Geçmişin Siyasal Yeniden Üretimi Olarak Tarih: Tarihle Yüzleşmek Söylemi
Millet inşası çok-boyutlu bir süreç, bu durum da milleti var eden milliyetçiliğin çokboyutlu olmasını gerektiriyor. Bu çok-boyutluluk, milliyetçiliği farklı noktalardan açıklamaya çalışan pek çok kuramın ortaya çıkmasına sebebiyet veriyor. Milliyetçiliği modern bir kavram olarak açıklamaya çalışan burjuva düşünürlerden birisi Ernest Renan’dır. Ernest Renan, milliyetçilik çalışmalarının kurucu metinlerinden kabul edilen 1882 tarihli “Millet Nedir?” (“Qu'est-ce qu'une nation?”) isimli çalışmayı 1 kaleme almıştır.
Renan’ın bu çalışmasında üzerine en fazla konuşulan önermesi ulus kavramına ilişkin “benzetmeyi bağışlayın” diyerek yapmış olduğu tanımdır. Renan’a göre “Ulus, her gün yenilenen bir plebisittir.” Kanımca Renan burada önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Renan, ulus dediğimiz fenomenin objektif koşulların alt alta yazılması ile ortaya çıkıp “işlemediğini”, söz konusu fenomenin tarihsellikle malul olduğunu ve toplumun kolektif bilincinin sürekli yeniden organize edilmesine dayandığını anlatmaktadır. Bu noktada ulusal bilinç, egemen ideoloji ve rıza kavramsallaştırmalarına Renan’ın söylediklerinin üzerinden yürünerek de ulaşılabilmektedir. Burada, ulusal bilincin yeniden üretilmesi, başka bir deyişle ulusal bütünlük için bir rızanın gündelik bazda ve sürekli üretilmesi gerektiği yönünde bir vurgu yapılmaktadır. Böyle bir rızanın üretilmesinin öncelikli koşullarından biri başarılı bir hafıza yönetimidir. Toplumsal hafızayı egemenlik altına almak ve biçimlendirmek, hem ulus inşasının hem de ulusal bütünlüğün kurulması, savunulması ve egemen ideoloji etrafında gündelik biçimde mobilize edilmesi için egemen sınıf açısından elzemdir.
Peki toplumsal hafıza nedir? Bu soruya yanıt verebilmek için önce hafıza nedir sorusunu yanıtlamayı, bu kavramın tarihle olan ilişkisini incelemeyi ve konuyla ilgili kimi anahtar kavramları açıklamayı deneyelim.
Tarih ve Hafıza
Hegel, Tarih Felsefesi’nde şöyle demektedir: “Tarih terimi öznel ve nesnel olanı birleştirir ve olanın tarihi (historia rerum gestarum) kadar olanın anlatımının (res gestae) idrakiyle de ilişkilidir.”2 Bunu şu şekilde açabiliriz. Geçmişin oluşturduğu olaylar yığını, ham deneyimlerin yarattığı kaos yalnızca geçmiş olarak kalmaz. Belli deneyimler tarafından şekillendirilen öznelliklerin prizmasından yeniden ve yeniden geçip, yeniden ve yeniden anlatılarak geçmiş, “tarih” haline gelir. Bu süreç, yazıcı ya da anlatıcının güncel gereksinimleri ve amacı ile de şekillenir. Dolayısıyla, tarih aslında şimdidir ve sürekli inşa halindedir. Tarihe ilişkin bu bakış açısı hafıza, hatırlama/unutma, sessizlik, nostalji gibi kavramların tarihyazımına dahil edilmesini gerektirmektedir. Böyle bir tarihyazımının metodolojik olarak resmi tarih yazımına konu olmayan toplumun görece dezavantajlı kesimlerinin, örneğin, emekçilerin, kadınların, göçmenlerin, mültecilerin deneyimlerini içerebilme potansiyeli olduğunu kabul etmek gerekir. Hafızanın tarihsel rolünü kavramak burada çok önemli olmaktadır.
Hafıza, Fransız sosyolog Emile Durkheim ve onun öğrencisi olan Fransız sosyolog ve felsefeci Maurice Halbwachs’ın belirttiği üzere bireyin hatırladıklarının ötesine geçen, bireyin toplumsal ilişkileri içinde anlam bulan bir olgudur. Bireyin toplumla ilişkilenmesi neticesinde oluşur, şekillenir. Bu anlamıyla, hafızalar bireyin mülkü değildir, (Ancak, hafıza, tümüyle toplumsal da değildir.) ama toplumsal grupların ya da bir bütün olarak ulusun bilincinde yerleşik bulunurlar. Müşterek hafıza, toplumsal olarak düzenlenir, biçimlenir ve toplumsal gruplar, geçmişe yükledikleri anlamları, müşterek hafızaları üzerinden müzakere ederler. Ancak insanların beyni gibi toplumların bilişsel bir merkezi yoktur. Bu bilişsel merkezin eksikliği, belli aktörlerin etkinliği ile kapatılır. Egemen sınıfın bir aracı olarak devlet ve özel olarak da ideolojik ağırlığından ötürü milliyetçilik, söz konusu müzakerenin sınırlarını belirlemek ve içeriğini manipüle etmek için etkin biçimde rol alır. Aslında bu alandaki en etkin ve etkili aktörlerdir. Toplumsal hafızanın “depolanması” ise yine devlet ve milliyetçiliğin belirleyiciliğinde olan resmi tarihyazımı vasıtasıyla olur. Buna ek olarak, belli tarihsel anlar, tarihin hareketinin içinden zorla koparılır. İşte bu anlar, Nora Pierre’in “lieux de mémoire” dediği hafıza mekanlarını oluşturur. Hafıza mekanları, Nora’ya göre, bir gel-gitten sonra sahilde kalan deniz kabuklarına benzemektedir. Henüz ölmemişlerdir, ancak suya kavuşana kadar canlı da sayılmazlar.3 Sonuç olarak denebilir ki toplumsal hafıza hatırlananlar, eksik hatırlananlar, yanlış hatırlananlar, kısmen ya da tamamen unutulanlar gibi bileşenlerden oluşmaktadır. Tekrar etmek pahasına vurgulamak için söylersek, hafıza, yalnızca ne hatırladığımızla ilgili değildir, ne unuttuğumuza da verilen isimdir.
Burada Renan’ın bir gözlemi bizim gelmeye çalıştığımız nokta açısından önemlidir. Renan’a göre bir ulusu oluşturan şey kimi ortak özelliklerdir. Bu ortak özelliklerden bir tanesi ulusu oluşturan bireylerin pek çok şeyi unutmuş oldukları gerçeğidir: “Hiçbir Fransız vatandaşı kendisinin Bugurdian, Alan, Taifale ya da Vizigot olup olmadığını bilmez, fakat her Fransız vatandaşı Saint Bartholomew katliamını ya da 13. Yüzyılda Midi’de vuku bulan katliamları unutmak zorunda kalmışlardır.”4 Buna ulusun mensuplarının belli olayları belli biçimde hatırladığını da eklemek gerekmektedir. Ulusal bilincin şekillenmesi, bir ulusal geçmişin icat edilmesi ve bu tarz bir hafıza manipülasyonu hafıza mekanlarının iktidarın eliyle düzenlenmesi neticesinde olmaktadır. Ulusal bilincin bugününün, belli bir prizmadan geçirilmiş geçmişin ışığı ile aydınlatılmadıkça işler duruma gelmesi mümkün değildir.
Başka bir biçimde söylemek gerekirse ulus, tarih ve hafıza arasında sıkı bir döngüsel rabıta vardır ve bu üçlü her düzlemde bir ortakyaşarlığa sahiptir –bilimsel ve pedagojik, teorik ve pratik.5 Bu çerçeve üzerinden Türkiye güncelliğine değinelim.
İkinci Cumhuriyet’ten Masallar: Tarihle yüzleşmek ya da yüzsüzlerin yüzleşmesi
Tarihyazımı farklı ülkelerde farklı yönelimler sergileyebiliyor. Biyografilerinde ciddi tarihsel kopuşlar bulunmayan devletlerin resmi tarihyazımları daha pragmatik bir yapıda kurulurken, kopuşlar (Bunun mutlak değil de göreli bir deneyim olduğunu vurgulamak gerekir.) yaşamış ülkelerdeki resmi tarihyazımı kendisini net bir karşıtlık ve söz konusu kopuşun meşruiyeti üzerine bina eder.6 Kemalist tarihyazımı, bu ikinci gruba bir örnektir. Tıpkı Kemalist tarihyazımında olduğu gibi bu tarihyazımları kuruluş aşamasından önceki dönem ile mücadeleye girişir ve yapısı itibariyle polemikçidir. Ana anlatı biçiminde yeniden inşa edilen tarihsel gerçeklik, yeni yaratılan ya da kolektif hafızada yer etmiş olan toplumsal mitler vasıtasıyla şekillendirilir. Resmi tarih, değişmez değildir. Dönemsel ihtiyaçları karşılamak üzere, işlevsel, ideolojik revizyonlara da tabi tutulabilir. Hatta ideolojik kodlarla ciddi biçimde oynandığı dönemlerde, resmi tarihin temel tezleri tümden tartışmaya açılmış, gözden geçiriliyor olabilir. Resmi tarihin kurucu mitlerinin sorgulanmaya başlandığı anda “tarihyazımsal bir bunalım”7 ortaya çıkar. Pierre Nora, bu bunalımın ortaya çıkış koşulunu “tarihin kendi tarihini yazmaya başlaması” olarak sunmaktadır:
“Tarih, kendi içindeki yabancı dürtülerin izini sürmek gibi bir görevi kendine verince ve üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığı anıların esas mağdurunun kendisi olduğunu keşfettiğinde bir bunalım ortaya çıkar.”8
Türkiye’de bir “tarihyazımsal bunalım” yaşanmaktadır. Türkiye’de tarihyazımı, özellikle 1990’lar ile birlikte ulus-devletin hafızasının esas mağduru olduğunu farkettiğinde böyle bir bunalım, bir sancı doğmuştur. Bu bunalım, adına gayrıresmi tarih yazımı diyebileceğimiz, kuramsal olarak liberalizme yaslanan, bütünlüklü bir “tarih tezi” oluşturmaktan ziyade kemalist tezlerin ters yüz edilmesine dayanan bir yaklaşım doğurmuştur. Gayrıresmi tarih, liberal-muhafazakar entelektüel ortamda kendisine akacak ve bütünlüğe kavuşacak bir kanal bulmuş, bu kanal liberal-muhafazakar koalisyonun iktidarı ile genişlemiş, İkinci Cumhuriyet’te söz konusu tarihyazımı kemalist tarihin yerini almıştır. İşte son dönemde yapılan “tarihle yüzleşme” çağrılarını bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Tarihle yüzleşmek, yeni resmi tarihin bir hafıza operasyonudur. Bu operasyonun belli karakteristiklerini özetlemeye çalışalım.
İlk sorulması gereken soru, AKP’nin bu operasyonda hangi alanlara yükleneceğini nasıl seçtiğidir. AKP ve liberal-muhafazakar tarihçiler, yukarıda “hafıza mekanları” olarak tarif ettiğimiz alanları gözlerine kestirmektedir. Tekrar yukarıdaki analojiye dönecek olursak, en somut halini AKP’de bulan liberal-muhafazakar koalisyon, yaşayan hafıza denizinden uzakta kurumaya bırakılmış bu deniz kabuklarını denize atmak yerine işlevsel yerlere koymaktadır, örneğin Tayyip Erdoğan’ın konuşma yapacağı kürsüye iliştirilmiş olan su bardağına. Dolayısıyla tarihsel tartışma olarak gördüklerimizi, konuşurken genzi kuruduğunda içtiği sudan sonra Erdoğan’ın ağzından saçılanlar olarak da anlayabiliriz.
AKP, bu operasyonda yani tarih üzerinden hafızalara ve hafızalardan yeniden tarihe yaklaşırken biri “belgeci”, diğeri “komisyoncu” diyebileceğimiz iki yaklaşıma sahiptir. “Belgeci” yaklaşım, “tarihçinin tarihi” olarak adlandırabileceğimiz bir anlayışa yaslanmaktadır.9 “Tarihçinin tarihi”, katliamlar gibi büyük şiddet içeren tarihsel süreçler konusunda “gerçek” üretecek ve aynı zamanda gerçeği gizleyecek biçimde işler ve bahse konu tarihin bu amaçla geliştirilmiş özel teknikleri vardır. Bu tekniklerden bir tanesi olayın anlatımının içinin boşaltılmasına dayanır. Söz konusu olay ve bu olayın içindeki şiddet öğesi öyle bir anlatılır ki olay başka bir Tarih’in konusu, başka/yabancı öznelerin faaliyeti olarak sunulur. Bana kalırsa bu hususta kendi başına konuşması mümkün olmayan belgelerin uygun kombinasyonlar ve okumalar eşliğinde sunulmasının payı büyüktür. Dersim Katliamı, üzerinden bu durumu biraz somutlayalım…
Dersim, resmi tarih tarafından, Nora’nın ifadesi ile söyleyecek olursak, “tarihin normal hareketinden” sökülmüş, objektivitesi zaten tartışmalı -ve üstelik kapalı- arşivlere hapsedilmiş, kolektif hafızadan büyük oranda silinmiş bir “hafıza mekanı”dır.
Tayyip Erdoğan, en son ve en çok ses getiren, yine liberallerimizin gönül tellerini titreten Dersim çıkışını 23 Kasım 2011 tarihinde yaptı. Hatta “Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür dilerim ve diliyorum” sözleriyle özür bile dilemişti. Defaten vurguladığı üzere “dört belgeyle” konuşması esnasında bizi tarihsel gerçeklikle buluşturan Erdoğan şöyle buyurmuştu:
“Ben daha ne anlatayım. Ben belgeyle konuşuyorum. Arşive git incele doğruları söyle. Bunların bütün siyaseti dürüst olmamak üzerine kurulu. Dersim yakın tarihimizdeki en acı en trajik olaylardan biridir. Dersim aydınlatılmayı bekleyen bir olaydır. Dersim CHP’nin en acı en kanlı eseridir. Bu kanlı eserin sahibi olan CHP’dir. CHP’nin Tunceli milletvekilleridir. Tunceli kökenli Genel Başkanı’dır. (…) Tuncelili bir Genel Başkan tarihiyle yüzleşmek için CHP ile fırsattır.”
Dolayısıyla, -her ne kadar Başbakan Dersim hakkında üstünkörü özür diliyor olsa bile- ekrandan yüzümüze sallanan belgeler ve daha sonra açıklanacak olanlarla birlikte Dersim Katliamı başka bir tarihin parçası, başka bir failin fiili haline gelmektedir. Oysa çokça belirtildiği üzere, AKP’nin tevarüs ettiğini söylediği geleneğin kökleri de yine aynı CHP’ye, aynı siyasal iklime, aynı halk düşmanı ideolojik zemine yaslanmaktadır. Ancak bunun bir önemi yoktur. Dersim Katliamı bir “sınır vaka” olarak tarif edilmektedir. Dersim Katliamı ve o tarihsel konjonktür AKP’nin ve İkinci Cumhuriyet’in “değil”i olarak sunulmaktadır ve Birinci Cumhuriyet ve onunla hafızalara kazınmış “zulm”, bu söyleme göre Dersim’de cisimleşmektedir. Durum böyle olunca, bu denklemde, Dersim’in aşılması, Birinci Cumhuriyet’in aşılması anlamına gelecektir. Buna ek olarak, Dersim’in kontrollü biçimde hatırlatılması, milliyetçi-muhafazakar bir kökten gelen AKP’nin kolay kolay nüfuz edemeyeceği, Birinci Cumhuriyet tarafından dışlanmış ya da tümden yok sayılmış Kürt ve Alevilere seslenme olanağı da sunmaktadır.
Dersim konusunda, elinde tarihsel belgeleri yüzümüze doğru sallayan Erdoğan’ın tarihle ilgili daha önceki konuşmaları başka bir yöne işaret etmektedir. 2004 yılında Erdoğan, Atina ziyareti esnasında Kostas Karamanlis’e iki ülke arasındaki tarihsel sorunlara binaen “Geçmişi tarihçilere bırakalım ve bunu siyasi malzeme yapmayalım.” demiştir. Aynı Erdoğan, 2005’te Robert Koçaryan’a yazdığı mektupta da aynı çağrıda bulunarak “Konuyu tarihçilere bırakalım.” demişti Ermeni meselesine referansla. Bu yaklaşımın diğerinden en büyük farkı siyaset ile tarih arasında çizilen net çizgidir. Ancak bu net çizgi gerçek midir? Açıkça söylemek gerekir ki “bağımsız tarih erki” gibi bir erk mevcut değildir. Hele ki resmi komisyon biçiminde çalışacak olan tarihçilerin bağımsız bir tarih okuması ortaya koymaları mümkün değildir. Dolayısıyla bu çizgi, siyasetin tarih üzerindeki belirleyiciliğini kısıtlayıcı değil, onu yeniden üretici bir işleve sahiptir. Üstelik bu tavrın bir diğer anlamı gerçekten de meseleyi “komisyona”, yani çözümsüzlüğe havale etmektir.
Bu iki söylemi birlikte düşündüğümüzde diyebiliriz ki AKP’nin tarihe yaklaşırken iki farklı metodu vardır. Belli bir mesafeden ya da siyasal pusuladan yoksun biçimde bakıldığında görülen manzara şudur: AKP bazen resmi tarihi kendi silahıyla vurmaya çalışan, bu amaçla belge sallayan, resmi tarihi yerle bir etmeye kararlı bir fotoğraf verirken, bazen de bu zamana değin kangren olmuş konularda tarihçileri göreve çağıran, müzakereci bir yaklaşıma sahiptir. Kemalizmin ve kemalist tarihyazımının katılıklarından ötürü yakın zamana kadar bu iki bakış açısı da bir “tarihyazımsal bunalım” yaratmak için yetmesine karşın, devamı gelmeyen bu hamleler konusunda AKP’nin samimiyeti sorgulanır hale gelmiştir. Bizim başından bu yana altında ne olduğu konusunda kuşkumuzun olmadığı takke düşmüş, bazıları hala inanmak istemese de kel görünmüştür. AKP, bugünün ve geleceğin üstünü geçmişle örtmektedir. Neo-liberalizmi din yoluyla zerkeden, Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarına daha iyi hizmet etmek için tüm muhalefeti bastırmaya çalışan islamofaşizan müstebitlik, başka bir tarihin ceberrutluğu ile örtülmeye çalışmaktadır.
Özetle, tarihin siyasal olarak araçsallaştırılmasındaki resmi tarihi sarsma amacının, görüldüğü üzere, zerre kadar samimiyeti bulunmamaktadır. Dersimli bir Alevi olduğu için Kemal Kılıçdaroğlu’nu yuhalatan Erdoğan, CHP’yi dönemsel olarak sıkıştırmak, CHP’nin içine oynamak, zaten düşmüş olan kemalist tarihyazımına bir tekme daha vurmak, buradan kendisine meşruiyet devşirmek ve en az kemalist tarihyazımı kadar “otoriter” başka bir resmi tarih türetmek üzere belgeleri ekranlardan milyonların suratına sallamaktadır.10 Yapılan şey, hatıraları kontrollü biçimde harekete geçirerek meşruiyet devşirmektir. Ancak bir de, “komisyona havale” eden AKP vardır. AKP, kendisine kısa vadede doğrudan fayda sağlamayacak başlıkları “reformist” görünümünden vazgeçmeden ertelemek için “tarihçilerine” havale etmektedir. Bu vesileyle “toplumsal hafıza” yeniden organize edilmekte, sol-liberal ve muhafazakar sosyal bilimcilerin canhıraş çalışmaları ile zaten bir ölçüde hazır olan ve kendi resmi tarihini üzerine inşa edeceği zemin güçlendirilmekte ve yeniden inşa için malzeme toplanmaktadır. Bütün bunlar neticesinde söz konusu gündemlerin iç ve dış siyasette kullanılması için tedricen alan açılmakta, mıntıka temizliği yapılmaktadır. Bunu yaparken AKP’nin işi hem karşı cenahın ideolojik zafiyeti hem de dünya üzerinde egemen sınıfın modernizm eleştirisi bağlamında biriktirmiş olduğu cephane nedeniyle görece kolaylaşmıştır. AKP, bu cephanelikten türettiklerini kullanmaktadır.
Son söylediğimizi şu şekilde açmak mümkündür:
Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden bugüne değin modernist ideoloji, yeni-muhafazakâr atak karşısında muazzam bir yıpranma yaşadı. Modernleşme sürecinin istenmeyen çıktıları ile yüzleşme olarak başlayıp, aydınlanma ve modernizmi kötülüğün kaynağı, hatta kendisi olarak gösteren yeni-muhafazakarlık bu adımı atarken kapitalizmi bu günahlardan azade kılacak önemli bir ideolojik sığınak inşa etti. İşte AKP’nin taktiği burada gizlidir. Habermas, bu sığınağı ustalıklı biçimde tarif eder: "Yeni-muhafazakarlık ekonominin iyi-kötü başarılı kapitalist modernleşmesinin sorunlu ya da rahatsız edici yüklerini kültürel modernizmin sırtına yükler."11 AKP, güya tarihle yüzleşip, hafıza denizlerinde gel-git yaratırken Türkiye’de kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerinin yerleşmesi sürecini ağzına dahi almamakta, tüm fatura “tepeden modernleşmeci”, (laikçi ve/veya mason/yahudi/sabetaycı ve/veya elitist ve/veya pozitivist) bürokrasinin ihtiraslarına indirgenmektedir. Buna göre modern Türkiye tarihinde her felaketin kökeninde işte bu ittihatçı-kemalist çizgi vardır.12 Bu nedenle başka dinamikler ve üstbelirleyen aramak gereksizdir. Fazlalıklar atıldığı zaman, görülmektedir ki, bu söylenenler Türkiye sağının elli senedir tekrarladığı tekerlemenin daha rafine ifadesinden başka bir şey değildir. Söz konusu felaketlerin her birinde özel bir yeri ve payı olan, en azından ayrı düşünmeyeceğimiz ve siciline daha pek çoğunu ekleyebileceğimiz milliyetçimuhafazakar çizgi netice itibariyle “AK”lanmaktadır.
Bu tekerleme, ne kadar utanç vericidir ki, Türkiye solunda da alıcı bulmuştur. Bunun temel nedeni bu kez Türkiye solunun yenilgilerle malul kolektif hafızası ile ilgilidir. Yaşadığı travmaların etkisi, yani “eskinin yükü” nedeniyle “yenilgisi tescil olmuş sosyalizm modelleri” ile arasına mesafe koyup başarıdan başarıya koşacağına inanan sol, geliştirdiği modellerin de kendi hanesine ayrı bir yenilgi olarak yazılması neticesinde soluğu liberalmuhafazakar koalisyonun yanıbaşında almıştır. Solun bu teşne kesimi, Türkiye solunun yenilgisini ve “geçmişin faturasını”, jakobenizm üzerinden kullanıma hazır olan ittihatçıkemalist hatta kesmiş ve bu hattın eleştirisi üzerinden egemen söyleme eklemlenmiş, hatta işi ifrada vardırarak bu işin şampiyonluğunu yapar duruma gelmiştir. Buna aşağıda daha geniş biçimde değineceğiz.
Üç tarz-ı nostalji
Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesine büyük siyasal ve ideolojik çalkantılar eşlik etti. Şimdi baktığımızda bu ideolojik çalkantıların büyük oranda siyasetin bir türevi olarak şekillendiğini görebiliyoruz. Siyasal alanda ortaya çıkan tıknaz kol bir yandan siyasal alanı yeniden şekillendirdi, -çeşitli faktörlerin bir araya gelmesi neticesinde- bir yandan da gürbüzleşti. Netice itibariyle Birinci Cumhuriyet, ikincisine “evrildi”. Yeni rejimin esas ideolojik hamlelerini bu dönemde gözleyeceğimizden kuşku duymuyorum, ki bu süreç başlamış durumdadır.
Bu altüst oluş beraberinde geniş kitlelerde derin bir nostalji uyandırmıştır ve hatta siyaset düzlemi bu nostaljik yaklaşımlar tarafından işgal edilmiştir. Nostalji, kendimizden uzakta ya da kaybedilmiş olduğunu bildiğimiz bir olguyu nasıl ve ne doğrulukta hatırladığımızla ilgili bir meseledir. Geçmişin kaotik yığınlarının arasından kişinin bir dünya, bir kimlik oluşturma girişimi olarak da görülebilir.13 Şu anda baktığımızda siyasette etkili olan üç farklı nostaljik yaklaşım tespit edebiliyoruz: 1. Osmanlı Nostaljisi, 2. Kemalizm Nostaljisi, 3. Sol Nostalji. Bunları kısaca açmaya çalışalım:
Osmanlı nostaljisi, en genel anlamıyla, yukarıda da bahsettiğimiz “ittihatçı-kemalist” elitin iktidarı zapt etmesi neticesinde yitirilmiş bir geçmişe ya da bunun kimi öğelerine duyulan özlem biçiminde tezahür etmektedir. Devlet tarafından sponsorluğu yapılan ve geniş kitleler nezdinde alıcı bulan bu nostaljik yaklaşım bu kitleleri esir almış durumdadır. Zira, bu yaklaşımla “Osmanlı ihtişamı” ile yoksul ve yoksun halk sınıflarının gündelik sıkıntılarının üzeri örtülmekte, onlara egemen söyleme bağlanmaları için bir vizyon sunulmakta, aynı zamanda buradan hareketle AKP’nin Genişletilmiş Ortadoğu’daki macerası için gerekli ideolojik zemin yaratılmaktadır. Ezcümle, Osmanlı nostaljisi bir nevi afyon görevi görmektedir. Osmanlı nostaljisinin en önemli ve altının kalınca çizilmesi gereken işlevlerinden biri ise halk sınıflarının, kendi tarihleriyle değil, muktedirler ile empati yapmasını sağlamasıdır. Özlemi duyulan Osmanlı, haksızlığa ve vergilere isyan eden köylülerden ziyade, bu köylüleri tez zamanda bastırabilen bir askeri-politik makinedir. Bu empati günümüze projekte edildiğinde esas tehlikeli biçimini almaktadır.
Osmanlı nostaljisinin bir diğer boyutunu akademik cenahta görmek mümkündür. Bu yaklaşımda Osmanlı özelinde imparatorluk bir çeşit tolerans ve birarada yaşam alanı olarak kavramsallaştırılmakta, Osmanlı merkezi değişik kimlik ve güç odakları ile müzakere edebilme yeteneğine sahip olan, bu nedenle, farklılıkları yönetebilen bir tarihipolitik “deha” olarak resmedilmektedir. Bu anlayışa göre, bir avuç elit tarafından hayata geçirilen uluslaşma süreci ve ulus-devlet yapısı bu esnekliği ortadan kaldırarak Ortadoğu ve Balkanlar’da felaketlere neden olmuştur. O halde bugün gerekli olan da imparatorluk anlayışının yeniden canlandırılmasıdır. Bu anlayışla da sorunun özü, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri etrafından ustaca dolaşılmak suretiyle gözlerden kaçırılmaktadır.
Bu hakim anlayış ve Türkiye’de yaşanan dönüşümler sadece alıcı bulmamakta, tepki de doğurmaktadır. İşte bu tepkinin ayaklarından bir tanesine kemalist nostalji adını verebiliriz. Ancak bu noktada mevcut duruma bir tepki olmaktan fazlası mevcuttur. Kemalist nostaljinin esas kalkış noktası, kemalizmin yeniden bir derleniş yaşanamayacak biçimde ölmüş olmasıdır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Trotskiy’in 1930’ların sosyal demokrasisi üzerine yaptığı bir gözlem dikkat çekicidir. Trotskiy’e göre sosyal demokrasinin 1930’larda içine girdiği kriz ile kapitalizmin krizi yakından ilişkilidir. Hatta sosyal demokrasinin bu dönemde yaşadığı dumura uğrama hali kapitalizmin dumura uğramasından kaynaklanmaktadır. Bu tam da sosyal demokrasinin sistem içindeki pozisyonundan, daha doğrusu fonksiyonundan kaynaklanmaktadır. İşçilere yaslanarak burjuvaziye hizmet eden bu parti ya da ideoloji, sınıflar mücadelesinin olabildiğince keskinleştiği, safların netleştiği bir dönemde ayakta kalamaz. 14 Kemalizm ile bu noktada bir benzerlik kurmamız mümkün. Kemalizm, Ekim-sonrası dönemde bütün planlarını emperyalizmle uzlaşma üzerine yapmış olan bir “kurtuluş”, başka bir deyişle bir kapitalist (zayıf halka) kuruluş ideolojisi ve pratiği olarak içine doğduğu tarihsellik ile sınırlanmış ve sınıf habitusu ile üstbelirlenmiş durumdaydı. Kemalizmin krizi ve ölümü bu tarihsellik içinde değerlendirilmelidir. Kemalizm, bütün çabalarına karşın neo-liberal birikim modeli ile yaşadığı uyum problemini aşamamış, bu açıdan arkaikleşmiş, zaten muhafazakarlıkla malul olan kemalizm anti-modernist basınca istinat edememiş, Ortadoğu’da oluşmakta olan yeni ittifak sistemi ihtiyacında kendine yer bulamamış ve kendisini taşıyacak yeni kadro havzaları yaratamamıştır. Kemalizm bir açıdan baktığımızda kendi kaynakları ile sürekliliğini sağlayamayacak olduğundan ölmüştür.15 Bu durum, kemalizm sınırları dahilinde ve hatta çeperinde siyaset yapan çevrelerde bir “kemalizm nostaljisi” yaratmıştır. Bu bağlamda, kemalistler ve kemalizmin çeperinde siyaset yapan siyasal partiler, bu gömleği bütünüyle çıkartıp başlarına “yeni” ön-ekini almamış, kemalizmin “altın çağına” ilişkin bir “yapısal nostalji” türetmiş ve siyaseti bu nostalji ile ikame etmişlerdir. Kemalist nostaljiye göre 1930’lar bir çeşit “zamandan önceki bir zaman”, sosyal ilişkilerin ideal biçimde kurulduğu, işlediği ve henüz insani olan her şeyi etkileyen biçimde bozulmanın yaşanmadığı bir dönemdir.16 Böyle bir dönemin yeniden tesisi üzerine kurulan siyaset, yok hükmündedir. Dolayısıyla, nostaljinin gerçek siyaset ile yer değiştirmesi bu kitlelerin algılarını siyasete kapatmaktadır. Bu nedenle, bugün bile, yani AKP’ye karşı kararlı bir duruşun ancak sol ile mümkün olduğunun açık olduğu bir dönemde bu kitlenin geliştirdiği AKP karşıtı duruş sol için kullanışlı olmaktan öte sola oldukça mesafeli, hatta ve hatta sol için zararlıdır. Bu bakış açısında politik eylem, yerini ağlamaya, ağıt yakmaya bırakmış ve mesele anılan ağıt yakma işinin ritüelleşmesinden ibaret hale gelmiştir. Bu durum, söz konusu kitleye müdahaleyi zorlaştırmakta, onların kısa vadede dönüştürülmesini ve kapsanmasını neredeyse olanaksız kılmaktadır.
Sol nostalji: “Biz büyüdük ve kirlendi dünya”
Sol düşünce de benzer bir yapısal nostalji ile malul durumdadır. Fakat solun üretmiş olduğu nostaljiyi tetikleyen sebepleri yalnızca son on yıla damgasını vuran dönüşümler ile sınırlamak doğru olmaz. Son 30 yılını “Yenilgi Öğretmen”in sınıfında işkenceler için şiirler yazıp, türküler yakarak geçiren, düşen ve dönen yoldaşlarının hikayelerini anlatmaktan yeni yoldaşlar kazanmaya vakit bulamayan Türkiye solu, hapishane güzellemeleri arasında bu üç nostalji biçimi içinden belki de en kuvvetlisini üretmiş durumdadır. Bu, o kadar kuvvetlidir ki sola yeni kazanılan kuşaklar bile yaşamadıkları bir geçmişin acısını duymakta, sanki asla sahip olmadıkları bir kollarının kesilmesinin hayalet acısını içlerinde taşımaktadır. Henüz “büyümemiş” sol ve sol kadrolar bile “vaktiyle kirlenmiş bir dünya”nın yükü ile cezalandırılmışlardır sanki. Bunda solun yukarıda bahsettiğimiz biçimde kurulmuş kolektif hafızasının büyük payı var. Türkiye solunun 1970’lerde yakalamış olduğu tarihsel fırsatı elinden kaçırması ardı ardına gelen travmalar ile birleşmiş, Türkiye devriminin geleceği adeta geçmiş tarafından kuşatılmış, yenilgi, -ne anlama geldiği çok da analiz edilmeden- 1990’larla birlikte yeniden kendini var etmeye çalışan Türkiye solunun kurucu temalarından biri halini almıştır. Bu durum, biri “doktriner” diğeri “rafızi” iki eğilim üretmiştir. Rafız, yani terk eden, sol, iktidar perspektifini başka bir yazıda “başarı ethosu” dediğimiz yaklaşım ile ikame etmiştir. Devrim ve iktidar talebi yerine daha gerçekçi talepler üzerinden yürüyüp, geçmiş sosyalizm deneyimlerinin yükünden kurtulmuş biçimde ve düzen içinde gerekli işbirliklerine açık bir hat neticesinde kazanılacak başarılarla solun toplumsallaşıp, toplumsal yapının demokratikleşeceğine inananlar ve buradan yola çıkarak kendilerini siyasal liberalizmin göbeğinde bulanlar, son gelişmeler neticesinde bugün “sultanın kapıkulları”, “sol ulufeciler” haline gelmişlerdir.
Bunu yakın, hatta bu yazı yazılırken henüz başlamış ve beni bu yazıyı genişletmeye itmiş bir örnekle açıklamak mümkün diye düşünüyorum: 12 Eylül Davası. Tekil örneklerden hareket etmeyelim ve onları şimdilik bir kenara bırakalım. Üstelik iddianamenin antikomünist karakterini de geçelim bir kalem. Meselenin bizim ele aldığımız konu ile ilgili kısmına değinelim: Tarihimizle yüzleşelim, darbelerden hesap soralım sloganı ile başlayan 12 Eylül Davası’nın amacı bir “katharsis” yaratılmasıdır. Katharsis’i (arınma) burada Aristocu estetik içindeki anlamıyla kullanıyorum. Bu şekliyle, 12 Eylül davası sadece ve sadece içindeki korku, acı gibi yoğun duygusal öğeler nedeniyle estetik tecrübe ve empati vasıtasıyla izleyicilerde bir “arınma”, rahatlama yaratacak bir tiyatro oyunudur. Yani tam da Brecht’in Aristocu katharsisi tanımlarken söylediği gibi bu, haz amacıyla yapılan bir çeşit dinsel yıkanmadır.17 Bu esnada elbette, toplumsal hafıza yeniden düzenlenmeye devam edilmektedir. Tüm suç bulutsu bir mafyatik örgütlenmeye ve bütün yolları ona çıkaran tarihsel mirasa yüklenirken, Türkiye sağı, sermayedarlar, NATO, ABD bu süreçten alınlarının akı ile çıkmaktadırlar.18
* * *
Yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi Türkiye’de yaşanan alt üst oluşa ve İkinci Cumhuriyet’in inşasına büyük bir hafıza operasyonu eşlik etmektedir. Tarihle yüzleşme denen işte budur. Bu bir tercihten ziyade bir zorunluluktur. Zira, böyle bir duygusal birlik sağlanmadan ve sürekli yeniden üretilmeden, adına milli birlik denilen, sınıfsal bölünmeyi görünmez kılan yanılsamanın sürdürülmesi, “toplumsal konsensüs”ün yeniden üretilmesi mümkün değildir. Bu nedenle belki de her şeyden önce tıpkı Birinci Cumhuriyet’te olduğu gibi İkinci Cumhuriyet de işe tarihyazımından ve hafızaların yeniden düzenlenmesinden başlamıştır. Bugün, siyaset sahnesi geçmiş ve nostalji düşkünlüğü tarafından işgal edilmiş durumdadır. Bu noktada geleceğe ilişkin söz söyleyen, nostaljik söylemi içinden bir gelecek vizyonu çıkaran gözle görülür tek özne AKP’dir. Bu noktada solun, acilen kendini konumlandırdığı koordinatları yeniden gözden geçirmesi, kuvvetli bir gelecek vizyonu ile egemenlerin ve halkın karşısına çıkması gerekmektedir. Bu nedenle, sosyalizmin vurgulanması, somut bir hedef olarak sunulması, belki de hiçbir zaman bu kadar yakıcı bir gündem olarak kendisini hissettirmemişti.
Sol, bunun için öncelikle kendi hafızasına direnmelidir.
Dipnotlar
- Renan, Ernest. (1882). “Qu'est-ce qu'une nation?”. J. Hutchinson ve A. Smith (ed.). Nationalism. New York: Oxford Üniversitesi Yayınları, 1994 içinde. Bu metin aslında Renan’ın Sorbonne Üniversitesi’nde yapmış olduğu konuşmanın metnidir.
- Hegel’s Philosophy of History. “Philosophic History -‐ The course of the World's History, § 68”. http://www.marxists.org/reference/archive/hegel/works/hi/history5.htm
- Nora, Pierre. (1989). “Between Memory and History Les Lieux de Mémoire”. Representations. sf.12. Geçerken belirtmekte fayda var, kişisel olarak Pierre Nora’nın yazılarında kurmuş olduğu tarih-‐hafıza karşıtlığını buradaki çerçeveden de anlaşılacağı üzere, kabul etmiyorum.
- Renan, Ernest. (1882). “Qu'est-‐ce qu'une nation?”
- Nora. “Between Memory and History”. sf.10.
- Burada belki bir dipnot düşmek gerekebilir. Her modern devletleşme kuruluşu bir kopuş değil midir? Bu soruya benim yanıtım “hayır” olacak. Bu açıdan İngiltere örneğine bakmakta fayda vardır: 17. yüzyılda iki devrimle modern devlet olma sürecine başlayan İngiltere, bu devrimlere karşın, örneğin Fransa’daki gibi politik anlamda ciddi bir kopuş yaşamamıştır. ABD’nin kuruluşu bir sömürge karşıtı mücadele ve iç savaş pratiği barındırsa söz konusu pratikler tekilleştirici bir merkez oluşturmamıştır.
- “Tarihyazımsal bunalım”ı Pierre Nora’nın “historiographical anxiety” teriminin çevirisi olarak kullanıyorum.
- Nora. “Between Memory and History”. sf.10.
- “Tarihçinin tarihi” kavramını Gyanendra Pandey’in Bölünmeyi Hatırlamak isimli çalışmasından uyarlayarak kullanıyorum. Bkz. Pandey, Gyanendra. Remembering Partition: Violence, Nationalism and History in India. Cambridge: Cambridge University Press, 2001, 45-‐66.
- Bu yazı yazılırken, Tayyip Erdoğan 3 Nisan 2012 tarihli grup toplantısında CHP’nin faşist İtalya’ya gönderdiği selamı yaparak ve bunu konu eden dönemin gazetelerini göstererek kendisinin değil, CHP’nin faşist olduğunu ispata girişti.
- Habermas, Jürgen. (1997). “Modernity: An unfinished project”. d’ Entrèves, Maurizio Passerin, ve Seyla Benhabib. (der.) Habermas and the unfinished project of modernity: critical essays on The philosophical discourse of modernity. MIT Yayınları içinde s. 45.
Bu taktiğin en amatörce örneğini, çalışmaları Başbakan tarafından takdirle karşılanan “devrimci solcu işçi partisi” çizgisinde yayın yapan bir sitede Anadolu parsının soyunun tükenmesinin en ufak bir dolayım kurma ihtiyacı hissetmeksizin “kendilerinden başka hiçbir canlı türünün yaşam hakkını zerrece dikkate almayan kemalistlere” bağlandığı bir yazıda gördük. Söz konusu yazının genel olarak “tebessümle” karşılanması nedeniyle zevahiri kurtarmak için bu kez modernleşme, kalkınmacılık ve kapitalizme referans veren başka bir yazı daha yayımlandı aynı sitede. Yalnız, yazıların sağlıksız bir zihniyetin ve kirli bir siyasi geleneğin ürünüolduğu, tutar yanı olmayan ilk yazıya dair eleştirileri Ergenekon’un kendilerine dönük itibarsızlaştırma girişimi olarak okumalarından anlaşılabilir.
- Ostovich, Steven T. (2002). “Epilogue: Dangerous Memories,” A. Confino ve P. Fritzsche (ed). The Work of Memory New Directions in the Study of German Society and Culture . (Urbana: Illinois Üniversitesi Yayınları) içinde sf.244.
- Trotsky, Leon. (1932). "What Next? Vital Questions for the German Proletariat". http://www.marxists.org/archive/trotsky/germany/1932-‐ger/
Ancak bir açıdan baktığımızda da Birinci Cumhuriyet’ten ikincisine geçişte İkinci Cumhuriyete belli başlı özellikler tevarüs ettiği oranda kemalizm, namevt olarak varlığını sürdürmektedir.
- Herzfeld, Michael. (1991). A Place in History: Social and Monumental Time in a Cretan Town. Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınları, sf. 75. ve Herzfeld, Michael. (1991). Cultural Intimacy: Social Poetics in the Nation-‐State. New York: Routledge, sf. 109-‐110.
Bir örnek için 4 Nisan 2012 günü Doğan Tarkan’ın “Bugün 4 Nisan Neşe Doluyor İnsan” başlıklı yazısına bakılabilir.
12 Eylül İddianamesi ile Murat Belge’nin Militarist Modernleşme isimli çalışmasının arasındaki özsel paralelliğe burada dikkat çekmek gerekiyor. Belge de tıpkı iddianamenin yazarı olan savcı gibi Türk militarizminin tarihinde NATO’ya kıymetli bir yer biçmemiş durumda. Militarist Modernleşme’de Belge, Türkiye bağlamında NATO’ya esas olarak 628. ve 752. sayfalarda değinmekte. Burada da suya sabuna pek dokunmamakta, hatta NATO’yu aklamaktadır. Örneğin Türkiye’de sola karşı tahammülsüz ve sert tutum, Murat Belge’ye göre diğer NATO ülkelerinden daha yoğun olmuştur. Buradan çıkan sonuç Türkiye’deki bu sertleşmenin en iyi ihtimalle NATO ile ikincil dereceden ilgili olduğudur. Belge, M. (2011). Militarist Modernleşme Almanya, Japonya ve Türkiye. İstanbul: İletişim Yayınları.