Bir Parti Tartışmasının Düşündürdükleri

Legal sol parti, 1987 yılının ikinci yarısında Türkiye solunun ağırlıklı gündem maddesini oluşturacağa benziyor. Gelenek, 8. kitabının “Gündem”inde konuya yaklaşımının genel hatlarını ortaya koymuştu. Burada, zaman zaman geçmişe de dönerek, bu genel yaklaşımı kimi görüşler doğrultusunda ayrıntılandırmaya çalışacağım.

Daha yolun başındayken bir noktada açık olunması gereğine inanıyorum: Tarihsel ve sınıfsal zorunluluklar, istisnasız her koşulda kitlesel gereksinim ya da dayatmalarla çakışma durumunda değildirler. Konumuz açısından bakıldığında ise, legal bir sol partinin gerekliliğini doğrudan doğruya “kitlesel dayatma”lara bağlamanın yanlış olacağını düşünüyorum. Başka deyişle, solda nesnel olarak açık bir boşluk bulunmasına karşın, aynı boşluk Türkiye’de henüz belli bir kitlesellikte saptanabilmiş değildir. Bu açıdan, bir tarihsel gerekliliği, temelleri hayli kuşkulu kitlesellik umutlarıyla şişirip sakatlamamak, yola çıkılırken gözetilecek bir nokta olmalıdır. Dile getirilişinde belki aşırı kategorik bir yan da bulunsa, Gencay Gürsoy’un konuya ilişkin değerlendirmesine özde katılıyor ve aktarmakta yarar görüyorum: “Türkiye” de sosyalizm ne aydın kesimde ne de emekçi kesimlerde anlamlı bir kitle desteği kazanamayacaktır. Dolayısıyla sosyalist parti daha uzun süre, Türkiye siyasal yaşamında kitlesel güç bakımından marjinal kalacaktır.”1 Ve hemen ekliyorum: Türkiye solunda insanların böyle bir saptamayla ve ona rağmen ayakta ve diri kalabilmeleri, kesinlikle küçümsenmeyecek aşamaların geçildiğinin kanıtıdır.

Gene sırası gelmişken bir başka noktaya daha değinmek mümkün. Türkiye’deki çeşitli sol – sosyalist çizgilerin, bu arada geleneksel solun bir legal sol parti olayına hiç olmazsa soğuk bakmaması, kimilerine doğal da görünse, bana hem ilginç hem de anlamlı geliyor. Bir kere solun bu sıcak denebilecek bakışının, kitlesellik olmasa bile, sürece ve sonucuna bir canlılık, belli bir nicelik katması mümkündür. Ama bana asıl ilginç ve anlamlı gelen şu: Eğer Türkiye’de şu an yaşanan, bir 12 Mart’tan çıkış dönemi, yani 73-74’ler olsaydı, legal sol parti için kapılar çalındığında alınan yanıt çoğu durumda “Evde kimse yok” olurdu. Çünkü 12 Mart çıkışında bir Ecevit-CHP umut dalgası sarmıştı ortalığı. Durup dururken sorun çıkarma, rahatsız edici defterleri açma amacı gütmeksizin yalnızca not edip geçiyorum: Bugün legal sol parti için kapıları çalınanların önemli bölümü “buyrun konuşalım” diyorsa, bunda herhalde ortanın hemen “solundaki” savrukluk ve umutsuzluğun da payı vardır…

Değindiğim gibi, legal sol parti olayına Türkiye solunun değişik kesimlerinden “olumlu” denebilecek yaklaşımlarda bulunuluyor. Ancak gene de bir kaba ayırım hemen en başta göze çarpıyor: Yeni sol ya da popülist eğilimli kesimler olaya anladıkları anlamda bir gerçek sınıf partisi umuduyla yaklaşırken, geleneksel sol hakli olarak “Biz sınıf partisi nedir, nasıl olur biliriz” dedikten sonra, bu kez kanımca haklı olmayarak kendini tam tamına demokrat görevlerle sınırlayan, sosyalist söylemden en genel anlamda bile uzak kalan bir yapılanma gözettiğini vurguluyor.

Bu iki yaklaşımı derinlemesine tartışmayı bu noktada gerekli görmüyorum. Yalnızca şu kadarı söylenebilir: Yeni solun sözü edilen kesimlerince umulan “gerçek sınıf partisi” kuşkusuz bir zorlamayı içeriyor; burada gerçek sınıf partisinin nitelikleri konusunda, geleneksel sol’dan oldukça farklı bir yaklaşım benimseniyor. Buna karşılık geleneksel sol’un, gündemdeki yapılanmayı peşinen ve iyiden iyiye sınırlandıran, neredeyse bir “gerçek sosyal demokrat parti” aranışını çağrıştıran tutumu da bana olabilecekten daha geri bir tutum olarak görünüyor.

Az önce de değindiğim gibi, derinlemesine tartışmaya girmeden bir gerçeğe kısaca değinmek istiyorum. Hemen söyleyeyim, görünüşteki basitliğine karşın oldukça önemli olduğuna inanıyorum: Değişik, belli anlamlarda “oturmuş” denebilecek yapıların varlığına karşın Türkiye’de geleneksel sol’un sorunları tek tek bu yapıların her birini eritip aşan bir genelliğe ve derinliğe sahiptir.2 Başka deyişle sosyalist harekette niteliksel gelişme bu yapılardan avantajlı herhangi birinin özel “huruç”u aracılığıyla değil marjinal kümelenmelerle birlikte hepsini kucaklayan ortak ve bugünkünden çok daha geniş boyutlu bir dinamiğin sonuçlarıyla sağlanabilecektir.

İşte biçilen misyon, etkinliğine çizilen çerçeve ne denli sınırlı olursa olsun bir legal sol yapılanma, geleneksel sol yapıların her birinin tekil yetersizlikleri dolayısıyla sosyalist bir söyleme kendiliğinden ulaşacak, mevcut her yapıyı etkileyen genel bir dinamik ortaya çıkabilecektir. Düşünülen yeni yapılanmanın somut demokrat görevlerini küçümsemeden, ama bu yazıda bir yana bırakarak söylüyorum: Bu yapılanma kuşkusuz bir işçi sınıfı partisini ortaya çıkartmayacaktır; ancak, istense bile çeşitli siyasal yapılanmaların ortak demokrasi şubesi olarak da kalamayacaktır. Sonuç olarak yeni yapılanma, sosyalist harekette geleneksel yapıların tek tek kucaklayamayacakları dinamikleri ortak bir zeminde harekete geçirebilecektir.

Bu yazıda yapılmaya çalışılan, geçmiş sosyalist yapılanmaların pratiğinden hareketle, Türkiye’deki sosyalist kalın çizginin bugünkü düzeyini ve birikimini genel hatlarıyla saptamaktır.

Dünün ve Bugünün Çıkış Noktaları

Gelenek‘in sürekli ve dikkatli okurları açısından bıktırıcı olur mu, bilemiyorum. Ancak, Türkiye sosyalist hareketi açısından geçmişi inkâr etmeksizin bir tür “ilk birikim” kesiti sayılması gereken 1961 -71 dönemine burada da dönmek istiyorum.

Türkiye’deki bu birikim döneminin özgün yanlarını daha net görebilmek için, artık klasikleşmiş bir başka sürecin aşağı yukarı benzer dönemini hatırlamada yarar var sanıyorum. Geçmişin Çarlık Rusya’ sında, gene bu anlamdaki bir ilk birikim döneminin kabaca üç temel bileşeni olduğu söylenebilir: Bilimsel sosyalist çekirdek, köklü denebilecek bir devrimci demokrat gelenek ve legal Marksistler. Çarlık Rusya’sındaki birikim döneminin, ama elbette yalnızca dar olarak bu dönemin özelliklerinden başlıcası, bilimsel sosyalist çekirdeğin özel olarak legal Marksistlerle ittifak yapıp devrimci demokrat geleneği kuşatması, formel de olsa Marksist görüşlerin yayılmasının bu yolla sağlanmasıdır.

Türkiye’nin 1961-71 dönemine bu göstergeler açısından eğildiğimizde kanımca hayli farklı bir tablo ile karşılaşıyoruz. Gelenek‘te önceki çeşitli yazılarda da vurgulanmaya çalışıldı. Türkiye solunun 60’lı yıllara sağlam bir bilimsel sosyalist çekirdekle girdiğini söylemek çok güçtür. İkincisi, gene aynı dönemde köklü bir devrimci demokrat gelenek bulmak da mümkün değildir. Ancak, kimi özel yanlarıyla birlikte, bu dönem için, Türkiye’nin Legal Marksistlerinden, Struve zihniyetli aydınlarından söz etmek pekala mümkündür.

Yukarıda kabaca vurgulanan özgünlük ya da farklılık, doğal sonucunu sanırım şu şekilde verdi: Sosyalist hareket için her yerde ve her zaman sancılı olan ilk birikim dönemi, ülkemizde klasik sancıların ötesinde oldukça karmaşık boyutlarda yaşandı. Kaba da görünse, benzetme yapıyorum: Genel olarak ilk birikim dönemlerinde yaşanan, doğum sancılarıdır. Türkiye’de doğum sancıları ötesinde, doğmuş çocuğa nesep tayini de oldukça zorlu süreçlerden geçmiştir.

Açmaya devam ediyorum: Türkiye’de 61 -71 ‘de söz konusu olan, geçmişten gelen bir bilimsel sosyalist çekirdeğin bilinçli ittifaklar; vb. değil, bir bilimsel sosyalist kaynağın tam tamına kaos ortamında, bilinçsiz ya da yarı bilinçli ittifaklarla ve el yordamıyla bulunmasıdır. Kısacası 1961-71 döneminde bilimsel sosyalist bir çekirdek soldaki farklı ideolojik yapılanmalarla bilinçli bir ittifak-mücadele ilişkisi içine girmemiş, farklı ideolojik yapılanmaların dürtükleyiciliğinde oraya buraya çarpılarak bir genel bilimsel sosyalist çizgi ortaya çıkarılmıştır.

Yukarıda söylenenlerin, üstü örtülü de olsa yetkin bir ifadesini buraya almakta yarar görüyorum: “TİP bir ‘sosyalistleşme’ sürecine girdi. TİP’in on yıllık tarihi bu ‘sosyalistleşme’ sürecinin dışa dönük ve iç mücadelelerle gelişmesi tarihi olarak nitelenebilir. Bu sosyalistleşme parti kurulduktan bir yıl sonra başlayıp üstten alta doğru yayılma biçiminde olmuştur3

Boran’ın bu yetkin ama örtülü saptamasını, daha sonra başka değerlendirmeler de izledi. Açık söylenmeli: Gelenek, solun yakın tarihine ilişkin çözümleyici saptamaları kendi özel çerçevesinde dile getirenlerden biridir. Yoksa, bugünün Türkiye’sinde devrimci demokratlar bile 61 -71 döneminin çarpıcı özelliklerini yakalayacak önemli bir birikim sağlayabilmişlerdir ve bu hiç kuşkusuz sevindirici bir olgudur. Olabilecek küçük tartışma ve itiraz noktalarını saklı tutarak, şu genel saptamaya özde hak ve kulak vermeliyiz: “Marksizmin sapmaları doğal olarak Marksizmin içinden doğmuştur. Türkiye’de ise Marksizm doğmadan Marksizmin sapmaları doğmuş ve kendilerini siyasal arenada tanımlamışlardır.” 4 Hiç öfkelenmemek gerekiyor. Bu sonuç, varolan ama kısır bir geleneğin ürünüdür ve son çözümlemede hepimizin sorunudur…

Dikkatli bir okur bile, bu aşamada, tüm bunlardan hangi amaçla söz edildiğini düşünüyor olabilir. Ülkemizde yaşanan 61 – 71 sürecini ve içinde geliştirdiği “sosyalistleşme”yi bugün yeniden hatırlatmamın iki temel nedeni var:

1-Legal sol yapılanma geçmişte, ideolojik netleşme alanında, önemli adımların atılmasını sağlamıştır. Netleşme sürecinde bugün daha da ileri adımların atılabilmesinde, yeni bir sol yapılanma gene önemli işlevler görebilecektir. Ayrışma, ideolojik netleşmenin tek ve kaçınılmaz ürünü olarak görülmemelidir. İdeolojik netleşme, hele hele ileri düzeylerde gerçekleştiğinde, bu kez yapay ayrımların son bulmasına da yarayabilir. Geçenlerde bir Görüş başyazısında değinildiği gibi: “… birlikte, aynı çatı altında çalışmak bölünmüşlükteki öznel faktörlerin aşılmasına hizmet edebilir. Böylece sol parti, soldaki dağınıklığın giderilmesi doğrultusunda olumlu bir işlev görmüş olur.” 5

2-1961 -71 dönemi gelişmeleri de düşünüldüğünde, Türkiye’de ideolojik netleşme alanında her şeye sıfırdan başlama söz konusu değildir. Özellikle geleneksel sol ve devrimci demokrasinin deneyimli ve seçme kadroları söz konusu olduğunda netleşmeleri çok daha üst düzeylerde sağlamak mümkündür. Sol parti, bir bütün olarak ideolojik netleşme süreçlerinin zemini biçiminde değerlendirilebilir. 61 -71 örgütü “sosyalistleşme” sürecinin kanalı olmuşsa, yeni bir sol parti, bu kez, netleşme ve ideolojik sıçrama süreçlerinin zemini İşlevini görebilir.

Burada, bir adım daha atılmasının yararlı olacağına inanıyorum. Yukarıda, bir legal sol partinin, global başka görevlerinin yani sıra, sol içi gelişme ve netleşmelerin zeminini de oluşturabileceği vurgulandı. Atılacak adımdan kasıt şu: “Netleşme”, “gelişme” vb. tür kavramlar üstünde soyut olarak durup geçmek yerine, açık açık ne kastedildiği, ne tür gelişme ve netleşmelerin beklenebileceği söylenemez mi? İşte bu alanda bir ilk yaklaşımı denemeye çalışacağım.

Bugün ortada görüleni açık açık dile getirmekte sakınca yok: Paradoksal biçimde, geleneksel sol kapsamına girmeyen kesimler doğrudan bir “sosyalist” söylemden yana iken, geleneksel sol, parti bağlamında, daha büyük bir ağırlıkla liberal, demokrat öğeleri vurguluyor. Bu, başlangıç için kuşkusuz geri sayılabilecek bir konumdur. Ancak yaşamın, daha somutu topluca bir örgütsel çatı altında yer almanın, bu geri konumların aşılması açısından yararlı dinamikler yaratabileceğine de inanıyorum. Legal sol parti çatısı altında olsun ya da olmasın, sosyalist söylemin geleneksel sol dışı kesimlerce sahiplenilmesi, bu söylemden uzak durmaya çalışan geleneksel sol için dürtükleyici ve canlandırıcı bir işlev görebilecektir. Özetle legal sol parti, böyle bir dinamiğin çerçevesini oluşturduğu ölçüde özel bir anlam da kazanacaktır.

Gene aynı bağlamda, yazının başlarında vurguladığım noktayı bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Geleneksel sol bugün, kendi alanındaki yapılanmalarca tek tek karşılanması mümkün olmayan bir dinamizme ve aynı doğrultuda gene bu yapılanmalarca tek tek çözülemeyecek teorik-pratik sorunlara sahiptir. Bu durumda, geleneksel sol dediğimiz alandaki boşlukların doldurulabilmesi, ancak yakın bir karşılıklı etkileşimle ve nitelikli yeni kadro adaylarının kazanılmasıyla mümkündür. İşte legal sol parti her iki gereksinimin de bugün için belli ölçülerde karşılanabileceği zemin olmaya adaydır. Başka türlü söylersek, siperlerden yapılan uzak salvolar yerine ortak iş; bir de, nitelikli yeni insanlara “beni bul” mesajı yerine “ben buradayım” demek…

Ancak, tüm bu söylenenlere karşın, kucaklayıcı bir legal sol partinin solun tarihsel sorunlarını kendi başına ve hemen çözüvermesi elbette mümkün değildir. Böyle bir yapılanmanın, vaat ettiği olumluluklar kadar nesnel ve öznel sınırlarını da iyi bilmek gerekiyor.

Bunun için, 1961-71 deneyine ve kimi sonuçlarına yeniden dönmek istiyorum.

“Sapmalar”: Yenilenler mi, Aşılanlar mı?

Bu bölüme başlarken, kanımca büyük önem taşıyan bir noktanın altını çizmek istiyorum. Bilimsel sosyalizmle aynı zemine oynayıp ona karşıt olan çizgiler ya da “sapmalar” la ilgili bir nokta bu. Şunu söylüyorum: Bugün hiçbir aykırı çizgi ya da “sapma” özünde yepyeni değildir. Bilimsel sosyalizmle yarışan çizgiler tarihsel olarak kuşkusuz yeni ve güncel biçimler alabilirler. Ancak öz, yenilenemez. Bunun doğal bir uzantısı da şöyle: Hiçbir aykırı çizgi ya da “sapma” kökleriyle, bir daha sahneye çıkmamacasına evrensel yenilgiye uğratılamaz. Bu durum da aykırı çizgilerin ya da “sapma”ların tam anlamda yenilmesinden çok, aşılması söz konusudur. Aykırı çizgi ya da sapmaların aşılması demek, bunlarla tanışmış, bunlarla mücadele etmiş ve deyim yerindeyse bunlara karşı “şerbetli” bir çizginin oluşması demektir.

Bu noktayı özellikle ve önemle vurgulamamın kuşkusuz bir nedeni var. 1961-71 dönemi, sosyalist hareketin olgunlaşması sürecine bakıldığında, ancak bu ilke gözetilerek yerli yerine oturtulabilir. Daha açık bir deyişle 61-71 döneminin üç önemli çizgisi olan Aybarcılık, MDD’cilik ve Legal Marksizm, kesinlikle tarihe gömülme ya da yok olma anlamında “yenilmiş” değillerdir. Söz konusu olan, bu çizgilerin aşılmasıdır. Bu da, karşılarında, kendilerine ilişkin bilinçli ve karşıt bir genel çizginin biçimlenmesi demektir. İşte bu açıdan bakıldığında, yani belli bir birikimin oluşması anlamında, 61 -71 dönemi önemli ölçüde aşılmıştır. Gene de hatırlatıyorum: Bu birikimin karşısındaki çizgilerin “yok olması” anlamında bir yengi söz konusu olamaz; sınıfsallık açısından, böyle bir rahatlık mümkün değildir.

Tüm bu söylenenlerin önemi ise şurada ortaya çıkıyor: Bugün, söz gelimi Aybar çizgisi kuşkusuz yeni ideolojik takviyelerle solun gene gündemindedir. Daha önemlisi de var: Aybar çizgisinin bir biçimi, Legal Marksist ya da Struveci denebilecek yeni söylemlerle takviyeli, kendine geleneksel sol adına kapılar açma çabasındadır ve bu çabaların basına yansıması aynı kesimde her nedense “tarihi” olarak nitelenebilmektedir. Ancak, tümüyle, bir bütün olarak bakıldığında, bu da bir gerileme değildir, eskiye tam anlamda bir dönüş söz konusu olamaz. Çünkü son 25 yılda yaşananlar, geleneksel solda, bu tür çıkışları benimsemesi mümkün olmayan bir nitelik birikimi de yaratmıştır. İşte bu anlamda bir ilerleme ya da aşma, apaçık ortadadır.

Peki, MDD’cilik konusunda neler söylenebilir?

Bu konuda, oldukça önemli vurgulamaların yapılabileceği kanısındayım. Hemen en başta ve çok açık olarak söyleme gereği duyuyorum: Türkiye sosyalist hareketi MDD’nin belli ve ilkel bir biçimini pek çok anlamda aşmış, ancak aynı çizginin özüne genelde teslim olmuş tur. Başka biçimde de söylenebilir: Geleneksel sol 1961 -71 MDD’ciliğini yıllarca rötuşlamış, sonra ortaya çıkan nihai biçimi gösterip “işte böylesine ben de varım” demiştir. En önemlisi ise şu: Az önce sözünü ettiğimiz başka çizgiler karşısındaki konumdan farklı olarak, MDD karşısında oluşan birikimin nicel yetersizliği düşünülürse, Türkiye solunda MDD’nin özünün “aşılabildiğini” söylemek de mümkün değildir.

Sırası bir kez daha gelmişken, 61-71 döneminin önemini yeniden vurgulamak, bu arada Sezar’ın hakkını da Sezar’a teslim etmek gerekir. Bugün Türkiye solunda MDD’ciliğin yaygın etkisine karşılık, gene de aşılmış önemli boğazlar vardır. Bunları somutlamak da mümkün:

  •  Feodal kalıntıların nicel-nitel önemi ve bu kalıntılara karşı mücadelenin, genel mücadeleye özel bir boyut katması,
  •  Türkiye’nin, burjuva devrimlerini henüz tamamlamamış, daha önemlisi gene burjuva çerçevede bu süreci tamamlama durumundaki bir ülke olarak görülmesi,
  •  Toplumsal mücadelede varlığı, daha ötesi ilerici ve anti emperyalist olduğu ileri sürülen bir “milli burjuvazi “ye özel misyonlar tanınması,
  •  Anti emperyalist mücadelenin anti kapitalist özden büsbütün ayrı, bütünüyle milliyetçi sınırlara hapsedilmesi…

MDD’nin bu ilkel çerçevesinin Türkiye solunda büyük ölçüde aşıldığına inanıyorum. Kuşkusuz kimi uzak ya da dolaylı bağların, özlemlerin sürdüğü söylenebilir. Ancak solda bu ilkel çerçeveyi içlerine sindirmeleri artık mümkün olmayan önemli birikimler vardır. Dahası bu birikimler, geleneksel solla sınırlı da değildir; devrimci demokrasinin bilimsel sosyalizme yol alan nitelikli kesimlerinde gene aynı çerçevede bir uyanıklık söz konusudur.

Bunların bugün söylenmesi kolay gelebilir. Ancak, sözü edilen bu “aşma” süreci oldukça sancılı geçmiştir. Süreçte, genel olarak 1961 -71 TİP’inin, özel olarak da Behice Boran’ın önemli katkıları olmuştur. Boran 1969’la yaygınlaşan ünlü Sosyalist Devrim-MDD tartışmalarından da önce, 65-67 arasında ve YÖN tartışmaları bağlamında oldukça kararlı bir tutum sergilemiştir. Söz etmemin nedeni, salt saygı değil. Çıkarılabilecek bir önemli sonucu daha not ederek geçiyorum: Türkiye’de doğruların ve gerçeklerin genel olarak geleneksel sol çerçevede, ama bu çerçeve içindeki resmi yapılanmaların dışında dile getirilebilmesi dün mümkün olmuştu. Bugün gene mümkündür; dahası, belki daha da büyük bir olasılıktır.

Ancak bir kez daha vurgulamalıyım: Aşılmış ilkel biçimlerine karşın, MDD’nin özü ve yeni biçimleri söz konusu olduğunda, yeterli bir karşıt birikim bugün de mevcut değildir. Dahası, MDD’ci özün belli bir yeni biçimi geleneksel soldaki tüm önemli yapılanmaları etkisi altında tutmaktadır. Pek çok kişi böyle bir sonucu “strateji” bağlamında ele alacak, hele hele Türkiye’nin bugünkü koşullarında söz konusu yapılanmaların “gerçekçi” bir strateji tercihi yaptıklarını ve pek de iyi ettiklerini savunacaktır.

Doğrusu ben böyle düşünmüyorum. Çünkü, en başta sorunu bilinçli bir “strateji tercihi” ya da saptaması olarak görmüyorum. Yanlış anlaşılmamak için iki ayrı süreci ya da modeli tanımlamak istiyorum: Belli bir deneyime ve olgunluğa sahip nitelikli kadroların ve köklü bir yapılanmanın özel bir stratejiyi seçmesi başka, deneyimsizlik, köksüzlük, formasyon eksiklikleri ve çaresizliklerin hep birlikte kendilerine uygun ve “mütevazı” bir kulvarı zorla davet etmesi başkadır.

Bunu açmaya çalışacağım.

Kadrolar ve Reel Politika

Bu bölüme girerken okuyucuya, artık alışkanlıkla telaffuz ettiğimiz iki sözcük üstüne bir kez daha düşünmesini önereceğim: Kadro(lar) ve reel politika…

Aralarındaki ilişkinin, karşılıklı gereksinimler anlamında, büyük önem taşıdığına inanıyorum. Şöyle: Sosyalist mücadelede reel politika yapılır, yapılmalıdır. Ancak, bu mücadelede reel politikayı, hakkını vererek ve yozlaştırmadan ancak nitelikli kadrolar yapabilir. Ve nihayet “kadrolar” yalnızca bilgili ve deneyimli insanlar değillerdir; gerçek kadro kavramı, buna indirgenmemelidir.

Öyleyse kimdir kadro?

Sözcüğün gerçek ve tam içeriğinden söz ediyorum burada. Herhangi bir dolambaçlı yola girmeden, kendi hesabıma şöyle bir tanım yapabiliyorum: Deneyim ve bilginin ötesinde, gerçek kadro, başta ülkesi olmak üzere insanlığın geleceğine yönelik ve neredeyse “obsesyon” gibi görünen siyasal-toplumsal tutkuları, hedefleri olan siyasetçidir. Böyle bir çerçevede kadro, en üst düzey felsefi-entelektüel bağlanmaların temsilcisi, taşıyıcısıdır. Bu konumu ile, reel politikanın da gerçek anlamda hakkını verebilecek güçtür. Sosyalist kadro, reel politika yapabildiği için apolitik üst düzey entelektüelden, bu reel politikayı her an gelişkin bir felsefi-politik çerçeveye oturtabildiği için de sıradan burjuva ya da sol politikacıdan ayrılır. Hiç kuşku olmamalı; böyle bir tanım bize 20. yüzyıl başları özel sınıf mücadelesi deneyimlerinin hediyesidir. Jakoben öz, buradadır. Jakobenliğin kimileri için dudak uçuklatıcı yönü de…

Yukarıda söylenenler, özellikle aynı yüzyılın başlarında, sosyalizmin çeşitli ülkelerdeki öncüleri tarafından da, öyle sanıyorum, net biçimde görülmüştür. Trotskiy işçi sınıfı partileri için, tüm siyasal partiler arasında yalnızca onların “felsefi anlamda da politik olduklarını” söylerken, kanımca aynı gerçeği vurguluyordu. 6 Trotskiy yalnız değil. Gramsci de siyaseti “sağduyu ile üst düzey felsefe arasındaki bağ” olarak tanımlıyor. Devam ediyor: Marksizm, total bilince giden yoldur, ancak total bilincin bizzat kendisi değildir. Marksizm total bilinç için siyasal pratiği gereksinir. Bu durumda, kadrolardan oluşan siyasal pratikli örgüt total bilincin mümkün tek temsilcisi oluyor.7

Yeterince açık oldu mu, bilmiyorum. En açığı şunu söylemeye çalışıyorum: Türkiye sosyalist hareketinde, yukarıdaki entelektüel-felsefi içeriğiyle, çok, ama çok ciddi bir kadro sorunu vardır. Elbette deneyimli ve bilgili sosyalist sayısı ülkemizde çok az değil. Ancak, bu deneyim ve bilgiyi ülkesinin ve dünyanın geleceğine ilişkin tutkulu bireysel (ve elbet örgütsel) bağlanmaların çerçevesine oturtabilen insan, Türkiye’de azdır. Ülkemizde kuşak tartışmalarının bu denli katılımcı bulmasının bilinçli ya da yarı bilinçli nedenlerinden biri budur. Daha günceli ve somutu: Türkiye’de sosyalist hareket, eksiklik takviyesi için yeni alanlara, genç kuşaklara yönelmek zorundadır. Bir sol parti bu misyon adına ve seçim alanını genişletme anlamında önemli işlevler yerine getirebilir…

Türkiye solunun bir anlamda “hasbel kader” MDD’ciliğinin bunlarla ilgisi ne?

Bu sorunun tam yanıtı için özeli, Türkiye’yi bırakıp yeniden genele dönüyorum ve devam ediyorum: Gerçek kadroların denetiminde olmayan ya da olamayan, bu nitelikte kadroların tutkulu ama bilimsel perspektiflerinden yararlanmayan reel politika, karikatür sol politikadır. Özgün felsefesiz, entelektüel bağlanmasız ve tutkusuz reel politiker, bilgi ve deneyim sahibi de olsa, bunları üst düzeyde yeniden üretemediği için, çoğu kez kuyrukçu reel politiker olur. İşte Türkiye solundaki MDD’cilik, bir de bu gözle değerlendirilmelidir…

Türkiye’den gene ayrılıyoruz. 1900’lerin başında, Lenin’in kanımca en çarpıcı polemiklerinden biri taktiklere ilişkin olarak Menşeviklere karşı yürütülmüştü. Basit gibi görünse de, sorun çok önemli: Taktikler plan mıdır yoksa süreç mi? Bu kadar yalın, bu kadar açık. Şöyle bir yanıt verilebilir mi Taktikler, özde bir süreç olarak görülmelidir; çünkü nesnel sorunlar ve partinin bu sorunlarla başedebilme gücü, bir sürece bağlı olarak değişir. Partinin görevleri, parti geliştikçe artar. Parti, verili bir anda, o an için mümkün olan mücadeleleri sürdürmelidir…

Bu açıklamanın, pek çok kişiye “doğal” ya da “rasyonel” gelebileceğini biliyorum. Dahası “işte reel politika budur” diyenler de çıkacaktır. Ancak hemen belirteyim: Yukarıda özetlenen görüş, Lenin’in acımasızca polemiğe giriştiği Menşevik görüştür. Nasıl bir görüş? Dinleyelim: “Bu görüşe göre ancak o anda mümkün olan mücadele verilmelidir ve o anda mümkün olan mücadele de o anda sürmekte olan mücadeledir.”8

Yeterince açık olduğu kanısındayım. Lenin taktiklerin kesinlikle süreç değil, ancak plan bağlamında ele alınabileceğini vurguluyor. Hangi “plan” mı? İşte bu, bir kadro sorunudur; onun belki de “hülyalı” sayılabilecek projeleri, özlemleri ya da tutkularıdır. Daha doğrusu, bunların somut düzeyde politikleştirilmiş biçimleridir.

Sözü daha da uzatmaya gerek yok sanırım. Kuşkusuz bu son söylenenler sol parti sorunu ile doğrudan doğruya ve bire bir ilişki taşımıyor. Gene de önemli dersler çıkarılabilir sanıyorum. Türkiye sosyalist hareketinin temel sorunu, gerçek anlamda kadro sorunudur. Yazıda en çok bunu vurgulamaya çalıştım. Ve açık söylemek gerekiyorsa, bir sol parti tartışması, bana en çok sosyalist harekette yeni ve diri kadro adaylarına ulaşılabilmesi bağlamında anlamlı geliyor.

Başka somut görevlerle birlikte, gündemde olan, sosyalist söylemi sol parti aracılığıyla canlandırmak, gerek sorunlar gerekse insanlar anlamında henüz bakir alanlara yönelebilmektir.

 

Dipnotlar

  1. Gürsoy, Gencay; “Sosyalist Parti ve Sol Potansiyel”, Görüş, Haziran 87, Sayı 7, s. 21.
  2. Geri dönüp bakıldığında, oldukça ilginç bulunacağına inanıyorum. 1978’de, kısa denilebilecek bir zaman dilimi içinde, başta geleneksel sol olmak üzere iki temel kümedeki yapılanmalardan kopuşlar gerçekleşiyor. Kopanlar, kalanları ” sağa kaymak”la eleştiriyorlar. TİP, TSİP, TKP, Dev-Yol ve başkalarından, bu anlamda kopuşlar yaşanıyor. Hepsini “rastlantı” saymak mümkün değil. Kanımca 1978, temel yapılanmaların soluklarını yitirip daha ” merkez” denebilecek bir çizgiye kaymalarının yılı oluyor. Böylece, kopmalar başlıyor. Geleneksel sol için ise ilginç olan şu: Kalanların tüm etkileme çabalarına karşın, kopmalar gene geleneksel sol içinde kalıyorlar. Klasik deyişle kimi “papaza kızıp oruç bozma ” eğilimlerine karşın, temel gelenekselci çizgi değişmiyor. Kanımca bu, geleneksel soldaki birikim ve sorunların varolan yapılarca karşılanamadığının, kopanların da kendilerine aynı geniş alanda yer bulabileceklerinin göstergesidir. Bir de, geleneksel sol içinde küçümsenmeyecek bir “kişiliklilik” birikiminin sağlanabildiğini anlatır. Özetle tek tek geleneksel sol yapılanmaların zaafını örten, bir bütün olarak geleneksel sol alanın gücü ya da potansiyelidir…
  3. Boran, Behice; “TİP: 1961-71”, Yürüyüş, Temmuz 1976, Sayı 67, s. 8.
  4. Altaylı, Muzaffer; “Sosyalist Solun Görevleri, Sosyal Muhalefetin Geleceği” Mayıs Dergisi, Haziran 87, Sayı 3, s. 24.
  5. Anadol, Çağatay; “Sol Partinin Sosyal Yeri ve İşlevi”, Görüş, Mayıs 87, Sayı 6, s. 4.
  6. Trotskiy, L.; “Sosyalizmin Güncel Meseleleri”, Çev: Yılmaz Öner, Suda Yay. İst. 1976, s. 17.
  7. Gramsci, Antonio; Prison Notebooks, Camelot Press, s. 331-336.
  8. Lenin, V.i.; Collected Works, C. 5, s. 228.