Goşistler mi Devrimci Demokratlar mı?
Türkiye solunda 1980 öncesinin yoğun tartışmalarına dönülüp bakıldığında, bir garipliği anımsamamak mümkün değil. Gerçekte ciddi ciddi bakılsa, bu tartışmalarda bir değil pek çok gariplik görülür. Ama biri özellikle ilginçti, hatta rahatsız edici bir yön de taşıyordu. Bir büyük kentimizin gecekondu kesiminde yaşayan, 17-18 yaşlarında delişmen devrimciler, kimi özellikleri ya da bağlı oldukları “siyaset” gereği, geleneksel solun ağızbirliğinde “goşist” damgası yiyorlardı. Ya teorileri? Evet, daha ilginci, teorik konumları da “sol sapma” kavramıyla açıklanıyordu. Böylece, ailesi bir Anadolu kasabasından büyük kente yeni gelmiş, lise ikiden beklemeli, bilgisi çok kıt, biraz da köşedeki bakkalın kızına “hava” için delişmenlik yapan genç, bir anda bilimsel sosyalist literatürün ağır tanımlamaları ile karşı karşıya kalıveriyordu.
1979 yılı sonlarında yayın yaşamına atılan Sosyalist İktidar dergisi, geleneksel soldaki konumuna karşın, sözü edilen kitleye farklı bir kavramla yaklaşıyordu: Devrimci demokratlar. Sosyalist İktidar genel olarak kavramın kendisine, somut olarak da Türkiye’nin devrimci demokratlarına ilişkin çözümlemelerini yeterince geliştirme olanağı bulamadı. Oysa kavram ve içeriği, günümüz açısından da önem taşıyor. Bu yazıda, devrimci demokrasinin genel bir anatomisini yapmaya çalışacağım.
Önemli bir noktaya ilişkin olarak, bir uyarıda da bulunmak istiyorum. Soyut ile somut, en doyurucu, en yetkin kaynaşımını ancak belli bir yerellik ve tarihsellikte bulabiliyor. Ama açıklayıcı olabilmek için, zaman zaman daha da soyuta gitmek, tek tek her somutluğu kucaklaması mümkün olmayan kategoriler kullanmak gerekiyor. Başlarken elde bu olmadan, tarihsellik ve yerelliğin hakkı da tam verilemiyor. Özellikle kavramların ve tanımların önem kazandığı bu yazının başında böyle bir uyarıyı gerekli gördüm. Önümüzde ilk başta ele alınması gereken dört temel kavram var: Goşizm, “sol sapma”, yeni sol ve tabii devrimci demokrasi… Az önceki uyarı doğrultusunda söylüyorum: Soyutta kalındığı ölçüde bu kavramların tanımının kimi eksiklikleri, bilinen bir somutla küçük uyuşmazlıkları barındırması mümkündür. Ancak, ilerlemek için, böyle bir maliyet mutlaka göze alınmalıdır.
Netlik Gereken Kavramlar
Yukarıda sayılan dört kavramdan birini, “sol sapma” kavramını başlarken ötekilerden ayırmak istiyorum: “Sol sapma ” kavramının geleneksel sol literatürdeki aşırı savurgan kullanımı konusunda ciddi kuşkularım var. Şöyle bir öneri yapılabilir: Gerçek anlamda sol sapma, ancak, yerleşik bir bilimsel sosyalist doğrultu baz alındığında bu doğrultudan çıkan ve belirli bir nesnelcilik-iradecilik dengesinin dayattıklarını aşan müdahaleci öneri ve eylemleri tanımlamada kullanılabilir. Sözgelimi 1917’den sonra, üretici güçlerin gelişme düzeyini hiç hesaba katmadan, acele ve süper sanayileşme yoluyla “hemen” sosyalist toplumun kurulabileceğine inanan ve parti içinden çıkan akım, bir sol sapmadır. Keza Alman partisinin içinden çıkan zorlamacı eğilimleri de sol sapma olarak tanımlamak mümkündür. Bu ve benzeri örnekler, ama o kadar.
Bu durumda, gerçek içeriği ile sol sapmanın, ancak bu sapmayı tanımlayan doğrultunun içinden çıkabileceğine ve pratiğe ilişkin olarak da konjonktürel kalabileceğine inanıyorum. Bunun anlamı şu: Bilimsel sosyalizmin karşısında, kendi iç tarihselliğine (sürekliliğine) ve kendi özgün teorik yapısına sahip bir sol sapma olabileceğini sanmıyorum. Örneğin tüm” sol” söylemlerine karşın 19. yüzyıl anarşizmini gerçek bir sol sapma saymak mümkün mü? Nesnel gelişim karşısında özde tutucu olan, nasıl” sol” olabilir?, Bu “sapma”nın sapma olmazdan önceki, yani “sapma olmayan” bir geçmişinden söz edilebilir mi?
Avrupa ‘da Marcuse, Cohn Bendit ve benzerlerinin bir dönemki, Türkiye’deki devrimci demokratların ise dünkü ve bugünkü tezlerinin değerlendirmede ise “sol sapma” kavramının her derde deva bir ilaç olabileceğini gene hiç sanmıyorum. Daha önemlisi geleneksel solun pek çok kesimi tarafından bu tür akımlara kolay yoldan “sol sapma” denmesini kestirmeciliğin ötesinde önemli bir gaf olarak görmek de mümkün. Marcuse Cohn-Bendit gibileri ve Türkiye’nin devrimci demokratları bilimsel sosyalist çizginin içinden mi çıktılar? Bilimsel sosyalizme göre daha “aşırı” bir teorik sistem mi kurdular? Bunlar düşünüldüğünde, geleneksel sol literatürde bu tür akımlara sapma olarak değinilirken, “sol” sözcüğünün hep tırnak içinde yazılması hiç olmazsa hafifletici bir yerindelik sayılmalı. Sosyalist hareketin tarihindeki gerçek sol çıkışların bir başka yazının konusu olması gerektiğine işaret edip, konuyu kapatabiliriz.Geriye yeni sol, goşizm ve devrimci demokrasi kavramları kalıyor.
Burada, tarihsel bakış gereği dayatıyor kendini. Yukarıda sözü edilen kavramların gerçek içeriklerinin saptanabilmesi, tarihsel gelişim içinde demokrat hareket olgusuna eğilmekle mümkün. Başka deyişle yeni solun, goşizmin ve devrimci demokrasinin kökeninde, küçük burjuva orta tabakaların tarihsel ve yerel olarak değişik biçimler alabilen hareketliliği vardır. Kuşkusuz, bilimsel sosyalist teori ve pratik de, devrimci demokrat hareketliliğin alacağı biçimleri belirlemede, tarihsellik ve yerellik ölçüsünde büyük önem kazanmıştır zamanla.
Demokrat hareketliliğe ilişkin çok net saptama yapabiliriz: Batıdakiler dahil, tarihteki hiçbir burjuva devrimi, “teorik olarak” ulaşması gereken tamlığa, kendi özgün dinamizmi ile ulaşamamıştır. Demokrat hareket, burjuva devrimlerinin şu ya da bu ölçüde, ama hep eksikli oluşlarının kapitalist topluma devrettiği bir birikimdir. Bu durumda tarihsel olarak demokrat hareket, burjuvazinin, babalığı kabul etmediği evladı olarak görülebilir.
Sonraki adım şu: Burjuvazi Batı Avrupa’da, iktidarına yerleştiği oranda eski slogan ve hedeflerine vefasız davranıyor. Dahası, ortalıkta kol gezen sosyalist ütopyaların da etkisiyle, terkettiği kendi hedeflerini “sosyalistçe” bulmaya, bunlara sahip çıkmayı sürdüren demokratları da “sosyalist” saymaya başlıyor. Marx, Brumaire’de buna değiniyor: Zamanında feodalizme yönelttiği oklar kendine döndüğünde, burjuvazi bunları “sosyalist” buluyor.1
Bu iki adımdan hemen sonra, yeni açıklıklar getirmek gerekiyor. Orta tabakalar, kapitalist toplumun temel sınıfları dışında kalan konumlarıyla, hareketliliklerine, kendi başlarına sınıfsal ve bağımsız bir teorik öz kazandırma durumunda değiller. Başka değişle orta tabakalar kendilerine yakıştırılan, üstelik pek çekinmeden sahip de çıktıkları “sosyalizm”i, tarihsel ve toplumsal bir zorunluluk olarak değil, burjuvazinin vefasızlık ettiği alanlardaki somut çözüm yolları olarak değerlendiriyorlar. İdeolojik yönelime alabildiğine açık küçük burjuvazi, büyüğünün tutuculaşması ölçüsünde politize oluyor, radikallik kazanıyor. Demokrat tepki ve hareketlilik, bir süreç içerisinde devrimci demokrasiye böyle dönüşüyor.
Kavramın Batı Avrupa çerçevesindeki tarihsel kökleri böyle özetlenebilir. Oysa iş burada bitmiyor. Devrimci demokrasi, ilki tarihsel, ikincisi ise hem tarihsel hem de yerel boyutlarda önemli süreçlerden geçiyor. İlki, bilimsel sosyalist teori ve pratiğin gelişimiyle ilgili: Önce 19. yüzyıl işçi hareketinin ve Marksizmin, sonra da 1917’nin etkileri (Çin ve Küba devrimlerinin etkilerini de unutmamak gerek) devrimci demokrat hareketi biçimlendiriyor. Ve eklemekte sakınca yok: Devrimci demokrat hareket de, bilimsel sosyalist gelişime şu ya da bu yönde etkide bulunuyor. İkinci boyutta ise, devreye bu kez sömürge ve yarı sömürge ulusların devrimci demokrat birikimleri giriyor. Ulusal kurtuluşçuluk ve ulusçu radikalizm, devrimci demokrasinin bu alandaki özel biçimlendiricisi oluyor. Böylece, bilimsel sosyalizm ile demokrat- devrimci demokrat hareketin bugün yaklaşık 140 yıla ulaşan karşılıklı etkilenme (ve elbette kavga) dönemi evrensel ölçekte somutlanmış oluyor.
Karmaşık gibi görünen bu tablonun önemli kimi uzantılarına ileride değineceğim. Bu noktada, bilimsel sosyalizm-devrimci demokrasi etkileşimine ilişkin birkaç saptamanın altını çizmek istiyorum.
1-19. yüzyıl Avrupa’sında devrimci demokrasi, Marksist teorinin biçimlenmesinde, giderek bu teorinin kimi vurgulamalara yer vermesinde, yanlışlarıyla (bunlara yanıt vermesi anlamında) özellikle etkili olmuştur.
2-Ülkelerarası farklılıklara karşın özü aşağı yukarı evrensel hatlar taşıyan devrimci demokrasi, bu özü sergileyiş biçimleri söz konusu olduğunda, bilimsel sosyalizmin genel (ve ülkeye özgü) konumundan özellikle etkilenmiştir. Bilimsel sosyalizmin çoğu yerde, devrimci demokrat özün somutlanış biçimini belirleyen bir prizma olmuştur.
3-Ancak ,bilimsel sosyalizm ile devrimci demokrasi arasındaki ilişki hiçbir zaman ve hiçbir yerde, tek yönlü olmamıştır. Devrimci demokrasi de, bilimsel sosyalizmin teorik biçimlenişi ve pratik somutlanışında önemli rol oynamıştır. Hatta bu rol, kimi ülkelerde devrimci demokrasinin, bilimsel sosyalizmin çıkış kanallarını tıkadığı boyutlara da ulaşabilmiştir.
4-Bilimsel sosyalizm ile devrimci demokrasinin belirli bir ülkedeki köklerinin tarihsel farklılığı da iki hareket arasındaki etkileşimin somutlanmasında rol oynamıştır. Bilimsel sosyalizm kimi ülkelerde köklü denebilecek bir devrimci demokrat geleneğin üzerine gelirken, başka ülkelerde devrimci demokrasi ile bilimsel sosyalizm eşzamanlı bir çıkış sergilemişlerdir.
Ülkeler somutunda üzerinde durmak kaydıyla ,bu saptamaları not edip geçiyorum ve henüz tamamlanmayan kavram tanımlama görevine dönüyorum.
Devrimci demokrasi, bir birikimdir; onun uzantısı da bir hareketliliktir. Ancak bu konumuyla evrensel düzeyde teorileştirilmesi mümkün değildir. Devrimci demokrasi, evrensel ve kalıcı bir sisteme sahip olamaz. Bu açmaz, devrimci demokrasiyi teorik aranış dürtüsüyle ya bilimsel sosyalizmi ya da Yeni Sol’u zorlamaya götürür.
Yeni Sol ,küçük burjuvazinin sınıfsal konumunun bir uzantısı olarak bilimsel sosyalizm ve özellikle de reel sosyalizm karşısında hep ürkek kalan devrimci demokrasinin, aradığı teoriyi belirli yerellikler ve geçiciliklerde bulma çabasıdır. Böyle bir çabada “kurtuluş yolu” ya da çağın dinamiği ne olabilir? Belki Quartier Latin’in öğrencileri, belki Asya’nın yoksulları, belki de Afrika’nın milyonları. Yeni sol, dünya sosyalist sistemi-işçi sınıfı mücadelesi-ulusal kurtuluş hareketleri üçlüsü ile hem evrensellik hem de süreklilik kazandırılmış bir dinamiğin karşısına, yerellik ve geçicilik ile çıkma çabasıdır. Bu alandaki sonuçsuzluk, çoğu kez, devrimci demokrat aktivizmin bu özelliğini de yitirip liberalizme dönüşmesine yol açar.
Devrimci demokrasi, bir birikimdir. Yeni sol bu birikimin teori aranış çabalarıdır. Goşizm ise, teori aranışında hareket ve şiddetin kendi adlarına teorileştirilmesidir. Goşizmde, hareket ve şiddet teorinin kendisidir.
Devrimci Demokrasi: Tarihsel Performans
Yeniden anımsamakta yarar var: Önce burjuva devrimleri. Sonra bunların yarattığı düş kırıklıkları ve durumlarını giderek daha çok sallantıda bulan orta tabakalar. Bu kesimlerin politikaya ve radikalizme açıklıkları. Burjuvazinin gericileşmesi oranında, radikalizmin devrimci demokrasi kavramına doğru biçimlenmesi. Emperyalizmle birlikte sömürge, yarı sömürge ülkelerdeki devrimci demokrat birikimin ulusçuluk, antiemperyalizm, hatta Batı düşmanlığı türü özel boyutlar kazanması… Ve bunların tümünün önce bilimsel sosyalist düşüncenin gelişmesi, sonra da sosyalist devrim(ler) ve reel sosyalizm olguları ile aynı evrende, aynı tarihsellikte cereyan etmesi…
İngiliz Marksisti Anderson bilimsel sosyalist düşüncenin kendi gelişmesinde, belirli bir “direnç katsayısı”ndan yararlandığına değiniyor. Daha açık söylenirse bilimsel sosyalizm, kendi temelleri sorgulandığı ve bunlara gelişkin yanıtlar verebildiği ölçüde gelişiyor. Rahatça eklenebilir:Devrimci demokrat düşünce ve pratik, bilimsel sosyalist düşüncenin gelişiminde en önemli “direnç katsayısı” işlevini gördü. Bu açıdan bakıldığında, devrimci demokrasinin tarihsel performansı, bilimsel sosyalizmin gelişimiyle aynı sürecin bir yüzü olarak da görülebilir.
19. yüzyıl çok açık biçimde ortaya koyuyor: Bilimsel sosyalizmin bu yüzyılda Marx ve Engels’in çalışmalarıyla gelişimi, tahmin edileninde ötesinde, önce politik-toplumsal ütopyalar, sonra da “anarşizm” biçiminde ortaya çıkan demokrat çizgiye yönelik tepkilerin olgunlaştırıcılığıyla biçimlenmiştir. Böyle bir direnç katsayısının sağladığı olgunlaşmanın, ihtiyatlı olunmasını gerektiren yan ürünleri üzerinde başka yerlerde ayrıca durulabilir.
Marksist birikimin Rusya’da Lenin tarafından ele alınıp geliştirilmesi de devrimci demokrasinin bu ülkede aldığı somut biçimin çok önemli etkilerini barındırır. “Lenin, Marksizmi alıp çağının koşullarına göre geliştirdi” değerlendirmesi yanlış değildir elbette, ama bir noktayı gizleyebilir. O nokta da şu: Lenin’in düşüncesi, karşısında Narodniçestvo gibi devrimci demokrat bir katsayı bulduğu için kimi çarpıcı özellikler kazanabilmiştir. Daha da ötesi:Gelişim, yalnızca düşmana ya da rakibe doyurucu yanıt verebilme dürtüsünün ürünü değildir; aynı zamanda, rakip de olsa bir köklü gelenekten “bir şeyler almaya” dayanır. O halde özet, şu oluyor: Rusya’da Lenin’in düşüncesinin gelişimi, Avrupa Marksizmi ile Rus Narodnik geleneğinin özel etkileşim dinamiklerinin sonucudur.
Rusya’da “Marksizmin babası” sayılan G.V. Plehanov, köken olarak, Narodniçestvo’nun bir kolundan gelir. Marksizme ulaştıktan sonra, geldiği yere karşı çok ödünsüz davrandı.Lenin’in “politika”yı öne çıkartması ve “iradeciliği”, Plehanov’a çoğu durumda geldiği yeri anımsattı ve tepkisine neden oldu. 19. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’da, kurtuluşu tek başına Narodizmde ya da ılımlı bir Batı Avrupa Marksizminde görenler dışında, bu iki düşüncenin çatışmasının özgün bir dinamik yaratacağını sezenler de vardı. Gorki’nin bir roman kahramanına söylettiği gibi:”Sanıyorum ki Herzen ve Slav kanına inanarak köylüde bir Nikolay Çudoverest bulanlarla, Hegel ve Marx’a inanarak Darwin’e dayananlar arasındaki bir çatışma bu ülkeye yararlı olacaktır…”2
Bilimsel sosyalizm ile yerel devrimci demokrat gelenek arasındaki karşılıklı ilişkinin her yerde Rusya’da olduğu türden sonuçlar verdiği sanılmamalı. Karşılıklı ilişki ürünlerinin gireceği doğrultuyu çok değişik etmenler belirliyor. Dostoyevski’nin diretmelerine, taşıdığı önemli Asyatik motiflere karşın, Rusya gene de bir Avrupa ülkesiydi. Hatta Avrupa kültürünü çeşitli alanlarda doruğuna çıkarabilecek ölçüde. Devrimci demokrat-ulusal kurtuluşçu gelenekle bilimsel sosyalist düşüncenin tarih sahnesinde birlikte görev yaptıkları pek çok ülke ise, Avrupa’nın her anlamda uzağında kaldı. Bu çerçevede en ilginci, sömürge ülkeler aydınlarının önemlice bir bölümünün, iliklerini kurutan Avrupa’ya, tüm kültürel ürünleriyle birlikte cephe alan aşırı duygusal bir ulusçuluğun etkisine girmeleridir. Kısaca not ederek geçiyorum: Asya ve Afrika’nın devrimci demokrat birikiminin uluslararası politika alanındaki olumlu anti-emperyalist işlevleri ile, aynı birikimin kendi önündeki bilimsel sosyalizme karşı çoğu kez sergilediği hegemonyacı ve “bozucu” tutum, yakın geçmişin önemli çelişkilerinden birini oluşturmuştur.
Latin Amerika ise, devrimci demokrat geleneğin yerleşikliği açısından daha farklı bir yere konabilir: Sömürge geçmişine karşın, küçümsenemeyecek nicelikte bir işçi sınıfı, köklü ve direnişçi bir anti-emperyalist, devrimci demokrat gelenek… Bunlar, Latin Amerika’yı fiziki uzaklığına karşın Avrupa’ya daha yakın kılan unsurlar. Latin Amerika’da, en sarsıcı oldukları dönemlerde bile devrimci demokrat hareketler bilimsel sosyalist düşünce ve işçi sınıfı partileri üzerinde gerçek anlamda bozucu bir hegemonya kuramadılar. Dahası Latin Amerika’nın, eşitsiz gelişmişliğin çelişkileri açısından içinde bulunduğu özel konum, bu alt kıtanın devrimci demokratlarını her zaman işçi sınıfı öğretisi ve pratiğine yakın tuttu. Bu yakınlık, devrimci demokrasiyi, bilimsel sosyalist düşünce ve pratiğin geleneksel kurumlarına aşağı yukarı aynı çerçevede almaşık olduğunu ileri sürme noktasına dek götürdü. Latin Amerika’daki devrimci demokratlar ABD emperyalizminin burnunun dibinde hep iktidarı düşündükleri için reel sosyalizme karşı sürekli bir kayıtsızlık ya da düşmanlık içine giremediler. Gene, çok önemlidir: Devrimci demokrasinin bu diriliği de karşılık olarak Latin Amerika’nın geleneksel işçi sınıfı partilerine, onları daha “şanssız” başka partilerden ayıran bir canlılık kazandırmıştır. Rusya ve Latin Amerika örnekleri, bir noktaya işaret ediyor:Devrimci demokrasinin köklü denebilecek bir geleneğe sahip oluşu, iktidarı düşünmesi ve ulusalcı sentimentin kimi Asya ülkelerindeki boyutlara ulaşmaması, aradaki ayrılıklara karşın, bilimsel sosyalizm-devrimci demokrasi ilişkilerini verimli kılabilmiştir.
Elbette, işler her yerde böyle gitmiyor. Latin Amerika’da emperyalizmin sömürüsü, neredeyse “boş bir kağıt” üzerinde başlıyor. Kağıdın boşluğu, anti-emperyalist, direnişçi ruhun da daha ileri, daha çağdaş bir düzeyden başlamasını getiriyor. Buna karşılık Asya bir “boş kağıt” olmadı. Asya’nın köklü bir siyasal örgütlenme geleneğine sahip, tutucu-gelenekselci güçleri de tüm ağırlıklarıyla barındıran ulusları, emperyalist sömürüye karşı sınırları ve çizgileri belirlenmiş bir tepkiden çok, türlü biçimler alabilen düşmanlıklar fışkırttı. Pek çok anti-emperyalist öğe için Marksizm, nihayet şu Avrupa uygarlığının bir ürünü, uzantısıydı. Bu uygarlığın mayası düşünüldüğünde, örneğin Voltaire, uygarlığın gelişmesi adına başka ulusların esaret altına alınmasına hoşgörü ile bakabilmişti. Avrupa’nın “aydınlığı” buydu! Dahası, Marx bile İngiliz sömürgeciliğinin sözgelimi Hindistan’ı zamanla modern bir ulus konumuna getirebileceğine inanmıştı.3 Gelenek ve tepkilerin bu boyutları aldığı ülkelerde devrimci demokrasi-bilimsel sosyalizm ilişkileri oldukça farklı bir yörüngede gelişti. Gelişme, kimi teorileştirme çabalarıyla birlikte, gerçek bir dejenerasyona dönüştü. Örneğin tüm az gelişmiş ülke halklarının, sömürücü kapitalizm ve sosyalizm (evet, sosyalizm) karşısında “dünya proletaryası” olarak nitelenişi gibi…
Özellikle Asya kaynaklı bu tepkici formülasyonlar Avrupa devrimci demokratlarının eşzamanlı umutsuzluğu ve aranışçılığıyla da bütünleşince, ortada kuyruklu yıldızlar dolaşmaya başladı. 1960-70 dönemi, bu açıdan oldukça ilginç bir dönemdir. Latin Amerika’daki devrimci demokrat pratiğin Ecole Normale Supérieure kökenli teorileştirme çabaları (Regis Debray) çok kısa süre etkili olabildi. Ancak, Avrupalı devrimci demokrat düşünürlerle, geleneksel işçi sınıfı partilerinden kopan ve belirleyici özellikleri Jakobenizm artı Slav fobisi olan aydınlar, bu kez Maoculuğun Avrupa reklam bürolarını kurdular. Öyle ilginç ki: Lenin’in Jakobenizmi ve iradeciliğinden dehşete düşenler, Mao’da bunların izini bile göremiyorlardı!..
Buraya dek, çözümleme girişimlerinden uzak kalarak, gelişmeleri ana hatlarıyla özetlemeye çalıştım. Devrimci demokrasinin teorik girişimlerinin özü, hemen sonraki bölümde ele alınacak. Şimdilik, bir noktaya yeniden ve genel bir düzeyden değinmek istiyorum: Devrimci demokrasinin Marksizm dürtülü ve Marksizm özentili teorik arayışları, hemen hemen her yerde ve her zaman, ancak yerel (en çok da bölgesel) kalabilen, tarihsel süreklilik kazanamayacak çerçevelerle somutlanmıştır. Önce de değindik: Geleneksel solun sosyalist sistem-işçi sınıfı mücadelesi-ulusal kurtuluş hareketleri modeli kapsamlıdır, evrenselcidir. Bu modele, devrimci demokrasinin çoğu kez Marksizm adına çıkardığı almaşıklar ise hep, özel pratiklerin sistemleştirilme çabaları anlamında parçalı kalmıştır. Geleneksel solun üçlü bileşeni eklektik bir zorlamaya indirgenemez; çünkü sözü edilen üç bileşen arasında, teorik-pratik ve tarihsel olarak organik bağlar vardır. Oysa yeni solun girişimleri bu güce sahip görünmüyor. Bir asal dinamiğin kendisini belirli bir tarihsel kesitte (diyelim 1960’lar) özel sergileyiş biçimini alıp, bu biçimi asal dinamiğin karşısına çıkarma, ancak o tarihsel kesitte geçici bir etki sağlayabilir. Böyle olmuştur. 1980’lerin sonuna gelinirken, dünyanın temel dinamiğinin ulusal kurtuluş hareketleri olduğunu söylemek, herhalde 1960’lara göre çok daha güçtür…
Toparlıyorum:Gerçekte, parçalara ayrılması mümkün olmayan bir bütünsel sürecin geri evresine ilişkin pratikler, hiçbir çabayla, zamana dayanıklı teorileştirmelere kavuşturulamaz. Gene bir bütün olarak tarihsel gelişimin belirli momentlerinde ağır basabilen olguları ve bunların özelliklerini, geçmişi ve geleceği ile tarihsel sürecin bütününe yayma girişimlerinin sonuçsuzluğu da pratikte kanıtlanmıştır.
Devrimci Demokrasi: Tipoloji ve Teori
Gündemde “suni denge” var.
“Suni denge” sözcüğünün Türkiye’de belirli kesimde yaratacağı çağrışım, doğrudan doğruya, yaşamını 12 Mart döneminde yitiren bir devrimcinin yazdıkları olacaktır. Oysa tez, doğrudan doğruya bu yazılanlarla ilgili değil. Çok daha genel bir içerik taşıyor. Ve çok açık biçimde formüle edilmesi gerekiyor.
“Suni denge”, her yerde ve her zaman, devrimci demokrat pratiğin düşünsel özünü oluşturmuştur. Devrimci demokrat pratik, her zaman ve her yerde, günlük yaşamdan sınıf mücadelelerine dek pek çok olguya bir “suni denge” mantığı ile bakmıştır. “Suni denge”, Marksizme özenen devrimci demokrasinin Marksizmin özünden uzaklığı sonucu yerleştiği bir ara noktadır. Bu yönüyle “suni denge”, hep teori arayan devrimci demokrasinin, diyalektiği kısırlaştırarak kendi için bulduğu bir “denge”dir aynı zamanda.
Devrimci demokrat düşünce için yaşam, dışsal bir etmen müdahale edinceye dek iki karşıt arasındaki biraradalığın hep sürdüğü, “yeni” ye gebe iç dinamiğin ise hemen hemen hiç bulunmadığı bir tür dinginliktir.
Devrimci demokrat Rus yazarı Turgenyev, Çarlık Rusya’sındaki yaşama hep böyle baktı. Rus yaşamının “suni denge”lere dayalı dinginliğini, ancak dışardan gelen bir ulusçu demokrat (Arife’de İnsarov) ya da anarşist (Babalar ve Oğullar’da Bazarov) bozabiliyordu. Rus devrimci demokratları, Narodnikler, halk ile Çarlık arasındaki dengeyi, eylemleriyle bozmaya çalıştılar.
Anlatılanlara göre, 19. yüzyılın bir ünlü anarşisti, gezginci olarak söylev verdiği köylerden biraz uzaklaştıktan sonra şöyle geriye dönüp bakarmış ve hepsinde de, bıraktığı köyde alevlerin yükselmeye başladığını görürmüş. Anarşist, bozduğu “dengeler” sonucu köylülerin kiliseleri, varlıklıların mülklerini ateşe verdiklerini anlarmış böylece. Hiç kuşku yok: Düşmana zarar verilebileceğini göstererek denge bozan pratik, daha sonra düşmanın yenilebileceğini de göstererek daha politik bir çeşni kazanıyor.
Yılmaz Güney’in, bir değil, birkaç filmini anımsıyorum. Elbette kişisel yorumum: Sorumsuz bir burjuva yaşantısının oturduğu dengeleri (Arkadaş) ya da kırsal kesimdeki karşıtlıkların yerleştiği dinginliği hep “dışsal” özellikler taşıyan bireyler bozar. Güney’in daha eski filmlerinde “denge bozucu” birey, hafif western motifler de taşır. Çok az konuşur, ama onun çok şey bildiğini herkes “bilir”. Bu birey görevini yapıp kimi dengeleri bozduktan sonra bir bilinmeze doğru çekip gider.
“Suni denge” anlayışı, ilk ağızda çağrıştırdıklarından daha karmaşık boyutlara sahip. Devrimci demokrat düşüncenin Marksizme, onun yöntemlerine büsbütün ilgisiz kalması elbette söz konusu olmadı. Ama devrimci demokrasi, diyalektiği, daha çok kendi sınıfsal konumunun kısırlıklarına sıkıştırdı. Bu sıkışmada “suni denge” anlayışının özü, iki planda anlaşılabilir. İlki, yaşama ve çelişkilere bakış. İkincisi ise, bu çelişkiler karşısında öznel faktörün ele alınışı. Açmaya çalışalım.
Bilimsel sosyalizmden etkilenen devrimci demokrat düşüncede kuşkusuz bir “çelişki” kavramı var. Ancak, kimi kısırlıklarla birlikte. Örneğin devrimci demokrat düşüncede, bu düşüncenin pratiğe döküldüğü ülkelerin özel koşullarının da sonucu olarak, çelişki kavramına çoğu durumda sınıfsallığın dışında ancak sınıfsallıkla ancak dolaylı ilişkide içerikler veriliyor. İyi-kötü, ezen-ezilen, ilerleme isteyen- istemeyen, zengin-yoksul, ulusçu-kozmopolit, vb. vb. Bu tür örneklerin tümünde, sınıfsallık ya yoktur ya da çok geri plandadır. Oysa toplumsal yaşamda gerçek gelişme dinamiği, hem de gerçekçi bir iradeciliğin enjekte edilebileceği dinamik, sınıfsallıkta yatar. Doğrudan doğruya sınıfsallığa oturmayan toplumsal çelişkiler, yaşamı ve evreni kucaklayan özgün dinamikleri temsil edemezler. Devrimci demokrasinin” özne” kavramının sakatlığını da çelişkiye bu yaklaşımı belirler. Çelişki, sınıfsallığın dışına taşındığı ölçüde nesnelliğine yitirir. Eğer nesnelliklerini yitirmiş olarak ele alınan bu çelişkiler henüz “yeni”yi getirmiyorsa, bunun nedeni ancak “öznel faktör eksikliği” olabilir. Bu faktörün yokluğu nedeniyle oluşan denge de, eksikliğin kapatılmasıyla yok olacak “suni” bir dengedir ancak…
İradecilik, oldukça duyarlı bir yaklaşımı gerektiriyor. Geleneksel sol, belirli bir dozdaki iradeciliği hiçbir zaman reddetmiyor. Soyut bir “doz” dan söz etmiyorum. Öznel ile nesnel, birbirinden teorik düzeyde ayrılabilir. Pratiğe ise daha farklı yaklaşmak gerekiyor: Verili bir andaki nesnellik, gerçekte, öznelin geçmiş etkinliklerini de içinde barındırır; zamanla onu, kendi nesnelliğinin bir parçası konumuna getirir. Özne, bu alışveriş ve kaynaşmadan hareketle ve onun bilincinde olarak, yeni dönemin öznel etkinliklerine soyunur. Ancak, kendisinin de verili nesnelliği barındırdığını, bir yerden sonra onunla “sınırlı” olduğunu bilir. Özetle özne, geçmişte nesnelliğe verdiği kadarını alıp, onu yeni dönemin uygun dozdaki iradeciliği olarak kullanır. Kesinlikle yanlış anlaşılmamalı: Bunları, genel olarak, sınıf dinamiğinin bütünü açısından söylüyorum. Yoksa, belirli özel alanlarda (örneğin sosyalist kadrolar) öznelliğin daha aşırı dozlarının hiç de” zorlamacı” sayılmaması gerektiğini biliyorum.
Ancak, devrimci demokrasinin politize kesimlerinin nesnel-öznel ilişkisine yaklaşımı, yukarıdaki çerçevenin bütünüyle dışında kalıyor; öznelin nesnel ile organik bütünlüğüne aykırı düştüğü, bu kaynaşmayı peşinen dışladığı için böyle bu. Devrimci demokrat düşüncede nesnellik uykuda bekleyen bir suni denge, öznellik ise ona dışsal ve (onu) bozmak için tarih sahnesine çıkan “kahramanlık”tır.
Her şeye karşın devrimci demokrasi, sınıfsallığı özel biçimlerde örtülü çelişkilere yönelik iradeci müdahalelerle yerel ve tarihsel olarak sınırlı başarılar sağlayabilmiştir. Ancak, toplumsal çelişkilerin özü, kendini yerel düzeyde burjuvazi-proletarya, uluslararası düzeyde de kapitalist sistem-sosyalist sistem karşıtlığı biçiminde açıkça sergilediği ölçüde, denge bozucu kahramanlıklar, yerini sınıfsal gerçekliklere bırakmıştır. Küba deneyimi, bunun en açık örneklerindendir.
Tüm bu söylenenlerden, hem devrimci demokrasi, hem de geleneksel solun kimi kesimleri için anlamlı dersler çıkarmak mümkündür. Önce devrimci demokrasi için: Bir ülkenin genel karakterini, iradi müdahalelerle bozulmaya elverişli, doğrudan doğruya sınıfsallık taşımayan çelişkiler (dengeler) mi belirliyor, yoksa temel çelişkinin kendi özünü her durumda yansıtan biçimleri mi? Eğer ikincisi ise, dünyayı köy kulübesinden görmenin hiç anlamı yok… İkincisi, geleneksel solun kimi kesimleri için: Bir ülkenin genel dinamiğini belirleyen, sınıfsallığı her geçen gün daha da örten bir demokrasi- anti demokrasi çelişkisi mi? Eğer tam tamına böyle olduğuna inanıyorsanız, devrimci demokratlaşıp denge bozmayı da yediremeyeceğinize göre, büsbütün liberalizme soyunmaktan başka yolunuz yoktur…
Bundan 20 yıl kadar önce Batı’nın sol entelektüelleri dünya kırlarının “biyolojik” olarak da devrimcileştirici özelliklerini düşlüyor, devrimci fırtına merkezlerini selamlıyor, dünyayı düze çıkaracak dinamiklerin bu yörelerden fışkıracağına inanıyordu. Bugün ise, örneğin bir “merkez-çevre kuramı” ile, pek çok alanda tam tersini düşünüp, tam tersinin teorisini yapıyor. Bu hatırlatma şunun için gerekli oldu: 19. yüzyılda Marksist düşüncenin gelişiminde, 20. yüzyılda ise Yen Sol teorilerin zorlanmasında önemli rol oynayan Batı Avrupa devrimci demokrasisi, bugün siyasal radikalizmi büyük ölçüde terketmişe benziyor.
Bugün için Avrupa’da, devrimci demokrat geleneğin, yaşamını bir süre liberalizmin boyunduruğu altında geçirmesi kaçınılmaz görünüyor.
Bizde Ne Var
Türkiye’ye gelindiğinde, daha somut, daha net konuşmak mümkün. Ama yazının Türkiye’ye ilişkin bu bölümünün de, gene sorunun ana hatlarını vermeye yönelik olacağını hatırlatıyorum. Kapsamlı çalışmalara duyulan gereksinimi bir kez daha hatırlatarak.
Başlarken, bir kanımı açıkça dile getirmek istiyorum:Türkiye’de, gerçek anlamda, köklü bir devrimci demokrat geleneğin varlığından söz etmek, bana olanaksız geliyor. Kuşkusuz, Türkiye’de “devrimci demokrat” kategorisi altında toplanabilecek bir birikim, bir pratik var. Ancak bu, daha çok 1960 sonrasının ürünü olarak belirginleşiyor. Bundan öncesi için, oldukça farklı bir yaklaşım gerekiyor.
Devrimci demokrasinin özü, birbirini dışlar görülen iki öğenin, seçkincilik ile halkçılığın özel bileşiminden oluşuyor. Hemen hemen her yerde böyle. Bir açıdan bakıldığında devrimci demokrasi denklemini, seçkinlerin halkçılığı ya da kitleselliğin kendine seçkin yaratımı olarak kurmak mümkün. Burjuva devrimlerinin kendi özgün dinamikleri içinde çözülüp ayrışmaları ve bu ayrışım sonucunda “düzene karşı” gerçek devrimci demokratların ortaya çıkışı, bu tür bir bileşimin ürünü.
Çok net bir soru: Önce İttihat ve Terakki, sonra da Kemalizm ne ölçüde “devrimci demokrat ” oldu? Kolaycı bir yaklaşımın, Türkiye’deki devrimci demokrat geleneği İttihat ve Terakki’ye kadar uzatıp, buradan önce Kemalizm, sonra da Yön vb. ile devam etmesi mümkün. Oysa böyle bir yaklaşım, ihtiyatla ele alınması gereken pek çok yön de taşıyor.
Devrimci demokrasi geçmişte ilk kez burjuvazinin siyasal-toplumsal düzenini tam anlamıyla kurmaya yönelik bir dinamizmin parçası olarak ortaya çıktı; ancak daha sonra kurulan düzenin görünür sonuçlarını bu kez de şiddetle eleştirerek gelişen bir süreklilik sergiledi. Bu süreklilik, örnek olarak, en açık biçimde Fransız Devrimi’nin Jakobenleri ile ilk “sosyalistler” arasındaki bağlarda sınanabilir. Oysa ne İttihat ve Terakki ne de Kemalizm, kurdukları düzeni sorgulayan kalıcı bir dinamizmi kendi içinden çıkaramadı. Kemalizmin, kendi içinden, düzeni sorgulayan tepkiler çıkartması ancak 1960 sonrasında mümkün oldu.
Aradaki kırk yıl es mi geçilmeli?
Bu, kimsenin hatırı için, yapılmamalı. 40 yıllık kısırlığın bir açıklaması şöyle olabilir: Önce ittihat ve Terakki, sonra da Kemalizm, devrimci demokrat bileşim ve süreklilik için gerekli iki öğeyi, seçkincilik ile halkçılığı, pratikte birbirinden adeta bıçakla ayırdı. Böylece, teorik bir potansiyel, önce ittihat ve Terakki, sonra da Kemalizmin siyasal pratiği ile kısırlaştırılmış oldu. Kanımca bilinçli olarak yapıldı bu. 20. yüzyılın fırtınalı döneminde, 1917 örneği ile sarsılı dünyada, gecikmiş bir burjuva devrimi, bilimsel sosyalist hareket karşısında sergilediği tepki yanında, kendini sürekli yenileyen bir radikalizme de fren koyma zorunluluğunu duydu. Sonuç şöyle belirginleşiyor: Devrimci demokrasi, her yerde, teorik zorlamalarla değil, doğal dinamiklerle biçimleniyor. Bu dinamiklerde Jakoben bir seçkincilik ile halkçılık en önemli rolü oynuyor. Türkiye’de Jakoben eğilimli kadrolar, bu doğal dinamiğin içinden çıkarılıp, halkçılıktan ayrı, halkçılığı ancak ideolojik zorlamalarla realize edebilecekleri kaplara konuyorlar. Bu konum, Türkiye aydınını aynı zamanda kadrocu dejenerasyona dek götüren konumdur. Bir başka sonuç daha: İttihat ve Terakki ile Kemalizm, başka koşullarda, nesnel dinamiklerden alabildiğine yararlanabilecekleri bir ortamda, gerçek devrimci demokrat dinamizmi doğurabilirlerdi. Bu olsaydı, Türkiye’de daha köklü bir devrimci demokrat gelenekten söz etmek mümkün olurdu. Olmadı.
Sözü edilen bu sürece, bir de sosyalist düşüncenin gelişimi boyutunu eklemek gerek. 1920-60 döneminde, özgün bir devrimci demokrat biçimlenmenin olmayışı, sosyalist düşünceyi, gene özgün bir direnç katsayısından yoksun bırakmıştır. Çok daha ilginci: Kemalizmin kendi kadrolarını istediği kanallarda tutabilme amacıyla zorladığı ideolojik söylem, bir taşla iki kuş vururcasına, sosyalist düşüncenin de yanılsama çerçevesini oluşturmuştur.
Türkiye’de 1960’larla başlayan sürecin önemine çok değinildi. Bunlarda bir abartı bulmak mümkün değil. 1960’larla başlayan pek çok değişim var gerçekten de. Kapitalizmin hızla gelişimi ve kentleşmenin aldığı yeni boyutlar, Türkiye’nin geleneksel olarak ölgün kırlarını daha da geri plana itti. Gene 1960’larla birlikte, işçi sınıfı ve kent orta tabakaları 40 yıllık durgunluğun ardından önemli bir hareketliliğin içine girdiler. Ve en önemlisi, Türkiye’de “sosyalizm” diyen sesler, Kurtuluş Savaşı yıllarından bu yana, ilk kez yaygın biçimde duyulmaya başlandı. Böylece Türkiye’de gerçek anlamda bir devrimci demokrat hareketliliğin koşulları da olgunlaştı.
Özetle iki önemli gelişme ön plana çıkarılabilir. Bir: Bastırılmış bir eğilim olarak halkçılık, Kemalizmin kendisini zorladığı çerçeve dışında, yeni söylemlere kavuştu. İki: Türkiye’de her zaman önemli roller oynamış seçkin kadrolar, bu kez öğrenci dinamizminin de katılımı ve sosyalist düşüncenin daha yaygın tartışılır hale gelmesiyle, gene Kemalizmin sınırlarını zorlamaya başladılar. Böylece, geçmişte özgün bir devrimci demokrat hareketliliğin boy vermesini engelleyen iki önemli fren ortadan kalkıyordu.
60 sonrası yeni olanakların, ortaya alabildiğine karmaşık bir tablo çıkardığını biliyoruz. Çalışmayı bu noktaya kadar okuyanlar için, bu tablonun tüm ayrıntılarına girmek oldukça yorucu ve karıştırıcı olsa gerek. Yalnızca, önemli ve genel birkaç sonuca işaret etmekle yetiniyorum.
1-1960’tan sonra, Kemalizmin devrimci demokratlar elinde yeni bir ruha ve canlılığa kavuşturulma çabaları görüldü. 1965-70 dönemi, Yön ve Türk Solu ile bu çabaların doruğunu oluşturdu. Bu eğilim, özellikle 12 Mart ile önemli bir güç yitimine uğradı. Çözüldüğü de söylenebilir. Eski tüfek sayılabilecek devrimci demokratlar, Avcıoğlu’ndan sonra, tam anlamıyla bir batı liberalizmine yatkın görünüyorlar. 1965-70 döneminde yeni bir Kemalist biçimlenmenin kitlesini oluşturacak nicelik kazanan gençlik ise, bu çabaların her şeye karşın onların öngördüğü anlamda “halkçı” bir doz barındıramaması nedeniyle ve sosyalist düşüncenin yayılmasının da etkisiyle, devrimci demokrasinin bugünkü ağırlığını oluşturan özel kanalları seçmiş bulunuyor.
2-Devrimci demokrasinin Türkiye’de bugün sergilediği ağırlık, çok açık söylenmeli, en az Jakobenizme, en çok da halkçılığa dayanıyor. Halkçı ideoloji, devrimci demokrasi için, bu hareketin sözünü ettiğimiz “müdahaleci” yanını bile belirli sınırlara hapsederek kurutan bir özellik sergiliyor. “ideolojik tartışma” denen alandaki tüm keskinliğine karşın, devrimci demokratların (elbette yaşı tutanlarının) pratikte “sosyal demokrat” partilerin oy deposu oluşlarının nedeni de budur.
3-Türkiye’nin genç devrimci demokrasisi, teorik alanda, dünyadaki benzerlerinden çok daha az yaratıcı olabilmiştir. Önce geleneksizlik, sonra da bilimsel sosyalizmin kimi söylemlerini önde hazır kalıp olarak bulmanın rahatlığı, bu geriliğin başlıca nedenidir. Devrimci demokrasinin Türkiye’de son 20 yılda toplumsal ve siyasal pratik açısından işçi sınıfına yaklaşmakta attığı adımlarla, teorik açıdan bilimsel sosyalizme yaklaşmakta attığı adımlar arsında önemli bir düzey farkı bulunuyor. İlki ileri, ikincisi geri. Şu sonuç rahatlıkla çıkarılabilir: Türkiye’de devrimci demokrasi artık kitle çalışmasının, işçi sınıfının içindedir. Nicelikleriyle böyledir. Bunu önlemenin ne gereği ne de olasılığı vardır. Ancak, nitelik olarak, devrimci demokrasi bilimsel sosyalizmin daha uzağındadır. Yakınlaşmanın, büyük bir niceliğin yön değiştirmesi biçiminde gerçekleşmesini beklemek, saflıktır. Devrimci demokrasinin bilimsel sosyalizme geçişi, her yerde olduğu gibi Türkiye’de de sınırlı kadroların kimlik değiştirmeleri ile mümkün olacaktır.
Devrimci Demokratlar Ve Sosyalistler
60’lara yeniden dönmek gerekiyor. 60’lar yalnızca Türkiye’de bir devrimci demokrat geleneğin biçimlenmesini getirmedi. Aynı dönemle birlikte bilimsel sosyalist düşünce ve pratik de kimlik kazanmaya yönelik bir süreç yaşadı.
İşte, gene o ünlü tartışmaya geliyoruz. Yani, 60’tan önce kimse yok muydu? Şu “gelenek”, gerçekte kaç yıllık bir gelenek? Çok açık yanıt vermek mümkün: Türkiye’de sosyalist düşünce ve örgütlenme, elbette 60’lı yılların çok gerisine gidiyor;ancak tüm bu süreç içinde net, belirgin ve kişilikli bir çizgi izleyemiyor. Bunu açıkça kabul etmek gerekiyor. Saklanacak ne var? Türkiye’de bilimsel sosyalizmin en eski temsilcileri olduklarını söyleyenlerin bir bölümü, 1960’ların tartışmalarında, daha çok Kemalizmi gerçek devrimci demokrat doğrultuda canlandırmaya niyetli olup da bunu başaramamış, yeni dönemin olanaklarında aynı işi bir kez daha denemeye niyetli insanlar topluluğu görünümünü sunmuşlardır. 60’larda, “eski tüfek” dendiğinde daha çok, gelişme olanağı bulamamış sol kanat Kemalist yorumcular geliyordu akla. ..
Bu durumda Türkiye’de sosyalist düşüncenin gelişimi ile devrimci demokrat hareketlenmeyi aynı tarihsel kesite, 1960 sonrasına oturtmanın fazlaca sakıncası olmamalı. Şimdi de, başlarda teorik çerçeveyi kurmaya çalışırken söz ettiklerimizden ne ölçüde farklı bir dinamiğin belirdiğini araştırmak gerekiyor. İşte bir farklılık: Türkiye’de ne bilimsel sosyalizm ne de devrimci demokrasi, biçimlenirken, ötekini kendi önünde hazır bulmuyor. Ve çok önemli bir sonuç:Bilimsel sosyalizm ile devrimci demokrasi, belirli bir tarihsel kesit içinde karşılıklı olarak biçimlenmenin dışında, aynı tarihsel kesitte içiçe bir yaşantı sonucunda ayrışıyorlar.
Ortada, iki değil tek kanal var. Kanalı, genel olarak devrimci demokrat hareketlenme niteliyor. Bu kanalda bir kesim, önce örgüt kavramını ve pratiğini el yordamıyla da olsa buluyor. Başlarda çok ilkel düzeyde, ama öyle. Sonra, gene aynı kesim bu kez sınıf dinamiğini yakalıyor ve gözlerini işçi sınıfına çeviriyor. Böyle örneklerle, süreç içinde bir ayrışma yaşanıyor. Geleneksel solun bu toplamdan ayrışması, geride kalanların devrimci demokrat çizgilerini daha da netleştiriyor.
Bugün bu ayrışma süreci bitti mi? Bitmediyse, hangi aşaması yaşanıyor? Yanıt, iki düzeyde verilebilir: 1960’lar başının toplam demokrat birikiminin, çizgileri az çok belirginleşmiş bir geleneksel sol yaratması anlamında, ayrışma süreci bitmiş sayılabilir. Ancak, geleneksel solun bu belirginleşmiş konumuyla, içinden çıktığı birikimde ayrıştırıcı yeni dinamikler yaratması anlamında süreç tamamlanmış değildir. Çok önemli olduğu için, çok açık yazılması gerekir: Sorun, geleneksel sol ile devrimci demokrasinin aritmetik ortalamasını bulma sorunu değildir. Sorun, geleneksel solun, hiç de köklü bir gelenek taşımayan devrimci demokrat hareketlilikten “can alıcı” bir şeyler kapması da değildir. Sorun, geleneksel solun kendi gelişkin kimliğiyle, henüz önemli doğurganlıklar vaadeden bir ortama müdahale edebilme sorunudur.
Ancak, geleneksel solun böyle gelişkin bir kimliğe kavuşması, artık bir noktadan sonra, devrimci demokratlarla ilişki ve alışverişine dayanmaktan çıkıyor. Bu aşamada bile, geleneksel sol kendi geliştirici dinamiklerini kendi içinde yakalama konumunda. Ortak geçmişin kısalığına karşın, devrimci demokrasi bugün geleneksel solu silkici yenilikler üretemiyor. Geleneksel solun, kimliğini kanıtlamak için gerekli yenilikleri kendi içinde üretmesine, saçma kalıplara bağlılık dışında, hiçbir engel yok. Küçük ve somut bir örnek:Bugün siyasal liberalizm tutkusu, devrimci demokratlara göre geleneksel sol içinde daha çok yer etmişe benziyor. Geleneksel solun, siyasal liberalizm tutkusunu aşabilmesi için, devrimci demokrasinin uyarıcılığına hiç gerek duymaması gerekiyor. Kendi teorik konumu ve birikimi, bunu kendi başına sağlamasına yetecek güçte…
Geleneksel solun, kendi bağımsız silkinişi ve bu arada devrimci demokratlara yönelik tutumu… İkisinin de birbirine bağlı, birbirini besleyen dinamikleri var. Çözüm, hiç kuşkusuz pratik olarak gerçekleşebilecektir. Gene de, her tür pratik adımdan önce bellenmesi gereken bir kaç küçük gerçek var ki, bunlar yeniden vurgulanmalı.
- Devrimci demokrasi, bir “sol sapma” değildir. Hiç olmamıştır ve böyle görülmemelidir. Geleneksel sol, bu konuda kendini gereksiz yere “sağda” gösterecek söylemlerden kaçınmalıdır.
- Devrimci demokrat birikim ve hareketlenme, kendi içinden, goşist ya da yeni sol çıkışlar doğurabilir. Ama bir kitlesel olgu olarak devrimci demokrasi kendi başına “goşizm” değildir.
- Teori söz konusu olduğunda devrimci demokrasi nefret ile tapınmayı içiçe yaşatan ilginç bir komplekse sahiptir. Devrimci demokrasiye yaklaşımda teorik konumlandırmaların, “ideolojik tartışma” denen şeyin gücü ve etkinliği fazla abartılmamalıdır. Devrimci demokrasiye yaklaşımda en etkili araç, güç ve kişilik sergilenimidir.
Güncel kimi gözlemleri de ekleyerek bitirmek istiyorum. Türkiye’de devrimci demokrasi bugün, ayranının kabarık olduğu dönemlerden oldukça farklı bir görünüm sergiliyor. Henüz, hareket fetişizmine kapılanmış değil. Kuşkusuz olumlu; ancak çok fazla güvenmemek gerek. Geleneksel sol ise, devrimci demokratlara yaklaşımda geçmişin deneyimlerinden ders almışa benziyor. Devrimci demokrasi karşısında, eski karalayıcı tekerlemelerini kullanmıyor. Görüyoruz, okuyoruz: “Sol radikalizm” vb. türü kavramlar, eski pejoratif haykırışların yerini almışa benziyor. Çok güzel, ama açıkçası buna da çok güvenmemek, en azından ihtiyatlı olmak gerekiyor. Nedeni şu:Geleneksel sol, Gelenek’in önceki kitaplarından birinde “1925-60 modeli” olarak tanımlanan bir uyuşukluğu kendine perspektif olarak seçerse, basında zaman zaman rastlanan “çağ açıcı” demeçlerde apaçık sırıtan bir liberalizme ve kimi Batı Avrupa örneklerinde görülen türde bir düzenle entegrasyon hedefine soyunursa, kuşkusuz doldurulması gereken bir radikalizm boşluğu oluşacaktır.
Bu boşluğu, haklı olarak doldurmayı hedefleyen kesimlere uzaklardan yönelecek “goşistler”, “sol sapmacılar” vb. türü salvoların da artık hiç değeri kalmayacaktır.
Türkiye’de devrimci demokratlar “sorunu”, özünde geleneksel solun sorunudur. Bu konuda, takkesini önüne koyup düşünmek zorundadır. Çok da zor değil; “sosyal demokrasi” konusundaki büyük aşkın çok daha küçük bölümünü, ilgi ve politika anlamında devrimci demokratlara yöneltmek yeterli. Büyük aşklarda vuslat hiç gerçekleşmiyor. Bu bakımdan “sosyal demokrasi” vuslatı da pek gerçekçi görünmüyor.
Değindiğimiz gibi, geleneksel sol, kendi gücünü ve kişiliğini net biçimde sergileyebildiği oranda, devrimci demokrasi çok daha verimli bir alan olduğunu kanıtlayacaktır.