Burjuva Siyasetinin Sağ Kolu ANAP ve DYP

İçinde bulunduğumuz dönem, ekonomik krizin derinleştiği, buna bağlı olarak siyasal ve ideolojik dengelerin hassaslaştiğı, bu anlamda burjuva siyasetçilerinin ne yapıp edip aşma çabasında olduğu bir dönemeç niteliğinde.

Bu dönemeçte, biri iktidarda (DYP), diğeri muhalefette (ANAP) iki parti, türlü senaryolarla birlikte (ANAYOL ARAYOL gibi) burjuva siyasetinde vazgeçilmez aktörler olarak yerlerini alıyorlar. Türkiye siyasetinde ANAP ve DYP burjuvazinin her yeni yöneliminin doğrudan yansıtıcısı konumunda. Bu yazı ANAP ve DYP’nin önümüzdeki dönemde üstlenebilecekleri misyonları gözeterek her iki partinin belirli bir çerçeve içerisinde değerlendirilmesini hedefliyor.

ANAP’ı 80 sonrası Türkiye nesnelliğine doğan bir parti olarak görmek gerekiyor. Kapitalist dünyada esen liberalizm rüzgarı, Türkiye’ye, zayıf halka özellikleri taşıyan bir ülkeye uygun şekilde, bir darbe aracılığıyla girdi. 12 Eylül, yolu temizlerken, ANAP, burjuvazinin zafer sarhoşluğu içinde yürüyeceği bu yolun düzenleyicisi oldu. 80 sonrası yürütülen baskı ve zor, zaten tıkanmış olan solun fiziksel olarak da “bitirilme”si için sistemli bir şekilde uygulandı. Türkiye solunun darbenin “başarısı”nın ötesinde bir etkisizleşmeyi yaşaması, burjuvazinin, umduğundan da büyük bir zafere ulaşmasının ve giderek pervasızlaşmasının başlıca nedeniydi.

Belirli geleneklerin taşıyıcısı olan köklü partilerin alışılagelmiş olduğu burjuva siyaset sahnesinde, birdenbire ANAP gibi bir aktörün ortaya çıkması ve hızla yükselmesi tesadüf olarak algılanmamalı. Türkiye’de de ithal ikameci birikim modelinin miadı artık dolmuş ve nokta 24 Ocak kararlarıyla birlikte konmuştu. Liberalizm tüm dünyada ekonomik ve ideolojik reorganizasyonun ruhuna sinerken, Türkiye’de büyük burjuvazi hesaplarını dünya kapitalizmiyle bütünleşme yönünde yapmıştı. İşte böyle bir nesnellikte, ANAP işbitirici-cesur lider kişiliğinde somutlanan görüntüsüyle “dışa açılan Türkiye”nin dünya kapitalizmiyle daha ileri bir noktadan bütünleşmesini sağlayacağı umudunu veren bir kapı oldu.

83 seçim sonuçları, ekonomik kararların hızla devreye sokulabileceği, ideoloji ve siyaset üretiminde Özal’ın kişiliğiyle bütünleştirilen adımların atılabileceği bir zemini oluşturdu. Özal döneminde atılan adımlar siyasal ve ekonomik alanda yeni düzenlemeleri içeriyordu. Bu dönemde sömürü önceki dönemlere kıyasla oldukça arttığı ve sınıfsal çelişkiler yoğunlaştığı halde ciddi bir toplumsal muhalefetin yükselmemesinin nedenlerini açmak gerekiyor. Birinci neden, yukarıda değinildiği gibi ortada yenilmiş bir işçi sınıfının olması ve bir toplumsal muhalefeti örgütleyebilecek güçte bir sosyalist hareketin olmamasıydı. İkinci neden, depolitizasyonun damgasını vurduğu yeni ideolojik yapılanma ve bu sayede, Eylül darbesinin ve sonrasında atılan adımların toplumsal meşruiyetinin sağlanmasıydı.

“Çağ atlayan Türkiye”, “güçlü Türkiye” imajı ve yer yer işçi sınıfına kadar uzanabilen sınıf atlama hayali dönemin ideolojik belirleyenleri arasında en güçlüleriydi. Televizyonsuz-telefonsuz evin kalmayacağı, sokaktaki adamın Avrupalılar gibi Marlboro içebileceği, yastık altında biriktirdikleriyle dolar alıp, hatta borsaya girip milyarları vurabileceği bir dönemdeydik artık! Toplumsal yaşamda da bunun yansımaları apolitikliğin, kimliksizliğin, ahlaksızlığın yüceltilmesi şeklinde oldu. Bu unsurlar siyasal alanda ANAP’ın kişiliğinde de somutlanıyordu. İtibar gören yeni değerlerin temsilcisi yazarların, medya kuşlarının da katkılarıyla ideolojik alan kuşatılmış oldu.

Uzun vadede ekonomik alandaki başarılarla pekiştirilemeyen bu ideolojik kazanımlar sorunların ve hoşnutsuzlukların birikmesiyle yeterli olamamaya başladı. Olağan dönemlerde işlevli olabilen bu siyasal bağlan(ama)ma biçimi, kriz dönemlerinde kitlelerin düzen içinde tutulabilmesinin garantisi olarak görülememeye başlıyor. 89 Bahar Eylemleri, bu yapının kırılganlığının ilk somut göstergesiydi. 80’li yılların ilk yarısında işlevli olan ideolojik tutkalın yeterli olmamaya başlaması toplumun uykudan uyanıp esnemeye başlaması, bir yandan burjuva siyasetinde bir canlanmayı gerekli kılarken, diğer yandan bu canlanmayı yaratmaya aday olan partilere zemin hazırlıyordu. 12 Eylül yasaklı siyasilerinin siyaset alanına geri dönmesinin onaylandığı 87 referandumu sonrasındaki gelişmeler, ANAP’ın düşüşü, yeni bir siyasi anlayışın oluşmaya başlamasıyla paralel gelişti. Özal döneminin eleştirisi üzerinden siyaset üreterek canlanmaya başlayan Demirel’in DYP’sini bu arayışın temsilcisi olarak görmek mümkün.

87 referandumu, bir bakıma Özal’ın son başarısı sayılabilir. Referandum sonuçlan, yasaklı siyasetçileri 80 öncesinin suçluları olarak yansıtmasının kitleler nezdinde kabul gördüğünün bir göstergesi oldu: Siyasal yasakların kaldırılması sadece 70.000 oy farkıyla kabul edilmişti. Özal bu referandum sonucunu kullanarak en kısa zamanda erken seçime gitmek ve Demirel’i “bitirmek” istiyordu. Aynı zamanda 87 erken seçimi, Özal için kaybedilecek seçimin öne alınarak kazanılmasını sağlayacaktı, çünkü erken seçim sonrasına kadar bekletilen istikrar paketi, Özal döneminin düşüşe geçtiği ve kapandığı yıllar olacaktı. 87 – 89 dilimi, Özal’ın 87 erken seçimine giderken öngörebildiği, Cumhurbaşkanlığı’na göz diktiği yıllardı. Demirel bu süreç içinde etkin bir muhalefet yürütmekle birlikte, olanaksızlıkları nedeniyle etkisizdi. 87 referandumu, 89 yerel seçim dönemeci ve 91 genel seçimleri Demirel’in aktif siyasete döndüğü dönem oldu. Bu dönem DYP’sinin çabası daha çok ANAP’la farklılıklarını öne çıkarmaktı.

ANAP döneminde gelir dağılımının iyice bozulması, DYP için siyaset yapma imkanı sunuyordu. Bu konuda öne çıkardıkları elbette işçi sınıfının ve öteki emekçilerin on yıl boyunca aldığı ekonomik darbe oldu. Kitlelere böyle seslendiler. Ama burjuvazinin bazı kesimlerine de önemli mesajları vardı. ANAP küçük ve orta sanayii daha az gözetmiş, tekelleşmeyi arttırıcı politikalar uygulamıştı. DYP, tekelleri kızdırmayacak dozda, bu kesimlere mavi boncuk dağıttı. ANAP döneminde tarım-sanayi makası tarım aleyhine açılmıştı. DYP onlara da seslendi. Yine bu dönem, demokrasi, anayasa değişikliği, milli hakimiyet, milli irade gibi kavramlar içeriklerinden bağımsız olarak oldukça sık kullanıyordu. Demirel demokrat kişiliğini, darbelere karşı direncini sürekli gündeme getiriyordu. DYP’nin AP geleneğinden gelen popülistliği, köylücülüğü, küçük burjuvaziye hitab eden söylemi ve uzlaşmacılığı belirli unsurlarıyla yeni döneme taşınırken, nesnelliğin gerekleri doğrultusunda DYP kimliği içinde yeniden şekillendirildi.

DYP’nin toplumsal muhalefeti kucaklayabilmesinde avantaj olabilen bu gelenek, iktidar döneminde merkez sağ bir partinin ayakbağına dönüştü. Bu dönemin diğer bir belirleyicisi de siyasal alanda Demirel önderliğinde yaşattırılmaya çalışılan sınırları belli bir politizasyondu. Burjuvazi açısından da düzenin bekçilerinin yaratılamaması bağlamında sorun olmaya başlayan depolitizasyonun burjuva siyasetindeki canlanmayla belirli ölçülerde kırılması hedefleniyordu. DYP ve SHP 89-91 dönemecindeki politikalarıyla burjuva siyasetinin soluklanmasını sağladı. Ama bu oldukça sınırlı ve geçici bir soluklanmaydı…

Her dönemde siyaset ve ideolojik söylemi ile kitlelere ulaşabilen, “malını iyi pazarlayan”, siyasal odaklar arasındaki dengeleri gözetebilen Demirel, bu dönemde de Türkiye nesnelliğini kavrayabilme yetisine sahip bir burjuva siyasetçisi olarak üzerine düşeni yaptı. Burjuvazinin çıkarlarını koruyabilmek konusunda net perspektiflere sahip olan Demirel ve DYP’nin ustalığı, bu misyon ile küçük burjuva tabanı ürkütmeden kendine bağlayabilen siyasal söylemi tutturabilmesidir. Örneğin, Demirel durduk yere ‘Ben zenginleri severim’ türünden bir cümle sarfetme pervasızlığını göstermez. Ancak 80 sonrası ekonomik yeniden yapılanma, globalleşme ve liberalizm rüzgarlarının esmesiyle oluşan, yeni yükselen değerlerin belirleyiciliğindeki ideolojik yapılanma ile Türkiye nesnelliği arasındaki açı, Demirel’in bu açıyı kavrayabilme basiretine rağmen, manevra alanını daralttı.

DYP’nin iktidar öncesi süreçte AP geleneğinin kimi unsurlarını sahiplenmesi, kitlelere dönük siyaset üretiminde işlevli olabilirken, yine bu unsurlar iktidar döneminde geri çekilmek zorunda kaldı. Demirel, bu geri çekilişi daha ihtiyatlı gerçekleştirirken, DYP’nin sınıfa saldırısının Demirel’in önderliğinde yürütülmesinin maliyetini hesaba katarak imajını korumaya çalışıyordu. Bu yeni dönemde Türkiye ekonomisinde yaşanan tıkanıklık kimi adımların hızlı atılmasına, istikrar paketinin açılmasına, özelleştirilmenin hızlanmasına uyum sağlayabilecek bir hükümeti gerektiriyordu. Varolan koalisyon burjuvazinin taleplerini karşılamak konusunda oldukça hantal kalıyordu. DYP kanadında Demirel’le sancılı yaşanabilecek değişim süreci Çiller önderliğinde daha keskin ve geçmişle bağlarını koparırken de pervasızca gerçekleştirildi. Demirel’e açılan cumhurbaşkanlığı yolu DYP’nin yeniden yapılanma sürecinde hızla yol almasını sağladı. SHP kanadında da benzer süreç İnönü’nün resmen geri çekilmesiyle aşıldı, yeni lider Karayalçın da “işbitirici”, “dinamik” görüntüsüyle yeni döneme aday oldu.

ANAP, Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde, iktidarını Özal’ın açık müdahaleleriyle sürdürdü. 91 genel seçimleri sonrasında ANAP’ın toparlanma süreci içinde olduğunu söyleyerek bu sürecin bileşenlerinden bahsetmek gerekiyor. Birincisi, ANAP Özal’ın yerini dolduracak lider arayışına gitmedi; Özal’ın kendisinin de dolduramayacağı bu boşluk, misyonunu nesnel olarak tüketmiş olmasından kaynaklanıyordu. Mesut Yılmaz, az farkla kazandığı genel başkanlığı ANAP’ın yeni lideri sıfatıyla sürdüremeyecekti, hem partide böyle bir ağırlığı yoktu, hem de ideoloji ve siyaset üretiminde lider özelliklerini taşımıyordu. ANAP 91’den bugüne kadar gelen süreç içinde Mesut Yılmaz’ı lider arayışının ürünü olarak değil, ANAP’ın reorganize olacağı dönemin ilk adımı olarak benimsedi. İkincisi, ANAP, kitlelere unutturmaya çalıştığı iktidar döneminin, eski ile yeni arasındaki karşıtlıklarını önce oluşturarak sonra vitrine çıkartarak sağlamaya çalıştı. Özellikle, Özal’la kapanan ANAP dönemi tek adam döneminin bittiği ANAP olarak yansıtılırken, seçim döneminde tam karşıtı olarak güçlü lider ama ekip çalışması vurgusu yeni dönemin ANAP’ı oldu. Geçmiş dönemin icraatları sahiplenilirken, Özal’la yıpranan imaj terkedildi. ANAP’ta dönemin şartlarına uygun olarak şekillenen farklılaşmaları, Türkiye nesnelliğinin merkez sağda ANAP gibi bir partinin kendini yeniden üretebilecek dinamiklere sahip olması çerçevesinde anlamlandırmak mümkün.

Burjuva partilerini değerlendirirken, bu partiler ile çeşitli toplumsal kesimler arasında bire bir siyasal temsiliyet ilişkisi kurmamak gerektiği daha önce de söylenmişti. Örneğin DYP, genellikle küçük ve orta burjuvazinin ve orta-zengin köylülüğün partisi olarak anılmasına rağmen büyük burjuvaziye en az ANAP kadar sadakatle hizmet vermektedir. Kimse kuşku duymasın ki, Demirel başbakan kalsaydı istikrar paketinin en alasını, imajını falan boşverip, hiç çekinmeden açardı (ve bunu da oldukça usturuplu bir şekilde yapardı). DYP’nin bugün hala taşradan daha fazla oy topladığı doğrudur. Gelir dağılımının bu kesimlerin de aleyhine bozulmasına neden olan ANAP’ın buralarda fazla şansı yoktur. ANAP ve DYP arasında siyasal temsiliyet açısından bir fark olmadığı, iki partinin de dönemin gereklerine göre taktıkları maskelerden, iki parti arasındaki kadro geçişlerinden ve oy kaymalarından da görülmektedir. Sayılanlar, aynı zamanda burjuva siyasetinin düzeysizliğinin, kişiliksizliğinin ve pisliğinin göstergesidir.

Burjuva siyasetinde tutarlı ve “kişilikli” payesini az da olsa hak eden kesim, partilerin içindeki kanatlardır. Bunlar, iktidar partilerinde genellikle “dönemin gereklerini pek kavrayamayan nostaljik belirlenimli ya da idealist” kesimler; muhalefet partilerinde ise genellikle “iddialı ve cesaretli” kesimler olarak sunulurlar. Kanatlar, seçenek içinde seçenek oluşturdukları için burjuva siyasetinde işlevli yapılardır. Burjuva siyasetine renk getirirler, gündem oluştururlar umut üretirler. Partinin tüm politikaları onaylanmıyorsa da partiye bağlı kalınmasının dinamiklerini sağlarlar. Kanatlar burjuva siyaset sahnesinde olduklarını unutmazlar ve bunun bilinciyle hareket ederler. Tüm bunlar olağan dönemler için geçerlidir. Her kesimin ülkenin geleceğini başka bir yerde gördüğü olağanüstü dönemlerde ise bu “çok renkliliğin” bir kakafoniye dönüşmeyeceğinin garantisi yoktur. Nitekim, burjuva siyaset sahnesinden bugün yükselen.sesler de bunu göstermektedir.

BURJUVA CEPHESİNDEN GELEN SESLER

27 Mart yerel seçimleri ile görece siyasal canlılığın yaşandığı dönemde medya tarafından pek çok senaryo üretildi, önümüzdeki dönemde burjuvazinin ne tür seçenekleri olduğu tartışıldı, can havliyle yaşanan bu süreç içinde en sık dile getirilen ANAYOL, Milli Mutabakat gibi çözümlerdi. ANAYOL projesi, iktidarla birlikte yıpranan sağ partilerin düşüşü üzerinde her dönemde farklı bir içerikle kurgulanan, temcit plavı gibi ısıtılıp yedirilmeye çalışılan bir can simidi niteliğinde. 89’da ANAP için çalman senfoni, yerel seçim öncesi DYP için çalındı.

Yerel seçim sonrası ANAYOL’un tekrar gündeme getirilmesinin başlıca nedeni RP’nin güçlenmesiydi. RP burjuva iktidarı için hiçbir ciddi tehdit oluşturmadığı halde, burjuvazi önünde sorun istemiyor. Siyasal alanda oluşacak istikrarsızlığın bu krizi çıkmaza sokacağını seziyorlar. Burjuvaların kimileri ve ağırlıklı olarak medya, statik bir çözümlemeyle, ANAP ve DYP’nin birleşmesiyle ortaya çıkacak partinin iki turlu seçim sistemiyle siyasal gücü tümüyle eline geçirmesinin hem uygulanacak politikalarda rahatlamayı sağlayacak toplumsal meşruiyeti yaratacağını hem de böylece her türlü kararın hızlı bir şekilde çıkarılabileceğini hesaplıyor. Bu hesaplar yapılırken iki partinin aldığı oylar toplanıyor ve medya aracılığıyla “siz hala birleşmeyin bakalım…” diye ibreti alem yapılıyor. Daha akıllı olanları, iki partinin birleşip iktidara gelmesinin, muhalefetin RP’ye terkedilmesi anlamına geleceğini söylüyorlar.

ANAP ve DYP, burjuvazinin çıkarlarını korumak konusunda misyonlarını yerine getirmede benzer olsalar da, siyasal arenada farklı işlevlere soyunabilen hem de yedek güç olarak kenarda durabilen iki parti konumunda. Ayrıca merkez sağda güçlü iki partinin varlığı burjuvazinin istekleri doğrultusunda kesintiye uğramadan atılacak olan adımların güvencesini oluşturuyor. İktidarda yıpranan parti için muhalefet toparlanma ve soluklanma süreci oluyor.

Bu çerçevede ANAP ve DYP’nin siyaset sahnesinde varlıklarını ayrı olarak korumalarının burjuva iktidarı açısından daha işlevli olduğu, ANAYOL projesine ancak son çare olarak başvurulabileceği söylenebilir. Ancak Türkiye burjuvazisi sıkıştığı oranda her türlü hayali gerçeğe çevirmeyi deneyebilir. Ekonomideki ve burjuva siyasetindeki tıkanıklığı aşmak adına burjuvazi (RP’nin de içinde yer alabileceği) her tür siyasal bileşime razı olabilir.

ANAYOL projesinin uzun vadeli kurgusu, siyasetin merkeze çekilmesi ve burjuva siyasetinin marjlarının “elhamdülillah müslüman ve milliyetçi” ama liberal bir merkez sağ parti ile sosyal demokrat misyonu hakkıyla taşıyacak ama “çağdaş” bir merkez sol parti tarafından çizilmesi hedefine oturuyor. Gelişkin kapitalist ülkelerde uygulanan iki partili sisteme heveslenilerek üretilen bu proje Türkiye burjuvazisinin gıptayla baktığı bir şey. Bu sistemin uygulandığı ülkelerde iki büyük parti toplumun çeşitli kesimlerini büyük oranda kucaklayabilir. Çünkü bu ülkelerde toplumsal hareketlilikler sınırlı ve dardır; sınıfsal bir içerik taşımadıkları sürece kolayca kanalize edilebilirler. Bu sistemin uygulandığı ülkelerde burjuvazinin ideolojik hegemonyası güçlü ve sağlamdır. Kaçınılmaz şekilde kriz dinamikleri üreten bir zayıf halkada, nesnelliğinden soyutlayarak böylesi bir modeli düşlemek “sırtı pek” burjuvalarla, onlara güzel hayaller sunmayı meslek edinmiş medya soytarılarının işidir.

Burjuva siyaset sahnesinde her gün yenisi üretilen proje aranışları, aynı zamanda burjuvazinin sıkışmışlığını da ifade ediyor. Sınıfa saldırı güçlü bir dirençle karşılaşmadığı takdirde, burjuvazinin günü kurtarması zor olmayacak. Ancak sınıfla bağlarını kurabilen güçlü bir sosyalist hareket, burjuvazinin her türlü projesini bu sınıfın kafasına yıkacak. Bugün 80’li yıllarda yaratılan ve topluma sunulan umutlar büyük ölçüde inandırıcılıklarını yitirdi. Ancak 80’leri karakterize eden depolitizasyon ve burjuva siyasetinin giderek sığlaşarak pisliğini ortalığa kusması, toplumun “siyasetin pis iş” olduğuna inanmasına ve geleceğe dair umutlarını yitirmesine yol açtı. Sınıfın, sosyalist siyasetin bu pisliği toptan ortadan kaldıracak biricik araç olduğuna ve geleceğin sosyalist devrimde olduğuna inandırılması gerekiyor. Bu misyonu sahiplenen özne ise yolunu çoktan çizmiş durumda.