Birlik İçin Sesli Düşünceler, Ayrılık Sevdaya Dahil
1980’li yılların ikinci yarısında “ille de birlik” şiarıyla yola çıkan ve kendi örgütsel birliğini batıran, bununla da yetinmeyip pek çok örgütsel birliğin “gönüllü ölü” misali, güle oynaya kendilerini gömdüğü bir mezarlık yaratan bir geleneğin, o geleneği geride bırakan “eski” bir üyesi olarak, şu birlik diye ayaklar altına alıp tepelediğimiz “birlik fikriyat ve fiiliyatı” üzerine iki çift kelam etme ihtiyacı duyduğumda, sözlerime Atilla İlhan’ın son şiir kitabına da adını veren şiiri ile başlamak istedim.
Evet, ayrılık sevdaya dahil. Başka bir ifade ile, ayrılık kavgaya dahil…
Bunda yadırganacak bir şey yok esasında. Çünkü, birlik fikri de barış meselesinde olduğu gibi, kendi karşıtlarıyla anlam kazanıyor. Ancak birlik düşüncesinin karşıtı olan ayrılık, barış düşüncesinin zıttı olan savaştan çok daha derin ve olumlu bir içerik taşıyor. İnsanlığın büyük serüveninde, büyük alt-üst oluşların, sıçrama ve geri düşüşlerin insan doğasında, duygu ve düşüncesinde yarattığı etkileri içeren bir gayri-resmi tarih yazımı olarak da adlandırılabilecek şiirin bir şair üzerinde yarattığı sezgi ve algılama keskinliği yönünden hayli zengin bir mirasa sahip Attila İlhan, siyasi kötürümlüğüne rağmen, ayrılık dediğimiz şeyin taşıdığı derin ve olumlu içeriği farketmeyi ve onu olağanüstü bir çarpıcılıkla mısralara dökmeyi başarmıştır. Ayrılık sevdaya dahildir, çünkü ilave eder Attila İhlan; ayrılanlar hâlâ sevgili… Öyle olmasaydı zaten, ne bunca şiir, şarkı, öykü, roman ne de film olurdu ayrılık üzerine ve ne de bunların alıcısı…
Sosyalizm bayrağı ve idealinin altında toplanan insanlar için birlik ve ayrılık, kendi başlarına hiçbir anlam ve önem taşımayan, ancak ve ancak mücadele ile anlamlandırılabilen, yani kavgaya dahil olan iki başlıktır. Komünistler korkmadan, öfkelenmeden, haset etmeden, kibirsiz ve soğukkanlı şu sözleri sarfederler: ayrılık da, birlik de kavgaya dahildir. Kavga olmadan anlam taşımazlar, ne iyi, ne de kötü…
Birlik konusunda herkes kavgaya dahillik yönünde, neredeyse otomatikman böyle bir yargıya ulaşır da, ayrılık için böyle bir olumluluk doğmaz kafalarda. Ayrılık kötüdür, vahimdir, yıkım ve yıkıcılıktır. Ve kalanlar tasfiyeci, gidenler gadra uğramış mazlumlardır.
Gerçekten de böyle midir? Yoksa bunun altında yatan yalnızlık korkusu ve bu korkunun beslediği “birlikten kuvvet doğar” türü, sınıf mücadelesi baz alındığında hiçbir manası olmayan bir genelleme midir?
Ne olduğunu algılamak için konuyu açmak lazım.
Ayrılık sevdaya dahildir, çünkü aşk öyle bir duygu ve düşünce bütünlüğüdür ki, insan için hep ve her vakit aranan ideal bir tamlıktır. Kendini bir elmanın yarısı olarak hisseden insanın ikinci yarısını aramasını, dolayısıyla da bir bütün olma hasretini besler. Bu anlamda “aşk” ölümsüzdür. Bu beylik bir laftır ve pek çok beylik laf gibi etkisini yitirmesine rağmen hâlâ doğruluğunu korumaya devam etmektedir. İlave edilmelidir: her ayrılık erkendir; vakit erişmeden, saat çalmadan gelir. Bu yüzden ayrılanlar hala severler birbirlerini ve ayrılık, şu ya da bu gerekçeyle tamlık duygusunu yitiren sevgilileri tekrar bir araya gelmeye, olmuyorsa bir başka insanla yeniden ve daha güçlü bağlar tesis etmeye, yarım kalanı bir başkasında tamamlamaya iteler. Aşk ölmez, bir başka kaş, bir başka göz, bir başka güzellik; yani bir başka kadın, bir başka erkek olarak kendini yeniler, dönüştürür. Ve her insan, bir öncekinden daha kudretli olur sevgisinde, hasretinde.
Aynı şey sınıf mücadelesi için geçerli değildir ama; çünkü aşk doğduğumuz günden beri çevremizdedir. Film olur, şarkı olur, şiir olur, masal olur, olur oğlu olur…Yani aşk konusunda iyi-kötü bilgi sahibi olmak için olağanüstü çaba gerekmez. Kavga öyle değildir ama; modern sınıf mücadelesi bilgi ister, bilim ister, akıl ister. Bunlar yoksa yürek, yani cesaret, yani inanç yani coşku hiçbir işe yaramaz!
Ayrılığın ve Birliğin iyi yahut kötü, olumlu yahut olumsuz olduğu hususunda fikir sahibi olmak isteyenler, sınıf mücadelesinin gereklerine, ayrılanların ve kalanların konumlanışlarına, programlarına, siyasi açılım ve iddialarına bakmak zorundadırlar. Sınıf mücadelesi içerisinde saydığım tüm bu nitelikleri kendi bünyesinde toplayan ve zafer için varolan parti ve partili komünistler, adalet dağıtan, şu haklı, şu haksız diyerek ne olduğu belirsiz vicdani hissiyata sahip olan yargıçlar değildirler. Parti bir mücadele aygıtıdır ve komünistler yönlerini amaçlarına, programlarına, siyasi hatlarına ve sınıf mücadelesinin gereklerine göre belirlerler.
Evet, Birlik ve Ayrılık kavgaya dahildir, tek şartla, ayrılanlar ve birleşenler hâlâ devrimciyseler, hâlâ komünistseler…Ve bunun ölçütü ideolojidir, gelenektir, programdır, siyasi hattır, sosyalizm projesinin netliğidir ve tüm bunları bünyesinde barındıran partidir.
Türkiye’de bu işler tersine dönmüştür. 12 Eylül 1980’den bugüne kadar geçen süreye bakın; ne programları, ne belirgin ve uyumlu bir siyasi hatları, ne ideolojik netlikleri ve benzerlikleri, ne de partiyi bir koalisyonlar toplamı olmaktan öteye taşıyacak bir irade bütünlükleri ve gelenekler mevcut olmayanlar, birlik projesinin en hızlı bileşenleri haline gelmişlerdir ve hem devrimci, hem de komünisttirler! Üstüne üstlük böylesi, bir birliğin tek çıkış yolu, daha da önemlisi sosyalistlerin birliğinin en gelişkin örneği olarak lanse etmektedirler. Ve (tesadüf değil herhalde) yine aynı dönemlerde, bunun tam tersi bir seyir içerisinde bulunanlar, yani ayrılanlar, kalanları tasfiyecilikle, partiyi omurgasından ikiye bölmekle, kapsayıcı olmamakla suçlamakta, kendilerinin partiyle hiçbir siyasi, ideolojik, programatik ayrılıklarının olmadığını, örgütsel işleyişin yanlışlığından dem vurduklarını ve atıldıklarını iddia etmektedirler.
Ayrılık meselesine gelince; ayrılanlar, örgütsel işleyişin yanlışlığından dem vurduklarının ve atıldıklarını, yoksa programatik, ideolojik, siyasi hiçbir ayrım noktalarının bulunmadığını söylemektedirler. Lakin, bu tespit kendilerine bir mazlumluk yahut büyüklük, hele ki haklılık hiç kazandırmamaktadır. Ne olması gerekiyor ve ne bekleniyordu ki? Sosyalizm Programı’nın vücut bulduğu, bu programı hayata geçirmek üzere, gerçekleşmiş sosyalizm ile işçi sınıfı mücadeleleri ve anti-emperyalist ulusal kurtuluş hareketlerinin, eşitlik-özgürlük kavgasının yarattığı tüm değer ve deneyimleri kendi bağrında toplayarak bir araya gelen ve bu toprakların öncü partisini yaratan kadroların ve onların somutladığı geleneğin kendini varettiği 1992-1999 yılları arasındaki dönemde, siyasi, ideolojik, programatik farklılıklardan kaynaklı ileri bir kopuş, farklı ve sınıf mücadelesini sıçratıcı bir ayrışmamı olacaktı yani? Elbette ki örgütsel sorunlardan yanlışlıklardan dem vurulacaktı.
Lakin bu örgütsel farklılıklar yahut yanlışlıklar mevzuunda da bir tutarsızlık ve tuhaflık mevcut. Çünkü, her devrimci bilir ki, örgütsel işleyişteki çarpıklıklar, en az üç şeye birden işaret eder. Program yanlış, siyasi hat sakat, ideolojik kimlik tutarsızdır… Yine, çünkü diyorum, örgütsel işleyişi biçimlendiren, ona yön veren bu üçlü bileşimdir. Ama ayrılanlar iddia etmektedirler ki, bunlarda bir sorun yoktur.
Sorun yoksa, olacakları ben size kısaca özetleyeyim: Programatik, ideolojik, siyasi hiçbir ayrım noktalarının bulunmadığını söyleyerek ayrılanlar, bu durumda ayrıldıkları yapıyla ayrı programı, aynı ideolojik zemini, aynı siyasi hattı paylaşmaya devam edeceklerdir. Yani, inşa edecekleri (ederlerse) yani siyasi organizasyonda, kaçınılmaz olarak aynı örgütsel işleyişi merkeze koyacaklardır. Bu durumda, yeniden ayrışacak, ayrılanlar yeni örgüt kuracak, onlar da aynı gerekçeyle ayrışacak ve bu, ömür vefa ettiği oranda sürüp gidecektir.
Bunun adı trajedidir ve böylesi bir trajedinin aktörü olmamanın tek yolu, örgütsel ayrışma gerekçelerini siyasallaştırmaktan, onları ideolojik ve giderek programatik ayaklar üzerine oturtmaktan geçer. Ancak bu da beyhude ve denenmiş bir çabadır. Beyhudedir, çünkü, örgütsel yanlışlığı baz alan ayrışma gerekçeleri temel siyasi ve ideolojik başlıklara, somut bir programa dönüştürülemezler. Geriye kalan, örgütsel işleyişi orasından burasından parçalamaktır. Bu durumda da, ortaya çıkan örgüt ve örgütsel işleyiş, işleyişi orasından burasından parçalamaktır. Bu durumda da, ortaya çıkan örgüt ve örgütsel işleyiş, üzerinde yükseldiği ideolojik, siyasi, programatik zeminle uyumlu olmaz ve bileşenlerini çürümeye, en iyi ihtimalle, yukarıda sözünü ettiğim birlikçilere ve birlik projesine katılmaya iteler. Her ikisi de siyasi intihar demektir. Bu intihar ölümle sonuçlanmayabilir; bunun tek yolu da ayrıldığınız yapıyı izlemekten, ona benzemeye çalışmaktan, onunla ortaklıklar yaratmaktan geçer ve bunun adı da trajedidir. Çünkü kimse “aslı varken taklidine” yönelmez ve herkes “o zaman niye ayrıldın kardeşim” diye sorgular.
Türkiye sosyalist hareketi açık ve net olarak şu üç başlılığı bilince çıkarmak zorundadır:
1) Kapsayıcılık: Çok tartışılan ve her niyete yenen bir muz olarak algılanan bu başlık bir dışsallığı değil, bir içselliği ifade eder ve dışsallık koalisyona, içsellik homojenliğe denk düşer.
Koalisyonlar dışsallık üzerine bina ederler kendilerini; ortada ya “ortak” diye tanımlanan bir düşman ya da ortak, ama paydası çok düşük bir müştereklik olmalıdır. Kaldı ki bu müştereklik de, esasında sosyalizm içre değil, düzen içre bir paydadır. Hafızalarını zorlayıp 1980 öncesinin aşamacı programlarını hatırlayanlar yahut bugün nesli iyice tükenmek ve eski yalınlığını yitirmekle birlikte hâlâ programlarını bu geleneğin üzerine inşa eden siyasi organizasyonları inceleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Müştereklik düzenin yarattığı ve geniş toplumsal yığınları kestiği varsayılan sorunların hafifletilmesi yönünde, düzen içi siyasi hedeflerdir ve bunlar birer taktik, yahut sosyalizm mücadelesinin yan ürünleri olarak değil, hedef ve aşama olarak tanımlamaktadırlar. Bu aşama geçilmeden diğer aşamaya, yani sosyalizm mücadelesine geçilemeyecektir. Ortak payda budur ve koalisyonlar bunun etrafında, ortak olduğu varsayılan düşmana karşı inşa ederler kendilerini.
Koalisyon dışsaldır ve her koalisyon ortağı, mücadele içerisinde bir diğerini yoketmeye, onu kendine katmaya çalışır. Dolayısı ile koalisyonlar “ortak” düşmana karşı kapsayıcı, bileşenlerine karşı dışlayıcı ve soğurucudur. Bu nedenle anlamsız ve tanımsız bir kapsayıcılık başlığı, örgütsel yapıyı parçalamayı, bir koalisyonlar topluluğu haline getirmeyi, siyasi ve ideolojik olarak birbirine benzeyenleri ayrıştırmayı öngörür.
Esasında, bu dünyada ve sınıf mücadelesi içerisinde kapsayıcılık kudretine sahip tek şey homojenliktir. Kapsayıcılık homojenliğin doğasındadır. Çok fazla açıklamaya ve örneğe gerek yok. Bolşevik Parti’nin tarihi bunun en canlı örneğidir. Merkez Komite öyeliğinden ve partiden birden fazla defa atılanlar, sınıf mücadelesi içerisinde kendilerini ve devrimci kimliklerini yeniden ürettikleri için, birden fazla defa partiye dönmüş ve MK üyeliğine tekrar yükselmişlerdir.
Homojenlik sadece onları değil, tüm emekçileri kapsamaya zorlar komünist partisini. Parti, emekçileri kapsayabilmek için, kaçınılmaz olarak, kendi kadro çekirdeğinin siyasi, ideolojik, programatik homojenliğini korumaya yönelir. İşte bu nedenledir ki ,kendi kadro homojenliğini korumaya çalışan partiyi kapsayıcı olmamakla suçlamak, kapsayıcı ve birlikçi tutum değil, ayrılıkçı ve likide edici siyasi tutumdur. Böyle bir iddianın sahipleri kapsayamaz ve kapsanamaz. Devrim ve sosyalizm ise, bu cenahtakiler için bir hoş seda, toz pembe bir rüya olmaktan öteye geçemez.
2) Partinin Omurgasından Yarılması: Örgütsel yapının hiyerarşik olarak tepesinde yer alanları kapsayan ayrışma sürecinde akla ilk gelen bir söylem paniği, umutsuzluğu, kırgınlık ve güvensizliği besler ve oldukça yaygınlaşır, çünkü etkileyici ve sihirli bir tanımdır.
Velakin, tüm sihirli tanımlar gibi, boştur, anlamsız ve gerçek dışıdır.
Partinin omurgasından yarılması için, siyasi hattının, programının, ideolojik kimliğinin ve bunlara bağlı olarak toplumsallığının ikiye bölünmesi icap eder. Yani söz konusu ayrışmanın iki ayrı program, iki ayrı siyasi hat ve iki ayrı ideolojik kimlik üretmesi gerekir. Bunu en çarpıcı biçimde tanımlayan örnek Türkiye İşçi Partisi’nde yaşanan Sosyalist Devrim/Milli Demokratik Devrim merkezli ayrışmadır.
Böylesi bir denkliğe düşmeyen ayrışmalar, hangi hiyerarşik kademede gerçekleşirse gerçekleşsinler, isterse parti kadrolarının da sayısal olarak tam ikiye bölünmesiyle sonuçlansınlar, sadece şu düzleme denk düşerler. Kopuş nitel değil, niceldir. Ayrılanlar, isterse partinin siyasi hattına en büyük katkıyı koyan en tepedeki insanlar olsunlar, sonuç değişmez; bir niteliği değil, bir niceliği götürürler.
Emekçi sınıflar ve toplum nezdinden söz konusu nitelikler bir kollektivite olan partiye aittir ve ayrılığın şiddeti, çapı, gürültüsü en fazla bu niteliklerin partinin ayrılmaz parçası olarak algılanmasına, daha doğru bir algıya dönüşmesine neden olur. Parti kendi programını, ideolojik kimliğini, siyasi hattı terketmediği ve yaşatmayı devam ettiği sürece de bu algı yeniden biçimlenir; algı olmaktan çıkar, somut bir gerçek varlığını devam ettirir. Bu durumda ayrılanlar, sınıf mücadelesi içerisinde kendi devrimci kimliklerini yeniden üretmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalırlar. Aksi taktirde siyaseten ve fiziken gömülürler.
Ayrışmanın yarattığı, yaratacağı üzüntü ve güvensizlik meselesine gelince, bu hususta söylenecek şeyler çok azdır. Hiç kimse, ama hiç kimse ayrılanlara kalanlar kadar çok üzülemezler; çünkü onların vasıflarını en iyi bilenler, onlarla siyasi mücadele içerisinde aynı bütünün bileşenleri olarak yer alanlar, karşılıklı olarak birbirlerine emek verenler onlardır. Bu nedenle kalanlar, değil kan davası gütmek, ayrılanların, daha doğrusu partiden düşenlerin altına yumuşak bir yastık koyarlar, kavgadan da düşmesinler, çarpmanın şiddetiyle sağlıklı düşünmek yetisini yitirmesinler diye…
Çünkü partili komünistler bilirler ki, ayrılanlar sınıf mücadelesi içerisinde kendi devrimci kimliklerini üretmek için fazla hırpalanmış olmamalıdırlar ve yine bilirler ki, devrimci kimliklerini yeniden üretmeye çalıştıklarında ve parti doğru yolunda yürümeye devam ettiğinde, hayat, yani kavga onları tekrar ve kendiliğinden partiyle bütünleştirecektir.
Bizim üzüntümüz de sevincimiz de siyasidir ve siyaset insanın insanca yaşaması yolunda, dünyayı değiştirmek doğrultusunda en büyük araçtır.
Burjuva siyaseti ve insancıllık arasındaki açı, sosyalist siyasette yoktur ve sosyalist siyaset insanı ezen, dışlayan, yok sayan bir tarzda değil, vefa, dayanışma, sevgi, saygı ve daha pek çok insani değer üzerinden, insani merkeze koyan bir tarzda yapılır. Sosyalist siyaseti merkeze almayan, bu çerçevenin dışındaki tüm üzüntüler, hastalıklı bir duyarlılığı, bu temelin haricindeki tüm hümanizmalar, gaddarlığı gizleyen birer maskedir…
Güvensizlik meselesi de böyledir; emekçiler, devrimciler, ilericiler, aydınlar ve nihayetinde komünistler, bağlılıklarını ve güvenlerini kişiler üzerinden değil, sınıf mücadelesinin gerekleri doğrultusunda, program, siyasi hat ve ideolojik kimlik üzerinden üretir yahut sorgularlar. Sosyalist siyasetin yukarıda özetle değinip geçtiğim niteliğidir bizi birbirimize bağlayan insani yön. Bu üç temel bileşeni, ideolojiyi, siyasi hattı, programı ve onların taşıyıcısı olan örgütü, örgütsel işleyiş, ilke ve gelenekleri içermeyen bir güven, bağlanma ve sorgulama, eksiklidir, yanlıştır; insanları kişiye tapmaya, dogmatizme ve nihayetinde ihanete iteler.
Bizim güvenimiz, bağlılığımız, sorgulama yöntemimiz işte bu temeller üzerinde, ideoloji, siyasi hat, program, örgütsel işleyiş, ilke ve gelenekler zemininde yükselir; kişiler bizim aklımızda ve yüreğimizde bu değerleri taşıdıkları, ürettikleri ve bunlar doğrultusunda mücadele ettikleri sürece ve bunlara paralel olarak bir önem ve güvenirlik taşırlar. Bu zemin yoksa insan da yoktur çünkü.
Ve bu çerçevenin dışına düşenler, ne dostumuz, ne düşmanımızdırlar.
Dolayısıyla, deminden beridir bahsedegeldiğim tür bir ayrışmada, güveninin zedelendiğinden dem vuranlar, partinin kendilerinin güvenini kazanmak için bir dizi “şirinlik” yapmasını boş yere bekleyeceklerdir; parti bu insanlara, dönüp kendi siyasi kimliklerine,, sosyalizme, devrime ve onları gerçekleştirecek olan partiye bağlanma tarzlarına bakmalarını hatırlatacaktır, o kadar!..
Türkiye sosyalist hareketinin bilince çıkarması gereken üçüncü ve son husus şudur: Türkiye’de, artık birlik diye diye birlik fikriyat ve fiiliyatının tepelendiği bir dönem sona ermiştir; bu temelde inşa edilen ve inşa edilecek olan büyük birlikler mezara gömülmüştür. Birlik renkli bir homojenlik üzerinde yükselecektir artık.
Kimsenin kuşkusu olmamalı ve herkes bilmelidir ki, bugün, sosyalizm programına, onu gerçeğe dönüştürecek bir siyasi hatta, onu taşıyan ve ideolojik gelişkinliği sorgulanmaya dahi cesaret edilemeyen kadrolara, bu nitelikler ve sahip oldukları homojenlik emretmektedir: Birliği örgütleyin! Siyasetle, ideoloji ile sosyalizm projesiyle, kuru kuruya birlik çağrısı yapmadan, sabır ve titizlikle, yılmadan ve inatla, ter döküp emek vererek, Türkiye’deki sosyalistlerin birliğini örgütleyin! Bu ülkenin, omurgası olduğunuz, dal budak salacak, toplumsallığıyla sosyalizmin bayrağını dosta düşmana tek seçenek olarak algılatıp dalgalandıracak komünist partisini inşa edin!..
Bu ülkede artık bunun haricinde ve ötesinde hiçbir kimlik projesi varolmayacaktır.
Bu ülkede artık hiçbir siyasi, ideolojik, programatik ayrılık olamayacaktır.
Parti bunun için vardır ve dosta düşmana seslenmektedir: Gün bizim günümüzdür!..