Cumhuriyet’in Toplumsal Tabanı ve İktisadi Hedefi: Kısırlaşan Kavramlar, Can veren Dinamikler

Burjuvazi dünyada ve Türkiye’de 20. yüzyılın kavramlarıyla konuşmaya devam ediyor. Toplumsal ilerlemeye ilişkin devrim, reform, bağımsızlık gibi kavramların temelinin 19. yüzyılda atıldığı söylenebilir. Fakat emperyalist aşamada krizlerin burjuva ideolojisini yeni kavramlarla zenginleştirdiğini görüyoruz. Altı çizilmesi gereken şudur: Burjuva ideolojisi, işçi sınıfının siyasal mücadelesinin kazandığı mevzilere göre yeniden üretildi. Sovyet Devrimi olmadan 20. yüzyılda ‘halkçılık’tan bahsetmek, sosyalizmden güç alan ulusal kurtuluş mücadeleleri olmadan ‘kalkınma’dan bahsetmek mümkün değildir.

Kapitalizmin krizleri işçi sınıfı hareketlenmesini tetikliyor. Fakat işçi sınıfı siyaseti güçlenmeden sınıfın hareketliliği yeni ideolojik mevziler kazanamıyor. Örneğin bugün 2008 krizinin 1929 krizinden daha derin iktisadi boyutlar taşıdığı saptanırken 2010’lu yıllarda 1930’lardaki gibi bir devletçiliğin yaygınlaşmamasını neyle açıklayabiliriz? Bugün devlet müdahaleciliğine piyasayı düzenlemek adına başvuruluyor, ancak dünya genelinde ‘devletçilik’ yoluna girilmiyor. Devletçiliği kabaca kamu hizmetlerinin ve kamu mülkiyetinin ekonomik örgütlenmenin omurgası haline gelmesi olarak düşünelim. Dünyanın çeşitli bölgelerinde işçi sınıfı tabanlı hareketlerde canlanmalar yaşanırken kendiliğinden kamucu ideoloji yükselişe geçmiyor. Sosyalizmin baskısı olmadan, kapitalist kriz piyasayı korumaya dönük bir devletçiliği dahi gündeme getirmiyor.

Türkiye’de Birinci Cumhuriyet olarak isimlendirdiğimiz yapı emperyalizmin siyasi hegemonya kurmakta zorlandığı bir coğrafyada kuruldu. Emperyalistler arası paylaşım savaşında galip gelen taraf, ‘Doğu sorununu’ çözeyim derken Anadolu’da işgale karşı mücadeleyle, Rusya’da sosyalist devrimle karşılaşıyordu. Kemalist öncülüğün sınıfsal tercihleri burjuvaziden yana net olmakla birlikte Anadolu’daki mücadele dinamikleri içerisinde emperyalizme ve devrime karşı duyarlılıkları ideolojik düzeyde dengelemesi gerekti. Bunun için Kurtuluş Savaşı’nın doğurduğu anti-emperyalist duruşu kapitalist modernleşme ile uyumlu hale getirmeye çalıştı. Ne yaptı? Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ‘batılılaşma’ ile ‘bağımsızlık’ kavramlarını bir arada işledi.

Birinci Cumhuriyet’in ürettiği bu çözümün 20. yüzyılda benzer süreçlerden geçen ülkeler için büyük ölçüde geçerli olduğu söylenebilir. Peki neden Cumhuriyet Halk Partisi, örneğin Arap Baas Partisi’ne benzer şekilde, sosyalizan bir tarihsel rol oynamadı? Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalizmin uluslararası bir seçenek haline gelişi, ‘bağımsızlıkçı’ ve ‘batıcı’ duruşun arasını açmıştı. Ulusal kurtuluş mücadeleleri bu dönemde emperyalizm ve sınıfsal eşitsizlikler karşısında daha net tavır almak durumunda kaldılar. 1960’larda Bağlantısızlar Hareketi’nin bileşeni olan ülkeler, halkçılık, kalkınmacılık, devletçilik politikalarıyla sosyalizme taviz verdiler. Türkiye’ye dönecek olursak, 1923’ün kazanımları, reel sosyalizmin kazanımlarının damgasını taşıyan ‘halkçı’ ve ‘kalkınmacı’ politikalarla güncellenerek korunabildi.

Birinci Cumhuriyet’i doğuran dinamiklerin İkinci Cumhuriyet’e geçiş sürecinde sosyalizm mücadelesi veren bizlere bakiyesini iyi değerlendirmek gereklidir. Bu yazıda birbiriyle bağlantılı olan halkçılık ve kalkınmacılık kavramlarına şekil veren dinamikleri incelemeye çalışacağız. İncelemeyi kolaylaştırmak için tarihsel bir dönem olarak Birinci Cumhuriyet’te bu kavramların ideolojik dönüşümünü etkileyen temel soruları yanıtlamaya çalışacağız. Buradan yola çıkarak İkinci Cumhuriyet’e devredilen haliyle bu kavramların bugün ideolojik mücadelemizde nasıl değerlendirilebileceğini tartışacağız.

1. Halkçılığın ‘ulusçuluk’ ve ‘popülizm’ ile imtihanı

Halkçılık ile ulusçuluk arasındaki ilişkiyi neler belirledi?

Halkçılığın Türkiye’ye narodnizm etkisiyle girdiği çok bilinmez. Osmanlıcı subayların Balkanlarda ulusal ayrılıkçı hareketler karşısında sempatiyle karşıladığı narodnizm, eşitlikçi bir halkçılığın aydınlar arasında benimsenmesinde önemli rol oynadı. Balkan Savaşları’ndan sonra halkçılık İttihat ve Terakki tarafından ulusçulukla özdeşleştirildi. Ziya Gökalp halkçılığı ulusu oluşturan toplumsal katmanlar arası dayanışma olarak teorize etti. Kemalizmin bu mirası devraldığı söylenebilir. Ancak arada yaşanan emperyalist savaş ve işgalin etkisiyle kısa bir dönem halkçılığın Anadolu’da enternasyonalist ve emekçi bir karakter kazandığını görüyoruz. Bunu kâh Gökalp’in halkçılığa yüklediği anti-emperyalist anlamda, kâh Kemalist önderlerin Sovyet etkisiyle halkçılığın sınıfsal özüne yaptığı atıflarında görüyoruz. Eski İttihatçılar ise bu evrede halkçılık içerisinde anti-bürokratik bir varyant oluşturuyorlar. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde Halk Fırkası halkçılığın anti-bürokratik ve sınıfsal yorumlamaları nihai olarak tasfiye ederek devlet-ulus-halk özdeşliğine dayalı anlayışı egemen hale getiriyor. 1 Türkiye’de ulusçu halkçılığın, narodnizmden ilham aldığı bir ‘halka doğru’ yaklaşımı var. Narodnizmde bu yaklaşım, küçük burjuvazinin halkı anlama, onun değerlerine uyumlu bir devrimcilik üretme arayışını yansıtıyor. Fakat Türkiye söz konusu olduğunda öncelikle yerli burjuva sınıfının yaratılması gerekli! Cumhuriyet’e burjuva devriminin önceki aşamalarından kalan önemli miraslardan biri İttihat ve Terakki’nin milli iktisat politikasıdır. Gökalp’in devletçilik ile halkçılık bütünlüğüne dayalı ‘iktisadi devletçilik’ olarak formüle ettiği milli iktisat politikası Cumhuriyet’e geçişte kırılmaya uğruyor: Kemalizmde devletçilik ve halkçılık ilkeleri kesin olarak birbirinden ayrılıyor. Muhtemelen bunların kaynaşmasının yerli burjuvaziyi geliştirme çabalarına ket vuracağı düşünülüyor. İktisat Vekili Celal Bayar devletçiliği özel teşebbüsün girmediği işlere devletin girmesi olarak tanımlanırken, Reisicumhur Mustafa Kemal halkçılığın unsurlarından birini ünlü Balıkesir Nutku’nda ‘milyarderler yaratmak’ şeklinde ifade ediyor. Devletçilik ve halkçılık arasına çekilen çizgi, Sovyet örneğiyle doğabilecek yakınlığa karşı bir emniyet kemeri oluşturuyor. Devletçiliğin halkçılığı gerçekleştirme aracı olduğu bir denklemde kaza riski, ikisinin birden ulusal burjuvazi yaratma amacı doğrultusunda araçsallaştırılmasıyla ortadan kalkıyor.

Halkçılığın kaynağı devrimci mi gerici mi?

1930’larda Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine devrimciliğin ve devletçiliğin eklenmesi, 1923 devriminin bünyesinde barındırdığı küçük burjuva radikalizminin 1929’da dünya kapitalizminin krize girdiği koşullardaki dışa vurumu olarak okunabilir. Fakat halkçılığın bu evrede nasıl bir anlam kazandığına bakıldığında altı ok içerisindeki muhafazakarlık öne çıkıyor. Devletçi politikada özel sermayeye mesafeli eğilim Mustafa Şeref’in İktisat Vekilliğinden alınıp yerine İş Bankası çevresini temsil eden Celal Bayar’ın getirilmesiyle tasfiye edildikten sonra devletçilik ilkesi benimseniyor. Keza Osmanlı’dan devralınan üstyapıyı yıkan ‘inkılapların’ gerçekleştirilme aşamasında değil statüko ihtiyacının baş gösterdiği döneme girildiğinde, adeta daha ileri gitme eğilimlerini frenlemek ister gibi devrimcilik hukukileştiriliyor.

Tekeli-Şaylan, bu kavramların halkçılığı bastırdığı savunuyorlar. Nitekim ‘halka doğru’ anlayışının yerini ‘halka rağmen halk için’ ilkesinin alması, halkın karşı-devrimci bir kaynak olarak görülmesiyle bağlantılı. Metin Çulhaoğlu’na göre halkçılığın bu dönüşümdeki süreklilik gösteren özelliği, aydınlar ile karşı karşıya getirilmesidir. Türkiye’de burjuva devriminin devrimci demokrat bir karaktere bürünmesine izin vermeyen çizgi budur. 1960’larda bu düğüm sosyalizmin aydınlar ve gençlik üzerindeki etkisiyle aşılacaktır. 2  Dolayısıyla Türkiye’de devrimci dinamikler arasında bağlantı kurulmasında aydınlar ile halk ilişkisi, halkçılığın sınıfsal karakterini belli ölçüde belirliyor. İlişkinin deformasyonunda işçi sınıfı ideolojisinden uzak olan ‘halka doğru’ anlayışının payı olduğu anlaşılıyor. Aydınlanma yerine geleneksel yapılara yaslanan bir halkçılık, sınıfsal kurtuluş yönünde ilerletici olmaması nedeniyle aydınlar ile halk arasında yabancılaşmaya yerini bırakıyor.

Yukarıda ifade edildiği gibi halkçılığın kısa bir bolşevizasyon deneyimi var. Mustafa Kemal’in 1920’de açıkladığı Halkçılık Programı bir yandan anti-emperyalist ve anti-kapitalist vurgular içeriyor, diğer yandan hilafet ve saltanatın korunmasını öngörüyordu. 3 Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu ikiliğe dair değerlendirmesi, hilafet boyutunun taktik olduğu, anti-emperyalist ve anti-kapitalist vurguların ise Kemalizmin özündeki devrimciliği yansıttığı yönünde. Ancak burjuva devriminin geri olan yapıları yıkarken ileri olan eğilimleri dizginleme refleksini önemsemek gerek. Nitekim Kıvılcımlı’nın değerlendirmesi, 1920 uğrağında halkçılığa yapılan devrimci vurguların da taktik amaçlı ifade edilmiş olabileceğini hesaba katmamasıyla eleştiriliyor. 4 Keza, 1922 yılında Mustafa Kemal tarafından Lenin’e halkçılığın Batı’dan çok bolşevizme yakın olduğunu şeklindeki imalarını Kemalizmin ergenlik dönemi tutarsızlıkları olarak görebiliriz. 5 Kemalizm Yalçın Küçük’e göre 1930’larda olgunluğa erişmiştir. Olgunlaştıran Kadrocular, Kemalizme halkçılık adına köylülüğe dayanmayı gösteriyorlar. 6 Köylülük burada burjuva devriminin gerektirdiği modernleşmeciliğin aksine premodern yapılara dayanan bir halkçılığın göstergesidir. Öte yandan Kadro’nun devletçilik ile halkçılığın birliği zemininde Kemalizmi teorize etme girişimi akamete uğruyor. Sadece derginin iktidar tarafından kapatılmasıyla değil, halkçılığın dayandırılmaya çalışıldığı sınıfların kapitalistleşme sürecinde ideolojik olarak tasfiyesiyle bu girişim kökleşemiyor.

Nihai olarak CHP’nin Avrupa’da yükselen faşizme meyletmesi ve sömürücü sınıflarla ittifakı halkçılığı radikalleşmekten alıkoyuyor. 1930’larda Kemalizm, halkçılığı milliyetçiliğin ötesine geçen bir anti-komünist araca dönüştürüyor. 7 İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizmin hediye ettiği demokrasi söylemiyle, halkçılığın sınıfları reddeden bir dayanışmacılıktan sınıflar arası uzlaşmaya dayanan bir dayanışmacılığa evrildiğini görüyoruz. Kemalizmin devletçilik içerisinde halkı yok sayması, sanayi planlarının yarattığı işçi sınıfı tabanına dönük ‘popülist’ bir politika izlememesi, 1945 sonrasında DP’nin halkçılığı kırsal mülk sahibi ve muhafazakar bir tabana yaslanarak yeniden üretmesini kolaylaştırıyor. Ancak DP döneminde kırsal-dinsel anlamı güçlenerek ‘millet’ kavramının öne çıkması, halkçılığın bunun karşısında kentsel-laik bir anlam kazanmasına olanak yaratmış, bu da sosyalist ideolojinin ebeliğinde 1960’larda kendisini dışa vurmuştur.

Halkçılık sosyalizm mücadelesinde bir uğrak mı?

1960’lar halkçılığın hem radikalizminin hem sınıfsal yönünün belirginleştiği bir dönem. Buna Yön çizgisi öncülük ediyor. Halk kavramı, milletin sınıfsal olarak ayrıştırılıp emperyalizmle işbirliği içinde olan gayri milli unsurlar ayıklandıktan sonra kalanlara atfediliyor. 8  Ancak Yöncülere göre halk, mücadelenin öncüsü olmaktan ziyade 1930’larda varsayıldığı ve 1950’lerde Demokrat Parti iktidarıyla ispatlandığı gibi gericiliğin kaynağı. O yüzden halka öncülük etme misyonu ‘zinde güçler’ olarak nitelendirilen küçük burjuva kesimlere veriliyor. Aydemir Güler’in saptamasıyla Yön, devrim stratejisi arayışı sayesinde iktidar perspektifini kazandırdığı sola aynı zamanda sınıf ittifakçılığını bulaştırmıştır. 9  Bunda burjuvazi içinden anti-emperyalist müttefik aramanın payı vardır.

Aynı dönemde Türkiye İşçi Partisi, Yön’ün çizgisini küçük burjuva radikalizmi olarak nitelendirip demokrasiciliğe dayalı bir halkçılığı benimsiyor. Bir başka ifadeyle halkçılığın I. TİP üzerindeki etkisi parlamentarizm şeklinde tezahür ediyor. Ahmet Hamdi Dinler’in yorumu, 1964’te TİP’in seçimlere hazırlanma sürecinde giriştiği örgütlenmenin ‘fakir fukara edebiyatı’ olduğu yönünde. II. TİP’in programında ise geçmişe dönük bir özeleştiri olarak bu ‘sınıf içeriğinden boşaltılmış genel bir halkçılık çizgisi’ olarak ifade edilmiştir. Fakat TİP’in popülizme kaçan halkçılığına dönük eleştiriler, sosyalizm mücadelesinde halkçılığın ideolojik olarak sunabileceği olanakları görmezden gelmeye yol açmamalı. Aydemir Güler, geleneksel sol içerisinde TİP’in halkçılığını küçümseme tutumunun ‘reel politika ile zenginleştirilmeyen bir devrimcilik’ olduğuna işaret ediyor. Kısacası halkçılık sosyalizm mücadelesi açısından bir ‘siyaseti zenginleştirme alanı’ olarak düşünülmelidir. Ayrıştırıcı ve sadeleştirici olan sınıf mücadelesinin toplumsal çelişkilerin heterojenliğinden güç alabilmesi, halkçı bir ideolojiyle sağlanabilir.

Milli Demokratik Devrim tezlerinde sınıflararası bir ittifak politikası zemini olarak ‘halk’ hep vardı. Bu tezler işçi sınıfının oluşmamış ya da yeterince olgunlaşmamış olduğunu varsaymaktaydı. 1980 sonrasında ise devrimci demokrasinin işçi sınıfını keşfi sonucu sağ ve sol sapmalar ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Türkiye’de sınıfın kendiliğinden hareketindeki zayıflık gündelik mücadelelerde daha fazla iradi-politik müdahaleyi davet ederken, bunun devrimci demokrasi üzerindeki etkisi politikanın gündelik mücadelelere indirgendiği bir halkçılık ve uvriyerizm olarak karşımıza çıkıyor. 10 Halkçılık, öncülüğün kavranamadığı koşullarda işçi sınıfının ortalamasını almakta, böylece şabloncu bir mantıkla halk yerine sınıf konduğunda işçi sınıfı içindeki küçük burjuva eğilimlere dayalı işçiciliğe dönüşmektedir. 11  İşçi sınıfı içindeki eşitsiz gelişimin hak mücadeleleriyle sınırlı olarak kavrandığı koşullarda ise halk, sınıf içerisinde mülksüzleşmeyle radikalleşen halkalar olarak görülmekte, bu defa sınıfın bütünselliğinden koparılmaktadır. O halde sosyalist devrim perspektifi, halkçılığı başka bir yere yerleştirmek zorundadır.

Halkçılığın zemini kaldı mı?

Halkçılık 1970’lerden itibaren burjuva popülizmine indirgenmeye başladı. 1970’lerin sonunda CHP’nin ‘halk sektörü’ kavramıyla halkçılığa özel girişimciliği aşılaması ile 1980’den sonra özelleştirmelerin ‘halka arz’ yöntemiyle meşrulaştırılması arasında bir süreklilik kurmak mümkündür. Bunlar küçük mülk sahiplerinin radikalizm eğiliminin ‘orta direk’ söylemine dayalı gerici bir ideolojik rolle soğurulmasıdır. Ancak 2000’lere kadar bunun geldiği nokta, devlet bünyesindeki kamuculukla birlikte halkçılığın da tümüyle tasfiyesidir. Aydemir Güler, bu süreçte sosyalizm mücadelesinin ‘halkçı bir atmosferden’ yoksun kalmasının ağır bir bedeli olduğunu söylüyor. 12 AKP iktidarının henüz taze olduğu bir dönemde bu saptama yapılırken, 10 yıllık deneyim halkçılık karşısında dinsel ve şoven milliciliğin burjuva popülizminin temel öğesi haline geldiğini, atmosferi bunun belirlediğini gösteriyor.

Halkçılığa bir de Birinci Cumhuriyet’in iki kriz dinamiği ‘irtica’ ve ‘Kürtler’ açısından bakılabilir. Halkçılığın dinsellikle ilişkilendirilmesinin bizim coğrafyamıza özgü olmayıp Soğuk Savaş döneminin ürünlerinden biri olduğunu görüyoruz. 13 2000’lere gelindiğinde ise dinsellik, halkçılığı ideolojik olarak kirletmenin ötesine geçerek onun eşitlikçi özelliklerinin yerini alan bir olguya dönüşmektedir. Türkiye’de halkçılığı burjuva popülizminin dinsellikle bulanmış geleneksel biçimlerinde arama eğilimi HAS Parti ve anti-kapitalist müslümanlar örneğinde görüldüğü gibi marjinal kalmaktadır. AKP türü popülizm ise hak, sorumluluk, iradecilik gibi çağrışımları olan halktan ziyade dinsellik, tabiyet, tevekkül gibi çağrışımları olan millet kavramına dayanıyor.

Kürt siyasi hareketi açısından ise halkçılığın başka referansları var. Bir kere hareketin halkçılığa etkisinin başında bu kavramın milliyetçilikten koparılması geliyor. Öte yandan hareketin bugüne kadarki serüveni düşünüldüğünde, yola çıkış noktasında emekçi karakteri belirgin bir halk vurgusuna dayanan siyasetin zaman içinde ulusal karakterinin belirginleşmesiyle bu yönünü geri çektiği gözlemlenebiliyor. Türk ‘milleti’ ile Kürt ‘halkı’ kavramsallaştırmalarından beklenebilecek ideolojik farklılıklar silikleşiyor. Birgül Ayman Güler ve Sırrı Sakık’ın çıkışlarında görüldüğü gibi iki ulusalcı eğilim karşı karşıya geldiğinde bir ‘halkçılık yarışının’ başlamaması, aksine bunun geriye düşüp etnik duyarlılıkların uyarılması milliyetçilik-halkçılık arasındaki olumsuz ilişkiye dair çarpıcı bir göstergedir. 14 Ayrıca bu tartışmanın uç noktasında birbiri karşısında gericiliği ve emperyalizmi kendine daha yakın görme eğilimi de vardır. Halkçılığın yerini dinselliğin alması kuvvetli bir olasılıkken, milliyetçiliklerin tırmanması islamcı/faşizan cepheleşmelerin ortaya çıkması tehlikesini doğurmaktadır.

Halkçılığa yeni bir siyasal anlam yüklemek mümkün mü?

Halkçılık tarihsel olarak küçük mülk sahibi sınıfların mülksüzleşmesi tehdidi karşısında ortaya çıkmış bir ideolojidir. 15 Küçük mülk sahipliğinin kaynağı, içinde bulunulan tarihsel-toplumsal formasyona göre feodal mülkiyet kalıntıları da olabilir, modern mülkiyetin tabana yayılması projeleri de olabilir, kamucu-korumacı politikalar da olabilir. Her birinde halkçılık ideolojik olarak değişkenlik gösterecektir. Cumhuriyet tarihinde halkçılık bunların birinden diğerine geçişler yaşıyor. Nihayet bugün neoliberal politikaların mülksüzleşmeye bağlı olarak yeni bir halkçılık doğurduğunu görüyoruz. Cumhuriyet tarihindeki gelişim çizgisi ulus-devlet endeksli iken, son evresinde eksen piyasa karşıtlığına kayıyor.

Ulusçuluk, Birinci Cumhuriyet’in ilerici niteliklerine atıfla halkı devletle ilişkilendirerek sınıf üstü bir kategoriye dönüştürmekteydi. Bugün piyasa etkisine bağlı olarak mülksüzleşen kesimlere dayalı halk kategorisi, sınıfın en ileri halkası varsayılmaktadır. Halk, toprağına el konan köylüdür, evi yıkılan varoş sakinidir, işten çıkarılan enformel sektör çalışandır… Ancak bu çerçevede bir halkçılık, Birinci Cumhuriyet’te cisimleşen ve artık tümüyle işçi sınıfının omuzlarında taşıdığı iş güvencesi, kurallı çalışma gibi kazanımların sosyalist ideoloji olmadan hangi zeminde siyasete tercüme edileceği sorusunu ortada bırakmaktadır.

20. yüzyılın bir ideolojik motifi olarak halkçılığın yol açtığı bulanıklık, sağladığı mevzilerin görmezden gelinmesine yol açmamalıdır. Deneyim, kavramın kendisine bir olumsuzluk atfetmek yerine sorunu sosyalizm mücadelesinin doğru bir temelde güçlenerek bu alandan faydalanmasındaki zaaflarda aramak gerektiğini gösteriyor. Türkiye’de devrimci demokrat bir iktidar seçeneğinin kabaca programatik olarak devletçilik ile halkçılığın ayrıştırılmasına, siyasal mücadelede aydın-halk ilişkisinin koparılmasına dayandığı söylenmişti. Devrimci demokrat muhalefet ise sosyalizmden rol çalarak geliştiği için halkçılığın küçük burjuva radikalizmi ve popülizmle özdeşleşmesine neden oldu. Bugün içinde bulunduğumuz coğrafyada demokratik devrim seçeneğinin nesnel olarak kalmaması halkçı bir söylemin ancak sosyalist devrimci bir çizgide güç kazanabilmesine olanak tanıyor.

2. Kalkınmacılığın ‘teknisizm’ ve ‘reformizm’ ile imtihanı

Kalkınmacılığı teknisist bürokrat mı popülist siyasetçi mi üretti?

Kalkınma kavramı ulusal kurtuluş sonrası ulus devletin inşa süreciyle ilişkilendirilebilir. Ulusal kurtuluş sürecindeki kavganın şiddeti, belli ölçüde kalkınmadaki radikal eğilimleri de belirlemektedir. Sömürgeleşmeden emperyalizmin nüfuzuna kadar bağımlılığın çeşitli uğrakları, ‘tepkisel’ bir kalkınmacılığı uyarmaktadır. Türkiye’de tepkisel kalkınmacılık, Osmanlı’nın son döneminde kapitülasyonlara ve borçlanmaya karşı oluştu. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ise ‘müstemlekeciliğe’ karşıtlık üzerinden gelişti. Kalkınmacılığın ilk biçimi olan planlı sanayileşme, ilkesel olarak devletçiliğe dayanmakla birlikte milli iktisadın mütevazi bir uzantısıydı. Nitekim kalkınma, ilkesel olarak ‘millici’ olmayan bir halkçılığa ne kadar uzaksa pratik olarak ‘batı’ ile eklemlenerek yürümeye de o kadar yakındı. Özetle Birinci Cumhuriyet’in eşitlikçilik düzeyinin bağımsızlıkçılık düzeyini belirlediğini söyleyebiliriz.

Aslında Türkiye’nin kalkınma serüvenini millileştirmelerle başlatabilirsiniz. Ancak Soğuk Savaş’ta Türkiye Cumhuriyeti’nin safını belirlemesinden önce bu ülkeye tarihin tanıdığı şans tepilmiştir: Demiryolları dışında millileştirmelerin yapıldığı birçok alan aynı dönemde yeniden sermayeye devredilmiş, Türk ortaklarla yabancı sermayenin ülkeye girişi sağlanmıştır. Devletçilik, ‘basiretli bir tüccar’ gibi yönetilecek devlet işletmelerinin kurulması olarak tasarlanmıştır. 16 Sovyetler Birliği’nden alınan ilhamla izlenen sanayi planlaması ve kurulan işletmeler ise, emeğin yeniden üretimini sosyal haklarla pekiştiren bir bütünlüğe kavuşturmamıştır. Dolayısıyla bugünkü anlamıyla kalkınmacılığın ülkeye tohumlanması 1945 sonrasına kalmıştır. Yine de 1930’larda popülist bir devletçilik izleyen başka ülkelerle karşılaştırıldığında bunun bir avantaj olduğu da söylenebilir, çünkü Türkiye aydını bu sayede 1960’larda sosyalizmin evrensel kazanımlarının damga vurduğu bir ulusal kalkınma arayışını örnek alacaktır!

Teknik olarak kalkınma, ABD yardımları eşliğinde Türkiye’ye taşınmış 1950’lerin kavramıdır. Türkiye’nin iktisadi bağımsızlık çabalarının sanayileşmeden koparılması CHP döneminde 1947 Planı ile gerçekleşti. 17 1950’lerde kalkınma, dışarıdan borçlanma yönetimine dayalı yeni bir bürokrasinin inşasını gerektirirken, DP yerli sermayenin kısa vadeli çıkarlarına prim veren, bürokrat karşıtı ve popülist politikalar izledi. Oysaki 1930’ların bürokrasisinin zaten pabucu dama atılmıştı ve ABD merkezli ‘hür dünya’ entegrasyonunun yenilenen bürokrasi örgütlenmesini ideolojik olarak güçlendirme ihtiyacı vardı. 27 Mayıs’ta ordu Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşuyla kalkınmacı bürokrasinin temelini attı.

İdeolojik olarak Menderes döneminin 1960’lara hediyesi, ‘namuslu bürokrat’ ve ‘popülist siyasetçi’ eşleştirmeleridir. 18 Bu yaklaşıma göre bürokrat bilimsel kriterlerle hareket ettiği için toplum yararını gözetir; siyasetçi ise çıkar çevrelerine şirin gözükmek için onlara tavizler verir. Bürokrasinin bilimsel kriteri planlamadır. 1950’lerde kentleşmeyle temelleri atılan işçi sınıfının ve aydınların mücadelesi, 1961 Anayasası çerçevesinde sosyal adaletçiliğe ve planlamaya dayalı bir kalkınmacılıkla buluştuğunda, bürokrasiyi sosyalizme açık hale getirmiştir. Tam da bu yüzden gerek 1971 Muhtırası gerekse 1980 Darbesi ilk elden bürokrasiyi yeniden yapılandırarak kalkınmacılığı yine bürokrasinin sermayeye en sadık kadrolarından devşirilen Demirel, Özal gibi siyasetçilerin popülizmine terk etmiştir.

Kalkınma kendi başına bir sınıfsal hesaplaşma elbette içermez. Az gelişmiş ülke kalkınmacılığı teknik olarak tarımsal artığın sanayiye aktarımı, fiyat makası tartışması gibi gündemleri içeriyordu. Bununla birlikte egemen sınıfları kalkınmayı finanse etmeye zorlayabilmek için ideolojik bir duruşun gerekliliği aşikardır. 19 1960’ların DPT plancıları bunun gerilimini yaşadılar. Ancak gerilim iki yönlüydü: Bir yandan sosyal adaletçi yönleriyle sosyalizm ideolojisini, diğer yandan bilimci kimlikleriyle uluslararası kalkınma örgütlerini referans alıyorlardı. İlk plancıların toprak sahiplerinin çıkarlarını korumaya çalışan popülist siyasetçilere karşı ‘halkçı’ bir tepkiyle istifa edip yurt dışında Dünya Bankası gibi örgütlerde görev almaları; ardından 1971 Muhtırasının kurduğu teknokrat hükümete girmeleri manidardır. 20 Neticede sosyalizm ideolojik bir referans olmanın ötesine geçip siyasi-programatik düzeyde benimsenmediği sürece bu gerilimde ikincisi baskın gelmektedir. Planlı dönemde siyasetçiler halkçı kalkınma arayışını egemen sınıflara kurban ederken, bürokratlar bilimsel kalkınma arayışını uluslararası sermayenin liberalizm reçetelerine teslim etmiştir.

Kalkınma sosyalizm yolu mu, demokratikleşme aracı mı?

Bağımsızlıkçı kalkınma arayışında sosyalizmin ‘kapitalist olmayan bir kalkınma yolu’ olarak görülmesi, aydınlar arasında popülerleşmesini etkiledi. Sadun Aren Yön’de sosyalizmi sınıf kavgası değil kalkınma vasıtası olarak tanımlamaktaydı. 21 1960’larda Yön’ün devrimci demokrat çizgisi sosyalizmi 1923 devrimin tamamlanması perspektifine yerleştirirken, TİP sosyalizmi 1961 Anayasası’nın gerçekleştirilmesinin tek yolu olarak görüyordu. Programatik olarak ortak nokta, kalkınmanın anti-emperyalist karakteri, tarımda toprak reformu ve sanayide millileştirmelere dayanmasıydı. II. TİP ise kapitalizmin emperyalizme eklemlendiğini saptayarak sosyalizmin kapitalist olmayan yolun ötesinde bir netlik gerektirdiğini teslim etti. Bu aynı zamanda kalkınmada milli burjuvaziyle ittifak arayışları bakımından Milli Demokratik Devrim tezleriyle bir ayrışma noktasıdır. 22 Sosyalizmin sosyal adalete dayalı bir kalkınma olarak formülasyonu, ulusal düzeyde 1930’ların Kadro kaynaklı Türklere özgü kalkınma modeli üretme çabası ile uluslararası düzeyde 1950’lerin Bağlantısızlar kaynaklı ‘kapitalist olmayan yol’ üretme çabasının çakışma noktasıdır.

1960’larda ithal ikameci birikim rejimini takip eden devlet (27 Mayısçıların deyimiyle ‘İkinci Cumhuriyet’) ideolojik olarak sağ bir popülist kalkınmacılığa yaslanmaya çalışsa da (Demirel’in deyimiyle ‘plan değil pilav’) solun hızlı yükselişi sağı reaksiyoner bir konuma itti. Örneğin Türkeş’in korporatist, kalkınmacı çizgisi, sosyalizmin yükselişi karşısında anti-komünist saflara çekildi. 23 Türkiye solu açısından ise aynı dönemde başka bir zaaf belirdi: 1960’ların ilk yarısında nesnelliğin tahliline dayanan kalkınma eksenli tartışmalar ikinci yarısında tümüyle öznelliğe çubuğun büküldüğü devrim stratejisi konularına kaydı. Sonuç, solun kalkınma üzerinden vermesi gereken ideolojik mücadelenin geri plana düşmesi oldu. 24  Planlı kalkınma ile sosyalizm ilişkisi, sınıf mücadelesi değil Anayasa’nın vaad ettiği demokrasi zemininde kuruldu.

Eğer yaşanan gerçekten bir zaaf ise, geriletici sonuçları 1970’lerde değil, yenilginin yaşandığı 1980’ler ve 1990’larda görülmüştür. Çünkü emekçi sınıfları önceki dönemde harekete geçiren kalkınma tartışmasının kendisi değil onun içine yerleştiği siyasi mücadeledir. Çok haklı olarak vurgulandığı üzere, kitleler kalkınmacılık ‘programı’ değil ‘sloganı’ etrafında örgütlenmektedir. 25  Bu slogan ideolojik gücünü devrimci hedeflerin demokrasiye indirgenmesi sonucu kaybetmiştir. II. TİP döneminde sosyalist devrim programının benimsenmesiyle solun ideolojik açığı belli ölçüde kapanmakla birlikte, demokratik devrimci çizginin nihai olarak bu alanda egemenlik kurduğu anlaşılmaktadır. Nitekim TİP’in 1978’de hazırladığı alternatif kalkınma planı, nam-ı diğer ‘karşı-plan’, sosyalist iktidar mücadelesinden uzaklaşmanın bir göstergesi olan ‘demokratikleşme için…’ denilerek yayınlanmıştır. 26 Öte yandan planlı kalkınma sadece bağımlılık karşısında bir arayış değil, Türkiye’de kapitalistleşmenin doğurduğu bölgesel eşitsiz gelişime dair de bir çözüm arayışıdır. Sosyalist hareketle birlikte siyasallaşan Kürt toplumsallığının söz konusu arayıştan etkilendiği görülür Sosyalizm bu dönemde bir ulusal kalkınma yolu olarak işlense de ulusallığın bir kimlik değil ölçek olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır. 27 Bu bakımdan Kürt siyasi hareketinin tarihi içerisinde sosyalizan bir çizgide bütünlüklü kalkınmacı kurtuluş eğilimi, 1980’den sonra hakim gelen ayrılıkçı ulusal kurtuluş eğilimini önceliyor. Aydınlanmaya paralel olarak bu hareketin ortak bir kurtuluş programını benimseyerek sosyalizme en fazla yaklaştığı noktalardan birinin kalkınmacılık olduğunu söyleyebiliriz. Zira burada kalkınmacılık ‘batının doğuya yatırım yapmasını’ değil ulusal kimliğinden bağımsız olarak sömüren sınıflarla hesaplaşmayı içeriyor. Demokratikleşme ise gerek o gün gerekse bugün kapitalizmin reformdan geçirilmesine umut bağlıyor.

Kalkınmacılığın ölümü: Ecel mi, cinayet mi?

Liberal ideolojinin nüfuzunda piyasaya atfedilen ‘görünmez el’ benzetmesinin işlevselliğini 1990 sonrası kamucu kalkınma karşıtı tezler teyit ediyor. Zira kalkınmanın sivil topluma dayanması gerektiği argümanı üzerinden devletin ‘görünür el’i mahkum ediliyor. Bununla birlikte Marksizmin bilimsel alanda geriletilmesi kalkınma yaklaşımlarında iki önemli çarpıklık üretiyor: Eşitsizliklerin bölüşüm sorunlarına indirgenmesi ve bunlara yerel ölçekte çare aranması. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü öncelikle üretici güçler üzerinde sermayenin tam bir kontrol kurmasının önündeki ideolojik engelleri kaldırıyor. Sanayileşme küçümsenerek bilgi çağına geçildiği vaaz ediliyor; esnek çalışma kutsanarak emeğin kuralsız ve örgütsüz çalıştırıldığı küçük ölçekli işletmeler ekonominin dinamosu sayılıyor. Kalkınma, piyasa mekanizması doludizgin işlerken devletin kaynak istihdamıyla bunu dengelemesi ve yerel düzeyde metalaşmanın önüne setler çekmesi olarak anlam kazanıyor. Kamuculuktan koparılan devlet güdümlü hızlı kalkınma arayışının ise, ulusal kalkınmacılığı Güney Kore gibi ABD destekli modellere tenezzül etmeye zorladığını görüyoruz.

Erkin Özalp’e göre bilimsel-teknik devrim olanaklarının arttığı bir dönemde kalkınmacılığın tahtından indirilmesi bir tesadüf olamaz. 28 Bunu sosyalist kalkınmanın halkçı-devletçi bir alternatifler yelpazesi sunduğu dönemdeki dengelerin değişmiş olmasıyla ilişkilendirmek gerekir. Bir dönem AB destekli yeni kapitalistleşen Doğu Avrupa ülkeleri gibi sermaye tarafından şişirilen ‘kalkınma’ örnekleri, Küba gibi çok kısıtlı koşullarda sermayeye taviz vermeden olağanüstü teknik ilerlemeler sağlayan kalkınma deneyimlerinin gölgesinde kalmaktadır. Sovyetlerin çözülüşü sonrası Avrupa ve Latin Amerika kıtalarının sunduğu resimler karşılaştırılabilir. Kapitalizmin elinin güçlü olduğu coğrafyada kriz karşısında yeniden bir kalkınmacılık üretecek takatinin kalmadığı görülecektir. Kabalaştıracak olursak, bir yandan olağanüstü bir hacme sahip mali sermayenin çıkarları üretici güçlerin gelişimine ket vurmakta, diğer yandan sosyalizmin mevzilerinin korunup belirli sınırlar dahilinde ilerletildiği koşullarda üretici güçler tüm engellere karşın geliştirilebilmektedir. Bunun kalkınmacılık üzerine verilebilecek ideolojik mücadelede çarpıcı sonuçları olduğu kabul edilmelidir.

Sosyalizmin ideolojik basıncından azade olan burjuva siyaseti çeşitliliğini kaybederken kalkınma da tekleşiyor. Bu aynı zamanda kalkınmayı, partilerin kendi tabanlarını memnun etmek için uyguladıkları bir ekonomi reçetesi olmaktan çıkarıyor. Devlet daha dolaysız olarak sermaye sınıfının kısa vadeli çıkarlarını gerçekleştirir hale geldikçe, kamusal hizmetlerin metalaşması gibi ‘yağmalamalar’ kalkınma olarak yutturulmaya çalışılıyor. Kalkınmanın popülist siyasete indirgendiği dönemde devletin fabrika temeli atma törenleri hiç değilse belli bir istihdam arayışına hitap ederken, bugünküsü sadece bireysel tüketimin artışı ve yabancılaşma yaratıyor. 1960’larda da refah tüketimle özdeşleşmişti, fakat tüketim refahın sosyal karakteri gereği kalkınmaya kamucu damgasını vurmaktaydı. Sosyal refahın gerilediği buna karşılık bireysel tüketimin genişlediği koşullarda ise kalkınma AVM’lerin sayısıyla özdeşleşiyor. Buradan inandırıcı bir kalkınma ideolojisi çıkması olanaksızdır.

Kalkınmacılığın küresel reformlar ve yerel projelerle dirilmesi mümkün mü?

Kalkınmanın geçmişten gelen çağrışımı, bağımlılık zincirlerinden kurtulmak… Ne var ki 1970’lerin krizi az gelişmiş ülkeleri etkilemeye başladığında, temel kalkınma sorununun devletçiliğin getirdiği zincirlerden piyasayı kurtarmaya dönüştüğünü biliyoruz. Bu dönemde ulusal kalkınmayı muhafaza edebilmek, uluslararası sermayenin şiddetlenen rekabetine karşı ekonomik korumacılık politikalarına bağlanıyor. Dolayısıyla sermayenin serbestleştirilmesini temel alan Gümrük Birliği, uluslararası tahkim, GATT gibi anlaşmaların ‘kalkınma’nın gerçekçiliğini zayıflattığını görüyoruz. 29 1970’lerde krize giren kapitalizmin 1990’ların başlarında Soğuk Savaş’ın bittiği ilan edildikten sonra ortaya çıkan beklentinin aksine yeniden bir sanayileşme ve büyüme vaad edememesi, kalkınmacılığı yeniden sosyalizm mücadelesi kulvarına itiyor. 30 Ancak neo-liberalizmin kendi iç gelişiminde, Latin Amerika ve Asya krizleri üzerine kalkınmacılık 2000’lerde küreselleşme reformizmine kaynaklık ediyor. ‘Resmi’ neoliberalizmi eleştiren eski DB Başkanı Stiglitz gibi isimler bir gayriresmi neoliberal literatür ortaya çıkarıyorlar. 31 Buradan türeyen piyasayı düzenleme önerileri kalkınmanın itibarını iade ederek piyasacılıkla yıldızını barıştırmaya çalışıyor. 32 

2000’lerin başında ekonomiye dönük müdahaleciliğin yeniden gündeme geldiği bir evrede ABD merkezli askeri müdahaleciliğin yeni bir açılıma girişmesini dikkate almak gerekir. Uluslararası arenada ‘kalkınmakta olan ülkelere’ dönük ekonomik ‘istikrar’ önlemleri tartışmasının yerini, ‘istikrarsızlık kaynağı olan ülkelere’ insani yardım ve barış reçeteleri alıyor. Küreselleşme reformizmiyle kalkınmacılığın emperyalizmi aklayan yeni bir popülizm doğurabileceği beklentileri ani bir kesintiye uğramış ve emperyalizmin olanca şiddetiyle kendisini ortaya koyduğu bir zaman tüneline girilmiş oldu. Sosyalizmin basıncı altında olmayan kalkınmacılık yeniden boşa çıktı. Sovyetlerin geçmişteki etkisinden arta kalan Asya, Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında bölgesel emperyalist entegrasyona hizmet edecek öznelerin iş başına getirilmesi, Latin Amerika’da ise bağımsızlıkçı yönelimin kalkınmayı yeniden halkçı-devletçi bölgesel entegrasyon projelerinde ete kemiğe büründürmesi önemli bir tezat oluşturuyor. 33 

Dünya ölçeğinde 2008 krizinin sonuçları izlendiğinde önlemlerin kapitalizmi rehabilite etme sınırlarını görebiliyoruz. Türkiye’de de 2001 krizine Derviş güdümünde IMF reçetelerinin uygulandığı dönemin ardından AKP’nin ‘kalkınma’ söylemiyle kurulmasının anlamlı bir ideolojik hamle olduğu düşünülebilir. Fakat 2011 yılına gelindiğinde emperyalist sermayeye bağımlılığın borca dayalı dışsal bir olgu görünümünü terk edip sıcak para girişine dayalı içsel bir dinamiğe dönüştüğü koşullarda DPT’nin Kalkınma Bakanlığı adını almasının bağımsızlık, refah vs açısından hiçbir karşılığı bulunmamaktadır.

Ne var ki ulusal ekonominin bütünlüğünü parçalamanın hayli zaman almış olduğu ülkemizde, yerel-bölgesel, küçük-orta ölçekli, özerkliğe dayanan kalkınma arayışları cazibesini sürdürmektedir. Devlet küçültülürken sivil toplumculuğa fit olan solculuk ve Kürt ulusal hareketinin bölgesel kurtuluş arayışları burada hatırlanmalıdır. 1990’ların başlarında sosyalizmin kalkınma konusuna yeniden el atmak için yeni bir popülizm beklemek ile liberalizmin sunduğu yerel ölçekli projelere soyunmak arasındaki sıkışmadan kurtarması gerektiği söyleniyordu. 34 Bugün iki seçenek de deneyimle kendisini tüketmiş durumda: Sosyalizm ideolojik olarak güçlenmeden ne küreselleşme reformizminin üretebileceği bir popülizm var, ne de piyasa nüfuzuna yerel sınırlar çekmek mümkün.

3. İkinci Cumhuriyet’te sosyalizm mücadelesi
halkçılıktan ve kalkınmadan faydalanabilir mi?

Bugünün halkçılık ve kalkınma arayışının şekillenmesinde en genel olarak Ekim Devrimi’nin ve Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmasının etkili olduğunu baştan belirtmek gerek. Türkiye’ye mahsus olmak üzere bu kavramların Birinci Cumhuriyet’in doğrudan kuruluş döneminin kazanımları tarafından değil, bu kazanımların sunduğu altyapı üzerine sosyalizm mücadelesi tarafından bina edildiğini 1960-1980 arası döneminde görüyoruz. Söz konusu dönem bir yandan halkçılık ile sınıf mücadelesi arasında, diğer yandan kalkınma ile bağımsızlık arasında ilişki kurmuştur. Ancak ilişkili hale gelen kavramlar arasında aynı zamanda varolan açı, sosyalizmin yenilgiye uğradığı koşullarda burjuva ideolojisinin zamanla baskın hale gelmesine sebep olmuştur. İkinci Cumhuriyet bir bakıma bu açıların kapanmamasının bedelidir.

İkinci Cumhuriyet’in temelinde, halkçılık karşısında dinselliğe dayalı millet kimliği ve bağımsızlıkçılıktan ve kamuculuktan arındırılmış bir kalkınma iddiası bulunmaktadır. Halk ile kalkınma kavramlarının ayrışması, gerek toplumsal yaşamın dinsel zeminde yeniden kuruluşunda, gerek idari-siyasi yapının piyasa faşizmi doğrultusundaki dönüşümünde, ortaya çıkan çelişkilere akacak siyasi mecra bırakmamıştır. Bunun karşısında halkın ‘ezilenlerin iradesi’ olarak konumlanması ise yetersizdir. Şimdilik direnç zayıf halkalarda ortaya çıkarken İkinci Cumhuriyet’in çelişkilerini çözecek siyasal mecranın zincirin bütününe genişlemesi gerekmektedir. Siyaset, bu dönüşümün sadece pratik yansımalarına refleks üretilmesini değil, dönüşüm iddiasına meydan okuyan bir karşı iddiayı zorunlu kılmaktadır. Burjuva popülizminin cemaatçi biçimler alması, sınıfın çıkarlarının bütünlüğü ile yeniden anlam kazanan bir ‘halkçılığı’ bunun karşısına çıkarmak açısından önemli bir fırsattır.

Bu aynı zamanda halk ve kalkınma kavramlarının sınıf ve sosyalizmle içini yeniden doldurmak için bir olanaktır. 1980’den sonra halkla ilişkilendirilen orta sınıf kimliğinin gitgide erimesiyle ‘halk’ bir kimlik bunalımı içerisinde düşmüştür. Bu boşluğu neoliberal politikalarla işçi sınıfının yeni oluşan katmanları doldurmaktadır. Proleterleşen küçük burjuva meslek sahiplerinden, taşeronlaştırılan geçişte güvenceli çalışan işçilere kadar geniş bir yelpazede ‘sınıf bütünlüğü’ vurgusunu ideolojik olarak halkçılık ile örtüştürmek mümkündür. Öte yandan kalkınmada 2000’ler, bağımsızlıkçı ama kamucu olmayan (ulusal burjuvazide yurtseverlik arayan) yahut kamucu ama bağımsızlıkçı olmayan (küreselleşmede sosyal reform arayan) alternatifleri tüketmiştir.

Halkçılık ve kalkınma adına İkinci Cumhuriyet’in siyaset alanına biçimsel olarak taşınan birikim sosyalizme önemli bir malzeme sunmaktadır. Bunun için öncelikle bir inceltme gereklidir: Cumhuriyet döneminin bakiyesi olan ulusal çıkarlar-köylülük ve demokratik devrimciliğin bakiyesi olan yerel çıkarlar-varoş denklemleri aşılmalıdır. İzlenecek yöntem, (1) cemaat-millet karşısında halk olma iradesinin işçi sınıfı kimliğinde bütünleştirilmesi; (2) kalkınmada rekabetçilikten kaynaklı bağımsızlık ve kamuculuk düşmanlığı karşısında devletçi-planlamacı ilkelerin sivriltilmesidir. Böylece zayıf halkalarda meydana gelen dirençte sosyalizmin güncelliğine dayalı bir siyasallaşma sağlanabilecektir.

Devrimci siyasetteki boşluğun daha fazla ‘eylemlilik’ ile değil ideolojik tutarlılık ile kapatılması mümkündür. Kalkınmacılığın soyut bir söylem olmaktan çıkması için sosyalizm perspektifi doğrultusunda güncel ifade biçimlerinin bu yönden ‘radikal’ bir nitelik göstermesi gerekmektedir. Örneğin işçilerin hak arayışlarına ve kamu hizmetlerinden yararlanma mücadelelerine kamulaştırma ve planlama talebi eşlik etmelidir. Bu aynı zamanda kalkınmacı pozisyona kendi meslek örgütleri üzerinden en yakın düşen mühendis, avukat, hekim gibi grupların piyasa ilişkilerinin nüfuzuna işaret eden kritik başlıklarda net tavır almasını zorunlu kılmaktadır. Tam gün yasasına tepki, işçi avukatlığın görmezden gelinmesi, teknik denetim şirketlerinin kamusal alandan rol çalması gibi tartışmalı konuların üzerine gidilmesi sosyalist kalkınmanın bir siyasal iddiaya dönüşmesi bakımından hayatiyet taşımaktadır.

Halkçılık, en nihayetinde emekçilerin gündelik çıkarlarıyla ilgilidir. İnsanca bir yaşam olarak özetlenebilecek taleplerin sınıfsallığı biraz da kalkınma ile bağlantılı olarak düşünüldüğünde netleşmektedir. Kalkınmanın bir ‘bölüşüm’ sorununa indirgenmesi ile halk adına ‘savaşa değil eğitime bütçe’ talebinin sosyalizme uzaklığı eşit mesafededir. Bugün sosyalizmi basitçe gelir adaleti ve kamu hizmetlerine kaynak ayrılması üzerinden değil, sermayenin mülksüzleştirilmesi ve emperyalizm tarafından el konan kaynakların geri alınması olarak ifade etmek gerekmektedir.

Sosyalizm, dar anlamda işçi sınıfının öncü kesimleri içerisinde hak mücadeleleri üzerinden de kendisini örgütleyebilir. Ancak sosyalist devrim, toplumsal düzeyde bir siyasallaşma önkoşulu barındırmaktadır. Burjuvazinin belirli toplumsal projelere soyunduğu evrelerde sosyalizm, kendisini daha fazla toplum ölçeğinde söz söyleme ve siyasal örgütlenmesini sıçratma olanağına kavuşmaktadır. Bugün İkinci Cumhuriyet’in kuruluşu böylesi bir olanak barındırmaktadır. Sosyalizmin bir toplumsal proje olarak inandırıcılığından ziyade, somut toplumsal dönüşümlerde bir siyasal gündeme tekabül etmesi onu örgütleyici kılacaktır. Anayasa tartışmasında İkinci Cumhuriyet’in yıkıcılığına karşı mücadele ederken, Üçüncü Cumhuriyet’in 35 somutlaştırılmasında halkçılık ve kalkınma neden birer manivelaya dönüşmesin?

 

 

 

 

 

Dipnotlar

  1.  1922’de Mustafa Kemal ülkenin imarı ve kalkınması için uzun süreli bir ıslahat programını gündeme getirmekte ve bunun halkçılık ilkesine dayanacağını söylemektedir. 1923 Balıkesir Nutku ‘belli belirsiz anti-emperyalist bir demokratik devrim mesajı veriyor’ gibidir. Ancak Halk Fırkası’nın kuruluşu ve İzmir İktisat Kongresi’nin halkçılığa verdiği yön bellidir: Gökalp’teki dayanışmacılık ve İttihatçılardaki ulusalcılık yeniden öne çıkmaktadır. Halkçılık anti-bürokratik yönünü yitirmektedir. İlhan Tekeli, Gencay Şaylan, “Türkiye’de Halkçılık İdeolojisinin Evrimi”, Toplum ve Bilim, S. 6-7, 1978 Yaz-Güz.
  2. Metin Çulhaoğlu, “Goşistler mi, Devrimci Demokratlar mı?”, Gelenek, Sayı 8, Haziran 1987.
  3. Mustafa Kemal 18 Eylül 1920’de Meclis’e sunduğu Halkçılık programında, emperyalizme ve kapitalizme karşı olduklarını vurguladıktan sonra “Hilafet ve saltanat makamının tahlisine muvaffakiyet hasıl olduktan sonra Padişah ve Halifei müslimin kavanini esasiye dairesinde mevkii muhterem ve mübecellini ahzeder” demektedir.
  4. “Mustafa Kemal politika yapıyor. Ama nerede Hilafet ve saltanatı koruma sözleri verirken mi Yoksa, anti-emperyalist, anti-kapitalist söyleminde mi? Bence ikisinde de ‘politika’ yapıyordu. Başta da söylediğim gibi Halkçılık Programı’nın kendisi başlı başına bir politikaydı.” Nevzat Levent Taşçı, “Kıvılcımlı’nın Mirası – İslam, Osmanlı, Kemalizm”, Gelenek, Sayı 33, Şubat 1991.
  5.  “Görüldüğü gibi batıda kapitalist sınıfın tüm millet üzerinde egemenlik kurmasına benzer bir durum bugün Türk ülkesinde yoktur. Bu bakımdan biz kapitalist sistemden ötede, halkçılık sistemini gerçekleştirmiş bulunuyoruz.(…) Sonuç olarak bugünün Türkiye’si bir bakıma Batı Avrupa’dan çok Rusya’ya daha yakındır. Sonra memleketlerimiz arasında bir başka benzerlik bizim emperyalist ve kapitalist düzene karşı savaşmamızdır” Mustafa Kemal’in Lenin’e 4 Ocak 1922 tarihli mektubu. Rasih Nuri İleri, Atatürk ve Komünizm, Sarmal Yayınevi, Dördüncü Baskı, 1995, s. 260.
  6. “Kemalizm, 1930 Türkiye’sinde ortaya çıktı. Kesinlikle daha önce değil. Kemalist ideolojinin geliştirilmesini Kadro üzerine aldı. Edebiyatını da Yaban başlattı. Bu yüzden Kadro, Yaban’ın çıkışını ‘işte roman’ diye karşıladı. Yaban, kemalist iktidarın kendi düzenini oturtmak için ve halkçılık adına köylülüğe dayanmayı bir politika olarak seçtiği bir zamanda bu politikanın en önemli araçlarından birisi oldu. Yaban, Türkiye aydınına sınıfsızlığı ve köyü gösterdi.” Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat, Tekin Yay., 1985.
  7. Aydemir Güler, “Kemalizm.. Var mı, Yok mu?”, Gelenek, Sayı 99, Mayıs 2008.
  8. İttihat ve Terakki’den beri devletçilik ile milli sermaye yaratma arasında kuvvetli bağlar vardır. Kadro buradan sosyalizm ve kapitalizm dışı bir devletçilikle kopuşu savunuyor. Yön ise yeni devletçilik adını verdiği kalkınma politikasını, kapitalizme geçmeden sosyalizme ulaşmanın yolu olarak tarif ediyor. Atılgan burada Boratav’ın ve Gülalp’ın Kadro ile Yön arasında özdeşlik kuran yaklaşımlarını eleştirmektedir. Gökhan Atılgan, Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar: Yön-Devrim Hareketi, TÜSTAV Yayınları, 2002.
  9. Aydın Giritli (Aydemir Güler), “Türkiye’de Devrimci Demokrasi”, Gelenek, Sayı 8, Haziran 1988.
  10. Uğur İşlek, “Türkiye İşçi Sınıfına Selam”, Gelenek, Sayı 61, Kasım 1999.
  11. Burhan Öcal, “Devrimci Demokrasiden Reformizme Emek Partisi”, Gelenek, Sayı 52, Temmuz 1996.
  12. “Halkçılık yalan ve demagojinin mührünü taşıyan burjuva popülizmine teslim edilmiş, giderek popülizmin bu demagojik çağrışım dışındaki anlamları unutulmuş, sözcük bütünüyle negatif bir yüklemeye tabi tutulmuştur.” Aydemir Güler, “Mirasın Sınırı Mücadelenin Ufku – Türkiye’de Anti-Emperyalist Mücadele Geleneğinin Kısıtları”, Gelenek, Sayı 79, Aralık 2003.
  13. “İtalyan Komünist Partisi, Tarihsel Uzlaşma açılımından çok önce, kendi ülkelerinin farklı olduğunu iddia ederek, dinsel örgütlerle yakınlaşma girişimlerinde bulunmuştu. Onlara göre, Hıristiyan Demokrat yöneticiler ile parti tabanını birbirlerine karıştırmamak gerekiyordu. Taban, ‘halkçı’ bir karakter taşıyordu. Partiyi iktidara taşıyan, Katolik kilisesine bağlı kitlelerle halkçılık temelinde bağ kurabilmesiydi…” Erkin Özalp, ‘’Marksizm ve Din’’, Gelenek, Sayı 90, Ekim 2006.
  14. Anadilde savunma ile ilgili Meclis görüşmesinde CHP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” sözlerini sarf etmiş, daha sonra bu sözlere BDP Muş milletvekili Sırrı Sakık “Sonradan bu ülkeyi kendisine vatan edenler, Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz” diyerek yanıt vermişti.
  15. Tekeli-Şaylan, a.g.e.
  16. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenen ‘imtiyazlara değil inhisalara karşıtlık’, 1930’larda kapsamlı bir millileştirme hamlesi yerine ekseriyetle tekil yabancı yatırımların satın alınması şeklinde uygulamaya geçmiştir. Devletçilikten anlaşılan iktisadi devlet teşekkülleri kurulması, milllileştirmeden anlaşılan ise yabancı imtiyazların Türk Anonim Şirketlerine (TAŞ) devredilmesidir. TAŞ örgütlenmesi aynı zamanda, sömürgeci dönemin doğrudan sermaye yatırımları yerine emperyalist ülkelerin ihraç ettiği sermaye ile yerli sermaye ortaklığına dayalı bir yatırım modeli oluşturmaktadır.
  17. Selim İlkin, İlhan Tekeli, 1Savaş Sonrası Ortamında 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı, Kalite Matbaası, Ankara, 1974.
  18. Aydın Demir Esen, “Dünden Bugüne Türkiye Siyasetinde Asker Partisi”, Gelenek, Sayı 59, Nisan 1999.
  19. “Büyük açılım batıya kapaklanmayı, sanayileşmeyi/kalkınmayı ve içerde mülk sahibi sınıflar arasında nihai bir barışı oturtarak olgun kapitalizme geçişi kapsıyordu. (…) Öte yandan aynı barışıklık planı, modernist/kalkınmacı ideolojinin hegemonyasını olanaksız kılıyordu. Kentli sanayi ve ticaret burjuvazisi ile modernist bürokrasinin egemen olduğu toplumda geleneksel örgütlülük tarikatlara ve anti-modernist tarım sistemine dayanıyordu.” Aydın Giritli, “Türkiye’de Kriz Döngüsü ve Solda Muhasebe”, Gelenek, Sayı 61, Kasım 1999.
  20. İlk plâncılar, DPT’de yaptıkları veda konuşmasında “Plân fikrinin Türkiye’yi yönetenler tarafından değil, Türkiye’ye yardım yapan kaynaklar tarafından ortaya atıldığını” seleflerine hatırlatmaktadırlar. Uluslararası sermaye istifa eden plâncılarla hemfikir olduğunu da onlara uluslararası sermaye bürokrasisinde iyi birer mevkî vererek göstermiştir. İstifadan sonra Dünya Bankası’nda çalışan Dr. Atilla Karaosmanoğlu 1971’de Nihat Erim hükümetinin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı’na getirilmiştir. Ali Somel, “Kalkınma Plancılığının Kökenleri ve Türkiye Deneyimine Eleştirel Bir Bakış”, Memleket Siyaset Yönetim, 2007/4.
  21. Cengiz Uygur,” Demokratik Devrim: Perspektifsizlik Mirası – I”, Gelenek, Sayı 27, Ekim 1989.
  22. Aydemir Güler, “Legal Parti Programlarına Bir Bakış”, Gelenek, Sayı 18, Haziran 1988.
  23. Kamil Efe, “Faşizm ve Türkiye’de Faşist Hareket”, Gelenek, Sayı 41, Aralık 1992.
  24. “1960’larda yükselen Türkiye sosyalist hareketine dair söylenebilecek ilk şey bu yükselen solun ulusal, kalkınmacı ve anti-emperyalist sol olduğudur. O sıralarda marksist eserler Türkçeye yoğun olarak çevrildi; fakat ana perspektif ‘ulusal kalkınma’ misyonuyla sınırlı kalmaya devam etti. Toplumun bütününü kuşatan bir marksist ideolojik üretim yerine devrim stratejileri ve ulusal kalkınmacı tartışmalar ağırlığını korudu. Bu anlamda sosyalist hareketin ideolojik ve kültürel programatiği Türkiye ve toplumu için önerdiği model bütünlüklü bir yapı arzetmemiştir. Kısacası, o dönemki tartışmalar 60’lı yılların başında iktisadi kalkınma ortalarından sonra devrim perspektifi tartışmalarından oluşurken ideoloji, kültür ve kültürel dönüşümün nasıl gerçekleşeceği konuları arka planda kalmıştır. Türkiye’nin kalkınması sorunu ile geçmişten gelen ve halen varolan feodalite tartışmaları yapılırken sosyalist kültür konusundaki teoriler deneyimler öne çıkartılmamıştır. “ Bülent Görücü, “Türkiye’de Devrimci Sinema Tartışmaları 1960’lı Yıllar”, Gelenek, Sayı 50, Ekim 1995.
  25. Nadir Koraltan, “Gümrük Birliği Sınıfa Saldırıdır”, Gelenek, Sayı 51, Nisan 1996.
  26.  Mesut Odman, “Yetmişli Yıllarda Bir ‘Sol Müdahale’ Deneyimi: Türkiye İşçi Partisi’nin ‘Karşı Plan’ Çalışması”, Sosyalist Türkiye Hangi Kaynaklarla Kalkınacak?, NK Yayınları, İstanbul 2003.
  27. T. Kurt, “Ulusallıkta Nesnel Boyut”, Gelenek, Sayı 35, Ağustos 1991.
  28.  Dünya Armağan, “Uluslararası Komünist Hareketin Silkiniş İhtiyacı”, Gelenek, Sayı 44, Ocak 1994.
  29. Ergun Çağlayan, “Ekonomik Kalkınmanın Tarih Olduğu Bir Dönemde Dünya ve Türkiye Bölüşüm ve Pazar Sorunları ve Kapitalizmin Yenilenme Dinamikleri”, Gelenek, Sayı 61, Kasım 1999.
  30. Dünya Armağan, Bir Silkinişin Adımlarını Atarken…, Gelenek, Sayı 39, Mayıs 1992.
  31. “Bu ‘resmi’ neo-liberal dogma fazlasıyla manevi ve ahlaki bir söylemde somutlanan kendi ‘karşı-paradigma’sını da yaratıyor. Bu sonuncusu yoksulluk, çevre korumacılığı ve kadınların sosyal hakları ile ilgili politik konuları çarpıtır ve ‘stilize’ ederken ‘sürdürülebilir kalkınma’ ve ‘yoksulluğun hafifletilmesi’ üzerinde yoğunlaşıyor. Bu ‘karşı- ideoloji’ neo-liberal politik buyruklarıyla ender olarak ters düşüyor. Resmi neo-liberal dogmaya karşı çıkarak değil onun yanında ve onunla uyum içinde gelişiyor.” Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çivi Yazıları, İstanbul 1998, s. 48.
  32. “1990’larda dünyada çok şey değişti. Bu değişimin iyi yanları var; örneğin seksenlerin arsız ve şımarık neo-liberalizmi biraz terbiye oldu. Birçok küçük burjuva medya yorumcusu bile 1980’leri ‘yozluk çağı’ olarak adlandırır oldu. İşsizlik tehdidinin yaratacağı sınıfsal baskı tehdidi nedeniyle 1990’ların sonunda çöpten çıkarılan ‘kalkınmacılık’ geri planda da olsa bir miktar tazelenmeye çalışıldı. Yine aynı dönemde, emperyalizmin zayıf halkalar için yazdığı reçetelerin çoğunun çalışmadığı görüldü ve Dünya Bankası gibi görece ‘kalkınmacı’ vurgu yapan örgütlerin, IMF gibi daha liberal ve “emekçi düşmanı” kurumlara göre prestiji bir miktar arttı. Bu görüntü aslında arsız bir işbirliğinin ürünüydü: Thatcherizmin acımasız politikalarının Avrupadaki sosyal demokrat hükümetlere devrolması gibi… IMF ile Dünya Bankası, esasen emperyalizmin iyi-kötü oyununun yapışık ikizleri olarak kabul edilmeli. Yaşanan gelişmeler sonucunda IMF bile, özellikle Uzakdoğu krizinde yediği darbelerden sonra, çubuğu bir miktar daha kalkınmacılığa bükmeye başladı.” Ergun Çağlayan, “IMF Emperyalizmin İktisadi Uçak Gemisi midir?” , Gelenek, Sayı 65, Temmuz 2001.
  33. “Venezuela’da Chavez iktidarının anti-kapitalist uygulama ve söylemini devrimci-sosyalist bir eksene oturtmaması, işbirlikçilik, ülke ekonomisine yararlılık gibi bilimselliği pek tartışmalı ama ideolojik açıdan güçlü kriterlere başvurması, kısa yoldan karşı çıkılabilir bir tercih değil. Politik ve ideolojik mücadelede kapitalist egemenliğin sınırlarını zorlayan birçok taktik ve söylem geliştirilebilir. Hele bugün sistemin hayli katı çizgiler üzerine oturması, esneme olasılığının ihmal edilebilir ölçüde az olması, emekçi sınıfların tarihsel kazanımları yüzyıldan daha geriye götürmesi, ılımlı, ‘emek eksenli’ taleplerin kapitalizmin ötesine uzanma gücünü de arttırıyor.” Düzenin sınırlarının zorlanması, kimi konjonktürlerde ‘geçiş’ yollarını döşeyebilir…” Aydemir Güler, “Emperyalizm ve Reform”, Gelenek, Sayı 90, Ekim 2006.
  34. “Popülizmin solun bölüşüm politikalarına müdahale etmesine ve bu zeminde güçlenmesine olanak veren özelliği solun siyasal yapılanışına altmışlar ve yetmişler boyunca biçim vermiş olabilir. Seksenlerle birlikte ortadan kalkan bu duruma karşılık gelen güçlü stratejiler oluşturmakta ise sol zayıf kalmıştır. Solun yalnızca bu iki alternatif, bölüşüm politikalarına müdahaleci, bir kalkınma stratejisinin takipçisi olmakla liberalizmin toplumsal özgürlüklerin ve buna bağlı olarak bir demokratikleşme söyleminin takipçisi olmak (ancak ekonomik düzeyde suskun kalacak), arasında sıkıştığını varsaymak yanlıştır. Bu modelde sol ya yeni bir popülizm dönemini bekleyecek ya da liberalizmin destekçisi, daraltılmış toplumsal projelerin tabanı rolünü benimseyecektir.”, Cezmi Timur, “Türkiye, Siyasal Değişim, Sağ ve Sol”, Gelenek, Sayı 55, Ağustos 1997.
  35. “10. Kongre, seçim sonuçlarının, ülkemizde gerici İkinci Cumhuriyet rejiminin kuruluşunun tamamlanmasını temsil ettiği değerlendirmesini yapmıştır. Türkiye toplumunun, emperyalist işgale karşı ulusal kurtuluş mücadelesi ve bunun peşi sıra imparatorluk rejiminin reddi temellerinde ulaştığı ‘cumhuriyet’ evresinin içerdiği tarihsel ilerleme ve kazanımlar, bu yeni dönemde bütünüyle tasfiyeye uğramaktadır. Tasfiye edilen bu kazanımların kapitalizm koşullarında geri getirilmesi nesnel olarak imkansız hale gelmiştir. Türkiye Komünist Partisi, emekçi halkımızın önündeki biricik ilerleme yolunun sosyalizmden geçmek zorunda olduğunu saptamakta, Üçüncü Cumhuriyet’in yalnızca sosyalist bir karakter taşıyabileceğini ilan etmektedir.” Türkiye Komünist Partisi 10. Kongresi Türkiye Konferansı.