Eskisiyle Yenisiyle CHP

Bugünün ve Yakın Tarihimizin CHP’si 
Yakın siyasi tarihimizin tanığı olan orta yaşlı sol cenah için CHP, bugün sürekli geriye giden çizgisi ile sol adına ilgilenilmeye değmez bir sepete atılmış durumdadır. Bunu biraz da sol-sosyalist çizgimizin saflığının bir dışavurumu olarak yapmak zorunda hissettik kendimizi. CHP, sağa gittikçe yaklaşan çizgisine rağmen, bugün ana-akım seçmenin önünde seçim sandığında varlık gösterebilecek tek “sol” seçenek gibi durmaktadır. Varlık göstermekten kasıt, son derece antidemokratik bir seçim sisteminin engellerini aşarak mecliste sandalye sahibi olmaktır, fazlası değil. CHP’yi Türkiye’de düzenin ağır krizlerinde, tatbik edileceği zaman uygun ölçüde sulandırılan bir antibiyotiğe benzetebiliriz. Ancak bu sefer, raf ömrünü kuru ve serin şekilde geçirmediği için, tatbik edilebilse dahi ne kadar etkili olacağı ayrı bir soru işaretidir. 
Yukarıda sol’un tırnak içinde olmasının nedeni sağ-sol ayrımından bahsedilebilen her yerde en sağın daha solunun mantıken mümkün olabilmesidir. İroniktir, ama daha çok bilinçli tarihsel bir tasarımdır. Sınıf elinden. Taammüden ironik diyebiliriz. Kapalı devre siyaset geleneğinin içinden geldiği için muhalefetin rolü üçüncü sınıftır; solda bir şerit ayrılmıştır: emniyet şeridi. Gündem belirlemez, bağımsız dünya görüşüne göre çıkış yapmaz, ancak mevcut gündeme şerh düşer. Antitez olarak tasarlanmıştır. Kötü görünür, çünkü buraların kültüründe hariçten gazel okumak baştan hor görülen bir duruştur. 
Tek parti döneminin bitişi, İttihat ve Terraki geleneğinden CHP’ye uzanan küçük burjuvazinin sınıfsal rehberliğinin sönümlenerek bitişini ve sınıf içi dengelerdeki bir değişmeyi simgeler. Dünyada Faşizm bitirilmiştir. Her yerden demokrasi tomurcuklanmaktadır. Türkiye’de kritik yol aşılmıştır ve seçim sandıkları önünde tuluat yapılabilecek düzeyde sınıf hakimiyetinin sağlandığı düşünülmektedir. Hatadır. On yılda anlaşılır: Dünyaya gelirken tek olan burjuvazinin öz partisi ikiye ayrılıp iki binada oturunca, iki genel başkan olunca sınıf temsilinde otokontrol devredışı kalmaktadır. Hep böyleydi. Bugün daha böyle. Muhalefet hiçbir zaman sorun olmadı, iktidar asla dengede duramadı. Zenginliği elde tutmak onu kazanmaktan zordur ve siyasal birikim ister. Sınıfsal olarak hakkı verilmediğinde birikimsizlik muhakkak bir yerlerden sızar, sırıtır. 
İkinci Dünya Savaşının bitmesi ve faşizmin yenilgisi ile esen “özgür dünya” furyasına adım atmak için zamanlama uygundur. Cumhuriyet ağacının yekpare gövdesinden ilk dallar çıkarken sağ-sol kavramına ihtiyaç da eş zamanlı olarak belirir. Tek parti döneminden çok-partili düzene geçiş sırasında akıl karıştırıcı bir şey olur. Aslında CHP adını ve mirasını alması gereken ana kol, yani her zaman partinin nihai yönelimini belirlemiş ve son sözü söylemiş olan parti içi burjuva siyaseti, geçmiş dönemin tüm yükünü ve temsil ettiği sınıf adına yapılan her türlü geçmiş eylemin sorumluluğunu CHP ismi ile birlikte arkasında bırakır ve DP çatısı altında temiz bir sayfa açarak siyasi hayatına yeni baştan başlar. O günden bu yana tek parti bakiyesi CHP ne zaman iktidar olabilme olasılığı ciddi bir hal alsa kaybettiği eksik yarısını aramaktadır. 
Bugün CHP’ye ilkeli bir duruş sergilemesi ve bir çizgisi olması uyarısında bulunanlara sürekli bir siyasi bilgelik dersi verilmeye çalışılmakta: Gerçek siyaset, uzlaşmaları ve geniş yelpazelere seslenilmesini gerektirir. Oysa bugüne kadar insanlık 360 derecelik bir yelpaze üretemedi; zira yelpaze dediğinin elle tutulabilir bir şey olması gerekiyor. Programında altı ok, ambleminde altı ok. Ama iş reel-politik olunca laikliği es geçip cemaat oylarından ne çıkarabiliriz diye bakacaksın. Halkçılık ilkesinde sözü geçen halk, Haziran protestolarında sokağa dökülen on milyon kişiden başka bir halk mıdır ki, bu olaylardaki duruşun siyasi parti kimliğinden daha çok bazı mensuplarının kişisel vicdan ve onurları temelinde biçimlenmiş olacak? Hepsinden önemlisi, bu kadar büyük bir toplumsal rahatsızlığın üzerinden çok da uzun bir zaman geçmeden, yerel seçimlerde geniş yelpazeden oy almak bahanesi ile sağcılığı tescilli adayları gündeme taşıyacaksın. 
Yukarıda sayılan tüm ucubelikler insanımızın siyasal düşüncesinin biçimlendiği siyasal tarihimizdeki kazaların eseridir. Siyasette sağ-sol ayrımının kökeni Fransa’da 1789 ihtilâli sonrasında ulusal mecliste kralcıların sağda, devrimcilerin solda oturmasıdır. O günden bugüne sol yenilikçiliği ve ilericiliği, sağ ise statüko ve tutuculuğu simgeler. Bu ayrım bugüne kadar değişmemekle birlikte yenilikçilik ve ilericilik karşısında statükoculuk ve tutuculuğun dönemsel içerikleri, sınıfsal bakış açısına göre sürekli değişmiştir. Örneğin, bizim tarihimizde tek partili dönemin bitişinin ardından Demokrat Parti söylemi sınıfsal çözümlemenin merceği ile bakılmadığı ölçüde yenilikçi ve statüko karşıtı algılanmıştır. Öte yandan ağır bir alaycılıkla renklendirilmiş olan karşı söylemde “CEHAPE” bürokrat, âtıl, nemrut ve yeniliklere kapalıdır; halkın pragmatizmine çok uzaktır. Bu naiflikler geçmişte kalmış gibi görünse de, bugün liberallerimizdeki duruş bozuklukları ya da yeniden Milli Demokratik Devrim çıkışlarının altında yatan ve onları gerçekdışı bir sol algıyla meşrulaştıran köken, bu tersi dönme durumudur. 
1965 genel seçimlerinin hemen öncesinde 29 Temmuz 1965’te Genel Başkan İsmet İnönü, gazeteci Abdi İpekçi’ye verdiği mülakat sırasında CHP’nin çizgisinin ‘ortanın solu’ olduğunu ilk kez dillendirmiştir. 
İnönü; “CHP bünyesi itibariyle devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solunda bir anlayıştadır.”der.1

 

Araştırmaya fırsat bulamadım ancak İsmet Paşa’nın yukarıdaki sol ile devletçiliği ilişkilendiren çıkışını önceleyen bir dış eleştiri olduğunu tahmin ediyorum. Bir ilham kaynağı olmalı. 
CHP’yi “sol” bir parti haline getiren bu çıkışın kökeni 1960 ihtilalinin rüzgarı ve dünyada yeniden prestij kazanmakta olan sol akımlardır. Uzun yıllar CHP’de siyaset yapan İsmail Hakkı Birler’in İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan anılarında anlatılanlar dönemin parti içi havasını yansıtır. 1965’te AP karşısındaki seçim yenilgisi tartışılırken, Birler “Doğrusu ortanın solunu biz anlamadık!” der. Orada bulunan herkes İsmet Paşa’nın kendisine dersini vereceği beklentisindedir. Gerisi şöyle: “İsmet Paşa, yan dönerek elini omzuma koydu, “Bunu ben bir türlü söyleyememiştim. Teşekkür ederim!” dedi.2
Ekim 1966’da CHP içinde “Göbekçi” denilen nisbeten sağ kanat ile “Yenilikçi” ya da ‘Ortanın Solcusu’ olarak adlandırılan sol kanat ayrışır. İlk grubun ağır topu Turhan Feyzioğlu, ikincisinin ise Bülent Ecevit’tir. CHP’nin elli yılda ne kadar sağa kaydığını göstermek için özellikle Turhan Feyzioğlu’ndan bir eleştiriyi buraya aktarıyorum. 
“Biz reformcu bir parti olarak bir kısım insanların bu reformlardan zarar göreceğini bilemez ve reformlardan zarar görecek insanlardan rey almak gibi bir hayali beslemeyerek yürümek zorunda olan bir partiyiz. Bu bakımdan partide işçi raporuna yazmış olduğumuz ‘bazı şahıs ve zümreler bu kabil ıslahatın ilk anda huzursuzluk yaratacağı’ vs gibi sözler isabetli değildir. Böyle hoşnutsuzluklar devamlıdır. CHP reformcu olduğu için eğer bize küsmüş eskiden Halk Parti’ye rey verenler var ise, bu reylerden kesin olarak ümidimizi kesmemiz, “ümidimizi kesmemiz” ne demek, reformlardan faydalanacak milyonların bize geleceği ümidini beslememiz lazım.”3
Bu kadar. 1966’nın CHP’sinin içinde ortanın solunun sağı bile bugünün CHP’sinin sefil ölçülerine kıyasla bu denli soldaymış. Sınıf kelimesini kullanmadan sınıfsal ayıbı ve ilkesizliği dillendirebiliyormuş partinin sağ kanadı. Bugün ise geldiğimiz noktadayız. Yazının başında taammüden ironik kelimeleri ile anlatılmak istenilen aslında bu üzücü durumdur. 
Bu yazının ileri kısmında günümüz CHP’si programında devletçilik okunun nasıl bir toplu iğneye döndüğü görülecek. Devlet eliyle sermaye birikimine ve diğer özel faaliyetlere altyapı hazırlanmasına dayanan kemalist devletçiliğimiz ile sol arasında bir ilişki kurmak zaten zor olmasına rağmen, CHP’nin 1965 çıkışı ile üzerine aldığı sol yaftası günümüze miras kaldı. 
Yeri gelmişken, “biz daniskasını biliriz” anlayışı yeni bir siyasi keşif değildir. Sadece kabalaştırılarak günümüz anlayışına uyarlanmıştır. Türk siyasi hayatının sosyalist kol dışında neredeyse tüm kollarının aynı aileden çıkmış olması mevcut siyasi yapılar üzerinde akraba evliliği etkisi yaratmıştır. Sakatlıklar genetiktir. Cumhuriyet’in laboratuarında sentezlenemeyen tek şey olan sosyalizmin yerine halkçılık, devletçilik ve devrimcilik katkılı sosyalizm benzeri ürün raflarda yerini almıştır. Sütsüz dondurma benzeri… 
Çağrışım yaptı. Yorgos Lanthimos’un “Dogtooth” filminin oldukça özgün senaryosunda bir anne-babanın erişkinlik çağına gelmekte olan çocuklarını nasıl doğumlarından itibaren geri kalan dünyadan izole ederek cahil bıraktıkları anlatılır. Amaç kontrol ve korumadır. Aile, duvarlarla çevrili ve dışına çıkmadıkları bir evde yaşamaktadır. Lider baba, kendi tasarımı dünyasını adım adım kurmuştur. Kendilerince bir sanat anlayışı bile vardır. Bu planın bir parçası da sözlükteki bazı günlük kelimelerin orijinal anlamları dışında kullanılmasıdır. “Deniz” kelimesi sandalye anlamına gelir örneğin. Film, ailenin hesaplanmamış rastlantılar nedeni ile gerçekliğe çarpması ile sonlanır. 
Bilmiyorum filmdeki ailenin kavramları arasında siyaseten sağ ve siyaseten sol kelimeleri var mıydı ama, bizim durumumuz o kadar kötü değil. Sosyalist geleneğimiz sayesinde her zaman elimizi atıp kavramları kontrol edebileceğimiz evrensel bir sözlüğümüz oldu. Nicelik derdi çektik. Bugün, son derece açık olan bu kavramsal çukurların geniş kitlelere sezdirilme zamanı. 

CHP’nin Gölgesinde Siyaset Tutulması: Ne Yapmalı? 
Bugün gerçek solun tek varış noktası Sosyalist düşüncedir. Hayatın herhangi bir alanından, örneğin doğadan, şehircilikten, sanattan, eğitimden, halk sağlığından başlayan bir sol düşünce kıvılcımı zorunlu olarak kendisini Sosyalist düşüncenin kapısında bulacaktır. 
Sosyalistin ilk görevi çevresindeki sosyalistleri (ve tabi ki kendini) damıtmak ve siyaseten biçimlendirmektir. Bu, parti ile sınırlı olmayan ancak sadece parti içinde, bağlayıcılıkla yürütülebilen bir görevdir. Sosyalizm, farklı bir duruştur. Kırmızı çizgilerini koruyarak ortak siyasi mücadeleye açıktır; ancak temel ilkelerini masaya koymaz. Sosyalist seçenek ne kadar gerçeğe yaklaşırsa, dinamizmin mihenk taşına çizilecek çizgiler o kadar birbiri üzerine düşecek ve ayrımlar gerçekçi kulvarlara yerleşecektir. Yaşadığımız günler bir dönüm noktasıdır ve bu süreç gittikçe yoğunlaşarak işlemektedir. 
İkinci görev, kendini henüz sosyalist olarak tanımlamayan ancak etik duruşu ve talepleri mevcut sistem içinde cevaplanamayacak insanların farkındalığının ve siyaseten aldığı biçimin gözetilmesidir. İkinci alan, sosyalist hareketin meşruiyetini kuracak olan kitleselleşmenin temel kaynaklarından bir diğeridir. Kitleselleşme, ancak kendisine paralel olarak işleyen partilileşme perspektifi ile siyaseten anlamlı hale gelir ve basitçe sayısal üstünlük sağlamanın ötesine geçer. Sayısal üstünlük konusunun bir saplantı yapılması karşısındaki doğru tutum, her ne pahasına olursa olsun çoğunluk olmak için her türlü uzlaşma ve ödüne açık olmak yerine sosyalist düşüncenin toplumun en geniş kesimlerinin yararı hakkında söyleyecek çok sözü olduğunun özgüvenini yaşamak ve yaşatmaktır. Bu yolun toplumsal pratikle katedilmesi sırasındaki sürtünmeler, burjuva devletinin sınıfsal niteliği konusunda yüzlerce sayfa teorik bilgiden çok daha üstün bir eğitim aracıdır. 
CHP, kendini henüz sosyalist olarak tanımlamayan ancak etik duruşu ve talepleri mevcut sistem içinde cevaplanamayacak çok sayıda yurttaş (seçmen değil) barındırmaktadır. Burjuva demokrasisini taçlandıran taleplere olan Sosyalist itiraz, bu kavramların idealistçe tanımlanmış etik içeriklerine karşı değildir. Bu itiraz, taleplerin imgeler olarak geçerli çıkış noktaları olmasına rağmen, sonuç kavramların kullanılamayacak kadar içinin boşaltılmış olmasınadır. Burjuva devrimlerinin tepe noktasında reel-politik kontrolü eline alır ve karşı devrim bu kavramları temsil ettiği egemen sınıfın günlük ihtiyaçlarına uygun şekilde törpüleyerek gök katından yere indirir. Sosyalizm, bu kavramların sınıfsal bakış açısı ile yeniden tanımlanarak aşılması yoluyla düzenin reddidir. 
Eğer ‘demokrasi’ kavramının kökeni kitlelerin yönetime katılımı ise bunun olabilirliğinin sınıfsal ölçütleri doğal olarak burjuvazinin demokrasi yorumunda mevcut değildir. Sosyalizm nasıl demokrasi söylemi ile mat edilebilir? Yine Fransız Devrimini taçlandıran üç motiften biri olan ‘eşitlik’ kavramının yükselen burjuvazinin aristokrasi karşısındaki konumu ile sınırlı olmayan bir yaygınlıkta halka malolabilmesi ancak bu kavramın sosyalistçe aşılması ile mümkün olur. Hukuk önünde ve oy sandığında eşitim ama hukuka başvurduğumda karşıma çıkan yasaların biçimlendirilmesinde sınıf olarak esamem okunmuyorsa bu eşitlik değildir. Hukuka başvurabilme olanaklarında eşit değilsem, siyasi arenada örgütlenme ve propaganda yapabilme açısından eşit değilsem, içi idealistçe boşaltılmış bir eşitlik kurgusu ile karşı karşıyayım. Modern tekelci kapitalizmde tüm bu siyasi faaliyetler ciddi ekonomik güçlere sahip olmayı gerektiriyorsa, kamuoyunu biçimlendiren basın-yayın sektörü tekelleşmenin son aşamasındaysa, kıt kaynaklarla savaşım vermeye çalışan cılız sınıfsal muhalefetim devletin tüm olanakları ile bastırılıyorsa, sabun köpüğü türünden bir eşitlik kavramı var karşımda. O zaman bu kavramların gerçek özünün sahipliğini iddia etmeli ve karikatürlerle çarpışmalıyım. 
Aynı şekilde kuvvetler ayrımı ve sosyal devlet ilkeleri de idealistçe tanımlanmış ancak son dönemin tarihsel gelişmeleri ile burjuva demokrasisi içinde kendisini inkâr etmiş kurgulardır. Bu idealist kurgular, son sözün kapitalizmin sıkışıklık durumu, sınıf mücadelesi ve karşılıklı güç dengelerine bağlı olarak her gün yeniden söylendiğini gizler. Evrensel bir burjuva demokrasisinin gerçek-dışı mükemmellik ölçütlerini yerine getirmek üzere sonsuz ve sonuçsuz bir mücadeleye hoşgeldiniz! Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik, kısaca ‘altı ok’un tüm kurguları Türkiye burjuvazisi için doğum anında anlamlıdır ve sınıfsal işlevlerini yerine getirmişlerdir. Bugün ise, burjuvazinin değişen sınıfsal ihtiyaçları doğrultusunda, Sosyalizmin eleştirisine mahal bırakmadan, sınıf içi dinamikler marifeti ile kendi inkarlarına dönüşmüşlerdir. 
Sosyalist görev, öncelikle burjuva siyaseti kavramların katedilen tarihsel yola karşı sınıfsal açıyla yeniden değerlendirilerek zayıflıklarının sergilenmesidir. Bunun doğrulukla yapılması, sosyalizmin kaynaklarını büyük ölçüde katlayacaktır. 
Şartların elverdiği demokrasi, seçmenlikten yurttaşlığa giden yolu kapatmak zorundadır. CHP, büyük ölçüde, henüz yurttaş olamamış seçmenin sandığa hapsedilmiş itirazıdır. İdeolojik bombardıman sonucu Türkiye ne kadar sağa kaymışsa CHP de o denli yer değiştirmiştir. Neden mevcut kısıtlarında olduğundan daha sola gidemeyeceğinin kökleri titizlikle çalışılmalı ve sergilenmelidir. Kıpırdanma olmayan noktalarda gerilimin birikmediği düşünülmemelidir. Türkiye deprem bölgesidir. 
Türkiye’nin geldiği akıllara zarar çizginin hafif solunda (İnönü’nün ortanın solu formülü yerine sağın solu çok daha uygundur) olması nedeni ile CHP’ye yapılacak eleştirileri reddeden ve bu eleştirileri mevcut iktidarın ekmeğine yağ sürmek olarak tanımlayan her çıkış, siyasi gerçekçilikten yoksun şekilde önümüzdeki on yılın muhalefetini düzene hapsetmek çabasındadır. Olanaksızdır. Haziran’da toplumda biriken enerjinin sadece bir kısmının dışa salınmasında neler olduğunu gördük gördük. 
CHP, mevcut sistemin gittikçe daralan kalıplarına sığamayan ama siyaseten var olmayı seçim varlığı ile özdeşleştirmiş binbir çeşit muhalefetin düzen içi buluşma noktasıdır. Her türlü parmak hesabını aşan meşruiyet kavramına ve bunun siyaseten kullanımına çok uzaktır. Meşruiyeti tartan etik terazisinin nicelikle değil, ağırlıklı nitelikle çalıştığını kavramamak denilebilir bu sendroma. Mevcut sistemdeki işlevi, dört-beş yılda bir yapılan seçimlerden ibaret demokrasimizde muhalefet kara deliği olmaktır. 
CHP içinde çalışan iki karşıt süreci görüyoruz. İlki, bıkmadan usanmadan CHP’yi yanlış (imkansız) kendilik imgesine, sosyal-demokrat, demokrat ve hatta anti-empeyalist ulusalcılığa, aydınlanmacılığa, kısaca ‘altı ok’a taşımaya çalışan süreçtir. CHP içinde azımsanmayacak sayıda ölü anılara can vermek isteyen bu tipolojiden vardır. Bu insanlar hakkında söyleyebileceğimiz şey taleplerinin kökünde etik, nostaljik, ama bu tarih ve coğrafyada en baskın olarak çelişik olduğudur. Cumhuriyet’in bugün kendi inkarına varmasının nedeni tam olarak bu tarihsel kurgularıdır. Yanlış anlaşılmasın, kaçınılmazlıkla kurulu katı bir determinizmden değil, baştan gözüken kuvvetli olasılıklardan bahsediyorum. Gerçekleştiler. 
İş bir siyasi çözüm modeli olarak kemalizmi önermeye getiriliyorsa Cumhuriyet’imizin anıları bugün iki ayrı düzlemde tekrar gözden geçirilmek zorundadır: gerçeklik ve güncellik. Gerçeklik konusu için anlamlandırılmayı bekleyen muazzam hacimde anı ve inceleme mevcuttur. Reçetenin tekrar aynı şekilde yazılabimesi için, geçmiş reçetede gerçekte ne yazılı olduğu, nedeni, nasıl uygulandığı ve sonucu bilinmelidir. Gerçek siyasi etik, “amin” demeden önce duanın olup olamayacağı konusunda emek vermekten geçer. Çoğumuz “Ayı” filminde ölen annesinin başında günlerce bekleyen ve o sırada rüya gören sevimli ayı yavrusunu hatırlarız. 
Peki sosyalistin görevi nedir bu alanda? CHP’nin titizlikle ve maharetle kaçındığı ideolojik tutarlılık sınavı, mevcut siyasi krizi kitleler yararına çözmek için tek tâlip olan sosyalistlere kalmıştır. CHP, her fırsatta programında ya-zılan pek gösterişli, nostaljik ama o ölçüde de gerçek anlamından arındırılmış ilkelerinde netliğe ve samimiyete davet edilmelidir. 2008 programında yer alan, ama yine de dinsel popülizm adına, emperyalist odaklarla uzlaşmak adına, toplumsal desteğini sağlayan kesimlerle ve sermaye ile ters düşmemek adına gündeme getirmediği yazılı amentüsünü dile getirmeye zorlanmalıdır. Çünkü kendini CHP’li olarak tanımlayan nispeten zinde kitlenin bir kısmının pek de sorgulamadığı orada bulunma nedeni kilitli kasada ya da “pandoranın kutusunda” tutulan bu ilkelerdir. Bu ilkeler, mevcut sınıfsal ve emperyalist dengelerde kapitalist sınırlar içinde yerine getirilemeyecek ve hatta dillendirilemeyecek, bir kısmı yerini aldıkları gerçek sosyalist kavramların açıkça karikatürü olan ilkelerdir. 
Diğer süreç, bu damıtma sürecine hızlı yanıt veren, “CHP vurgunu” yiyecek kadar uzunca süreler parti kültürüne maruz kalmamış öğelerin gerçekçi bir çizgiye taşınmasıdır. 
Siyaset etiğinin temeli doğru yerde bulunmak ya da bulunduğun yeri doğru hale getirmek ise hırsız fıkrasında olduğu gibi “bırak gitsin gitmiyor, tut da getir gelmiyor” şeklinde statükoyu kanıksayanların karşısında ayna olmak gerekir.  
Madende cevher kalmadı gerekçesi ile buldukları ile yeryüzüne çıkan da, acaba biraz daha kazsak bir damara daha rastlar mıyız diye uğraşan da, madende cevher kalmadı deyip kapıya kilit takmaya uğraşan da dönemsel olarak doğruluk payı değişen bir çabanın emeğini harcıyor olabilir. Siyasi iktidara talip bir öznenin bu paralel ve bazen çelişik gözüken süreçleri birlikte yürütecek kaynakları olmalıdır. Enerjinin korunumu yasası siyaset için de geçerlidir. Ortaya konulmuş olan siyasal enerji yok olmaz, ancak biçim ve yön değiştirir. 
Unutulmaması gereken temel gerçek, CHP’nin sosyalist bir iktidar mücadelesinin odağında olmadığıdır. CHP üzerine sarf olunan emeğin varlık nedeni, görünen siyaset sahnesinde kapladığı (kapsadığı değil) alandır. Meşruiyetin sağlanabilmesi geniş kitlelerin önünü makul miktarda görebilmesine bağlıdır. CHP’nin siyasal arenada verdiği en büyük zarar, gerçekliği olmayan bir alternatif görüntüsü ile geniş kitlelerde yarattığı kafa karışıklığıdır. 

Biraz Arkeoloji: Geleneğin Köklerine İnince 
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde yapay olarak yaşatılmaya devam edilmesi, Avrupa devletleri, Rus İmparatorluğu, Osmanlı azınlıkları, Ortodoksluk mezhebi ve hilafet alanlarının arasındaki karmaşık güç dengelerinin sonucudur. Genç Osmanlılar, Genç Türkler ve İttihat ve Terakki hareketlerinin ortaya çıkışları, üretim biçimindeki değişikliklerden kaynaklı sınıfsal dinamiklerden çok, etkileşimli bir dünyanın Osmanlı Devletinde yol açtığı üstyapısal dönüşümlerle açıklanabilir. Yerel burjuvazi, sınıfsal bilincini kendi üretim pratiğinden değil, geleneksel aydın küçük burjuvazi aracılığı ile dünya pratiğinden devşirmiştir. Erken ergenleşerek saflığını baştan kaybetmiştir. Sınıfsal aklı, sınıfsal içgüdüsünden çok daha önce, küçük burjuvazi ile yabancı akranları arasında maruz kaldığı imgelerle ve sermaye zincirinin sonundaki deneyimleri ile oluşmuştur. Doğal olarak saf kazandığı her zaman akıl hocalarından bir adım geride olmuştur. Şimdilerde ise akıl hocaları kalmamış, sınıf aklını yitirmiştir. Artık yön gösteren değil, mazur gösteren akıl vardır sahnede “aydın” olarak. 
CHP ve kemalizmin kökenine inebilmek için İttihat Terakki hareketinin anlaşılması zorunludur. Kemalizmin, İttihat ve Terakki ile bazı durumlarda karşı karşıya gelmiş olması devralınmış bir tarihsel mirasın olmadığı şeklinde yorumlanamaz. Kemalizm, iktidarı elinde tutma sorunu ile karşılaşarak bunu başarmış bir İttihatçılıktır. Çok büyük farktır. İktidarı elde tutmak siyasetin en zor alanıdır. 
Çöküş halindeki Osmanlı İmparatorluğu’nda oluşmakta olan burjuvazi sınıfını iki ayrı konumda görebiliriz: İmparatorluk sonrası dönemde çıkarlarının Avrupa yakınında olacağını çözümleyip ona göre konumlanan ithal, işbirlikçi ya da dış destekli öğeler; bunun karşısında çıkarlarını Osmanlı sonrası yeni bir devlet içinde konumlandıran öğeler. 
Feroz Ahmad “İttihatçılıktan Kemalizme” kitabında Rum, Ermeni ve yerleşik yabancı sermayenin ilk pozisyonda konumlandığını, Yahudi ileri gelenlerinin ise “Selanik’ten Bağdatt’a kadar diğer konumdaki İttihatçıları yürekten desteklediğini” yazar. Aslında ikinci “bağımsızlıkçı” konum, ateşli küçük burjuvaziye uygulanabilir gözükür iken, yerel burjuvaziyi bu olasılığa ikna etmek için emek harcamak gerekmiştir. Ta ki ipleri eline alana kadar. 
Bu konumlanışlar, devletçilik ve laiklik ilkelerinin nasıl ‘altı ok’un ikisi olduğu ile ilgili anahtar noktalardır. 
Başlangıçta İttihatçılar, Türk milliyetçileri olmaktan çok Osmanlı yurtseverleriydiler; esas kaygıları, Türk olmayan unsurları dışlayarak değil onları da dahil ederek Osmanlıcılığı geçerli kılmaktı.4
Aslında altı ok’tan ikisi kemalizmin resmen formülasyonunu önceler: milliyetçilik ve laiklik. Bu anlamda bu ilkelerin geçirdiği aşamaların izlenmesi Cumhuriyetin kuruluşu ve burjuva devrimini anlama konusunda büyük önem taşır. Milliyetçilik potasında erimeden, ilk baştan Cumhuriyet bünyesinden çıkan Rum ve Ermeniler nedeni ile geri kalan bakiyenin bir kalıba dökülebilmesinin yolu büyük ölçüde açılır. İstisnası Doğu coğrafyasıdır. Başlangıçta Kürt coğrafyasındaki işbirliğinin paydası olan dinsel motifin yerini bugüne kadar sürecek sancıları ile milliyetçilik alır. Tamamı ile farklı bir toplumsal örgütlenmeye, hatta hukuğa sahip, Osmanlı’nın son dönemine kadar özerk yaşamış ve anadili farklı olan Kürtler bu milliyetçilik tanımı içine sığdırılamamıştır. Artık bir kefede milliyetçilik olduğu için terazinin diğer kefesinde laiklik olmak zorundadır. Laikliğin, iki eksende büyük işlevi olduğu düşüncesindeyim. Asırlardan beri sünni ağırlık altında silikleşen Anadolu Aleviliği’nin entegrasyonu ve müslüman olmayan azınlıkların da yer alacağı yeni ulus inşaası projesinde dinsel kaynaklı çekincelerin aşılması. Bir burjuva devrimi açısından mantıklı ve tutarlı bir yoldur. Devletçilik ise bu toprakların sermaye sınıfının zorlu mücadelesinde yalnız olmadığını, devletin her zaman arkasında ama çoklukla da önüne düşmüş olacağını anlatıyor. Devletçiliğin zamanı dünya ekonomik krizinin başlamasının ardından, liberal dönem bitirilerek gelir. Dünya konjonktüründen kaynaklı bu manevra parti içi solu mutlu ettiği gibi, rejimin sınıfsal niteliğinin önüne de bir perde koyar. 
CHP tüm tek partili dönem boyunca sermaye sınıfının eksik olan aklını tamamlamıştır. Belki de dünya tarihinde eşi olmayan, devasa bir sınıfsal değer, miras yaratmıştır. CHP mecliste değil, meclis CHP’nin içindedir dersek daha kolay algılanır sanırım. Tek partili dönemin sona ermesi sonrasında bu miras hızla tüketilmiştir. Bugün, II. Cumhuriyet konuşulurken, burjuvazimiz zaten tükettiği mirasın reddi-mirasını yapmaktadır. 

Kadim CHP, Bugünün CHP’si ve Milliyetçilik 
Yerel sermaye sınıfının çekirdeğini oluşturacak olan ileri gelenler, İttihat ve Terakki bünyesinde ideoloji üreten orta sınıf marifetiyle bir ulusal kimlik yaratmadıkça bu coğrafyada varolmaktan gelen egemenlik haklarını koruyamayacaklarının ayırdına varmışlardır. Amaçları kendilerine örnek aldıkları Batı burjuvazisi ile mücadele etmek değil, yerellikten doğan hakları saklı kalmak şartı ile gelişmekte olan kapitalist sisteme dış halkadan eklemlenmek olmuştur. Bu duruşun ideolojik söyleme açıklıkla yansıması siyaseten mümkün değildi. Cumhuriyet dönemine erişildiğinde “Ne mutlu Türküm diyene!” formülasyonu, çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan öğelerin yeni devleti kurabilmesi için yapmaları gereken minimum uzlaşmayı tanımlar. Hızlı yola çıkmak gerekmektedir ve bavul kapatılacak, içine ne atıldıysa onunla yola çıkılacaktır. Tarihsel olarak gayet anlaşılır ve kabul edilir bir durum. Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları” çalışmasında durumu şu şekilde ifade eder: 
“Ulus nedir? Irksal, kavimsel, coğrafi, siyasal iradi güçlere üstün gelecek ve egemen olabilecek başka ne gibi bir bağımız var? Toplumbilim kanıtlıyor ki, bu bağ eğitimde, kültürde yâni duygularda katılımdır”. 
Esperanto, 1870’lerin sonralında bir dil bilgini olan L.L Zamenhof tarafından yaratılmış bir uluslararası yardımcı dildir. Temel amaç doğal dillerin öğrenilmesini zorlaştıran istisna durumların olmadığı, kolay öğrenilen bir dil ve gramer üretmekti. Dil, kolay ve varolan dillerin dışında tasarlandı. Muhteşem bir fikir gibi gözüken bu proje büyük başarı sağlamadı ve bugün yeryüzünde az sayıda insan Esperanto’ya ilgi göstermekte. Doğal bir dil olan İngilizce ise dünya kapitalizminin küreselleşmesinin getirdiği ihtiyaçlar tarafından diğer ulusların orta sınıflarınca benimsendi. Her tarihsel dönemde, her ülkenin eğitimli orta sınıfı, kariyerindeki uluslararası ilişkilere girme olasılığına koşut şekilde kendi isteği ile bu konuda “asimile” olur. Kapitalizm ekonomik rasyoneli ortaya koyduğunda, kimlik susar, ideoloji yön değiştirir. İstisnası Sosyalizmdir. Sosyalist, bastığı zeminin duruşuna etkisini bilmek suretiyle onu aşabilen insandır. Tüm bu paragraf aşağıdaki Türklük kurgusu metaforu için. 
Kendisi de Kürt kökenli olan Ziya Gökalp, Osmanlı’nın ancak son döneminde biçimlenmiş ve kendince ırksal bir içeriği olmayan Türklük kavramının imparatorluk bakiyesi tüm etnisiteler tarafından hoşnutlukla kavranacağını ya da kavranması gerektiğini varsaydı. Kendi kişisel deneyimini de katarak Cumhuriyet’in konuya bakış açısını biçimlendirdi. Ona göre içinden çıktığı Kürt toplumunun medenileşmesi için karıştırılması, asimile edilmesi gerekiyordu. Oysa ne Türk kavramı herkesçe kabul görecek kadar kutuplarından arınmış bir ortak payda sağladı ne de siyaseten bu potada erimeye karşı olan Kürt siyasi liderliği (yani aşiret beyleri) bu projeye yeşil ışık yaktı. Tabi bu karşı koyuşun altında ne kadar etnik kimliğine bağlılık, ne kadar siyasal gücü egemenlik alanını entegrasyona kapalı tutmak yolu ile korumak motivasyonu vardır, bilmek mümkün değil. Çünkü bu konu asla derinlemesine çalışılmadı. 
Bağımsızlık savaşı sonrası siyasi düzenin oturması ardından 1929 Dünya Ekonomik Krizi, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında dünya sisteminin kutuplu olarak yeniden oluşmasını üst üste koyduğumuzda 1950’ye geliyoruz. Türkiye’nin yeni gelişmekte olan kapitalizmi 1950’ye kadar Doğu’yu ekonomik rasyonelde çözecek bir dinamik üretemedi. Burada bilinçli yatırımlardan ve kalkınma programlarından bahsetmiyorum. Doğu’nun o günkü üretim biçimini ve sosyal ilişkilerini değiştirecek mal ve emek pazarı hareketlerinden bahsediyorum. Bu bağlamda sürekli kaçırılmış bir fırsat olarak gündeme getirilen toprak reformunun da o günün pazar entegrasyonu ve toplumsal düzeninde tarihin akışını değiştirip değiştirmeyeceği dikkatle analiz edilmemiş bir spekülasyon alanıdır. 
Yazının başında DP’nin kurulması sırasında 1946’ya kadar olan tüm siyasi karar ve eylemlerin tek parti döneminden çıkışta CHP ismini miras alan zayıf/muhalif kanadın üzerinde kaldığını söylemiştim. Bugünün CHP’sinin milliyetçilik konusundaki ikircikli tutumunun kökünde ancak 1937’de bastırılan Kürt ayaklanmaları ile ilgili tarihsel yükü isim benzerliğinden dolayı üstüne almama kaygısı vardır. Üç yüz elli sayfalık CHP parti programında milliyetçilik kelimesi bölüm başlıkları ve indeks dahil topu topu altı kez geçmektedir. Ortada ne yok edilebilen, ne yeniden tanımlanabilen tabulaşmış bir kavram olduğu kesindir. Bu denli vakumun olduğu bir siyasette CHP’nin sağı kendisine çekmesi mümkün değildir; aksine sağın bu kanaldan CHP’ye nüfuz etmesi kaçınılmazdır. Kürt sorununu ele alalım. CHP özel dershaneler ve kurslarda anadil eğitiminin verilmesine parti programında yer vermiştir. AKP, yeni Kürt açılımı ile özel okullarda anadilde temel eğitimin yolunu açarak bundan daha fazlasını masaya koymuştur. Ortam öyle ki, ya açık artırmaya katılıp siyaseten takipçi parti olarak kendini tüketeceksin ya da mevcut sınıfsal kalıplarının dışına çıkarak yaratıcı bir çözüm önerebileceksin. Şu anda durulan noktada mümkün değil. 
Kapatırken iki tartışılmaz nokta: İlki, milliyetçilik konusu ile ilgili bugün uğraşılan tüm temel başlıkların çerçevesi 1950 öncesinde oluşmuştur. Bugün dramatik şekilde değişmiş dış politika dengelerinde bu çerçeveler içinden yanıt aramanın sıkıntısını yaşıyoruz. İkincisi Kürt milliyetçiliği ile ilgili her türlü çözümlemede o bölgenin sınıfsal yapısının zaman içindeki değişimi ve bunun siyaset yansımaları göz önüne alınmalıdır. Hep söyleniyor, eser miktarda dokunuldu. 

Kalan Devrimi Tamamlamak: Ulusalcı Şahlanış 
İttihat ve Terakki, mücadele ettiği Avrupa Devletleri’ne öykünen filizlenme halindeki milli burjuvazimizin özlemlerinin dışavurumu olan bir küçük burjuvazi örgütüdür. Belki de temsil ettiği şeyler sınıf özleminden ileridedir, rüyadır. Akla hemen şu soru geliyor: neden ulusal burjuvazinin yaratılması büyük çoğunluğu orta sınıf mensubu doktor, subay, idareci, taşra burjuvazisinin temsilcileri olan İttihat ve Terakki’ye düştü? Büyük kargaşalıklar içinde çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin geleneksel aydın sınıfı tam da bu kesimdi ve bu kesim kendi çıkış yollarını önünde saf tuttuğu sermaye sınıfında aramaktaydı. Sermaye ise günlük çıkarların çekiminde, uzun vadeli ve ulusal düzeyde kabul görecek bir ideoloji ortaya koymanın çok uzağındaydı. Siyaseten aktif küçük burjuvazi, flört döneminde İT, evlilik sonrasında ise CHP çatısı altındadır. Bu “evlilik” tek parti dönemi boyunca aile içi sorunlarla sürer. Demokrat parti dönemi bir ayrı yaşama denemesidir. Gelgitler artarak devam eder, bu simbiyotik ilişki hiçbir zaman ilk günlerin parlaklığına geri dönmeyecektir. 
Buna paralel bir soru günümüz için sorulmalı: neden içinde tek bir sermayedar bulamayacağımız “aydın” orta sınıfımız, Cumhuriyet’in kurulmasından neredeyse bir asır sonra milli burjuvaziye güzelleme yapıp içine sinmeyen Demokratik Devrimi tamamlamaya çalışır? CHP içinde ve dışında ulusalcılar, eski İT ve CHP hareketinden günümüze kalan çok beklemiş tohumlardır; bu toprakta alınacak sonucun sosyalist bir bakış açısından hayırlı olmayacağı aşikardır. Taktik ve strateji adına aslında siyasal aklın iyi bilmesi gereken tarih tahrif edilmekte; bezgin bir halk ancak vadesinde geçerli olmuş eski imgelerle yeniden bir sosyal mühendislik projesine sokulmaya çalışılmaktadır. Açalım. Kaynak Yayınları, Cumhuriyet’in kuruluşu ile ilgili kadroların sınıfsal tercihlerini netlikle yansıtan onlarca inceleme ve anının basılmasını sağlamış, ülkemize kazandırmıştır. Muhakkak ki bu anılar ve incelemeler ilgili siyasi harekete gönül vermiş aydınlarca okunulmaktadır. Bunların küçük bir kesrini okumak dahi kemalizmin “sınıfsız toplum” söyleminin parti ideolojisi değil, halka yönelik söylem olduğunu bilir. Bu yazının ruhuna en uygun alıntılar Kaynak Yayınlarından çıkmış olan Feroz Ahmad’ın “İttihatçılıktan Kemalizme” adlı eserindendir. 
Cumhuriyet’in nitelikli kadroları vardır. Burjuva devrimini yapmışlardır. Kimi gerçek liderdir, kimi takipçi. Bugün de altına imza atabileceğimiz bazı dönüşümler yapmışlardır. Aydınlanma adına, Cumhuriyetçilik adına. Kapitalizmin ekonomik çatısını kurmuş, devlet yönetmiş, dış ilişkileri ele almışlardır. Muhakkak ciddi siyaset dersleri vardır eylemlerinde, stratejilerinde. Bir de sınıfsal dersler vardır. Ancak bir asır sonra kullanmak üzere kemalist söylemi almak için sınıfsal gerçekleri örtmek etik değildir. Ulusalcılar, CHP içinde olsun, başka bünyelerde olsun Cumhuriyet tarihini bilmek ve anlamlandırmakla yükümlüdürler. Bolşevik yardımı ile ayağa kalkan Bağımsızlık Savaşı’nın bir kaç yıl içinde dümenini emperyalist Batıya döndürmesinin nedenini Rus kültürüne alerji olarak kestirip atmak naifçe bir tahriftir. Cumhuriyet tarihi sınıfsal olarak yazılmalıdır. Çok emek var, çıkarımlar her zaman daha iyi organize edilebilir. 
Oscar Wilde bir yerlerde “büyü ile herhangi birisini öldürebilirsin, eğer kahvesine yeterince zehir koyduysan” der. Aslında o durumda büyüye de gerek yok, ne var ki zehiri es geçenler sahnede. Kemalizmin bugün büyülü bir söylem olarak anakronik şekilde kullanılmaya çalışılması aydınlanma, laiklik ve cumhuriyetçilik gibi kazanımlarının da ateş hattına çekilmesi ile sonuçlanmıştır. 
Kemalist Devrim, aynı Fransız Devrimi gibi, burjuva devrimi olarak görüldüğünde değerlidir. Emperyalizm çağında bir burjuva devrimi. Bundan ilerisine zorlamak değersizleştirmenin başlangıcıdır. Cumhuriyet tarihimizde (el yapımı ideoloji ile karışmasın) herkes için çok değerli siyaset dersleri vardır; siyasi iradenin tarihe nasıl yön verebildiğinin önemli örneklerindendir. 
Kemalizm sayesinde zor bir yol nisbeten kolay geçilmiş, bu yüzden arka koltukta oturan sermaye sınıfı yolun kolay olduğuna hükmetmiştir. Şimdi direksiyon elindedir. Keşke eski CHP gibi bir sınıf partisi olsa denilecek durumlar çığ gibi artmaktadır. 
Bu dönemde formüle edilen anti-kapitalist olmayan anti-emperyalizm, dünya düzeninin sorgulanması yerine bunun verili kabul edilerek, yeni Türkiye Cumhuriyet’inin zincirin neresinde yer alacağına ilişkin tâli bir probleme dönüşmüştür. Aslında önerilen herbiri kendi milli sınırları içinde devinen ve gelişen kapitalizmlerdir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” çok güzel ve mevcut dünya düzeninde gerçekdışı. Bu kurgunun kökü sanki şuralarda bir yerde: 
Genç Türkler Avrupa’daki kuvvet dengesinden ve onun baskısından hoşlanmamakla beraber, ülkede modern iktisadi bir yapı kurmak ve onu muhafaza etmek için Avrupa’dan gelecek sermaye yatırımlarına ihtiyaç olduğuna ve imparatorluğun çökmekte olan idari yapısını yeniden örgütlemek için Avrupalı uzmanların gerektiğine inanıyorlardı. Siyasi ve iktisadi hürriyeti kaybetmemek şartı ile Avrupa’dan gelecek bilgi ve sermayeyi kullanmaya istekliydiler. Büyük bir saflıkla bunun mümkün olabileceğine inanıyorlardı.5
Kemalizm, İttihat ve Terakki’nin izinde bir ulusal kimlik yaratmak için kendi etnik köklerinden bağımsız bir ulus tanımını kısa süre öncesine kadar başat kabul görecek düzeyde hayata geçirmiştir. Bu süreçle ilgili komplo teorileri kurmak anlamsız ve verimsizdir. Tarihin temel kuralları uyarınca baskın sınıfsal öğe, konjonktürün ve iç ittifakın yardımı ile burjuva devrimini gerçekleştirmiş ve bir ulus-devlet oluşturulmuştur. 
Cumhuriyet’in kurulma yıllarında sınıfsal çelişkilerin sosyalist bir projeyi gündeme koyacak kadar belirginleşmemiş olduğu şeklindeki tez ciddi bir hata içermektedir. Sınıfsal Çelişkinin siyasi öznenin eylemliliğinden bağımsız tamamen nesnel bir varlığı olduğu şeklindeki kavramlaştırma topyekün yanlıştır. 
Her çelişki onu algılayan öznenin duyarlılık ve eylemlilik seviyesine bağlı olarak varolur. Hiçbir çelişki kendisini tanımlayan öznenin etkinliğinden bağımsız olarak gelişemez. 
Burada Darwin’in evrim süreci gibi bir süreç değil, bir fotoğrafçının çektiği fotoğrafı tab etmesi (İngilizce “to develop” yani geliştirmek) gibi amacı ve yöntemi belli olan bir eylemlilik söz konusudur. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında gelişmemiş olan şey sınıfsal çelişki değil bunu tanımlayacak ve tarihe yazabilecek olan sosyalist öznedir. Yine fotoğrafçılık metaforuna başvuracak olursak gün ışığında, yapay ışıkta ve hatta elverişsiz ışık koşullarında bir fotoğrafı alabilmek kullanılan ekipmana ve fotoğrafçının bilgi seviyesine bağlı olarak yine de mümkündür. 
Genç cumhuriyet, sınıfsal farkındalığı olan ve sosyalist seçenekle ciddi bir savaşım yürüten, olası bir kazaya karşı ideolojik sınırları baştan belirlenmiş siyasi kadrolar tarafından kurulmuştur. Sosyalist faaliyetler gerçekçi bir alternatif olarak görülmemiştir. Bu çabalar, mevcut burjuva devrimini yolundan saptıracak, istenmeyen uluslararası ilişkilere angaje edecek ya da cılız sermaye birikimini erken dönemde baskı altına sokacak bir tehdit olarak görülmüştür. Örneğin geçmişe olan izleri takip edersek Jöntürk’ler için Rumeli demiryolu işçileri grevi böylesine kritik bir dönemde milletin tahammül edemeyeceği bir kalkışma olmuştur. Zihniyet Jöntürklerden İttihat ve Terakki’ye, oradan Cumhuriyet kadrolarına aynen sirayet eder. 
Yusuf Akçura, “modern devletin temeli burjuva sınıfıdır” diye yazıyordu. “Çağdaş müreffeh devletler burjuvazinin, işadamlarının ve bankerlerin omuzları üzerinde ortaya çıkmışlardır. Türkiye’deki Türk milli uyanışı, Türk burjuvazisinin doğuşunun başlangıcıdır ve eğer Türk burjuvazisinin doğal gelişmesi zarar görmeden ya da kesintiye uğramadan devam ederse Türk devletinin sağlam bir şekilde kuruluşu garanti altına alınmış demektir.” 1914’de, özellikle kapitülasyonları tek yanlı kaldırdıklarını ilan ettikleri 10 Eylül’den sonra İttihatçılar, son derece cömert teşvik önlemleriyle bir Türk girişimci sınıfı geliştirmek yönünde bilinçli bir siyaset izlemeye başladılar.6
Bilimsel yöntem, kazı sırasında dağ başında deniz kabuğu bulunca bunu bir anomali kabul edip yok saymaz. Paralel olgular arar ve bunlar üzerinden hipotezler kurar. 
Cumhuriyetin kurulması tartışmasız şekilde tarihsel bir ilerlemedir. Her devrim, farklı kaygıları ve ilkesellikleri olan farklı öznelerin katılımı ile vücut bulur. Devrimin kendisini yeterli bulup karşı devrimle tartarak durulacağı noktayı saflar arasındaki dengeler belirler. Cumhuriyetin kurulması aşamasında Sosyalist ideolojinin önemli katkıları olmuştur; ancak hiçbir şekilde iktidar alternatifi olabilecek bir sosyalist harekete evrilememiştir. Büyük birikimi olan bir kısım sosyalizm-bilir (sosyalist değil) aydınlar sürekli bilgi seviyelerine yakışmayan duruş bozuklukları sergilediler. CHP’nin iç dengesinde sağa kayışı engellemek için ideolojik fren olmayı içlerine sindirdiler. Kritik yılların bitiminde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendilerine tahammül edemeyen gerçek burjuvazi temsilcilerince terkedilmiş CHP’nin kısır toprağı kaldı ellerinde. Cumhuriyet devriminin oturacağı denge noktasını belirleyen diğer başat öğeler, sosyalist hareketin çok üzerinde bir karşı sınıfsal bilinç göstermiş ve akışları kontrol etmişlerdir. Bilincin mihenk taşı görmek ve bilmek değil, organize olmak ve yapabilmektir. 
Atatürk, sovyet Elçisi Aralov’a “Türkiye’de sınıflar yok… Gelişmiş bir sanayi olmadığı için işçi sınıfı da yok. Bizim burjuvazimizi ise henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok”7 derken çok minimal bir düzeltme ile marksist kavrama sığdırılabilir. Eksik olan sınıflar değil sınıf bilinci ve siyasetidir. Sosyalist çekimin yokluğunda mücadeleyi sermayenin sınıf bilinci olmaya soyunan küçük burjuvazi kazandı. Kazanırken sınıflarüstü sandığı kimliğini kaybetti. Tek parti döneminin anıları bu gözle okunmalıdır. Tek partili döneminin CHP’si başlangıçta sermayenin yanında ağırlığını koyan küçük burjuvazidir. Sınıf partisidir. Yol alırken ana nehire ulaştı, yekvücut oldu. KADRO hareketi en iyi örneğidir. Devletin sınıfsal niteliği ile ilgili en temel marksist teorik anlayıştan yoksun Sosyalizm-bilir aydınlarımız kemalizme devletçiliği öğrettiler. Bugüne geldik, kala kala yarım sayfa Devletçilik kaldı satılacak tek işletmenin kalmadığı Cumhuriyetimizde. 
Kadim CHP, tek olmanın avantajlarını Özal ve Erdoğan’dan çok daha akılcı kullanmıştır. Ortalığı kesinlikle daha boş bulmamıştır. İçindeki devinim ise bugün çok partili düzende hüküm sürenden daha az değildir. Kadim CHP, örnek olsun, toprak reformu ile ilgili tartışmada reform yasasını hazırlayan Şevket Raşit Hatipoğlu ile şiddetle karşı çıkan ve hayata geçmesine engel olan iki toprak ağası olan Adnan Menderes ve Cavit Oral’ı aynı çatı altında tutan partidir. Aynı tek parti içinde Sosyalizmden esinlenen KADRO hareketi ile yan yana aşırı milliyetçi Recep Peker’i, Mahmut Esat Bozkurt’u bir arada görürüz. Her temel düşünce alanında çok yetkin ve pes etmiş bir küçük burjuva aydın ve karşısında sınıfsal yerini çok iyi bilen eğitimli bir burjuvazi temsilcisi vardır. Tek parti dönemi bittikten sonra Türkiye siyasetinde bu denli kontrast yakalanamamıştır. Farklı köken ve kanaatten gelen bu denli çok siyasetçi ve ideologu aynı sınıfsal amaçlar doğrultusunda çalıştırabilmek yabana atılacak bir başarı değildir. Gözümün önüne aralarında saman olmayan ve yumurta yığılı koca bir sepet geliyor. Çeyrek asır kırılmıyor. 
Erdoğan’ın neden sık sık neden kadim CHP’yi hedef aldığı açıktır, iki temel nedenle: 
1. DP ve öncesine kadim CHP’ye uzananan ortak kökün inkarı 
2. Kadim CHP’nin 25 yılda bıraktığı ve aşılamayan miras. 
Erdoğan’ın tarih ve sınıf bilinci genel kanının aksine ortalamanın üstündedir. Temsil ettiği sınıfın tarihimizde hiçbir zaman önünde saf tutulmadan hareket etmediğini bilmektedir. Kendi içsel başarı ölçütü, yerinde durabilmesi değil tarihe bırakacağı izdir. On yıl zor bitti. Kadroları ancak mutlak bilgi eksikliğinde ve kontrastın yokluğunda çalışma yeterliliğine sahip bir yığındır. Rekabet şansı yok, çünkü insan kaynağı yok. Ne Sosyalizmi yarım yamalak anlaması ile bile fark yaratan asimile solcuları var. Ne de burjuva devrimlerinin aydınlık yüzü olan aydınlanmacıları. Hatta sömürü düzenindeki yerinin açıkça görünmesine rağmen duruşu ve eğitimi ile saygı uyandıran burjuvazi temsilcileri bile yok bu partide. Oturma kalkma hak getire. Sadece dönemin siyasi yozlaşmasına uygun şekilde kapılanan liberaller, ilkesiz şekilde devlet gücünden nemalanmak için pozisyon almış  sınıf temsilcileri ve taşaron aydınlar. 
CHP bugünkü siyasal arenada varlık gösteren sözde muhalif çeşitli siyasi hareketlerin tümünün kökünü oluşturmaktadır. Cumhuriyet dönemi kadroları, sınıfsal çelişkileri gizlemek ve bilinç oluşmasını engellemek için son derece ustaca siyasi manevralar yapmışlardır. Bunlar tek merkezden senaryolandırılsa asla bu kadar başarılı olamazdı. Kadim CHP’deki sınıf bilincinin Adam Smith’in liberal ekonomideki “görünmez eli” gibi bir büyülü birleştirici ruh olduğunu söyleyebiliriz. 
Bu kadrolardan güç alan kadim CHP, müstehzi bir ifade ile “Tez, antitez, sentez ne ararsan burada, kalmasın aklın başka yerde” diyecek taktik zekayı gösterebilmiştir. Sosyalist hareket bunun farkındalığını ve kayda düşülmesini onurlu bir mücadele saymıştır. Ölümcül eksikliktir. 
Kemalizm, bahsedilen sınıfsal zekayı gösteren toplam öznenin durumsal olarak yarattığı ideolojik cevaptır. Kemalizm kurgusu, siyasi özneye program olarak değil, geniş kitlelere söylem olarak üretilmiştir. Mustafa Kemal’in bu “esere” en büyük katkısı onay, halkla ilişkiler ve isim babalığı düzeyindedir. 
Cumhuriyet tarihimizi sadece adını bildiğimiz yüzler yazmadı; onlar (değişen öznellik düzeylerinde tarihe vurdukları damgalarıyla) temsil ettikleri toplumsal ağın ifadesidirler. 

Rüya Görürken Üst Açılırsa… 
Günümüze geri dönersek halkçılık ve inkılapçılık gibi dahiyane ilkelerin ne oldukları yarım sayfalar olarak geçerli CHP programında güncellenmiş olmakla birlikte, bunların CHP’nin yolunu ne şekilde aydınlattığına ve ona kılavuzluk ettiğine dair yakın tarihimizde bir iz bulmak mümkün değildir. Halkın iş güvencesi, kıdem tazminatı ya da eğitimde fırsat eşitliği konularında CHP’den gür bir ses duyuldu mu bilinen yakın tarihimizde? Belki parti programları Midas’ın çekingence içini döktüğü kuyu niyetine kullanılabilir ama siyaset duyulabilen gür seslere ihtiyaç duyar. 
Yine devletçilik de, devlet eli ile sermaye birikimini sağlamak için başvurulmuş olan ama sermaye sınıfına altın tepside kaynak transferi yöntemi olarak da işleyen nostaljik bir mekanizmadır. Son on yıl içinde CHP’nin devletçilik ilkesini ekonomik hayatın içinde ne şekilde uygulayacağına dair gerçek bir tar-tışma ya da öneri duydunuz mu? Üç yüz elli sayfalık CHP parti programında devletçilik on beşinci sayfayı laiklikle paylaşmıştır. Akıllara kuşku düşmemesi için tümünü alıntılayalım: 
CHP devletçidir: CHP’nin devletçiliği, devletin halka hizmet için yapılanmasını, katılımcı yönetimi, demokratik hukuk devletini öngörür. Bizim Devletçilik anlayışımız; yurttaş, devlet için değil; devlet, yurttaş için, anlayışının yaşama geçirilmesidir. Devletin tüm ekonomik, sosyal ve siyasal hedeflerinin odağında insanın olmasıdır. Özel yararlarla toplumsal yararlar arasındaki dengenin sağlıklı oluşması için getirilmiş bir güvencedir. Örgütlü sosyal piyasa ekonomisine karşı değildir.Piyasaların hata yapabileceği gerçeğinden hareketle devletin düzenleyici ve denetleyici rolünün önemini kabul eder. Piyasaların halkın iradesinin üzerine çıkarak devlete yön verme çabalarına karşıdır.8

 

Altı okun birisi bu kadar. Geri kalan üç yüz kırk dokuz buçuk sayfada devletçilik kelimesini aramayın, bulamazsınız. 
Şimdi de halkçılık: 
CHP halkçıdır: CHP’nin halkçılık anlayışı; siyasal meşruiyetin temelinin halkın iradesi olduğunu kabul etmektir.Bazı sınıf ve zümrelerin ekonomik ve siyasal imtiyazlarının kaldırılmasıdır, sahipsizlerin sahibi olmaktır, çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır.9
“Bazı sınıf ve zümreler” faiz lobisinden daha ele tutulur geliyor mu? Söz konusu liseler arası kompozisyon yarışması olsa idi geçer not alabilirdi. Yetmiş beş milyonluk bir ülkenin ana muhalelefet partisi için skandaldır. 
CHP parti programındaki kuramsal hata ve boşluklar programın kendi hacmini kat kat aşan eleştirilere cömert bir kaynak olabilir. Programın bu kadar yasak savma şeklinde hazırlanmasının nedeni başvurulmayacağına ilişkin yaygın ama gizli düşüncedir. 

Eski CHP’den Yeni CHP’ye 
Bugünlerde yer alan dramatik dönüşümlerin (YCHP) incelenmesi için henüz olgular ele alınamayacak kadar sıcaklar. Ancak üzerinde düşünülmesi gereken bir konu tek parti döneminin CHP’sinden çok partili sisteme geçişte neler olduğudur. İkinci dünya savaşı sonrası CHP’sinin Türk siyasi hayatına neredeyse 70 yıl çoklukla ana muhalefet olarak damgasını vurmasına rağmen yukarıda anlatılan ideoloji üretici konumundan nasıl uzaklaştığı ve ikincil kaldığı, günümüze ilişkin bir çok önemli ipucunu barındırmaktadır. Kısaca bu dönüşümün burjuvazinin velayetini orta sınıftan geri alması ve mülkün asıl sahibine dönmesi olduğunu düşünebiliriz. Mülkün sadece sahibince yönetilemeyeceği anlaşılınca orta sınıf ile başka bir denge kurulmuş, Cumhuriyet’in ideolojik önderlerinin partisi, götürü usul çalışan bir düzen oyuncusuna dönüşmüştür. Başrol gitmiş, karakter oyunculuğu kalmıştır. 
Konu siyaset de olsa, ürünün samimi ve gerçek olabilmesi için ilham gerek; şevk gerek. Artık “ver coşkuyu” sosyal mühendisliğini bu halk tanıyor. Eskiye dönmek bu saatten sonra mümkün değildir. Önceline tezat olarak günümüz CHP’si için artık yelpazenin sağında da yer yoktur. Gerekli revizyonlarla buraya yerleştirilirse tabanı çıkmış şekilde yeni yerine varacaktır. Alçak basınç boşluk, boşluk fırtınadır. 
Uzun vadede kazanacak olan teori, onun gerektirdiği nitelik ve nihai eylemin yolunu çizen ilkelerdir. Toplumsal muhalefetin gerçek ifadesini bulacağı bir partide cisimleşmiş olarak.  

Dipnotlar

  1.  Vikipedi, “Ortanın Solu”
  2.  İsmail Hakkı Birler’in Anılarında CHP’li Yıllar – İş Bankası Kültür Yayınları s.81
  3.  İsmail Hakkı Birler’in Anılarında CHP’li Yıllar – İş Bankası Kültür Yayınları s.94-95
  4.  Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1986, sf. 123.
  5.  Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme sayfa 183 Kaynak Yayınları 1986
  6.  Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme sayfa 55 Kaynak Yayınları, 1986
  7.  Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme sayfa 223 Kaynak Yayınları, 1986
  8.  Cumhuriyet Halk Partisi Programı Sayfa 15
  9.  Cumhuriyet Halk Partisi Programı Sayfa 14