eksen olarak kullanmak istiyorum.

Rus devrimi, en başından, itibaren iki ana sorun üzerinde yol almak durumunda kaldı. Bunlardan ilki, toprak sorunuydu. Belli merkezlerde kapitalizmin inanılmaz derecede yoğun gelişmesine karşın Rus toplumu, kırsal ve küçük burjuva bir toplumdu. Tarım sorunu, hem bağrında taşıdığı çelişki üretici dinamizm nedeniyle, hem de kapitalizmin gelişmesine yol açması ve aynı zamanda ona bir engel oluşturması anlamında, işçi hareketinin teorik-pratik içeriğine büyük bir malzeme oluşturuyordu.

İkinci sorun ise, ulusal sorun oldu. Yüzlerce etnik topluluktan oluşan bir ülkede tersinin olması, zaten mümkün değildi.

Ekim sürecine girildiğinde, Bolşevik liderler içerisinde iki soruna da ayrı bir önem veren kişi, Lenin ile beraber Stalin oldu.

Stalin ile Trotskiy’in en önemli farklılıklarından bir tanesi de bu alanda ortaya çıktı. Trotskiy, işçi sınıfı öncülüğünün, bu sorunların geri plana düşmesini sağlayacağını düşündü. Önce Lenin ve sonrasında Stalin, attıkları her adımda ulusal ve tarım sorunlarını gözeterek karar verdiler.

Lenin bir yana, Stalin, belki de çok daha fazla “Rus” olduğu için, Rus devriminin gelenekselleşmiş iki sorununa hiç sırt çevirmedi. Reel politiker davrandı, Trotskiy’in önüne geçti.

II

Stalin’in Ekim Devrimi’ndeki rolü üzerine ikinci olarak söylemek, istediğim 1879 doğumlu ve RSDİP Tiflis örgütünün kurucularından olan Koba’nın örgütçü kişiliği ile ilgilidir. Batılı Marksologlar tarafından sık sık dile getirildiği gibi Stalin, devrimden sonra örgütlenme bürosunun sorumluluğunu da yürütüyordu. Yani, bütün RSDİP’in nabzını elinde tutabiliyordu. Bütün parti örgütlerinin gereksinim ve zaaflarını iyi biliyor, parti üyelerine hangi onu da nereye kadar güvenilebileceğini çok iyi sezebiliyordu. Ancak Stalin’in örgütçülüğü, kesinlikle devrim sonrasına özgü bir olgu değildi.

Bugünkü çirkin ve seviyesiz bir deyişle “iş bitirici” Stalin, daha 1900’lerin başında şekillenmeye başlamıştır. Ve, daha 1905’in sancılı günlerinde, yıllar sonrasının efsanevi komutanları, becerikli diplomatları ve bakanları olacak bir ekip, Rusya’nın geniş topraklarında burunları sürtüle sürtüle, pratisyen bir ruhla yetişiyorlardı. Rus devrimini bir anlamda bu “alaylı” ekip kurtarmıştır. Hem öncesinde, hem de sonrasında…

Ama, bir kişi ve yönetici olarak Stalin, 1917 Ekimi öncesinde vasatın üzerine hiç çıkmamıştır. İktidara yönelinen süreçte hiçbir zaman yaratıcı bir görüntü vermemiştir. Nedenleri çok yönlüdür, ancak Stalin, kesinlikle bir iktidar adamıdır. Bir iktidar adamı olduğu için, devrime giden yolda, birçok siyasal çizgi ve partinin, bir anlamda eşit koşullarda mücadele ettiği bir ortamda, yapabilecekleri sınırlıdır.

Stalin, işçi sınıfının siyasal örgütünün iktidarda olduğu bir durumda, bu iktidarın yerine getirilmesinin yöneticisidir. Devrimin bizzat gerçekleştirilmesi ile, devrimin sosyalizmin kuruluş sürecine doğru uzatılması görevleri farklı yetenek ve örgütlenme gerektiren birer süreçtirler.

Stalin, tek parti döneminin adamıdır; işçi sınıfı hareketinin rekabetçi olmayan bir ortamdaki lideridir. Ve SBKP’yi rakipsizleştirme sürecinde büyük rolü olmuştur.

Birer prototip olarak ele aldığımızda, Trotskiy ve Stalin bu anlamda taban tabana zıt görüntü vermektedirler. Trotskiy, partinin mücadele ve canlılığını ifade eden bir kişilikse, Stalin, aynı partinin iktidarının ve organizmasının adamıdır. Stalin bunlardan ilkinin önemli olduğu sıralarda geri plandaydı. İkinci dönemin ise, maestrosudur.

Daha önce Gelenek’te ısrarla vurgulandı. Bolşevik parti tarihinde, 1898 tarihinde kurulan RSDİP ile 1917 arasındaki parti arasında istikrarlı bir süreklilik yoktur. Bugün evrensele uzanan örgütlenme şekli, 1917’deki sıçramayı daha fazla hesaba katmak zorundadır.

Şimdi sırası gelmişken ve yukarıdaki konu ile bağlantılı olarak, “hizip özgürlüğü” sorununa değinmek gerekiyor.

III

Trotskistlerin önemli bir bölümü yıllardır bu konuda kafa ütülüyorlar. Parti içindeki çok sesliliğin Stalin tarafından yok edildiğini söylüyorlar. Ben buna katılıyorum. Parti içindeki çok seslilik, Stalin tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bunda yanlış bir şey görmüyorum, evrensele uzanan modelde iç bayıltıcı bir kakafoni olması gerektiğine hiç inanmıyorum.

Burada Lenin’in “hizip özgürlüğü”ne karşı yaptığı bir sürü konuşmayı, yazışmayı hiç kurcalamıyorum; ama yalnızca bir noktanın altını çiziyorum: Stalin, Bolşevik Parti’nin yapısını, Ekim devriminin felsefesine uygun hale getirme uğraşını her zaman ön planda tutmuştur. Bu nedenle, çoğulculuğun ve demokratizmin inkarı olan Ekim’i partisi içinde yeniden üretmiştir. Talihsizliği, bu geçiş sırasında siyasal rakibi durumunda olan bolşevik yöneticilerin, son derece renkli ve potansiyel liderler olmasıdır. Trotskiy, Preobrejenskiy, Kamanev, Zinovyevü, Rikov, Radek gibileri, devrimci harekette kolay kolay yetişen kimseler değildirler. Bu önemli, ama önemli oldukları kadar problemli devrimcileri tasfiye etme yükümlülüğü, Stalin için küçümsenemeyecek bir yük olmuştur.

Stalin’in bu liderlere karşı tasfiye operasyonuna girişmesi ile Lenin’in, birbirinden çok farklı özellikleri olan insanları bir arada tutabilme becerisi ise, hiçbir zaman karıştırılmamalıdır. Lenin’de böyle bir becerinin olduğu doğrudur. Ancak, Lenin bu becerisini en fazla 1917 yılı öncesinde ve devrimin hemen ertesinde göstermiştir. 1918-1922 yıllarında Lenin, eğer parti yönetimini bir arada tutabildiyse, bu onun mutlaka varolan insan kullanma becerisinden değil, sağladığı prestij ve otoriteden kaynaklanmıştır. Ancak bu bile, Lenin’in devrim sonrasındaki 3-4 yıl içerisinde diğer yöneticiler ile çok sert çatışmalar içerisine girmesine engel olmamıştır.

Lenin’in becerisi sosyalist iktidar yıllarına denk düşmemektedir. Stalin ise, bizzat iktidarı alan bir sınıfın öncü örgütünün lideriydi.

Burada kesinlikle tasfiye edebilme gücü üzerinde durulmalıdır. Ben, 1917’nin ertesinde hiç kimsenin, Lenin de dahil, parti yönetiminde önemli tasfiyelere gidebilecek güçte olduğuna inanmıyorum. Stalin, daha önce altını çizdiğim nedenlerden dolayı, bu tasfiyeye 1924’de soyundu ve 1927’de önemli dönemeci geçti. Bu, güçlülük ile güçsüzlüğün diyalektiğidir. Tasfiye etmek, ne olursa olsun, kendi perspektifini ve sorumluluklarını koruma altına alma mücadelesinin bir parçasıdır. Bir yanında her zaman zayıflık vardır. Bu inkar edilemez. Her sosyalist iktidarın zayıflığı, kendi siyasal rakiplerinin varlığıdır. Stalin, tek ülkede sosyalizm mücadelesinin yarattığı toz duman içerisinde, parti içerisindeki değişik sesleri susturmayı işte bu güçsüzlük nedeni ile, bu kaçınılmaz zayıflık nedeni ile tercih etmiştir. Bu güçsüzlük ve zayıflığı, “güç” ile yenmeye çalışmıştır. Kendisinde bu gücü bulmuş; bulduğu güç ile, daha da güçlenmiştir.

Bu nedenle, kimseyi aldatmayalım Stalin, Trotskiy’i Ekim Devrimi’ne inandırmaya çalışmadı. Gerek Trotskiy’in muhalefet örgütleyebilme olasılığı ve gerekse kişisel olarak kendisine bir alternatif olabileceği düşüncesiyle, “o”nu bitirdi…

IV

Rus devrimi, burjuva ve proleter devrimlerini ardı ardına ve zaman zaman iç içe geçerek yaşadı. Bu, belli bir karmaşıklığa yol açtı. Proleter devriminin, burjuva demokrat taleplerin üzerine denk geldiği, ama onun ötesinde bir bir niteliğe sahip olduğu sosyalist iktidar, devrimin demokrat kitle tabanına hitap edecek denli geniş, ama proleter kimliğine kıskançlıkla sahip çıkacak denli “sol”da bir lider ile yönetilmeliydi. Sovyetler 1917’den sonra böyle bir yöneticiden yoksun olmadı.

Stalin bu anlamda, kitlelere parti politikasını sunarken hem yönetici, hem de tercüman rolünü üstlendi. Hiçbir liderin yapmadığı ölçüde onlarla ortak bir dil oluşturdu. Hem bunu becerebilmek, hem de popülizmin kenarından bile geçmemek kolay olmasa gerek…

Kanımca Stalin, Ekim devrimine ilişkin değerlendirmelerinde genellikle, yapılanın ve yaptığının bir adım gerisinde olmuştur. Sıra, bunun nedenlerini bulmaya geldi.

I

Ekim Devrimi oldukça karmaşık uluslararası koşulların içine doğdu. Bunların bir bölümünü bir kenara bırakalım. Ancak bu sorunların bir parçası olarak uluslararası hareket ve onun yeni örgütü Komintern, daha işin hemen başında örgütlenme taktik sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bir yanda yeni partilerin oluşturulma çalışması, bir yanda tek ülkede sosyalizmin savunulması…

Bütün bunlar, uluslararası sosyalist hareketin ilgisini “teori”nin uzağına düşürdü. Daha doğrusu teori, gündelik olarak üretilen bir şey oluverdi. Soluk alıp, kendisini bulması ve ileriye uzanan soyutlamalarla zenginleşmesi için yeterli süreye, hiç sahip olamadı.

Stalin de, taktik ve örgütsel sorunlar içerisinde yükselişe geçti. Bulunduğu mevki, her gün altüst olan bir sürü dengenin takibini ve bu dengelere anında müdahale edilmesini gerektiren bir mevkiydi. Böylelikle teori, gelenek dışı unsurlara doğru kaydı. Ama bu, Stalin’e “teorik değildi” demeye yeter mi?

Böyle diyenler kesinlikle yanılıyor. Siyasal mücadelede, teorinin üzerine politik bir örtünün serildiği dönemler zaman zaman kaçınılmaz olmuştur. Burada önemli olan, yaşanılan pratik sürecin, kendi teorik kalkış noktalarına sadık olup olmadığı ve kendi iç dinamiğinin dün ve yarın ile bağlanabilen bir teorik kurguya açık olup olmadığıdır. Yoksa, Stalin’in yaşanılan süreçleri teorisize etmede yaratıcılık sınırlarını çok fazla zorlamaması, onun “teorik olmadığı”nı göstermez. Stalin, atılan her adımı, neden-sonuç bağlantısı içerisinde değerlendirmiş ve geçmişteki teorik kalkış noktaları ile “check” etmiştir.

II

Ekim devrimini değerlendirirken Stalin, Lenin’in “Emperyalizm” çalışmasını ön plana çıkarmıştır. Lenin’in eşitsiz gelişme yasasını ve haliyle Rus devriminin gelecekteki tablosunu çizdiği bir çalışma, Stalin için 1917’nin anlaşılması ve anlatılması için en önemli araç olmuştur. Bunu belirttikten sonra Stalin’in Ekim’i değerlendirirken izlediği mantığa geçebiliriz.

III

Ekim Devrimi’ne ilişkin yazdıklarında en fazla eleştirilmesi gereken şey, Stalin’in, burjuva devriminin sosyalist devrime dönüştürülmesi sürecini a) mekanik bölmeler halinde sunması, b) bu sürecin, bütün ülkelerde Rusya’daki rotayı izleyeceğini düşünmesidir.

Bu eleştirinin biraz açılması gerektiğini düşünüyorum.

Eleştirdiğim ve başkaları tarafından eleştirilen mekaniklik, Stalin’in olayları ele alış tarzında genel bir tavır olabilir, hatta öyle olduğu yolunda önemli kanıtlar vardır. Bu, biraz da kişilikle ilgilidir. Ancak bunu söylemekle yetinmenin hiçbir anlamı yoktur.

Kanımca, Stalin’in Ekim Devrimi’ni belli şemalarla görüntülemeye çalışmasının iki temel nedeni vardır. Birincisi, Ekim Devrimi’nin evrensel bir içeriğe sahip olduğunu batılı Marksistlere kanıtlama mücadelesinde, bu evrenselliğin altını belki de gereğinden fazla çizme zorunluluğunu duymasıdır. Ortaya dünya sosyalist hareketi için “şuraya kadar köylülükle işbirliği yap şu andan sonra yoksul köylülükle beraber orta ve zengin köylülüğe savaş aç” türünden bir fiks menü çıkmıştır. Şemalar öğrenme kolaylığı içindir. Ben kişisel olarak, batılı Marksistlerin (her zaman için) öğrenme zorluğu çektiğini ve bazı şeyleri anlamak için şemalara gereksinim duyduklarını düşünüyorum.

İkinci önemli neden, Trotskizmin “sol tezleri”dir. Stalin, Ekim Devrimi’ne ilişkin söz konusu şemaların önemli bir bölümünü Trotskiy’e karşı kaleme aldığı makalelerde veya konuşmalarında ileri sürmüştür. Ve Trotskiy’in sürekli devrimine karşı, ondan ayrıldığı noktaları abartarak bir alternatif model oluşturmayı denemiştir.

“Bu adam her yaptığını, hatalar da dahil, bilerek mi yapıyor?” sorunu duyar gibiyim. Elbette bu doğru değil. Ancak zaten sorun da bu değil. Ekim Devrimi’ne ilişkin yukarıda söylediklerimi destekleyecek kimi ipuçlarından söz edebilirim. Stalin, “Leninizmin Sorunları” adlı başlıkta derlenen yazılarında Ekim Devrimi’ni, yalnızca burjuva devriminden yola çıkılarak sosyalist devrime ulaşılan bir dizi basamak olarak görmediğini gösteren tezler ileri sürmektedir. “Sosyalist devrimin yapılabilmesi için o, ülkede işçi sınıfının genel nüfusa oranının önemli olmadığı”nı, “bütün dünyanın sosyalist devrim için olgunlaştığı”nı “devrimin azınlık-çoğunluk sorunu olmadığı”nı söylemektedir. Hatta Stalin, yukarıdaki konulara bakış açısı nedeni ile, II. Enternasyonal geleneğini sürekli olarak suçlamaktadır.

Ben, Ekim’in temel esprisini anlayan birisinin, kimi basitleştirme ve mutlaklaştırmaları bilinçli olarak yaptığına inanıyorum. Ama bunun, yani bu basitleştirmelerin kasıtlı olup olmadığının çok da önemli olmadığını düşünüyorum.

Sonsöz Yerine

Yıllar önce, “Katkı” adlı çalışmasında Yalçın Küçük, Stalin’in Sergey Ayzenştayn’ın filmi “Korkunç İvan”da çizilen İvan tipinin kendisine benzediğini düşünerek rahatsız olduğunu yazmıştı.

“Korkunç İvan”ı yeniden okurken, gerçekten de İvan ile Stalin arasında rastlantı olamayacak benzerlikler kurmanın mümkün olduğunu gördüm. Bu benzerliklere değinmeden önce şunu söyleyebilirim: Filmini henüz seyretmedim ancak, “Korkunç İvan”, son derece başarılı bir senaryodur. Siyasi mücadelede eskisi gibi haz alamayanlara tavsiye olunur…

“Çevrene yeni, halktan gelme ve her şeyini sana borçlu insanlar topla. Onlarla çevrende demirden, dikenleri düşmana dönük bir çember kur…” Bu sözler İvan’ın çok yakın yardımcılarından birisi olan Aleksiy Basmanov’a ait. Daha sonra Çar’a ihanet eden Basmanov’un söyledikleri ile Stalin’in yanına kadro olarak aldığı arkadaşları arasında önemli bir bağlantı vardır.

Stalin daha önce çok fazla ön plana çıkmamış bir yöneticiler topluluğu oluşturmuştur. Bunlar daha önce “alaylı” dediğim türden insanlardı. İç Savaş’ta büyük başarılar gösteren Antonov Ovsiyenko, Bluher, Voroşilov, Frunze, Budyenniy, Çapayev gibi komutanlar ve Kirov, Molotov, Ydanov gibi yöneticiler, kesinlikle Stalin’in büyük yardım ve teşvikleri ile önem kazanmışlardır. Dışişleri Komiserliği’nde bulunan Litvinov, Stalin’in çeşitli eylemleri birlikte gerçekleştirdiği gençlik arkadaşıdır.

Korkunç İvan’da çar, doğuştan “boyar” düşmanı olarak çizilmiştir. İvan’daki kimi politik sezgi ve yaklaşımların, onda doğumdan itibaren içkin halde bulunduğu gibi bir izlenim yaratılmıştır. Stalin de, özellikle 1920’lerin ortalarından itibaren, her zaman Bolşevizmin bayraktarlığını yapmış, hiç yanılmamış birisi olarak tanıtılmıştır. Bunun gerekip gerekmediği ayrı bir sorundur ve bu sorunun cevabı, yazımın başında sanırım fazlasıyla vardır.

İvan, Ayzenştayn tarafından aşırı kuşkucu bir kimliğe büründürülmüştür. Ancak, İvan hem kuşkucu, hem de determinizme inanmış birisidir. Stalin’in en önemli kişisel özellikleri de bunlardır: Kuşkuculuk ve her şeyde bir neden arama…

İvan, kendisine karşı komplolar hazırlayan din adamları, boyarlar ve yakın akrabalara karşı, popüler bir güç sağlamak için sarayı terkeder. Ve Obrişçina’yı oluşturur. Bu bir anlamda, “madem öyle çarsız kalın” mesajıdır. Obrişçina ile İvan, daha da güçlenir. Ve gene hasımları tarafından saraya davet edilir. Parti merkez komitesinde Lenin’in vasiyetinin açıklanmasından sonra Stalin istifa etmiştir. Lenin’in “kaba” tanımı Stalin’e ağır gelmiştir. Trotskiy de dahil, kimse bu istifayı kabul edebilecek güce sahip değildir. Bu olay, Stalin’in partideki otorite ve gücünü artırmıştır.

Korkunç İvan, karısı Anastasya zehirlenerek öldürülünceye kadar, gerçek anlamda bir terör estirmemiştir. Ancak Anastasya’nın öldürülmesinden sonra “şimdi beni adlandırdığınız gibi olacağım; korkunç olacağım” demiştir. Stalin terörünün ise, Stalin’in yakın çalışma arkadaşı Kirov’un öldürülmesi ile başladığı bilinir.

Korkunç İvan, tarihe “korkunç” olarak geçti. Ama bugün, Sovyetler’de Rusya’nın batılılaşması yolunda Büyük Petro ile beraber hakkı verilen çarlardan birisidir…

Stalin’e korkunç da dendi, katil de. Ama bugün Sovyetler’de sosyalizm adına kimsenin Visaryanoviç Dugaşvili’yi unutması mümkün değil. Hiç kimsenin…

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×