Gelenek’ten Geleceğe Teori Standartları Enstitüsü
Gerek kavramsal içeriği açısından gerekse somut süreç olarak “gelişme” üstüne çok şey söylenebilir. Süreç olarak alındığında gelişmenin her evresinde, süreci daha ötelere taşıyacak dinamiklerle, ulaşılan aşamayı o haliyle kalıplaştırmaya yönelen eğilimler arasında bir çekişme görülür. Ulaşılan son aşamayı kalıplaştırmaya çalışanlar hep daha “rasyonel”, daha “gerçekçi” bir görünüm verirler. Bu yenilikçilerin başlangıçtaki yalnızlıklarını doğurur. Siyasal planda çarpıcı bir örnek olarak aklıma Lenin’in 1917 Şubat’ından sonra “sosyalist devrim” derken Trotskiy ile birlikte çok az sayıda insan tarafından paylaşılan yalnızlığı geliyor.
Evet, özünde ödünsüz bir dinamizm anlayışına dayanmasına, dünyayı dönüştürmeye yönelik bir öğreti olmasına karşın Marksizmin gelişme süreci de bu tür standardizasyon çabalarına hep tanıklık etmiştir. Açıkçası, Marksizmin de bir “Teori Standartları Enstitüsü” (TSE) olmuştur…
“Neden oldu”, “olmamalıydı”, “hiç olur mu canım” yollu, iyi niyetle de olsa iç çekmenin anlamı yok. İşin doğası gereği böyle oldu; bundan sonra da olacak. Üstelik, olup bitene dar bir “tutuculuk” eleştirisiyle de yaklaşmamak gerek. Çünkü özellikle belirli dönemlerde TSE çalışmalarının, elde edilen ama çok ciddi tehdit altındaki kazanımların pekiştirilmesine yönelik olumlu işlevi bile olmuştur. TSE’nin hakkı, elbette olduğu kadarıyla, bu açıdan verilebilir. Tabi, kimilerinin en büyük öcüsü Stalin’inki de…
TSE’nin bu anlamdaki dönemsel işlevi kadar, belli bir aşamanın standardizasyonuna uysalca kafa sallamayıp ileriye yönelik yeni projeler peşinde koşanların varlığı da doğaldır, gereklidir. Dahası böyleleri gelişimin, kimi zaman kalıcı, kimi zaman da geçici öncüleri konumuna gelebilirler. İkincisinin örneği olarak söylüyorum: Bugün ortada Guevaracı ya da Foco’cu ciddi bir akım görülmüyor; ama bugünkü sosyalist Küba’nın temelinde, kim ne derse desin, bunlar vardır.
Uluslararası sosyalist hareketin geçmişte inşa ettiği TSE’ler ve bu kurumları aşan atılımlar ayrı bir konu. Burada asıl amacım görebildiğim kimi güncel eğilimlere değinip yeni TSE kuruluş çabalarının çağrıştırdığı tehlikelere işaret etmek.
Elbette hep Türkiye’yi ülkemizin koşullarını düşünüyorum. Söylemek istediğim de çok açık olarak şu: Uluslararası sosyalist hareketin bugünkü dünya koşullarında oluşturmaya çalıştığı yeni TSE normları ile, Türkiye sosyalist hareketinin teorik atılım gereksinimleri arasında belli bir uyumsuzluk vardır. Ama asıl kötüsü, Türkiye’deki acemi TSE personelinin bu uyumsuzluğu kendi adına kapatılmaz bir uçurum haline getirmesi olasılığıdır.
Türkiye’de pekçok şey mümkündür.
Yeni solun da TSE’si var. 1968 öğrenci olayları yeni sol TSE tarafından ne hale getirildi, bunu düşünün. Artık Avrupalı, anti otoriter, anti kurumsalcı vb. olmuştuk ya, 20 yıl öncesinin diyelim Ali Suavi’yi çağrıştıran insanlarını birer Cohn Bendit yapmanın sakıncası olamazdı. 68 Türkiyesi’nde Guevara sanılanların aslında Kundera oldukları da gene yeni sol TSE’nin çabaları ile ortaya çıktı! Sonra, gene aynı dönemin Yakup Cemil’leri meğer Marcuse imişler de biz o zaman görememişiz. Özetle Beyazıt Quartier Latin ODTÜ-SBF de Sorbonne imiş, anlayamamışız…
Böyle olmalıydı; çünkü artık biz de ithal Yeni Sol tüketecek kadar batı standartlarına ulaşmıştık. Böyle batılı olunca da yeni sol TSE’nin devreye girmesi, Avrupa 68’ine ve onun bugünkü yorumuna pek uymayan “reel” sivrilikleri törpülemesi gerekiyordu…
Bugün yeni solda bu yapılıyor.
Ama iş orada kalmıyor. Bugün geleneksel solun TSE çalışmaları da devrededir. Asıl endişem de bu alana ilişkin. Geleneksel sol çıkışlı TSE denemelerinin, köklü bir teorik-pratik sıçramayı gerçekleştirmesi gereken Türkiye sosyalist hareketinde kısırlaştırıcı etkiler yaratması mümkündür. Bugün uluslararası sosyalist harekette yaratıcı ve verimli tartışmalar açısından elverişli bir ortam vardır. Dahası, ulusal birimlerin bu elverişli ortamı kendi iç dinamikleri ve gereksinimleri açısından değerlendirip çok önemli sentezler yakalamaları da mümkündür.
Buraya kadar herşey güzel.
Ne var ki oldukça paradoksal biçimde bu canlı ortam bile, teorik-pratik üretkenliğe ancak ön belirlenmiş kimi hedefler ve bu hedeflere yönelik araçlar alanında yeşil ışık yakabilen bir “problematik standardizasyonu”na tabi tutulacağa benzemektedir. Özetle ve daha açıkçası şu: Oku, araştır, yaz, çiz, üret, örgütlen ve mücadele et; ama hedefin barış, demokrasi, global sorunlar, “yeni politik kültür”, vb. vb. olsun, bunları pek aşmasın. Sınıf mücadelesinin ileri biçimlerini, hele hele iktidarı falan pek düşünme…
Kimse böyle bir tabldotla yetinmek zorunda değildir.
Burada asıl eleştirilmesi gereken, kendi başlarına yukarıdaki hedefler değil, onların inanılmaz bir darlık içinde dayatılmasıdır. Asıl eleştirilmesi gereken, genel-özel diyalektiğini kurmaktaki beceriksizlikler ve sonunda kaçınılmaz biçimde şablonculuğu dayatan teorik hamlıklardır. Hep unutulan ise şudur: Bu ülke Türkiye’dir; ve bu ülkede tüm TSE belgelerine karşın sosyal demokrasinin ötesindeki alana belirleyici damgayı hep radikal söylemler vuracaktır. İstesek de, istemesek de. Neden böyle olmak zorunda olduğu, çok daha derin bir konu. İsteyen Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı, Turgut Özal’ın Başbakan, Yıldırım Akbulut’un TBMM Başkan,ı Mehmet Altınsoy’un ise Başkent Belediye Başkanı, Mustafa Taşar ve Mehmet Keçeciler’in iktidar partisi yöneticisi oldukları bir ülkede uygarlık ve “konsensüs” adına başka umutlar besleyebilir. Denemesi bedava.
Son olarak şunu öneriyorum: En azından şimdilik kendinize “devrimci teori” ararken TSE kalite belgelerine pek itibar etmeyin…