Güçler Birliği Sorunu ve Devrimci Meclis: ‘Siyasal Olan’dan Ne Anlıyoruz?

Anıl Çınar

Zamanımızın temel meselesi “siyasal olan”ın “yasal olan”dan önce mi yoksa sonra mı geldiğidir. 

Bugünkü “nasıl bir Anayasa?” veya “nasıl bir meclis?” tartışmalarında olduğu gibi, bazen soruların kendisinden çok sorulduğu bağlam öne çıkar. Siyasetin hukuku nasıl kullandığında olduğu gibi hukukun siyasetin sınırlarını çizmesinde de hep bir “arka plan gürültüsü” bulunur.

Bu gürültü bir devletin ve bir toplumun nasıl yönetilmesi gerektiğinde de karşımıza çıkar. Arzu edilen, kurallara dayalı kurallarla yönetilen bir toplum olabilmektir. Buna karşın böyle bir yönetimin hangi mekanizmaların ürünü olabileceği kadim ve bazı açılardan yanıtsız bir sorudur. Kurallara uymayanlara ne yapılmalıdır? Yurttaş kendi hakkını neye göre savunacaktır? Ya hukuki yasalar yurttaşın hakkını savunmuyorsa ne olacaktır?

Bu arka plan gürültüsüne farklı adlar verilmiştir. Söz gelimi bu yanıtsızlığı insan doğasına bağlayıp kestirip atmak her daim canlı ama kolaycı bir yaklaşım olmuştur. Daha derinini arayanlar bu kısmı bir çırpıda atmış, belki de bunu kabul etmiş ama tarih boyunca veya gözlerinin önünde cereyan eden, çatışmalar ve anlaşmazlıklarla dolu dünyayı teorize etmiş ve daha da iyisi “siyasallaştırmış”tır.

İşin gerçeği, evet, bu gürültü sonuna kadar siyasaldır. Ve ilk bakışta uzak gibi gelen bu sorular, aslında bugünün kaotik dünyasında çözümü nerede aramamız gerektiğine dair ipuçları sunmaktadır. 

Örneğin yasalar “yurttaş”ı değil zengini ve güçlüyü koruyorsa ne yapılacaktır? Veya öyle etik kodlarla, öyle bir toplumsal kültürle karşı karşıyayızdır ki kendini korumanın tek çaresi kendi başının çaresine bakmak mı olacaktır? Bütün sorunların kaynağında eğitim mi vardır? Ya eğitim siyasi iktidarın ve sermaye sahiplerinin elindeyse ne olacaktır? Dahası eğitim demek kural ve yasa demek iken sorun daha da içinden çıkılmaz bir hal almamakta mıdır? 

Günlük yaşamda herkesin aklını kurcalayan bu soruların tek bir yanıtının olduğunu biliyoruz. Yeni bir toplum, yeni bir ülke, yeni bir dünya kurulmadığı sürece, daha fazla çürüme ve dolayısıyla bu soruların yankısı kaçınılmaz hale gelecektir.

Oysa, yeni toplum bizden uzaklaştığı ölçüde, çareyi var olanı düzeltmekte bulmak da kaçınılmaz olur. Var olanı düzeltmenin de bu düzende tek bir yolu vardır: Reform. Reformu mümkün kılacak araçlar ise bellidir. Birilerinin reforma zorlaması ve birilerinin de kabul etmesi beklenir. Peki bu gel-gite “siyaset” demek ne kadar mümkündür? Veya bu “verimli” mekanizmayı mümkün kılacak, yani reformu kabul edecek gücü kim nasıl denetleyecek, hangi kuralların hükmü geçerli olacaktır.

Güçler Ayrılığını Nasıl Tartışmalıyız?

İşte güçler ayrılığı, devleti ve toplumu yöneten yetki sahiplerinin kısıtlanması, birbirlerini denetlemesi ve dengelemesi üzerine kurulan, daha baştan asıl soruların önünü kapatan bir tartışma olmuştur. Güçler ayrılığı tartışması, dünyaya kısıtlama ve uzlaşı penceresinden bakan bir dünya görüşünün tutunduğu daldır.

Sahiden, örneğin yetkiyi veren kimdir? Temsil mekanizması bir yetki devri mi demektir? Öyleyse bütün bir toplumun iradesi ve egemenliği diye anlatılan şeyi, yani güçler bütününü birbirine kırdırtmanın anlamı nedir?

Gerçekte güçler ayrılığı her zaman için yürütme erkinin hakimiyeti anlamına gelmiştir. Güçler ayrılığı ve bugünkü temsil mekanizmasının tek sonucu halkın iradesinin yok edilmesi olmuştur. Fakat bu düzen o iradeye yine de muhtaçtır. Kapitalist düzenin iktidarı kendi meşruiyetini elde etmek için dahi olsa buna muhtaçtır. İyi ama bu çelişkinin üstesinden nasıl gelinecektir?

Birbirine kapı açan, sondan başa dönen ama bize hangi kapıyı açtığı tartışmalı olan bu soruların yüzlerce yıllık birikimi var. Peki biz neyi tartışmalıyız? Yine de güncelliğini, siyasal değerini koruyan bu tartışmaya, güçler ayrılığı meselesine nereden bakacağız ki bize yeninin kapısı aralansın?

Bugün güçler ayrılığını tartışmanın yolu, güçler ayrılığının gizlediği arka plan gürültüsüne odaklanmaktır.  Yani başta söylediğimizi tekrar etmek zorundayız. Bu kadim sorulara siyasal olanın ne olduğuna açıklık getirmeden gerçek bir yanıt vermemiz pek mümkün olmayacaktır.

Çünkü zamanımızın sorunları dönüp dolaşır, kökeninden ve sınıfsal aidiyetinden koparılır, yetkinin ve gücün nasıl dengeleneceği, neden tek kişide toplanmaması gerektiğinde birleştirilir ve sonunda güçler ayrılığında nihai ifadesini bulan liberal bir amentüye dönüştürülür. Kötü olan ne varsa bu kuralın eksinliğindendir, iyi uygulanamamasındandır…

Demek ki amacımız sıraladığımız sorulara “yeni” yanıtlar üretmek olmamalı. Aslına bakılırsa bunun mümkün olmadığı da görülüyor. Her biri hakkında sayısız tartışma ve çalışma bulunan bu sorulara yeni yanıtların üretilebilmesi için başka bir dönemin açılması gerekiyor. Dolayısıyla bugünden yapılabilecek olan şeyi yapmalıyız. Yeni dönemin açılabilmesi için bu soruları yeniden formüle edecek bir bakış açısı üzerinde çalışmalıyız.

Bunun için de iki görevi aynı anda yüklenmeliyiz. Güçleri tartışmak için önce siyasal iktidarı tartışmalıyız. Ve madem “siyasal olan” ile “yasal olan”dan bahsederek yola koyulduk, öncelikle siyasal olandan ne anladığımızı açıklığa kavuşturmalıyız.

İktidar Yolu ‘Çatışma’ya Hükmetmekten Geçer

Güçlerin ayrılığı veya birliği tartışması “nasıl bir iktidara sahip olmalıyız” sorusuna yanıt aradığı ölçüde doğru ve verimli bir tartışmaydı. Çünkü gücün, iktidarın arkasındaki sınıfsal dengeleri sorgulamak için bir pencere açmış oluyordu.

Söz konusu şey “güç”tü, bu kavram bugünkü Türkçe’de sahip olduğu anlamın ötesinde, erki ve iktidarı kapsıyordu veya çağırıyordu. Güç kimde olmalıydı? Güce sahip olanlar nasıl yönetmeliydi? İdeal yönetim nasıldı? Toplumun nasıl işlediği, hangi görünen ve görünmez kurallar etrafında şekillendiği, bu kuralların nasıl ortaya çıktığı veya nasıl olması gerektiği gibi sorular iktidar sorununu hedeflediği ölçüde yeni ufuklar açmaya adaydı. 

Bir açıdan güçler tartışmasını sahip olduğu felsefi (veya ideolojik) yükünden arındırmak mümkün değildi. Geçmişten bugüne bu tartışmanın etik, rasyonel, insan doğası ve hatta iktisadi bağlamıyla ele alınmasında şaşırtıcı veya usandırıcı bir yan olamazdı. Aristoteles’ten Spinoza’ya, Hobbes’tan Montesquie’den ve Rousseau’dan, Marx’a Engels’e Lenin’e uzanan geniş bir referanslar tarihinden söz ediyoruz. Egemenlik, meşruiyet, temsil gibi başlıklar “siyaset bilimi” uzmanlarının elinde kevgire dönmeden önce artısıyla eksisiyle ama heyecan verici siyasal-felsefi yüküyle tartışılabilmişti.

Bugünden bakıldığında bu heyecan verici tartışmanın aslen iki “kamp” ve tek bir tema ekseninde gerçekleştiğini söylemek mümkün görünüyor: Topluma ve dünyaya uzlaşı, denge ve dinginlik odağıyla mı bakmalıyız? Yoksa çatışmanın ortadan kaldırılamazlığını içselleştirmeli ve bunun radikal sonuçlarını siyasi olarak yüklenmeli miyiz?

Bu ayrımın teorik değil siyasi bir ayrım olduğunu önden söylemek gerekiyor. Bu ayrıma analitik gerekçelerle değil, açıkça siyasi gereksinimlerden yola çıkarak başvuruyoruz. Çünkü yanıtsız soruların yeniden formüle edilebilmesinin başka türlü mümkün olmayacağını düşünüyoruz.

Tabii ki dikkatle bakıldığında bu iki kamp arasında uçurum olmadığını, Antik dönemden bugüne dek meseleye kafa yoran bütün büyük isimlerin iki kampta aynı anda yer alabildiğini söylemek mümkün. Machiavelli’nin çatışmayı ve dinamizmi merkeze alan dünya görüşünün hep sınıflar arası bir dengeyi göz ettiği, savaş ve çatışmanın Hegel’in devlet anlayışında varlığını koruduğu, asıl siyasal ifadesini 1789 devriminin şiddetinde bulan Rousseauculuğun ve güçler birliği anlayışının somut veya felsefi düzeyde ama hep bir “toplum sözleşmesi” anını aradığı görüldüğünde bu iki kampın nasıl bir geçişkenliğe sahip olduğu daha rahat anlaşılır.

Üstelik bu isimler yalnız “düşünür”lerden oluşmuyor. Marksizmin kurucularının ve sonrasında Lenin’in yazdıklarında aynı temanın varlığını koruduğunu söylemek yanlış olmaz. Bilimsel veya felsefi arka planı bir yana ancak, bunca yazı bunca mücadele ve belki bunca “çile”nin bağlandığı tek hedef komünist toplum değil midir? Komünist toplumdan, savaşın bittiği barışın ve huzurun hakim olduğu o dingin toplumdan bahsediyoruz. Kapitalist düzende ortadan kaldırılması imkansız tek çelişkinin yani sınıf çelişkisinin son bulacağı, siyasetin ve bugünkü anlamıyla hukukun sönümleneceği bir toplumu hedeflemiyor muyuz?

Ne var ki bütün bu düşünsel birikim bir şekilde kapitalist düzenin devamlılığı için seferber ediliyorken, bu klasik zenginliği yeniden okuyup öğrenirken hissettiğimiz heyecan bugün yazılıp çizilenlerle öldürülüyorken nasıl bir yaklaşım tarzı geliştirmemiz beklenebilir?

Zamanımızın ihtiyacı tam da bu soruya şiddetli bir yanıt vermekten, sonuna kadar siyasal bir yanıt üretmekten geçmektedir. Bugün yapılması gereken, uzlaşının, mutabakatın, Habermas tipi diyaloğun veya sözleşme anına indirgenmiş bir Rousseauculuğun reddidir.

Göçlerin, savaşların, istisnanın ve anormalliğin normallik kazandığı bir dönemde ideal yurttaşı, kozmopolitanizmi, toplumsal uzlaşının farklı biçimlerini ön plana çıkarmanın, çatışmayı bastırmakla uğraşmanın sonucu kendimizi liberalizm-muhafazakarlık çiftinin kollarına atmakla sonuçlanabilir ancak.

Ve tarih boyunca da böyle olmuştur.

20. yüzyılın başlarındaki Avrupa ve daha çok Almanya hâlâ bu açıdan en zengin örneği sunmaktadır. Bolşeviklerin siyasi iktidarı ele geçirdiği, koruduğu ve Avrupa’yı hem siyasal hem düşünsel olarak yeni bir açmazda bıraktığı dönem hâlâ hiçbir örneğin sunmadığı dersleri sunuyor bizlere.

Bunun nedeni elbette bellidir. Bir devrim gerçekleşmiştir. Devrimler ona düşman olanlar için bile yeniyi üretmenin yoludur. Ancak, bu örnekte düşman bellediklerimizin inisiyatifi ele geçirmiş olmaları fazlasıyla düşündürücüdür. Faşizm Bolşevizm dersleriyle silahlanırken Alman sosyal demokrasisi o silahları toprağa gömmenin yolunu bulmuştur.

Bugün “solcu”ların referanslarından eksik etmediği Carl Schmitt’i düşünelim. Liberalizme duyduğu düşmanlığın hemen her satırından okunabildiği bu hukukçuyu bugünlerde önemli kılan sahiden ne olabilir? Kuşkusuz bugünün dünyası da liberalizmin iflasının sancılarını yaşamaktadır. Sağcı çatışmacılık, sağ radikalizm yükseliştedir. Başta Batıda olmak üzere faşizmin tarihi meşrulaştırılmaktadır. Ama liberalizm ile Schmitt tipi muhafazakarlığın birbirlerine sunduğu yardım neden gözden kaçmaktadır?

Schmitt uyanık bir antikomünisttir. Liberalizme düşmanlığı ise ancak hayal kırıklığından sonra gelebilir. Weimar Cumhuriyeti onun gözlerinin önünde erimiştir. Weimar çatışmanın ve çelişkilerin daha fazla idare edilemeyeceği bir dönem demektir. Emperyalist Almanya güçlü bir işçi sınıfıyla, enflasyonla, içeriden ve dışarıdan devrim korkusuyla karşı karşıyadır. Weimar sadece Schmitt için değil, Alman işçisi ve köylüsü için de hayal kırıklığı olmuştur. Bu hayal kırıklığında Alman sosyal demokrasisinin payı büyüktür.

Alman sosyal demokrasisi Gogol’un paltosu gibidir. Krize girişinden on yıl sonra Alman faşizminin, elli yıl sonra Avrokomünizmin, yüz yıl sonra popülizmin, reformizmin, milliyetçiliğin, uzlaşmacılığın farklı biçimlerinin doğum yeridir. Bugün “geride bıraktık” dediğimiz bütün tartışmalarda Bernstein’ın, Kautsky’nin izlerini bulmak sadece mümkün değil aynı zamanda zorunludur.

Faşizmin çatışma dediği yerde sosyal demokrasi “yeni anlaşma” demiştir. Avrokomünizmde bunun adı “tarihsel uzlaşma” olmuştur. Bunun bugünün popülizmindeki karşılığı radikal demokrasinin demokratlığı ve parlamentarizmidir. Milliyetçi çatışma her zaman her yerde sınıf çelişkilerini bastırmanın ve bir uzlaşmanın aracıyken, reformizm devrimsiz bir değişim arayışı anlamına gelmiştir.

Schmitt’in, popülizmin teorisyenleri tarafından ve bugünün “siyaset bilimci”leri eliyle göklere çıkarılmasıysa büyük iki yüzlülüktür. Devrimci bir dönemde bütün tartışmalara nokta koyan, yeni sorular ve sorunlar açığa çıkaran gelişme Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi ve koruması olmuştur. Schmitt uyanık bir anti bolşeviktir. Schmitt’in “icatları”, çatışmaya çelişkiye ve liberalizme dair yazdığı hemen her şey marksizm-leninizmin cephanesinden devşirilmiştir. Schmitt kendi döneminin düşünürüdür. Çatışmanın ortadan kaldırılamazlığını görmekle kalmamıştır, çatışmanın ve çelişkinin en şiddetlisi onun gözünün önünde bir devrim ve Bolşevizm yaratmıştır. Bu durumda çatışmayı gölgeleyen, uzlaşı ve konsensüsü odak konusu yapan ne varsa bir kenara atılmalıdır. Devrim tehlikesini ortadan kaldırmanın tek bir yolu bulunmaktadır. “Çatışma” yeniden formüle edilmeli, sınıfsal kökeninden koparılmalı ama kesinlikle sahiplenilmelidir. Nazilerin kıyafetlerinden, örgütlenme ve propaganda tarzından okunabilen “kızıl” öykünmeciliğinin teorideki karşılığıdır Schmitt’in satırlarındaki.

Fakat etkilidir çünkü uyanıktır çünkü dönem bunu gerektirmiştir çünkü dönem şiddetlidir, devrimcidir.

Peki nedir tartışılan? Nedir liberalizmin hayal kırıklığı yaratan özelliği?

Bir siyasal sistem olarak liberal demokrasi nihai hedefi uzlaşı olan bir sistematikle çalışır. Toplumda, farklı hassasiyetleri farklı dertleri olan ve giderek farklı çatışmaların tarafları olan bireyler ve gruplar öyle bir şekilde bir araya getirilmeli ve yönetilmelidir ki bir uzlaşı ortaya çıksın, bu sürecin yan etkisi de “meşruiyet” olsun. Elbette asıl konu farklı sınıfların uzlaşmasıdır. Başta işçi sınıfı ve burjuvazi sendikalarda, parlamentoda ve güçler ayrılığının ortaya çıkardığı kontrol ve denetleme sisteminde birbirini yoklamalı ama mutlaka uzlaşmalıdır.

Burada çatışma, sanıldığının aksine, ortadan kaldırılmış değildir. Çatışma kabul edilmiştir. Ve fakat çatışmaya her daim yönetilmesi, dengelenmesi ve renk işlevi görmesi gereken bir gözle bakılmıştır. Çatışmaya, liberalizmin farklı türlerinde ancak toplumsal-siyasal mozaiğin bir bileşeni gözüyle bakılır. Devlet aygıtı çatışmayı yönetmenin bir aracıdır. Hükümet ise bu yönetme işleminin sembolik boyuta taşındığı güç merkezidir, “temsil” süreçleri üzerinden toplum sözleşmesini tayin etmekle yükümlüdür.

Liberalizmde (ve bu aşamada muhafazakarlıkta da) farklı çatışma konuları ortaya çıkabilir, zaman zaman güçlenebilir veya farklı kesimler farklı zamanlarda karşı karşıya gelebilir. Öyle bir siyasal sistem yaratılmalıdır ki bu çatışma noktaları sermaye iktidarını işlemez kılmasın, her zaman kontrol altında tutulsun. Devlet aygıtının başlıca görevlerinden biri bu çatışma yönelimli süreci kontrol altında tutmak, zayıf noktaları kapatmak ve hatta manipüle etmektir.

Türkiye’de devletin yeniden organize olduğu, çözülüp yeniden yapılandırıldığı her dönemeçte bu sistematiğin örneklerini görmek mümkündür. Türkiye’de her daim varlığını koruyan belli başlı kriz dinamikleri ya bu dönüşümün parçası yapılmış ya da sermaye iktidarını tehlikeye düşürecek bir boyut kazanmasının önüne geçilmiştir. Türkiye tarihi boyunca dinci gericilik, işçi sınıfı, komünizm, Kürt sorunu gibi dinamikler basit anlamda yok sayılmamıştır. Yok sayıldığı anda bile tahayyül edilen çözüm sürecinin bir yerine denk düşmesi istenmiştir.

Demokrat Parti’nin nasıl CHP’nin içinden yaratıldığı bilinir. CHP parti ile devletin fazlasıyla iç içe geçtiği bir siyasi rejimin açmazlarını yaşamıştır (ki benzer açmazlar bazı açılardan geniş AKP partisi için de geçerlidir). Nitekim Türkiye siyasetinin iki partili sisteme geçişi basit bir rejim değişikliği sorunu olmamıştır. Türkiye devletinin bir yandan NATO, bir yandan sermaye birikim süreçleriyle özetlenebilecek yer değiştirmelerden etkilenmemesi mümkün değildir. Ama rejim değişikliği için çatışma noktalarına ihtiyaç vardır. Dinci gericiliğin çatışmanın “mağdur” bölmesi olarak siyasete girişi, “bürokrat sınıf” eleştirileri ve devlet-halk karşıtlığı enstrümanları çatısı altında mümkün olmuştur. Bilindiği gibi bu enstrümanların kullanım değeri kazanması, CHP’nin “seçim hazırlıkları”yla yani imam hatiplerin açılması, din dersleri gibi “İslami jestler”le mümkün olabilmiştir.

Dinci gericilik üzerine inşa edilen “çatışma” daha sonrasında antikomünizmin güç kaynaklarından biri olarak Milli Görüş çatısı altında kontrol edilmişti. Zaman zaman bu çatışmanın kontrolden çıkmaması için müdahalelerde bulunulmuş ve Türkiye’nin en gerçek sorunlarından, “çatışma” alanlarından birine devrimciler tarafından hükmedilmesinin önüne geçilmiştir.

İşçi sınıfının “çatışma”sının kültürel olandan siyasal olana uzanıncaya kadar bütün Türkiye’yi etkileyebildiği 1960-80 aralığında Ecevit CHP’si imdada koşmuş, sosyal demokrasinin uzlaştırıcılığı konuşmuştur. Benzer bir kavga alanı antiemperyalizm olmuş, solun bu alandaki sarsılmaz tahakkümü kökü dışarıdalık argümanı üzerinden antikomünizmle kırılmaya çalışılmıştır.

Sistemin zayıf karınlarından biri olarak Kürt sorununun Kürt yoksulları sorunu olmaktan çıkarılması için şiddet ve yok sayma yetmemiş, nihayetinde bir Kürt burjuvazisi ortaya çıkarılmış, hepimizin hatırladığı gibi İslamcılık, liberalizm ve “çözüm” temaları devreye girmiş, ama sonuçta “yönetilebilir” kılınması için diyalog ve şiddet ikilisi arasında gidip gelen bir döngüye emanet edilmiştir.

Bir başka çatışma ise bugün AKP’nin ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. Yorgun ve devletle iç içe bir AKP, karşıdevrimin “karşı inkılap”larını hayata geçirebilmek için hep bir muhalefete ihtiyaç duymuş, yoksulluk ve eşitsizlik yüklü bir toplumun laiklik ve sınıf kavgasıyla buluşamaması için “kültür savaşı” tedavüle sokulmuş, çatışmanın yönetilebilir kılınması istenmiştir.

Burada amacımız, egemenler tarafından tahayyül edilenin her zaman gerçekle örtüşeceğini ima etmek değil. Siyaset denilen şey böyle garantilerle yürümediği gibi kapitalist düzenin devleti de krizlerden bağışık değildir. Ama liberal demokrasi veya başka siyasi rejimleri ortaklaştıran özelliğin çatışmayı ortadan kaldırmak veya anında yatıştırmak değil, çatışmanın meşruiyet yaratacak bir enstrüman olarak kullanılması olduğunun altı çizilmelidir.

Bu neden önemlidir? Önemlidir çünkü bugün sol veya sağ türleriyle popülizme dair söyleyeceklerimizde, özgürlük ve eşitlik bahsinde farklı mücadele konuları için benimseyeceğimiz yaklaşımda söz konusu mücadelelerin sermaye iktidarını güçlendirip güçlendirmeyeceği, bir süreci yönetmekle işlevlenip işlevlenmeyeceği, bir reform anlamına gelip gelmeyeceği, nihayetinde hangi sınıfın meşruiyet kazanmasına hizmet edeceği temel belirleyen olacaktır.

Weimar Cumhuriyeti, kısa süren yaşamı boyunca, Alman sermayesinin içerdeki ve dışarıdaki ihtiyaçlarına yanıt vermekte zorlanmış, sınıf çatışmasının uzlaşmayla sonuçlanması için cephaneyi hızlı tüketmiş ve mevcut siyasi rejimin krizin üstesinden gelemeyeceği anlaşılmıştır. Özetle Weimar sistemindeki “güçler ayrılığı” işe yaramamaya, dahası ayak bağı olmaya başlamıştır. 

Fakat dönem herhangi bir kriz dönemi olmaktan çok uzaktır. Rusya’da bir devrim gerçekleşmiştir. Almanya savaşta yenilmiştir. Dünyanın her yerinde, liberal demokrasinin kalesi gibi görülen İngiltere’de dahi devrimci tehlike tetiklenmekte, “çatışma” denilen şeyin önemi yeniden fark edilmektedir. Almanya’da bu rejimin, yani liberal demokrasinin büyük bileşeni ise marksizm kökenli Alman Sosyal Demokrat Partisi’dir…

Oysaki marksizm topluma, siyasete ve dünyaya bakarken çelişkiye, çatışmaya, uzlaşmazlığa gerçek bir öncelik veren tek akımdır. Marksist siyasetin alametifarikası sınıf çelişkisinin sınıf çatışması boyutuna ulaşmasına, toplumda var olan ve her daim var olacak olan farklı çatışma noktalarının sınıf kavgasına güç vermesine uğraşılmasıdır. Bizim siyasetten anladığımız, kapitalist toplumda yok olması mümkün olmayan ve bütün toplumu baştan sona yarma kabiliyetine sahip tek çelişki olan sınıf çelişkisiyle farklı toplumsal kriz dinamiklerinin, farklı çatışma noktalarının nasıl ilişkilendirileceğine güncel yanıtlar üretmektir.

Weimar’ın çöküşü farklı bir marksizm yaratmıştır. Bolşevizm ise çatışmayı içselleştiren, hamle felsefesini öne çıkaran, dünyaya çatışmanın kaçınılmazlığı gözüyle bakan bir müdahalede bulunmuştur. Nitekim Bolşevizmin bütün uzlaşma anları, gelecekteki çatışma için stratejik ve taktik hamleler olmaktan öteye geçmemiştir.

Ve Bolşevizm muzaffer olmuştur. Devrim düşüncesi ve kavgası meşruiyetini tesis ettiğinde, çatışmanın kaçınılmazlığı ortaya çıktığında farklı alternatiflerin masaya konması neredeyse kaçınılmazdır. Faşizm bu nedenle anti bolşevizm olarak dünyaya gelmiş, çatışmayı siyasetinin temel odak noktası yapmıştır. Sermaye iktidarının hayatını kurtaran rejim, uzlaşı düşüncesinin zayıfladığı ve çatışma düşüncesinin baskın çıktığı bir dönemecin ürünüdür.

Peki sosyal demokrasi nasıl olup da liberalizmin ve Weimar siyasal sistemindeki uzlaşının parçası olabilmiştir?

Bunun tek gerçek yanıtı bulunuyor: Devrim arayışının ortadan kalkması.

Siyasal iktidarın fethinin devrimci bir dönüşümle gerçekleşeceği, yeni toplumun yeni rejimin ve yeni “toplum sözleşmesi”nin ancak devrimci bir dönemin ürünü olabileceği düşüncesi marksizm saflarından silinmeye başladığı an marksist siyasetin kavgacı özelliğinin de silinmeye başladığı an olmuştur.

Ve burada tarihsel, organik ve aynı zamanda düşünsel bağlantı çok güçlüdür. Devrimden vazgeçen Avrokomünizmin kökü yıllar öncesinde Bernstein ile Engels arasında cereyan eden revizyon tartışmasından filizlenmektedir. Hatırlanacaktır, Bernstein’ın itirazı iktidarın fethine değildir. İktidarın fethi ve ardından sosyalizmin kuruluşu Bernstein düşüncesinde hâlâ mevcuttur. Bernstein düşüncesini revizyonizm olarak adlandırmamızın nedeni iktidarın fethinin nasıl gerçekleştirileceğiyle ilgilidir: Bernstein reformist değildir ancak Bernstein düşüncesinde devrim korkusu vardır.

Çünkü devrim arayışı, sonrasında neyin gerçekleşeceğinin tasarım dışı bırakıldığı bir düşünceye ihtiyaç duyar. Daha titiz ifade etmek gerekirse, marksizmde felsefe itibariyle bir devrim stratejisi yoktur. Aslolan devrimci stratejidir. Strateji, devrim anında iktidarın fethini mümkün kılacak bütün müdahalelerin mantığıdır. Devrim stratejisi ancak bu mantığın genel ifadesi olabilir. Bunun ötesinde marksizm-leninizmin dünyaya bakışı kelimenin felsefi anlamıyla özgürdür. Bu özgürlüğün sorumluluğunu yüklenir. İktidarın fethi ve devrim düşüncesi bu siyasal anlayışın yaşam koşuludur.

Halbuki devrim düşüncesi kağıtta yazıldığı şekliyle durmaz. Devrim, Avrupa’yı sarsan, “sözleşme” anını geciktiren, yeni dünyalar ortaya çıkaran bir şiddetle gelmiştir. Rousseaucu düşüncede bu şiddeti bulmak zor değildir. Rousseaucu toplum sözleşmesinin teorik değeri, bu değeri mümkün kılan siyasal sonuçlarıyla birliktedir. Kendi döneminde ne pahasına olursa olsun güçler birliğini, halkın egemenliğini odağına alan bir düşünürün siyasal olandan anladığı elbette kitlelerin de ne pahasına olursa olsun katılımını şart koşacaktır. Kitlelerin siyasete girişinin, siyasete kitlesel katılımın hangi “zararlı” sonuçları üreteceği başka bir sorundur. Ve o sorunun ne olduğunun anlaşılabilmesi için öncelikle devrimin ufkunun aşılması ve halk siyasetinin hakkının verilmesi gerekmektedir. Rousseaucu düşüncede elbette konsensüs ve sözleşme anı vardır. Öte yandan bu, siyasal olanı her şeyin önüne geçirecek ölçüde soyut ve yeni bir toplumun nasıl mümkün olabileceğine ışık tutacak ölçüde gerçekçidir. Bu nedenle bir devrimci atılımı beslemiştir.

Ne var ki 1789’un yarattığı değişim gerçekten göz kamaştırıcıdır. Devrim kağıda yazıldığı şeklinin ötesine geçmiştir: Devrimin belirsizliğine, çatışmayı göğüsleyişine duyulan korku da büyüktür. Ama bunun sonucu sadece karşı-devrim olmamıştır. Öyle ki devrime tepki olarak ortaya çıkan bütün akımlarda son tahlilde reformist bir yan göze çarpmaktadır. Devrim korkusu sosyalizm saflarına da sirayet eden bir dünya görüşü yaratmıştır.

Bu dünya görüşü, liberalizmi muhafazakarlıkla, faşizmi sosyal demokrasiyle, militan demokrasiyi radikal demokrasiyle, sağ popülizmi sol popülizmle birleştiren temel eksendi. Ve evet, aslen Alman sosyal demokrasisinin paltosundan çıkmıştı.

Diğer yandan, Bolşeviklerin iktidarı aldıktan sonra yayınladığı her kararname, her uygulama devrimci iktidarı korumanın ve devrimi yaymanın öyle kolay olamayacağını ispatlarcasına hayata geçiriliyordu. Bolşevikler dünyaya “ne pahasına olursa olsun” gözüyle bakarken devrimci dönüşümün gereksindiği bütün belirsizliği yüklenirken, Alman sosyal demokrasisinden yükselen bir başka ses, Kautsky “uzlaşı” diyecekti. Pasifizmin, emperyal barışçılığın ve liberal çoğulculuğun büyüsüne kendisini fazla kaptıran bu büyük öğretmen de devrim korkusuyla kalem oynatacaktı. Kautsky Sovyet organlarına baktığında aradığı demokrasiyi bulamamıştı. Çünkü liberal demokrasinin amentüsüne belki de biraz fazla maruz kalmıştı. Ama sonuçta iki dünya görüşünün çarpışması söz konusuydu. Lenin’in Sovyetleri devletin organlarıydı, yeni iktidarın meşruiyetinin taşıyıcısı, proletarya diktatörlüğünün ayağını bastığı zemindi. Bunun ötesini arayan bir toplum sözleşmesi söz konusu olamazdı. Zaman sözleşme anını aramanın, uzlaşıyı baskın kılmanın değil, iki sınıfın iktidar mücadelesinde neyin nasıl işlevlenebileceğine karar vermenin zamanıydı.

Bu nedenle, Lenin’in kararnamelerini okuyan bazıları bu kararnamelerde bir tutarlılık görmekte zorlandılar. Lenin bir gün yeni hukuk sisteminden, yeni mahkemelerden, halkın katılımından bahsediyordu. Kurallar lazımdı, temsil lazımdı, kurullar işlemeliydi. Ama başka gün de yerinde yargılamadan, devrim adına inisiyatif almaktan, hızdan ve günü kurtarmaktan bahsedebiliyordu. Sovyetler ve diğer kurullar bu kaosun içerisinde anlamlanacaktı. Ama daha ötesini arzulamak ve dile getirmek gerçekten de yalnızca boş konuşmak olabilirdi. Daha açık söyleyecek olursak, genç Sovyet iktidarı “çelişkilerle” hareket etmek zorundaydı. Asıl başka türlüsü sorun anlamına gelebilirdi.

Sonuçta Lenin ve Kautsky arasındaki farklılık dünyaya hangi siyasal-felsefi pencereden bakıldığında düğümleniyordu. Dünyaya dingin, uzlaşmacı, idareci ve giderek durgun bir gözle bakmaya başlayanların Sovyetler Birliği’nin çöküşünün asıl sorumluları olduğuna ise artık uzun uzadıya değinmemize gerek yok…

“Siyasal Olan” Nedir?

Çatışmayı içselleştirmekten, dünyaya bu gözle bakmaktan bahsettik. Çatışmayı merkeze koymaktan kastımızın bireysel bir tavır takınmak olmadığı herhalde açıktır. Çatışma, uzlaşı, dost, düşman gibi siyasetin temel konusu olan bütün kavramlar bizim açımızdan “siyasal”dır, bireyin ötesindedir. 

Buna karşın, bireyi toplumun işleyişinde merkeze yerleştirmek liberalizmin marifetidir. Aslında liberalizm bireysel olanı merkeze koyarak bireyi de bitirmiştir. Toplumu farklı bireylerin farklı hassasiyet ve gereksinimlerinin toplamı olarak düşünen liberalizmin siyasal olandan anladığı bütün bu farklılıkları bir uzlaşı ve sözleşme zincirine yerleştirmekten ibarettir. Bilindiği gibi bu sözleşmenin asıl güç kaynağı mülkiyettir. Kapitalist toplumda olgun ve asıl ifadesini bulacak olan mülkiyet ilişkileri farklı bireyleri mülk sahipleri olarak yerleştirmeye başladığı andan itibaren özgürlüğe, eşitliğe ve bunun hukuksal ifadelerine olan yaklaşım da kaçınılmaz biçimde dengeci ve kontrolcü bir biçim kazanacaktır.

Bu felsefi geleneğin tarihi elbette yüzyıllara yayılıyor. Bireyin kültürel olgunlaşması, eğitilmesi, toplumun bir ferdi olarak yaşamını sürdürmesi sürecindeki kritik halkaların yani aile, hukuk, okul gibi aşamaların yeni bir toplumun yaratılmasında oynayacağı rolleri göz ardı etmek mümkün değil. Rousseau’dan Kant’a, Hegel’den Mao’ya kadar uzanan bir külliyattan, deneyler toplamından söz ediyoruz. 

Biz de bu yazıda Türk ve Sovyet toplumunun yeniden inşasında bu araçların nasıl roller oynadığına ve dolayısıyla Türkiye’de kuracağımız devrimci iktidarın yaşayacağı kimi zorluk noktalarına değinme fırsatı bulacağız. Öte yandan bütün bunlar için önce hepsini “önemsizleştirecek” bir başka noktadan bakmak zorundayız.

Çünkü yeni toplumun inşası devrimci hedefler için dahi olsa uzlaşının, düzenin, istikrarın ve toplum sözleşmesinin konuşulmasını gerektirir. Ne var ki şu anda bizim ihtiyacımız toplumsal devrimi mümkün kılacak bir tarihsel ufka gözlerimizi dikmek. Çünkü iktidarın fethi ve devrim düşüncesi, devrim öncesinde gerçekleşecek uzlaşılara, toplumsal sözleşme anlarına baskın çıkacak bir çatışma düşüncesiyle yola koyulmak zorunda. Bunun için de siyasal olana farklı bir açıdan yaklaşmamız gerekiyor.

Baştan söyleyelim. Siyasal olana dair yaklaşımımız “Schmittyen” bir paranteze ihtiyaç duymamızın ürünü değil. Hatta bu paranteze ihtiyaç duyan belli bir entelektüel toplama da geçerken yanıt vermiş olacağımızı umuyoruz.

Neyin siyasal olduğunu tartışmak istememizin son derece güncel ve son derece “siyasal” bir nedeni var.

Bugünün tuhaf siyaset sisteminde siyasete dair ne varsa kitlelerin müdahalelerine kapatılmış ve aslında siyasetsizleştirilmiş durumda. Halbuki modern dönemin siyasetinin asıl özelliği eninde sonunda kitleler olmuştu. Siyasetin neden kitlelere başvurmak zorunda kaldığı, kitlelerin hangi saiklerle siyasete giriş yaptığı elbette ayrı bir tartışmanın konusu. Ancak bu niteliğin kaybının can alıcı sonuçları üzerinde durmadan ne temsil ve meşruiyet mekanizmaları hakkında konuşabiliriz ne de yetkiyi, erki, güçler ayrılığını tartışabiliriz.

O halde siyaset alanını devrimci hedefler doğrultusunda müdahaleye açabilmek için siyaset çatısı altında var olan veya gerçekleştirilen bazı şeyleri “siyasal olmayan” olarak ayrıştırmak zorundayız. Normalde bizim siyasetten anladığımız, sınıf mücadelelerinin ürünü olarak yükselen müdahalelerin ve ürünlerin bir toplamıdır. Bu doğrultuda, söz konusu müdahalelerin bugün, gelecekte, doğrudan ya da dolaylı olarak kapitalist düzenin siyaset mekanizmalarına etkisiyle ilgileniriz. Sınıf mücadelelerinin farklı tempolara sahip unsurlarının güncel sonuçları kendisini siyaset dediğimiz yerde gösterir. Çünkü siyaset aktörlerle ilgili bir şeydir. Farklı aktörlerin farklı saiklerle bir araya geldiği, rekabet ettiği ve esasında üstün çıkmak için çabaladığı güncelliktir siyaset.

Elbette kapitalist düzenin siyaset kurumları ilk burjuva devrimlerinden bugüne uzanan mücadeleler silsilesinin ürünü olarak olgunlaşmış ve yetkinleşmiştir. Ve bu kurumlar egemen sınıfın iktidarını koruyabilmesi için gerekli meşruiyet zeminini de sunmaktadır. Öte yandan bugünden bakıldığında görülür ki bu kurumlar hiç olmadığı kadar kitlelerin etkisine kapatılmıştır. Düzen siyaseti bunun mükemmel bir yolunu keşfetmiştir. Kitlelerin pasif katılımını mümkün kılacak farklı araçlar geliştirmiş, seçim parlamento medya ve bir dizi “güçler” başlığında atılan adımla, kitlelerin örgütlü etkisi minimuma indirilmiştir.

Bunun asıl nedeninin sınıf siyasetinin güç kaybetmesi olduğu da bugünden bakıldığında açıkça görülebiliyor. Çünkü bu sorun aslen örgütlü siyasetin güç kaybetmesine paralel ilerleyen bir süreçle ortaya çıkmıştı. Örgütlü siyaset ise modern dönemin ürünüydü ve aslen işçi sınıfının kavgasıyla mümkün olabilmişti.

Popülizm buradaki kitle sorununu çözen mekanizma olmuştu. Evet her siyasi akımda bir tutam popülizm bulmak mümkündü. Başta belirttiğimiz gibi, modern dönemde kitleleri yani “popüler” olanı işin içine dahil etmeden siyaset yapmak mümkün olamazdı. Halbuki Nazilerin popülizmiyle, bugünküler arasında teknik olmanın ötesinde farklar vardı.

Bu noktada söz konusu farkın siyasal olanla ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor. 

Öyle ki siyaset kitlelerin örgütlü müdahalelerine kapatılırken popülizm ortadan kalkmış değildi. Öte yandan, SYRIZA’da Podemos’ta ve başka örneklerde mantıki ve gerçek sonuçlarını gördüğümüz, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe tipi popülizmin Nazi deneyiminden devşirdikleri de ortadaydı. İki dönem arasındaki temel fark, işçi sınıfı siyasetinin ve devrimci siyasetin basıncıyla ilgiliydi. Nazileri örgütlü siyasete mahkum bırakan gerçeklik Bolşevizmin ve Alman işçi sınıfının siyasal olan üzerindeki tahakkümüyle yaratılmıştı.

Bugün örgütlü siyaset yerini kitlesel ama bireysel, popülist ama pasif bir siyasete bıraktı. İşte bizim siyasal olmayan olarak kodlayabileceğimiz bu siyaset tarzının iki temel özelliği bulunuyor: Öncelikle bu siyaset tarzı kendini çoğulculuğa, kimliklere ve ancak bunun üzerinde yükselebilecek çatışma unsurlarına yaslamış durumda. Bu tarzda sınıfsal olana düşen yer, mozaiğin içerisindeki bir renk olmanın ötesine geçmiyor. İkincisi, bu tarz, seçimlerin ve parlamentonun kitlelerle kurulan bağa baskın çıktığı bir yol izliyor.

Popülist siyaset, bu kavram kullanılmasa bugün kimilerince halkçılık veya başka terimlerle sahiplenilse bile, esasında bu iki özelliğin hakim olduğu bir siyaset demek. Ve bu siyaset her ne kadar çatışmadan, çelişkiden ve mücadeleden besleniyor gibi gözükse de eninde sonunda uzlaşıyla, konsensüsle ve tavizlerle sonuçlanan bir siyaset alanı tahayyül etmekte. Çünkü popülizm, siyaseti kitlelere kapatmanın kendine özgü bir yolunu sunuyor. Popülizm, bizim liberalizmde gördüğümüz, farklılıkların uzlaştığı ve çatışmaların mutabakata erdirildiği siyaset sistemi ile kitlelerin seferber edildiği ve çatışmanın ön plana koyulduğu ama asla iktidarı hedeflemediği bir siyaset anlayışını birleştiriyor. Üstelik bugünün popülizmi, akıl hocaları Schmitt’in radikalizmine bile sahip olamıyor…

Ancak bugün siyasal olanı ayrıştırmak ve siyasalı kitlelerin müdahalelerine, örgütlü eylemine yakınlaştıran bir gözle dünyaya bakmak durumundayız. Siyasal olan, kitlelerin müdahaleleriyle ilgili olandır. Siyasal olan örgütlerle, örgütlü biçimde yapılandır. Ve bunun mantıki sonucu Rousseau’nun hayal ettiği meclis anlayışından beri pek az değişmiştir. Eğer bir uzlaşmadan, bir toplum sözleşmesinden ve nihayet bir meclisten bahsedeceksek, bu meclis ancak kitlelerin aktif müdahalesiyle ortaya çıkacak bir dönemecin ürünü olacak, kitlelerin organizasyonunun üzerinde yükselecektir.

Temsil, Yetki ve İrade Sorunu: Nasıl Bir Meclis İstiyoruz?

O halde açıkça söylemek gerekiyor. Bugünün Türkiye’sinde halkın organize olmadığı, tartışmadığı ve sömürülenlerin iradesini yansıtmayan hiçbir uzlaşmanın, sözleşmenin ve Anayasa’nın meşruiyeti bulunmuyor.

Böyle bir sözleşmenin mümkün olabilmesinin ise tek bir koşulu bulunuyor: 1789’un Fransa’sında, 1917’nin Rusya’sında ve 1920’lerin Türkiye’sinde olduğu gibi devrimci bir meclisin yaratılması.

Bu meclis bir sınıf iktidarı meclisi olacak ve sınıfın kitlesel müdahalesinin ürünü olacak. Bu müdahalelerin nasıl bir mutabakatla ve sözleşmeyle sonuçlanacağı sorusu ancak o meclisin kurulma sürecinin ürünü olarak yanıtlanabilecek. Bu soruyu sorabilmek için öncelikle siyaset siyasal olana, “kitlelerin şiddeti”ne açılmak zorundadır.

Devrimci meclis siyasal bir meclis olacaktır. Yani tamamen halkın egemenliğine dayanacaktır, aşağıdan yukarıya örgütlenecek ve yalnızca temsilci seçmeyecek, meclisin ve kararlarının yaratılmasından uygulanmasına kadar bütün bir sürecin asıl sahibi olacaktır.

Böyle bir meclis “ideal” olandan çok uzaktır, çünkü devrimcidir. Ve bu meclis kuşkusuz bazı açılardan fazla kaotik ve “düzen” kaldırmaz gibi gözükebilir. Ne var ki liberal çoğulculuğun, çok partili sistemin ve güçler ayrılığının yarattığı kaosun karşısında böyle bir kaos ancak dinamizmle nitelenebilir. Çünkü illa “genel irade” diye bir şeyden bahsedeceksek, böyle bir irade ancak bir sürecin ürünü olabilir. Çünkü genel irade, halkın iradesinin farklı partilerce parçalandığı, seçim gününe hapsedildiği bir anın ürünü olamaz. Genel irade bir kişide, bir grupta, bir partide vekaleten sonlanan veya cisimleşen bir şey de olamaz. Genel irade ancak aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya yürütülen tartışma ve sahiplenme sürecinin “yan etkisi” olabilir. Ve ancak böyle bir meclis yeni bir yurttaş, “militan yurttaş” yaratabilir.

Öyleyse 1789’un “aşırılıkları” bir ideale saplanmanın veya halkın iradesini “fazla yansıtmanın” sonucu falan değildir. 1789’un Fransa’sı her hücresiyle siyasaldır. 1789 bize devrimci bir meclisin yani soylularla, ayrıcalıklılarla uzlaşmayan kurucu meclisin neye benzeyeceğini gösterirken devrimin yasalarının önünde durulamayacağını, yeni toplumu yaratmanın devrim dışında bir yolunun olmadığını da ispat etmektedir.

Marx 1871 Komünü hakkında yazarken, söz konusu siyasalın neye benzediğini de anlatmaktadır: Komün, mahalle mahalle, köy köy genel oyla seçilen, kısa vadede görevden alınabilen sorumlu meclis üyelerinden oluşmaktadır. Üyelerinin çoğunluğu doğal olarak çalışan sınıftır. Komün parlamenter bir organ değil, güçler birliğini sağlayan yani hem yürütme hem de yasama organı olarak çalışan bir iktidardır.

Aynı siyasal, Sovyet iktidarında da mevcuttur. Lenin’in 1918’in baharında Parti’ye sunduğu ve daha sonra makale olarak yayınlanan “Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri”, devrimci iktidarın çatışmayı, karşıt sınıfı yok etmeyi birincil öncelik tayin ederken yeni iktidarın kitlesel seferberliğinin nasıl, hangi araçlarla gerçekleştirileceğini de muazzam bir uyanıklılıkla tespit eden muazzam bir belgedir.

Sovyet organları, herkesin birbirine söz sattığı hiçbir sonuca ulaşmayan tartışmalarla oyalandığı ama yine de düzenli olarak toplandığı “muhabbet tezgahı” parlamentonun karşısında, halkın “dizginsiz” iradesinin şekillendirdiği, ama o iradenin de bir “devrim” yarattığı gerçek yönetim organlarıdır.

Benzer bir “dizginsiz” meclis 1920’lerin devrimci Türkiye’sinde de mevcuttur. Ankara’daki meclis yalnızca İstanbul’a başkaldırı olsun ve direnişin meşruiyetini tesis etsin diye toplanmamıştır. Meclis olanca zenginliğiyle ve çalışma tarzıyla bir “kurucu” meclistir. Çünkü direnişi örgütleyecek ve sonraki yılların inkılaplarını hayata geçirecek yönetim, ancak böyle bir meclisin ve bu meclisin seçtiği hükümetin ürünü olabilir. Bu meclis siyasal olanın kendini var edebileceği tek biçimdir.

Peki “halkın kendi kendini yönetmesi” dediğimiz cumhuriyet nasıl bir temsil mekanizmasının ürünü olabilir? Temsilin siyasalla ilişkisi tam olarak nedir?

Öncelikle bugünkü burjuva iktidarlarının herhangi bir biçiminde yürütülen seçim sistemi özünde bir plebisitten ibarettir. Çünkü seçim sistemi bir yönetme sürecinin bileşeni olmaktan çıkmış, parti kurullarında lobiciliğin ve sermaye ilişkilerinin belirlediği listelerle halkın tartışması ve soru sorması engellenmiştir. Söz konusu süreç, halkın ilgisini çekmekten ve buradan bir meşruiyet devşirmekten ibaret bir prosedüre dönüşmüştür. Gerçek anlamda, aşağıdan yukarıya tartışılan ve “yansıtılan” bir irade yoktur.

İşin aslı, bu irade yansıtma mekanizması, yani temsil sisteminin gizemli dünyası liberalizmin farklı biçimlerinin (bu noktada buna muhafazakarlık, popülizm ve radikal demokrasi de dahildir) tek sığınak alanıdır. Çünkü temsil anına gelene kadar girişilen birbirinden farklı bütün “siyasal” oldu bittiler bir yana bırakılır, günün sonunda yapılacak olan, nihai konsensüsün renk paletine kendi rengini eklemek, en iyi ihtimalle iradeyi yansıtmak olur.

Halbuki hiçbir temsil mekanizması temsil edilenin temsil edene yetki devretmesiyle sonuçlanamaz. Çünkü hukuki formaliteler bir yana ama felsefi anlamıyla yetkinin ve iradenin kişiden kişiye aktarılması mümkün değildir. Yetkinin devri, iradenin devri siyasalın düşmanıdır.

Ayrıca eğer böyle bir temsil var ise, herhalde liberal demokrasi kendi çoğulculuk çelişkisiyle de başbaşadır. Çünkü temsil, pratik nedenlerle ihtiyaç duyulan bir şeyse bile bu durumda farklı partilere, gruplara ve hatta kişilere ihtiyaç kalmayacaktır. Yetkinin devri söz konusuysa bir gruba mı partiye mi yoksa kişiye mi devredildiğinin ne önemi vardır? Daha pratik olanı seçmek neden makbul değildir: halk yerine temsilcileri karar veriyorsa, bütün bir halk yerine tek bir kişinin karar vermesi de pekala mümkündür. Bu durumda parlamento denilen şey gerçekten de Lenin’in deyimiyle “muhabbet tezgahı” olmanın ötesine geçmeyecektir. En iyi ihtimalle, bazı monarşilerde görüldüğü gibi, bir “danışma kurulu” işlevi görecektir. İyi ama bütün bunlar için seçime, vekile, meclise ne gerek vardır? Pratik olanla ilerlenmelidir… Nitekim Nazizmin yıldızı liberal demokrasinin parlamentarizminin tam da  bu çelişkisinin üzerinde parlamamış mıdır?

Gerçekte olan da budur. Yalnız Türkiye’de değil, sosyal devletin çöktüğü, emperyalist yarışın hızlandığı Avrupa’nın bütün parlamentolarında olan budur. Ayrıca bu sistemde amaç güçler ayrılığını devreye sokmak ve bir “denge mekanizması” yaratmak da değildir. Güçler ayrılığının salık verildiği bütün “kardeş” ülkelerde neyin nasıl gerçekleştiği belleklerimizdedir. Bütün bir eski Sovyet coğrafyasına yargının özgürlüğü ve güçlülüğü adı altında dayatılan “hukuk ülkesi” olma hedefi, yargının kelimenin gerçek anlamıyla elitler ve teknokratlar eliyle Almanya’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye emanet edildiği bir kilitlenmeyle sonuçlanmamış mıdır? Bugün Erdoğan’a benzetilip burun kıvrılan “otoriter” Macaristan, Polonya ve bilimum ülke tam da bu tezgaha tepki olarak ortaya çıkmamış mıdır?

Mekanizma yıllar boyunca hep aynıdır. Liberalizm özgürlük yanılsamasıyla içinden çıkılamaz hale getirdiği her coğrafyada radikal sağcı siyasetlerin ve faşizmlerin doğuşunu çağırmış, belki de tarihten alınan büyük dersle bunu bile isteye gerçekleştirmiştir.

Devrimci Meclis Nasıl Yönetir?

Güçler ayrılığının nasıl bir yalan olduğunu, parlamenter sistemin nasıl bir illüzyon olduğu anlamak için illa liberalizmin krizini beklemek, faşizmin teorisyenlerini imdada çağırmak mı gerekmektedir?

Bu pisliğin temizlenebilmesi için dünyaya başka bir alternatifin meydan okuması gerekir. Ve en başta dediğimiz gibi siyasal olanın yasal olandan önce mi yoksa sonra mı geldiği sorusuna siyasal olan merkeze konularak yanıt verilmelidir.

Bu, yasaların korumasından mahrum kalmak veya yasaları kendine siper ve mızrak bellemek için değil, “irade”nin hangi sürecin ürünü olduğunu anlayabilmek için gereklidir.

Çünkü sosyalizmin temsil sorununa çözümü Marx’ın Komün hakkındaki satırlarından beri bellidir, nettir. Temsil bir yetki devri değildir. Ne var ki sorun zaten yetki devretmek de değildir. Sorun bir süreci yaratmanın koşullarıyla ilgilidir. Meclis ise farklı kesimlerin düşüncelerini boca edip tartıştıracağı veya farklı hassasiyetlerin kendini ifade etme olanağı bulacağı bir yer değil, farklı temsilcilerin tartışmayı örgütleyip bütün bir toplumu bunun parçası kılacağı yerdir. Temsil ancak bu sürecin bir parçası olarak temsildir. Ve bu nedenle ulusaldır, bölünemez ve tek kişiden oluşamaz. Böyle bir mekanizmanın tek koşulu devrimci bir iradenin ortaya çıkarılmasıdır. Ve tersinden, devrimci iradenin yaşam koşulu kitlelerin siyasete ortak olduğu, her hücresiyle siyasallaşmış bir toplum örgütlemekten geçmektedir.

Bu iradenin siyasal olan ile yasal olan arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağı dinamik, kaotik ve son tahlilde siyasal bir meseledir. Sovyet iktidarı bu dinamizmin nasıl yönetileceğine dair muazzam derslerle doludur. 

Yani yeni toplum sözleşmesinin ne olacağını söyleyemeyiz ama bu sürecin dinamikleri hakkında fazlasıyla konuşabiliriz.

Genç Sovyet yönetimi 1917 Ekim ayını takip eden bir yıl içerisinde bini aşkın kararname çıkarmış ve talimat üretmiştir. Devlet aygıtının parçalanması ve yeniden kurulması belki iktidarın ele geçirilmesinden bile zorlu bir meseledir. Lenin’in deyimiyle, sosyalist devrimin en zorlu ve en önemli görevi organizasyon meselesidir. Söz konusu kararnamelerin önemli bir bölümünün hukuksal bir özellik bile taşımadığı görülür. Sovyet iktidarı bazen kurullara bazen halka seslenmiş bu seslenmenin yeni bir hukuki sistemin ittirici gücü olması amaçlanmış bazense kararname adı altında açıkça propaganda yapılmış veya bu müdahalelerin eğitici bir rol üstlenmesi istenmiştir. Üstelik bu kararların sadece dönemin yönetsel organları olan Sovyet yürütmesinden ve Halk Komiserleri Konseyi’nden çıktığı da düşünülmemelidir. Bazen Çeka’dan, bazen askeri konseyden bazense yerel komitelerden çıkan kararlarla “kaotik” bir yönetim anlayışı mevcuttur.

Sovyet yönetiminin kararnameleri hukuki olarak bakıldığında tutarlılıktan yoksundur ve hatta bazen çelişki içerisindedir. Bu kaotik yönetim anlayışı bazı yorumcuları ve tarihçileri dehşete düşürmüş, Sovyet iktidarının müdahalelerinde ve Lenin’in makalelerinde ne yaptığını bilmeyen bir iktidarın can çekişmesi görülmek istenmiştir. Ama yeninin yaratılma sürecinde hukuki değil ancak siyasi bir tutarlılık beklenmelidir. Çünkü bahsi geçen dönem katı olanı buharlaştıran, her şeyin (kimilerinin deyimiyle) “istisna” olduğu bir dönemdir. 

Bugünkü anlamıyla devletin, hukukun ve siyasetin ortadan kalkacağı zamana dek tek gerçek kural geçerli olabilir: Siyasal olanla yasal olan arasındaki karmaşık ve eşgüdümsüz ilişki son tahlilde siyasal olanın izlerini taşıyacaktır.

Nitekim Sovyet iktidarı siyasal olarak son derece tutarlıdır. Devrimci iktidar önündeki siyasal hedeflerin ne olduğu konusunda bir çelişki yaşamamaktadır. Devrimci iktidarın önünde birbirine bağlı birkaç görev bulunur. 

Öncelik Komün derslerinindir. Devralınan devlet aygıtının mekanizmaları “imha” edilmelidir. Yeni devlet, kadro kaynakları olarak olmasa dahi mantalite itibariyle burjuva özelliklerinden arındırılmalıdır. Bu bir imha süreci demektir. Ardından devrimci iktidarın Sovyetleriyle, komiteleriyle, kararnameleri ve kadrolarıyla, ama son tahlilde siyasal iradesiyle halkı eğitme görevi bulunmaktadır. Bazılarının devrim yapmaya yakıştıramadığı bir halk nasıl birkaç ay içerisinde muazzam bir eğitim süreci geçirmiş ve iktidarı yıkmaya yönelmişse, aynı halk yeninin yönetilmesi sürecinde de benzer bir hızla eğitilmektedir. Sonra, Sovyet iktidarı kelimenin tam anlamıyla yönetmelidir. Yönetmek disiplin demektir. Devrim inisiyatif almak demekse, devrimin yayılması ve bir düzen kurması merkezi kontrol ve disiplin anlamına gelmektedir. Devrimci yönetim bir yandan kaotik müdahalelerde bulunur ancak başka bir yandan eldeki kaynağın en etkili şekilde kullanılması için mekanizmalar ve kurallar üretir. Yeni yönetim, yönetebilmek için disiplin kurabilmek için belli bir rutine ihtiyaç duyar. Tahılın, askerin, merminin ama aynı zamanda inisiyatifin en etkili şekilde kullanılabilmesi için bir miktar “hesap-kitap” gerekir. Devrimci iktidarın bir başka görevi sosyalizmin tohumlarını atmaktır. Bunun ilk adımıysa burjuva sınıfı mülksüzleştirmek, bu düşman sınıfı siyasalın dışında bırakmak, bütün siyaset kurumlarını, fabrikaları ve tarlaları devletleştirmektir.

Sovyet iktidarı siyasaldır. Kitleselleşmeyen, kitlelerin sahiplenmediği bir devrimin yok olmaya mahkum olduğunu bilmektedir. Halkın bütün yerelliklerde, komitelerde, halk toplantılarında ve hatta mahkemelerde bir araya gelmesi için kararnameler çıkarılmıştır.

Bütün bu görevler ve hedefler bazen birbiriyle zıtlaşan, bazen birbirine güç veren sonuçlar üretmiştir. Öte yandan düşman sınıfı etkisiz bırakan, iç savaşı bitiren, sosyalizmin kuruluşuna güç aktaran süreç tam da bu program doğrultusunda gerçekleştirilebilmiştir. Bu bir siyasal başarıdır ve evet, önce devrimin sonra da hukukun standartları itibariyle yasal ve meşru bir başarıdır.

Lenin’in Sovyet iktidarının ilk yıllarındaki yazılarına bakıldığında Sovyet iktidarının önündeki görevlerin zamana ve önceliğe göre değiştiğini görürüz. Örneğin 1919’da kitlesel mobilizasyonu, devrimci dinamizmin “verimini” kullanmak isteyen Sovyet iktidarı ekonominin üslerini işçi kontrolüne ve denetimine açarken daha sonra bundan vazgeçebilmiş ve yıllar sonra bürokratizmin buzunu kırmak için başka bir biçimde yeniden davet edebilmiştir. Oysaki bu makas değişiklikleri yalnızca dönemin ruhundan kaynaklanan bir “deneme-yanılma” sürecinin ürünleri değildir. Lenin 1920’ye gelindiğinde bu denetimin bazı açılardan hayale dönüştüğünü, çünkü bunu mümkün kılacak yetkin işçilerin en iyilerinin cepheye yollandığını dile getirmektedir. Çünkü öncelikler ve farklı görevler arasında değişen dengeler yıldan yıla hatta aydan aya başkalaşmaktadır. Çünkü bir devrim ancak böyle yönetilebilir.

Siyasalın nasıl tesis edildiğine dair başka bir örnek “işçilerin yargıçlığı”nda da karşımıza çıkar. Lenin’in yazılarından, devralınan devlet organlarının ve hukuk sisteminin niteliğiyle ilgili hiçbir kafa karışıklığına sahip olunmadığı görülebilir. Lenin henüz yeni bir devlet aparatının olmadığı bir dönemde herkesin devrimci amaçlar çerçevesinde işçi sınıfı adına yargıçlıkta bulunabileceğinden bahseder. Bunun halkın “dizginsiz” iradesinin önünü açmak olduğu açıktır. Öte yandan aynı Lenin birkaç yıl sonra hukukun bütün Sovyet coğrafyasında aynı biçimde işlemesi gerektiğini de belirtmektedir. Çünkü kural setinin olmadığı yerde antik Rus kültürünün “vahşi” yasaları türemeye başlayacaktır. Lenin bir ülkenin aynı yöne bakan tek bir kural setinin olması gerektiğini vurgulamaktadır:

“Tüm bu konularda yerel farklılıkları dikkate almamak, bürokratik merkeziyetçiliğe kaymak anlamına gelir. Bu, yerel otoritelerin, tüm rasyonel yönetimin temeli olan belirli yerel özellikleri gerektiği gibi dikkate almasının engellenmesi anlamına gelecektir. Ne var ki, hukuk tekdüze olmalıdır ve sosyal yaşamımızın ve kültür eksikliğimizin kökündeki kötülük, Kaluga yasasını Kazan’dan farklı olarak korumak isteyen eski Rus görüşüne ve yarı-vahşi düşünce alışkanlığına kapılmamızdır.”1

Lenin’in sıraladığımız diğer örnekler için başka alıntılarına da yer verebilirdik. Belki de başka bir çalışmanın konusu olarak yapılmalıdır bu. Öte yandan yüzlerce yıllık felsefi birikimin Lenin’in siyasal kaleminde nasıl bir ürünle sonuçlanabildiğini görmek bu kadarıyla bile öğreticidir. Lenin hukukçu tedrisatının verdiği birikimle değil işte bu diğer birikimle konuşmaktadır. Ve gerçekten de konuşmaktadır. Siyasalın bütün ruhuna uyacak biçimde bu sözler 1920 yılının Mayıs’ında bir telefon görüşmesinde Politbüro için Stalin’e söylenmektedir.

Lenin hukukun yasalarının yeni bir kültür inşa etmek için olmazsa olmaz olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü kurallar eğiticidir. “Yurttaş”ın yeniden doğuşunu ancak kurallı bir toplum sağlayabilir.

Öte yandan nasıl kültür için kurallar gerekliyse, kurallar için de bir kültür gereklidir. Ve bu bir çelişkidir.

Çelişki, hayatın en güzel anıdır. Çünkü daha ileriye gidebilmenin anahtarını sunar. Siyasal, o anahtarın devrimci bir dönüşüm üretebilmesini sağlar.

“Kim şiddetli bir mücadele döneminde hukukun değişemezliği nedeniyle kendini durduruyorsa o kişi zavallı bir devrimcidir. Bir geçiş döneminde kanunların yalnızca geçici bir geçerliliği vardır; ve ne zaman kanun bir devrimin gelişmesini engelliyorsa, bu ortadan kaldırılmalıdır.”2

Benzer, çelişki yüklü bir dönem 1920’yi 1923’e bağlayan çalkantılı yıllarda da karşımıza çıkar. Hatırlanacaktır, Büyük Millet Meclisi’nin “yönetme” sorunu yaşadığı dönemeçte oklar Mustafa Kemal’de, onun tek adamlığı ve vekil tercihleri üzerinde toplanmak istenmiştir. Aslında yeni meclisin asıl sorunu bir iktidar sorunudur: Yeni meclis kitleleri ve kaynakları harekete geçiren bir irade olarak organize olabilecek yani devletleşebilecek midir? Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olacağı bu “büyük” millet meclisi nasıl hükmedecektir? Yani, iktidar saltanatta mı yoksa halkta mı olacaktır…

1920’nin zorlu yaz aylarında organizasyonun merkezileşme ve disiplin yönünde adımlar atılmıştır. “Kongreler dönemi”nin dinamizmini arkasına alan yeni iradenin organize olma zamanı gelmiştir. Düzenli ordunun kuruluşunda, meclisin aşağıya doğru örgütlenişinde alınacak mesafe Anadolu’nun dinamizmini en etkili şekilde kullanmanın yolu olacaktır. Ama Çerkez Ethem olayı ve diğer zorluklar bu görevin o kadar kolay olmadığını da göstermektedir. Ve fakat devrimin yasalarında sıkışmayı sıkışmayla aşmak da vardır. Bilindiği gibi, 1920’nin Halkçılık Programı bu sıkışmayı “gaza basarak” aşmanın programıdır. Ve bunun ürünü olarak ortaya konan, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu Layihası ile başlayan tartışmalar yaklaşık bir yıl sürmüş ve bir “anayasal düzen”e bağlanmıştır.

Ancak anayasal düzen tartışması, özünde bir iktidar tartışmasıdır. Ve her iktidar tartışması yasal olmadan önce siyasaldır. Yeni meclisin hükmetme sorununu, meclis hükümeti sorununu çözecek olan adımlar da siyasal cephede atılmıştır. Yeni iktidar, içerideki organizasyon sorununu çözdükçe, ademi merkeziyetçiliği tasfiye ederek otoriteyi tesis ettikçe iktidar boşluğunu doldurmuştur. Bunun yanında, işgalci güçlere karşı cepheden yükselen ve buna eşlik eden diplomatik başarı millet meclisinin hükmetme sorununu çözen bir meşruiyet aşısı olmuştur. 

Bu askeri ve siyasal başarı sarmalı, anayasal adımları da beraberinde getirmiştir. Ancak anayasal başarı, yani 1921 dönemeci, devrimci bir dönemin bütün siyasal izlerini taşımaktadır. Nitekim 1921 Anayasası geriye dönüp bakılacak, tekrar raflardan indirilecek bir metin hiç olmamıştır. 1921 Anayasası 1923’e uzanan devrimci sürecin sadece belli bir dönemecinin ihtiyacını karşılamıştır. 1921 bir “toplum sözleşmesi” değildir ve olmamıştır. 

Çünkü önce iktidar sorunu çözülmeli, saltanata son verilmeli ve Cumhuriyet’e adım atılmalıdır. Bunun için de siyasalın yaratıcı gücüne ihtiyaç duyulmaktadır.

O yaratıcı güç bugün Türkiye’yi yeni bir düzene taşımak isteyenlere ipuçları sunuyor. Türkiye’nin devrimcileri Jakobenlerin cüretinden, Komünün keşiflerinden, Sovyet iktidarının programından ve Türk devriminin inkılabından güç almaya devam ediyor.

  1.  Lenin, Collected Works, 2nd English Edition, Progress Publishers, Moscow, 1965, Volume 33, pages 363-367.
  2.  Lenin, Collected Works, 4th English Edition, Progress Publishers, Moscow, 1972 Volume 27, pages 505-532.