Faşizm ve Türkiye’de Faşist Hareket

Faşizm tartışmaları son 20-25 yıldır Türkiye’nin gündeminden düşmedi. Türkiye, daha farklı boyutlarıyla, faşizmin yeniden tartışılmasına malzeme vermeye devam ediyor. Bir yandan seçimle iktidara gelmiş bir koalisyonun doğrudan ve dozu gittikçe artan bir şiddet uyguluyor olması, diğer yandan faşist hareketin kimi kesimlerinin yaşadıkları kimlik arayışı, faşizm kavramını yeniden gözden geçirmeye zorluyor. Bu yazıda faşizm kavramı ve faşizm üzerine yapılan tartışmalara değindikten sonra, Türkiye’de faşist hareketin gelişimini konu edineceğim.

Faşizm Nedir?

Faşizm, emperyalizm çağında kapitalizmin özelliklerini içkin olarak taşıyan ve bu yüzden birkaç cümleyle tanımlanması çok fazla sorun yaratan kavramlardan birisi… Kapitalist iktidar biçimlerinden biri olduğu düşünülürse, analizinin en az kapitalizmin analizi kadar çaba gerektirdiği görülür. Kapitalizmin analizinde yararlanılan ideoloji, işçi sınıfı, devlet vb. gibi kavramların devreye sokulması ve daha da önemlisi bu kavramları yerli yerine oturtmak gerekmektedir.

Birlik, yığın anlamına gelen fascio sözcüğünden türemiş olan faşizm sözcüğü ilk kez 1921 yılında İtalya’da kullanıma girmiştir.1 Toplum içinde heterojen grupların çatışarak değil de, uzlaşma içinde siyasi model olarak korporasyona karşılık düşen bir birlik tasarımını anlatmaktadır.

1980 yılında SSCB’de yayınlanmış bir sözlük, faşizmi burjuvaziyle tamamen özdeşleşmemiş geniş toplumsal katmanlarla yaygın temas sonucunda, bu kesimlerin burjuvazi yararına harekete geçirilmesi özelliği ile diğer diktatörlük biçimlerinden ayıran bir tanımlama yapıyor. 2

Poulantzas’nın çalışmasında da kitleleri harekete geçirerek iktidara gelen faşizm askeri diktatörlüklerden ayrı tutulmuştur.3 Hatta Poulantzas, İspanya’yı, Almanya ve İtalya’yı birlikte incelediği kategoriye dahil etmiyor. Alman ve İtalyan faşizmi ölçüsünde yoğun bir anti-komünizmi kurumlaştıran askeri diktatörlükler için “faşist diktatörlük” teriminin kullanılması, pratik politikada bir işlev taşırken teoride ise faşizm kavramının anlamını silikleştiriyor.

Alman ve İtalyan faşizminden sonra yaşananlar, yoğun ve çok yönlü bir anti-komünist şiddetin mutlaka hareketli olmayı,p sessiz bir kitle desteği ile de yürütülebileceğini göstermiştir. Bu durum, kitle hareketli ya da kitle hareketsiz, askeri, sivil ya da koalisyonlu iktidar biçimlerinin ortak özelliği olarak ”müdahaleci devlet” kavramını öne çıkartmaktadır. Poulantzas’nın olağanüstü devlet biçimi tanımlaması ya da faşizmin yoğun veya hızlı kapitalizm kavramlarıyla açıklanmaya çalışılması da bu noktaya denk düşer. Poulantzas’a göre Lenin’in Emperyalizm çalışmasındaki devlet kapitalizmi analizleri, o dönemin öznelliğini aşan pek çok bilgi bırakmıştır. 4

Hareketli bir kitle desteğini peşine takan faşizmin önemli bir farklılığı anti-kapitalist söylemi kullanıyor olmasıdır. Faşistler, Almanya’da ve İtalya’da halkın düzene karşı tepkisini absorbe ederek bu tepkiyi anti-komünizmle birleştirmeyi başarmışlardır. Önümüzdeki dönemde Almanya’da gelişme ihtimali bulunan neo-faşist hareket ve Türkiye’de milliyetçilik çevresinde canlanmaya başlayan “hareketlilik”, varolan rejime tepkiyi içerdiği ölçüde, klasik örneklerine daha çok benzeyen faşist hareketler olarak görülmelidir.

III. Enternasyonel Ve Faşizm

Faşizmin çözümlenmesinde, Komintern, Lenin’in emperyalizm tezlerine paralel olarak kapitalizmin krizi çerçevesinde yorumlamalar getirmiş, çözümlemelerin sınıfsal temelli olması yolunda uyarılar yapmıştır.5 Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu XIII. Oturumu, “faşizm, savaş tehlikesi ve komünist partilerin görevleri” tezlerinde faşizmi, “mali sermayenin en gerici, en şoven ve en emperyalist kesimlerinin açık terörcü diktatörlüğü” olarak nitelemiştir. 6 Yapılan tanıma göre faşizmin gelişiminde asıl tehlike tamamen büyük sermayeden değil mali sermayenin gerici kesimlerinden kaynaklanır. Bu yaklaşımın, Avrupa komünist partilerinin cephe politikalarına zemin oluşturduğu biliniyor. Cephe politikalarıyla “çok fazla” yakınlığı olan formülasyonun, SSCB’nin o dönemde içinde bulunduğu durum ile birlikte değerlendirilmesi gerekiyor.

1929 dünya ekonomik bunalımı, kapitalist ülkeleri derinden sarsmış, emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını etkileyerek, kapitalist sisteme karşı giderek artan bir hoşnutsuzluğa neden olmuştu. Aynı yıllarda, büyük bir kuşatma altında yaşamasına rağmen SSCB, sosyalizmin kuruluşu yolunda önemli sayılacak kazanımlar elde etmişti. İşçi sınıfı ile köylülerin ittifakı pekişmiş ve hızla sanayileşen bu ilk sosyalist ülke, dünyanın diğer ülkelerindeki işçilerin ve aydınların sadece pratikte değil, düşünsel zeminde de güvenle baktıkları bir merkez haline dönüşmüştü. Kaçınılmaz olarak, dünyada yaşanan değişiklik ve gelişmelerin teorizasyonu uzunca bir süre bu merkezden beklenecekti.Teori, yeni gelişmeleri içeremediğinde hayıflananlar olacaktı. Örneğin Poulantzas Komintern’in eşitsiz gelişimi ve faşizmin gelişebileceği İtalya ve Almanya gibi zayıf halkaları görememesi karşısında şaşırdığını belirtiyor. 7 Bu şaşkınlık, sosyalizmin ilk kurucularından olağanın ötesine geçen bir teorik performans beklemenin bir tezahürüdür. Aynı olgu bizleri şaşırtmıyor. Sovyetler’in çöküşünden sonra Enternasyonal mirasından kurtulduğumuz (!) için falan değil. Bir ülkedeki dinamiklerin en önce o ülkenin işçi sınıfının siyasi öncüsüne görünebileceğini bildiğimiz için şaşırmıyoruz!

Faşizm Ve İdeoloji

En güçlü işçi sınıflarından birine sahip olan Almanya’da iktidara gelmiş olması, faşizmin analizini oldukça zorlaştıran bir olgudur. Komintern’de ve Batı’da faşizm üzerine yapılan tartışmaların en canalıcı yönü de burasıdır.

Faşizm, toplumun siyasal özlemlerinin radikalleştiği dönemlerde sosyalizme karşıt bir ideolojiyle belirir. Faşistler özünde anti-komünist olmakla birlikte, anti-kapitalist bir söylemi de kullanırlar. Ek olarak, kurmayı tasarladıkları korporatist toplum modeli çerçevesinde ortaklaşmacı bir söylemi öne çıkarırlar. Bu yönleriyle, acaba sosyalist ve faşist ideoloji aynı kitle için çekişen iki rakip ideoloji midir?

Laclau’ya göre evet. Laclau için faşizm ve sosyalizm birbirlerinin kitlesi için yarışan iki karşıt ideolojik akımdır. Bu iki uç arasındaki “ara kesimler” ya da “halk”, siyasi sınıf mücadelesinin en mükemmel alanıdır.8 Ara kesimin ya da halkın ideolojisiyle eklemlenen kazanır. Laclau’ya göre, Almanya’da varolan milliyetçilik ideolojisine faşistler eklemlendikleri için faşizm iktidara geldi, milliyetçiliğe eklemlenenler sosyalistler de olabilirdi. Bu durumda sosyalist iktidar basit bir strateji sorununa indirgenmektedir.

Peki, bu modelde işçi sınıfı nerede? Laclau’nun modelinde işçi sınıfı için özel bir yer yoktur. Sosyalizm ve faşizmin hitap ettiği kesimlerin sınıfsal farklılığı gözetilmediği gibi, kullanılan ideolojik söylemin de sınıfsal ve tarihsel temelinin önemi yoktur! Tam da bu yüzden, işçi sınıfına çok fazla önem atfettikleri için Komintern’i ve Poulantzas’yi eleştirmektedir. Hatta faşizm analizinde Poulantzas’nın sınıf indirgemeci çizgisiyle Komintern anlayışının benzeştiğini söylemektedir.9

Komintern, 1920’li yıllardan itibaren faşizmin anti-kapitalist söyleminin eklektik ve çelişkilerle dolu olmasının kitleler nezdinde pek önemli olmadığını, eklektik bir anti-kapitalist söylem olsa da sosyalizmin geleceği açısından önemsenmesi gerektiğine dikkat çekiyor. 10 Bunun da ötesinde faşizmin işçi sınıfı içinde kök salmayı başardığı Komintern tarafından kabul edilen bir gerçektir. 11 Tüm bunlardan, işçi sınıfının faşist ideolojiye karşı toplumun en dirençli kesimi olmakla birlikte bu ideolojiye şerbetli olmadığı sonucu çıkmaktadır. Faşist ideolojinin etkisizleştirilmesinin, sosyalistlerin politik ve ideolojik gücünün bir fonksiyonu olduğu 1920’lerden bu yana biliniyor. Almanya’da faşistlerin iktidara gelişinin, sosyalistlerin politik ve ideolojik yenilgisinin ardından gerçekleştiğini en özlü biçimde Clara Zetkin’in anlatımında buluruz. Zetkin, Alman faşizmini sosyalistlerin yenilgisinin cezası olarak görüyor.12 Özetlersek, toplumsal kesimlerin düzene alternatif aradığı dönemlerde sosyalizmin gelişmesine paralel bir gelişim gösterebilen faşizm, Almanya örneğinde sosyalistlerin politik ve ideolojik yenilgisi sonucunda hızla gelişerek iktidara gelmiştir.

Laclau’nun tersi bir uçta, kendisini Komintern’in solunda bir çizgiye koyan Poulantzas, çalışmasında işçi sınıfının faşizme karşı direngen olduğunu ispatlamayı önemli buluyor. Nasyonal Sosyalist Parti’nin “gerçek anlamda” işçi sınıfından topladığı üyelerin yüzdesinin düşük olduğunu belirtiyor. 13 Poulantzas, emeği teknik süreçleri gözeterek üretken olan ve olmayan diye ayırmakta ve gerçek anlamda işçi sınıfını üretken işçilerle eşitlemektedir. İşçi sınıfının üretken olan ve olmayan biçiminde ikiye ayrılması, Marx’ın belirttiği burjuvaziye karşı mücadele içinde oluşacak sınıf anlayışından farklıdır. Faşizm ve işçi sınıfı sözkonusu olduğunda, işçi sınıfının sendikalı ve sosyalizmle tanışık kesimlerinin faşizmin anti-kapitalist ideolojisine ve bununla birlikte giden korporatist ortakçı yönetimi ifade eden söylemine dirençli olduğunun bilinmesi gerekiyor. Üretken olan kesimlerin direnci yerine böyle bir gerçeğin bilinmesini daha anlamlı buluyorum.

Laclau ve Poulantzas faşizm analizinde belirli uçları temsil ediyorlar. İkisinde de, Komintern’de daha politik düzeyde yürüyen tartışmaların teori düzeyinde mutlaklaştırıldığını görüyoruz. Laclau, kitlenin verili andaki ideolojisinin değişebileceğini hesaba katmayan bir teori üretiyor. Sınıfsal ve tarihsel temelleri aranmayan bir kitlenin ve ideolojisinin mutlaklaştırılması ucu reformizme varan politikalar üretilmesini getirecektir. Poulantzas ise, sol olmak adına, işçi sınıfını teknik süreçlerde aramaktadır üretken işçi sınıfını mutlaklaştırmaktadır. Politik açıdan bakıldığında ikisi de “devrimci olmayan” Komintern çizgisinin ötesinde bir açılım getirebilmiş değillerdir.

Türkiye’de Faşist Hareket

1960’lara kadar kapitalist sistem içinde ayrı bir partiye ihtiyaç duymayan faşist hareketin, 1960’lardan sonra solun yükselişiyle birlikte partileşme çabasının arttığını görüyoruz. 1963’te sürgünden dönen Türkeş, AP’ye katılma önerisini reddederek özellikle İsmet İnönü’ye karşı olanlarla milliyetçi kesimleri toparlamaya çalıştı ve Türkiye Huzur ve Yükselme Derneği adında bir dernek kurdu. Daha sonra da Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine katıldı. 1965’te bu partinin genel başkanı seçildikten bir süre sonra da partinin adım MHP olarak değiştirdi14 1960’lara kadar anti-komünizm misyonunu dönem dönem öne çıkararak durumu idare eden burjuva partilerin arasına, bu misyonu daha açık yürütmeye aday bir parti katılıyordu. Faşist bir partinin kurulmasını, burjuvazinin konsensüs arayışından temel alan siyasi girişim olarak görmek gerekiyor. Bu siyasi girişim sonucunda, burjuva partilerin ya da devletin anti-komünist misyonlarını tümüyle MHP’ye devretmesi değil, siyasette ona da bir yer açılması söz konusudur. Yaşanan tarihsel kesitte, toplumsal konsensüsün sağlanabilmesi için bir yüzünü yumuşatan burjuvazinin diğer yüzünün anti-komünist misyonu daha doğrudan ifade etmesi gerekiyordu. Yaşanan dönem, ithal ikameci ekonomi politikalarının devreye girdiği ve popülist söylemin beslendiği bir dönemdir. Faşist partinin yedeklenmesi, burjuvazinin anti-komünist mücadelesinde daha geniş bir hareket sahası sağlamaktadır. Popülist politikalara gerek duyulmayan, devletin doğrudan zor kullanmada sakınca görmediği dönemlerde ise ayrı bir parti olarak faşist hareketin tabanının zayıfladığını ya da dağılıp, devlete daha yakın siyasi yapılara eklendiğini görüyoruz.

Faşizmin kitle tabanını ise, Anadolu’da mülksüzleşme tehdidi yaşayan bir kısım ticaret ve küçük sanayi erbabı ile büyük kentlerde birikmeye başlayan taşra kökenli esnaf, işsizler ve düzensiz işlerde çalışanlar oluşturuyordu. Türkiye’de faşist hareketin işçi sınıfını önemli ölçülerde etkileyemediğini belirtmek gerekir.

60’larda sağın önde gelen isimlerinden İlhan Darendelioğlu “27 Mayıs’a kadar aksiyoner halde olan milliyetçilik, 1960’dan sonra reaksiyoner hale gelmiştir” tespitini yapıyor. 15 Bilinmedik bir şey değil, daha önce kalkınmacı bir söylemle birlikte ele alınan milliyetçilik ideolojisinin 1960’lardan sonra anti-komünizm ile yaklaştığını anlatıyor. 1963-66 döneminde korporatist, kalkınmacı, modernist bir Kemalist restorasyon tasarımı bulunan Türkeş’in 1965-69 evresinde Türkçü ve fanatik anti-komünist etmenleri öne çıkarması söz konusudur. 16 Bunun nedeni ise Türkiye’de sol hareketin canlanmasıdır. 1980’e kadar MHP bir yandan kitle tabanı oluşturmaya çalışırken, diğer yandan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kurulmasında etkin çabası ve katkısıyla taraftarlarını devlet kurumlarına yerleştirerek, devlete yakın olmaya çalıştı. 1980 sonrasında MHP’nin yönetici kadroları devletle daha çok bütünleşme arayışına girerken, hareketin tabanı henüz atlatılamamış bir bunalım yaşamaya başladı. 12 Eylül ile birlikte faşist militanların devrimcilerle kıyaslanamayacak ölçülerde de olsa cezalar almaları, tabanda “mağdur olma” psikolojisi yarattı. Anti-komünist misyonu faşist çetelere bırakmayıp kendisi üstlenen devlet, faşist hareketin tabanını bir anlamda işe yaramaz buluyor, hor görüyordu. MHP Genel Başkan Yardımcısı Agah Oktay Güner’in ünlü “fikri iktidarda, kendi zindanda” sözü hareketçilerin sindiremedikleri çelişkiyi anlatıyordu. Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Türk’ün Türk düşmanıyla aynı zincire vurulması” olarak tanımladığı bu meşruiyet ve kimlik bunalımı içinde, dokuz ülkücünün asılması, devletin onları “komünistlerle aynı kefeye koyan” düşmanca tavrının en sarsıcı boyutunu oluşturdu. 17 Buraya kadar sıkça alıntılar yaptığım Tanıl Bora ve Kemal Çan’ın çalışmalarında, “ülkücü hareketin 12 Eylül 1980’den sonra geçirdiği ideolojik değişimin en önemli mecralarından birisi, kapitalizme, emperyalizme ve genel olarak statükoya “düzen”e karşı bir söylemin tırmanmasıdır” saptaması yapılıyor.18 Ülkücü harekette zayıf kalmış ama faşist hareketin karakteristik niteliklerinden olan demagojik anti-kapitalizm ve düzen karşıtlığı etmenlerinin islamlaşma süreciyle birlikte 1980 sonrasında küçümsenmeyecek bir ağırlık kazandıkları belirtiliyor. Çalışmada, faşist hareketin özellikle Yazıcıoğlu ekibinin 1980 öncesi ve sonrasının söylemindeki ideolojik değişiklik üzerinde duruluyor. 1980 öncesinde MHP’nin, faşist hareketlerde görüldüğü türden anti-kapitalist radikal bir söyleme sahip olmadığı başka bir çalışmada da belirtildi.19 Acaba önümüzdeki dönemde faşist hareketin bugüne kadar yakalayamadığı bir fırsatı yakalayarak, radikal bir anti-kapitalist söylemle kitleleri harekete geçirmesi mümkün mü?

Soruyu iki bölümde yamtlamak gerekiyor. Birincisi Türkiye’de sınıfsal yapıyla ilgili. 1988 yılında yapılan bir çalışmada, niteliksiz kırsal bağları olan, süregen düzensiz işlerde çalışan ve çoklukla sendikasız olan işçilerin şeriatçı ve faşizan siyasi hareketlerin kitle tabanını oluşturabilme potansiyelini ortaya koyabileceği belirtilmektedir. 20 Sosyalistlerin örgütsel, politik ve ideolojik anlamda toparlanamadığı dönemlerde belirli kesimlerin, radikalleşen istemlerinin karşılığını düzene muhalif “gibi” görünen şeriatçı ve faşizan yapılarda bulmaları kaçınılmazdır. Aynı çalışmaya göre, sanayi işçileri ve 1960’lı ve 1970’li yıllarda işçi olmak, sosyalizmle yakından tanışıklığı anlatıyor. Bu arada belirtmeliyim, işsizlerin sendikalarla ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik öneriler ciddiye alınmalı ve üzerinde düşünülmelidir. (21)

İkinci bölüm ise faşist hareketin yeni bir kimlik oluşturmasıyla ilgili. Devletle bütünleşme peşinde olan MÇP kanadı dışında, kurulmakta olan MHP’nin diğer adıyla Yeni Oluşumcular’ın fazlaca abartıldığını düşünüyorum. Çelişkili ve eklektik olmak faşist hareketlerin karakteristiği olsa da, bir yandan iktidarı diğer yandan sivil toplumu tartışmak bunun dışındadır. Yeni Oluşumcular kısa dönemde örgütsel ve ideolojik birliği sağlamaktan uzaktırlar. Bu yapı, tabanı olan kitlelere uzanmaya çalıştığı ölçüde marjinal kalacak, iktidarı hedeflediği zaman da merkez sağ partilere benzeyerek ayrı bir faşist kimlik oluşturamayacaktır. Yine de belirtmek gerekir, faşistlerin düzen dışı sol söylemi kullanıp kullanmamaları, kendi tercihlerinden çok sosyalistlerin politik ve ideolojik bir güç olup olmamalarına bağlıdır. Kendi sınıfsal ve tarihsel hedefleri doğrultusunda içsel bütünlüğünü oluşturmuş bir sol hareket, faşistlerin hareket sahasını daraltacaktır.

Diğer yandan Türkiye’de güçlü bir sol alternatifi göremeyen burjuvazi, kendisine ayakbağı olacak bir faşist hareketi istemez. İktidarının sürdürülmesinde kendine güveni tamdır, tarihinin en şanslı anlarını yaşamaktadır. Anti-komünist şiddet devlet güçleri tarafından doğrudan uygulanmakta ve buna karşı önemli bir toplumsal muhalefet görülmemektedir. Burjuvazinin faşist harekete ne zaman ihtiyaç duyacağı, faşistlerin ne zaman ve ne ölçüde toparlanacakları sorularına bugünden daha net yanıtlar aramak spekülasyon olacaktır.

 

Dipnotlar

  1. Webster’s Ninth New Collegiate Dictionary,1987, s. 450.
  2. A Dictionary of Scientific Communism, Progress Publisher, 1980, s. 90.
  3. Poulantzas, Nicos; Faşizm ve Diktatörlük, Birikim Yay., 1980, s. 16.
  4. Poulantzas; a.g.e., s. 16.
  5. Lewerenz, Elfriede; Komünist EnternasyonaldeFaşizmin Tahlili, Sol Yay., 1976, s. 21.
  6. Lewerenz; a.g.e., s. 29.
  7. Poulantzas; a.g.e., s. 33.
  8. Laclau, Ernesto; İdeoloji ve Politika, Belge Yay.,Hüseyin Sarıca, 1985, s. 125.
  9. Laclau; a.g.e., s. 124.
  10. Lewerenz; a.g.e., s. 179.
  11. Poulantzas; a.g.e., s. 172.
  12. a.g.e., s. 49.
  13. a.g.e, s. 198.
  14. STMA; cilt 7, İletişim Yay. s. 2218.
  15. Bora, Tanıl ve Can, Kemal; Devlet Ocak Dergah, İletişim Yay., 1990, s. 47. Tanıl Bora ve Kemal Çan’ın monografik bir nitelik taşıyan çalışmaları somut olgu gereksinimine cevap verse de, çalışmalarında faşizmin gelişiminde sınıfsal mücadeleye ayrılmış bir rol göremiyorum. Yazarların böyle bir iddiayı taşımıyor olabileceklerini sanıyorum.
  16. a.g.e., s. 44.
  17. a.g.e., s. 95.
  18. a.g.e., s. 283
  19. Küçük, Yalçın; Türkiye Üzerine Tezler III, TekinYay, 1986, s. 507.
  20. Mühürdar, Cavit; Gelenek Kitap Dizisi 40, s. 46.