İşçiler ve Kürtler

Büyük Ekim Devrimi’nden öğrenmeye devam ediyoruz. Aradan yüz yılı aşkın zaman geçmesine, Ekim Devrimi’nin doğrudan ürünü, mirasçısı olan Sovyetler Birliği’nde kapitalizme geri dönüşün bile otuz yılı aşmasına karşın, devrim stratejisini ilgilendiren bütün akıl yürütmelerin yolu 1917 Rusya’sından geçiyor. Bu kadarı bile kapitalist restorasyonun Leninizm için yenilgi anlamına gelmediğini göstermez mi?

Kuşkusuz kimse tartışırken Bolşevik deneyimi pozitif bir model olarak almaya mecbur tutulamaz. Söz konusu deneyim o günlerde de çok tartışılmıştı. Bugün ise 1917’nin eleştirmeni akımların Leninistlerden çok daha fazla taraftara sahip olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ekim Devrimi’nin otoritesi altında bir dönemden geçmiyoruz. Dolayısıyla benimseme, doğrulama zorunluluğu yok.

Ama ısrarlı olacağım başka bir nokta var: Kavramsal sadakat.

Kavramlara sadakat zorunludur. Sadece anlaşma kolaylığı açısından bile Bolşevik deneyiminden süzülerek gelişmiş olan, çoğunlukla içeriğini Lenin’e borçlu olduğumuz kavramları, özgün içeriğe uygun biçimde kullanmak durumundayız. İstemeyen elbette yeni kavramlar da geliştirmeyi deneyebilir. Ama Lenin’in kavramlarını alayım, içeriklerini ise başkalaştırayım demek art niyetli değilse cahilce olur.

Ne yazık ki solda durum kabaca budur!

Leninizmle bağı çoktan kaybolmuş bir dizi yorumcu, örneğin ittifak dediğinde Lenin’e atıfla konuştuğunu düşünmekte, arada bir uyum olduğunu varsaymakta, ima etmektedir.

Demek ki, önce saha temizliği için hatırlatmalarda yarar var.

Eşitlerin ittifakı diye bir şey yoktur

Marksizm’de sosyalizm işçi sınıfının iktidarına dayanan bir sistem olarak öngörülmüştür. En başından yani ilk Marksist devrim stratejisi denemesi olarak okuyabileceğimiz Manifesto’dan itibaren işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmek için yeterli güce sahip olup olmadığı temel sorulardan biridir. 1848’de Marx, nesnel koşullara ilişkin olarak hayli iyimserdir. Buna göre yükselen burjuva devrimi alanı temizlemekte, emek ve sermaye arasındaki karşıtlığı çıplaklaştırmakta ve işçi sınıfının bir devrim gerekliliğinin bilincine kısa sürede sıçramasını hazırlamaktadır. Devrimin eli kulağındadır…

Bu senaryoyu burjuvazinin kendi devriminden cayması bozmuştur. 1848 Haziranında Fransız burjuvazisinin işçi hareketini boğmak için geri toplumsal güçlerle işbirliğine karar kılması, ardından Cumhuriyetin yerine hanedanların kapısını çalması istisnai bir örnek oluşturmaz. Avrupa’yı saran devrim hemen her yerde aynı ihanete sahne olur. Yine de Marx, L. Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde iyimserliğini yenileyecek ve burjuvazinin devrim sürecinden geri çekilişinin, sahipsiz kalan devrimci görevleri de işçi sınıfına yükleyeceği öngörüsünde bulunacaktır. Gerici restorasyon ne kadar gerçekse, burjuvazinin freninin tarihin tekerini geriye çeviremeyeceği de o kadar kesindir.

Lakin gericiliğin bir döneme damga vurması da kaçınılmazdı. İşçi sınıfı 1860’larda yeniden yelkenlerini doldurduğunda mücadele stratejisi 1848’in çocukluk evresine göre ayaklarını çok daha gerçekçi basar toprağa. Birinci Enternasyonal Marksist hareketin emekçi kitleler ve sosyalist gelecek üstünde iddia sahibi başka akımlarla ortak platformu olacaktır. Polemiklerinde Marx ve Engels’in öteki akımları küçük burjuva karakteriyle tanımladıklarını, dolayısıyla işçi sınıfının politik mücadelesinde kimi ittifak dolayımlarının, adı açıkça konulmaksızın gündeme alındığını söyleyebiliriz. On yıllarca Marksist hareketin kod adı olan, hakikaten işçi sınıfı partisi niteliği taşıyan örgütlerin taşıdığı “sosyal-demokrat” adlandırmasının kendisi bile sosyalizmi ve demokrasiyi hedefleyen dinamiklerin biraradalığını ima etmiştir.

Bu tablonun arkasında işçi sınıfının kendi başına siyasi iktidarı ele geçirme gücüne sahip olamayabileceği olasılığı veya iktidar yürüyüşünü hızlandırma arayışı yatar. Lenin’in formülasyonları için de aynısı geçerlidir.

Sosyalizme geçişi sağlayacak olan siyasal devrimin proletarya diktatörlüğünün kurulması anlamına geleceği Marx’ın kendine mal ettiği bir “buluş.” Peki, ittifak iktidarın paylaşılması yoluyla proletarya diktatörlüğünün sulandırılması için mi icat edilmiştir, yoksa işçi sınıfının güç eksiğini kapatarak iktidarını mümkün kılmak için mi? Yanıt açıktır. Öyle ki, Lenin ve onun yolunun izleyicileri hep, “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü”nden “halk demokrasisi”ne kadar farklı siyasal modelleri proletarya diktatörlüğüyle yakınlaştırmaya uğraşmışlardır.

Rusya’da bu ihtiyaç kendini çok daha yakıcı biçimde hissettirir ve tartışılır. Rus muhalif çevrelerinde işçi sınıfının iktidara yükselmek için burjuvazinin kendi devrimini tamamlaması gerektiği yaygın kabul görüyordu. Bu pozisyonun istisnası, politik düşünür ve eylemci olarak Lenin, hareket olaraksa sosyal-demokrat partinin Bolşevik kanadıdır. Ancak Leninist formülün proletarya devrimi ve diktatörlüğünden ibaret bırakılması mümkün olamazdı. Eninde sonunda Batı Avrupa sanayi toplumlarının ve örgütlü işçi sınıflarının yanından bile geçemeyen Rusya’da bu iddia ne gerçekliğe uyardı, ne de ikna edici olabilirdi. Lenin’in ittifaklar teorisi özgün bir buluştur ve Rusya işçi sınıfının maddi eksiklerini kapatmak için iki yöne bakmaktadır. Birincisi köylülüktür, ikincisi ezilen uluslar.

Çoğunlukla Bolşevik ittifak politikalarının ilk çağrıştırdığı köylülük olmaktadır. Dikkat; Rusya’da tarım proletaryası, yani kapitalist artı-değer sömürüsüne tabi tarım işçileri bu ittifakın tarafı olmak durumunda değillerdi. Tarım işçileri zaten işçi sınıfının bütünlüğünün bir parçasını, küçük bir parçasını oluşturuyordu. Asıl devrime ekstra enerji katabilecek olanlar topraksız ve az topraklı yığınlardı. Dönemin komünisti sayabildiğimiz Bolşevik sosyal-demokratların hedefi sosyalizmdi, ancak kapitalist gelişmenin bu proleter veya yarı-proleter kırsal nüfusu feodal üretim ilişkilerinden kopartarak kentlere sürmesini, işçi sınıfının saflarına katmasını bekleyecek de değillerdi. Burjuva devriminin yavaş gelişmesini, eski düzenle uzlaşma yönelimini veri alıyorlardı. Sonuçta işçi sınıfının gelişmesinin bir üst sınırı olacaktı. Aceleleri vardı ve sınıflarının eksiğini başka dinamiklerden kapatmayı kurguladılar.

Lenin 1917 Şubat Devrimini burjuva devriminin tamamlanması olarak yorumladığında sosyalist devrimin güncelliğini tez haline getirmenin büyük heyecanıyla önce tarımda da sosyalist bir dönüşüm öngörmeye yöneldi. Ancak bu pozisyon Ekim Devrimini ihtiyaç duyulan biçimde bir işçi-köylü iktidarına yaslamak üzere hemen düzeltilecek ve tarımda kolektivizasyon ertelenecekti.

Ama biz ara başlığımıza dönelim… Leninist ittifaklar kavramında işçi sınıfı eşitlerden biri değildir. Yedek güçler kavramlaştırması ittifak tartışmasına zorunlu olarak eşlik eder. Köylülüğün mülkiyetçi ideolojisine ancak bir süre tolerans gösterilebilirdi. Zamanı gelecek ve özel mülkiyet kırda da baskılanacaktı.

İkinci yedek güç kaynağı da ezilen uluslar, -veya henüz uluslaşmanın tamamlanmasından söz edilemeyeceği için- ezilen milliyetler veya halklardı. Topraksız köylülere toprak dağıtmak gibi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı da ittifak stratejisi çerçevesinde gündeme geldi. Ancak kimse ezilen bir milliyetle Rusya işçi sınıfını eşdeğer görmeye kalkmadı! Sosyalist dönüşüm ezilen milliyetlerin politik bir birim olarak kendi ulus-devletlerini yaratmaları değil, farklı kökenlerden halkların Sovyet halkını oluşturmak üzere kaynaşmalarıdır.

Leninist ittifak kendi içinde hiyerarşiktir. İşçi sınıfının öncü partisi farklı toplumsal enerji kaynaklarını uyum içinde bir araya getirir, proletarya diktatörlüğünün tabanını yaygınlaştırır. Müttefiklerden biri hiyerarşinin tepesinde diğerleri eteklerindedir. Dolayısıyla bu yapı çelişkiler barındırmaya mahkûmdur. Öncülük çelişkinin taraflarının politik çatışmadan alıkonularak yönetilmesini içerir. Öncülük fonksiyonunun yerine getirilemez hale gelinmesine bağlayabileceğimiz Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sürecinde ittifak sistemlerinin dağılmasını da izleyebiliyoruz.

Kendi kaderini tayin hakkı evrenselleştirilemez

Sosyalizm uygulamalarında farklı etnisitelerin işçi sınıfı iktidarıyla uyumlu hareketini sağlamanın başlangıç noktasında kendi kaderini tayin hakkı yerini almıştır. Amaç işçi sınıfı ile ezilen milliyet arasında bir ittifakın tesisiydi. Kendi kaderini tayin ise bu ittifakın unsurlarından bir tanesiydi.

Göz ardı edildiğinde tarihin anlaşılmaz hale geleceği açık olan başka unsurlar da vardır.

Bir tanesi, ezilen halkların kendi içlerindeki sınıfsal ayrışma, yani işçi sınıfının farklı bölgelerde gelişmişlik düzeyidir. Kuşkusuz işçi iktidarı, milliyetler hapishanesi denen Çarlığın bağımlı halklarında kendi izdüşümlerini bulduğunda iş kolaylaşır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne giden yolda Bolşevikler diğer halkların işçi sınıfları içinde yoğun bir örgütlenme çalışması yürütmüşler ve Rusya’ya göre toplumsal gelişmenin daha geri olduğu sınıf kardeşlerine el uzatmışlardır. Bu pratik Komintern’de karşımıza sömürgeci ülkenin komünistlerinin sömürge ülkelerdeki örgütlenmeye “ağabeylik” yapmaları biçimini alır. Bağımlı halkların sınıfsız bütünlükler arz ettiğini düşünemeyeceğimize göre ittifakın uluslar tarafında çıkarları ve niyetleri sosyalizmle çelişen güçlerin var olması da kaçınılmazdı. Geleneksel mülk sahibi sınıfların doğrudan veya dolaylı temsili anlamına gelen bu olgu içeriden, o ülkenin komünistleri ve işçi sınıfı tarafından baskılanmalıydı.

İçeriden baskılamanın yetmeyeceği örnekler de az değildi doğrusu. Buralarda Bolşevik merkezle “ulusal” çevre arasındaki ilişkide çelişkilerin su yüzüne çıkması kaçınılmazdı. İşçi sınıfı iktidarı bir ulusal ittifaklar sistemine de dayanıyordu ve iktidar ittifakların içinde de mücadele yürütülmesini gerektirirdi.

Zorunlu olarak varlığını sürdüren boşluklara emperyalist ilişkilerin sızmasıysa bir dünya gerçeğiydi. Büyük Anayurt Savaşı sırasında trajik ürünler verdi bu sızma. Sovyet iktidarı, “ezilen” kategorisinden çoktan çıkan küçük ulusların, kapitalist restorasyoncu, dahası Nazi işbirlikçisi güçlerine müdahale etmek zorundaydı. Bu müdahalenin sosyalizmi koruma güdüsüne dayandığı açıktır ve ulusların arasındaki ittifakın korunması emperyalist saldırı ortamında meşrudur. Yani emperyalizm çağında dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfıyla küçük uluslar arasındaki ittifak gül bahçesi değildir.

Kendi kaderini tayin hakkı, bu karmaşık süreçte ilgili ulusun, iç sınıfsal ve ideolojik dengelerine bağlı olarak sosyalizmden sapma olasılığına belli bir hoşgörüyle yaklaşmaya kadar genişleyebilmiş, söz konusu hakkın kullanımını o ulusun işçi sınıfına zimmetlemeye kadar da daralabilmiştir.

Üstelik kimilerinin zannettiği gibi ayrılma hakkını içeren kendi kaderini tayinin bir devletin hukuksal yapısında sabit olarak durması da imkânsızdır. Sosyalist bir iktidar, birliği oluşturan halkların her istediklerinde ayrılmayı tartışmaya açmalarını hukuksallaştıramaz. Bir kez birlik oluştuktan sonra, konunun gündeme gelmesi birliğin temellerinin sarsıldığı bir krizin ürünü olabilir ancak. Nitekim Sovyet deneyiminde de ayrılma hakkı, birliğe sonradan katılanlar bir yana, ancak çözülüş krizinde masaya gelmiştir. İşin özü; Leninist ittifak kavramsallaştırmasının parçası olarak görülmesi gereken Sovyet pratiğinde köylülüğün mülkiyetçi özlemleri gibi milliyetlerin milliyetçi ideolojileri de kontrol altında tutulmaya çalışılmış, yeri geldiğinde baskılanmıştır. Mülkiyetçilik veya milliyetçilik temelli mücadelelerin, dünya çapında sistemlerin damga vurduğu bir uluslararası ilişkiler arenasında yalnızca sosyalist ülkenin iç sorunu olarak görülmesi de saflık olur.

Sonuç olarak ulusların kendi kaderini tayin hakkı, sosyalist devrim mücadelesi açısından bakıldığında sömürgeciliğin çözülmesine, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin kırılmasına hizmet ettiği zaman ve işçi sınıfı ile diğer halklar arasında yakınlaşmaya güç kattığında pozitif anlam kazanan bir taktiktir. Leninist yaklaşım milliyetçiliği bir özgürlük alanı olarak değil, mücadele konusu olarak görür.

İşçi sınıfı ve ezilen Kürt ulusu arasında ittifak

Solda işçi sınıfıyla Kürt halkı (ulusu) arasında bir ittifaktan söz edildiğinde temel referansın Leninist ittifaklar teorisi olduğu “varsayılmaktadır.” Sosyalist hareketin doğal müttefiki olarak Kürtler, Kürt ulusal hareketi, Kürt halkı gibi adlandırmalar birbirinin yerine biraz hoyratça kullanılmıştır. Eğer ortada somut bir işbirliği varsa bunun Marksizm-Leninizm’in kitabına uygun olduğu onu savunanların ortak kabulüdür…

Yukarıdaki girişi olayın bu kadar basit olmadığına gelmek için yazdık.

Türkiye’de sınıfların ve toplumsal güçlerin bir devrim stratejisi bağlamında, öncü devrimci parti tarafından nasıl bir ittifak sisteminde bir araya getirilmesinin hedeflendiği varsayım ve kabullerle kısa yoldan halledilebilecek bir konu değildir.

Bir kere sol ile Kürt ulusal dinamiği ilişkisinin tarihi üç döneme ayrılıyor. Birinci dönemde her ikisi de vardır, ama bir ilişki yoktur!

1920’den 1960’lara kadar Türkiye Komünist Partisi’nin Kürt nüfusun yoğun yaşadığı bölgelerde anlamlı bir etkinliği olmamıştır. Daha ziyade Marksistlerin Kürt sorunu hakkındaki teorik-politik değerlendirmelerinden ibaret olan bir gündeme ilişki diyemeyiz.

Yeri gelmişken söylemek durumundayım; bu ilişkisizlik durumunun TKP’nin Kürt varlığını yadsıması ve burjuva devletle aynı konuma yerleşmesi iddia edilerek okunması asılsızdır. Çeşitli vesilelerle ve en derli toplu haliyle Parti Tarihi’nin ikinci kitabında konu ele alınmış bulunuyor. TKP somutluğunda Türkiye soluna şovenizm suçlamasında bulunan Kürt ulusalcıları ve bu karalamayı onaylayan liberal sol tarihsel gerçekleri tahrif etmektedir.

İlişkisizlik bir tercih değil aşılamayan bir somut durumdur tarihimizde. Ve 1960’larda hem solun toplumsal bir yaygınlığa ulaşarak Kürt coğrafyasıyla temasa geçmesiyle, hem de toplumsal dinamiklerin açılıp serpildiği dalganın Kürt toplumunda da karşılık bulmasıyla iş değişir. Türkiye İşçi Partisi’nin işçi sınıfının temsiliyetinin ötesinde genel demokrasi ve özgürlük alanında da ağırlığını hissettirmesi, ezilen bir toplumsal kesim olarak Kürt aydınlarında ve emekçilerinde yankı bulmuştur. Sosyalizm, eğitimli, meslek sahibi Kürtler arasında ve öğrenci gençlik içinde bir politik seçenek olarak güç kazanır. Bu yıllardan başlayarak Kürt kökenli yurttaşlar sol hareketlerin önemli bir kadro ve taraftar havuzunu oluşturacaklardır.

Ancak Birinci TİP’in Kürtler arasında kazandığı mevzilerin bir ittifak mimarisine yerleştirildiğini iddia etmek gerçeğe aykırıdır. Bir kere TİP’in seçimlerde oyunu arttırmak dışında bir iktidar stratejisine sahip olduğu şüphelidir. 1960’ların TİP’i daha ziyade farklı toplumsal dinamiklerin birbirleriyle kaynaşmadıkları, hatta kaynaşmaktan kaçındıkları bir koalisyon görünümündedir. Parti, bir Marksist-Leninist öncü partiye hiç uymayacak biçimde sendikacı işçi önderlerinin, sosyalist aydınların, Alevilerin, öğrenci gençliğin ve ilerici Kürtlerin yan yana geldiği bir platform niteliğindeydi. Solun toplumsal bir yaygınlık ve siyasal bir sıçrama yaşayabilmesi için dönemin koşullarında bu birliktelik çok işe yaramış olabilir. Ancak sosyalist aydınların ve öğrenci gençliğin önemli bir kesiminin algısında TİP solun gelişiminde bir basamaktan ibaretti.

Kürtler söz konusu olduğundaysa siyasal mücadele hiç de TİP’le başlamamıştı. Kürt ulusal dinamiğinin aydınlara yaslanmaya başlamasını 1950’lere uzatabiliyoruz. Daha öncesi mülk sahibi sınıfların hegemonyasında geçmiştir. TİP’li yıllar Kürt dinamiğinin sadece siyaset alanına anlamlı düzeyde yansımasıyla anılamaz. Aynı süreç bir yandan da sınıfsal ayrışmanın izlerini taşır. Kürdistan Demokrat Partisi Kürt ulusal dinamiğinin sağcı, mülk sahibi sınıflara dayanan kanadı olmuş, TİP’te konaklayan kesimlerse solcu, aydın, küçük burjuva ve emekçi karaktere yatkınlık göstermiştir. Ancak, partinin diğer dinamikleri gibi burada da esas olan “konaklama” halidir… TİP’in, kapsadığı Kürt ilericilerinin dışında Kürt milliyetçileriyle de kimi temaslar kurduğu bilinmektedir.

Burada gerçekten de bir sol iktidar stratejisi yoktur. İttifak kavramı Marksist yaklaşımda ancak böyle bir stratejinin içinde var olabilir.

TİP’in 1970 Kongresinde benimsenen ve partinin kapatılmasına gerekçe üretilen Kürt kararı bir ilkesel duruştur. Devamında bu duruşun Behice Boran tarafından sosyalist devrim stratejisi içinde anlamlandırılması için geliştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Ancak 1975’te kurulan ikinci TİP’in Kürt ilericiliğiyle temas noktaları yeniden dramatik biçimde daralmıştır. Bir politik strateji pratikle alışverişi zayıf teorik egzersizlerden ibaret olamaz.

Yeniden faaliyete geçen TKP ise birkaç yıl içinde Kürt coğrafyasında örgütlenme kanallarını açmayı başarmıştır, ancak burada da bir stratejik olgunluktan söz edemeyiz. 1970’lerin sonlarında yaşanan bu pratikte ilgi çekici olan, işçi sınıfı partisinin o güne kadar esasen Kürt kimliğiyle ayırt edilmiş bölgelerde, ülkenin Batısına göre çok daha kırsal karakterli emekçiler arasında örgütlenebilmesidir. Önemlidir, ama konumuz burada bu değildir…

En göze çarpan stratejik tartışma ortak veya ayrı örgütlenme etrafında dönmüştür. Bu stratejik bir konudur elbette, ama stratejik bütünlüklerin yapıtaşı haline getirilememiştir.

Lenin’in kriterleri o zamanlar bugün olduğu gibi “varsayılmakla” kalmıyor, doğrudan gönderme yapmak gerekiyordu. Ortak-ayrı örgütlenme sorusu karşısında Lenin’in sosyal-demokrat Yahudi işçiler arasında su yüzüne çıkan ayrışma eğilimini ne denli sert biçimde mahkûm ettiği görmezden gelinemezdi. Bundculuk, Leninist literatürde işçi sınıfının parti birliğini bölme girişimiydi. Neredeyse ihanet!

Türkiye’de Kürt solunun ayrı örgütlenme eğilimini destekleyecek formül sömürge ulus – ezilen ulus ayrımında arandı. Kürdistan Türkiye’nin sömürgesi olduğunda ayrı örgütlenme meşrulaşacak, ama ezilen ulus olarak Türkiye bütünlüğünün parçası sayıldığında tek bir öncü partinin ortak örgütlenmesi ilke olacaktı. Burada aşırı özetlediğim ama özünü saptırmadığım bu tartışmaların bir stratejinin unsurları olarak görülmesi hayli güçtür. Türkiye’nin Doğu-Güneydoğu bölgesinde Kürt nüfusun mutlak ağırlığa sahip olduğu bir gerçekti, ancak bölgenin “sömürge” kavramının ima ettiği ölçüde dışsal değildi.

Yukarıda üç döneme dönersem, solun yirmi yıllık yükselişinde problematik Kürt dinamiğinin Türkiye sosyalist hareketine nasıl eklemleneceği olmuştur. Türkiye işçi sınıfının Kürt kökenli emekçileri de doğrudan kapsayan bir öncü güç oluşturması mı? Türkiye işçi sınıfının öncü, Kürt ulusal dinamiğininse yedek güç oluşturduğu bir ittifak mı? Her iki seçenek için de, Kürt devrimci güçlerinin yine ulusal taleplerle devinen Kürt sağından uzak durması gerekli sayılıyordu. Uzatmayayım, sol-Kürt ilişkilerinde ikinci dönem sosyalizmin belirleyiciliğinde yaşanmış, adım adım Kürt “özerklikçiliği” serpilmiştir.

Üçüncü dönem 12 Eylül sonrasında solun paralize olduğu ortamda Kürt dinamiğinin PKK eliyle kendi göbeğini kesmesiyle tanımlanır. O günden bu yana kırk yıldır ilişkinin başat unsuru Kürt hareketi olmuştur. Sol Kürt ulusal hareketinin stratejik açılımlarında ve taktiklerinde ne kadar anlam taşıyorsa, iki yaka arasında da o kadar ilişki kurulabilmiştir.

Burada bu uzun zaman diliminde solun bütün öznelerinin Kürt ulusal hareketiyle bir tabiyet ilişkisine rıza gösterdiklerini iddia edemem, haksızlık olur. Kürt hareketinin bu yıllarda herhangi bir sol örgüt veya partiden çok daha büyük bir gövdeye ve politik ağırlığa sahip olması, ilişkiye doğal olarak yansıyacaktı, ama bunun kişiliksizleştirici etkide bulunması için ek birtakım faktörlere ihtiyaç vardır. Toptancı yargılarla hareket edilmemelidir.

Bizim için burada önem taşıyansa şu ki; sol ve Kürt hareketlerinin tarihsel ilişkisinde bütünlüklü bir stratejinin gözlemlenebildiği biricik evre bu sonuncusudur. Söz konusu stratejinin -veya zaman içinde değişim gösterdiğini hesaba katarsak stratejilerin- belirleyici, hegemonik tarafı işçi sınıfı (ve öncü partisi) değil ulusal bir harekettir. Böyle bir ilişkinin Leninizme referansla anlamlandırılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Temellerini Marksizm-Leninizmde gören bir hareketin Kürt ulusal hareketiyle girdiği “ittifak” ilişkisini Leninist ittifak kavramına göre betimlemesi anlamsız olur. Kürt ulusal hareketiyse kendi Marksist kökleri ve sınıf iddialarını zaman içinde önce pratikte, sonra yazılı belgelerinde de terk etmiştir.

Her politik işbirliğinin stratejik olması, Leninist ittifaklar teorisinde anlamlandırılması gerekmez. Pekâlâ, reel politik esneklikler, taktikler, zorunluluklar, konjonktürel denemeler de vardır ve bunların her birinin siyasi mücadelede meşru yerleri olur. Türkiye solunun Kürt ulusalcılığına eklemlenen unsurlarının da gerçeklikle bağı son derece uçuşkan devrimci stratejilere gönderme yaparak komik olmak yerine bu tür zihin egzersizlerini denemeleri daha makul olacaktır. Örneğin milletvekili konumunu kendi siyaset tarzında çok değerli bulan bir örgüt, ittifak gibi büyük kavramlar yerine daha dar zeminlerde tercihlerini rasyonalize etmeye çalışırsa ikna gücü biraz daha artabilir.

Bir strateji varsa…

Yoksa tuhaf diller gelişir, gelişmiştir de… Örneğin Türkiye devriminin önünü açmak adına Kürt sorununun çözülmesinden söz etmek ve bunu Leninist ittifak kavramıyla da temize çekmek hakikaten saçma olmaktadır. Leninizm aşmayı amaçladığı düzenin büyük toplumsal sorunlar karşısında çözümsüz olmasından hareketle sosyalist devrime görev ve enerji çıkartır. Lenin’in imzasını taşıyan literatürde Çarlık otokrasisinin sosyalist devrime bağlanmayan bir yoldan devrilmesi ima bile edilmez. Ulusların özgürleşmemesi veya Çarlığın feodaliteyi tasfiye etmemesi, ucu sosyalist devrime bağlanan kesintisiz bir sürecin örülmesini mümkün kılmıştır. Dahası emperyalizm çağı Lenin’e göre burjuva düzeninin içinde kalan herhangi bir ilerlemenin olanaksızlaşması demektir.

Sol bu referanslardan koptuğunda yok olacağından korkuyor olsa gerek, kendisiyle karşılaştırılması imkânsız büyüklükteki bir ulusal hareketi sosyalizmi hedefleyen bir devrime nasıl eklemleyeceğine dair hadsiz spekülasyonlara kapılıp gidebilmektedir. Ancak ille bütünlüklü bir strateji atfedildiğinde solculuk AKP’cilikte ve TÜSİAD kapılarında tuzla buz olmaktadır.

Eğer Kürt ulusal hareketi ile ona eklemlenen sol hareketler arasındaki ilişkide bir stratejik bütünlük arayacaksak elimizdeki en gelişkin pratik, AKP’nin yükselişini Kürt sorununun çözümü üstünden “faşist Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılması” içinde anlamlandıran ve destekleyen konumlanış olacaktır. O dönemde solculuk gerçekten tuzla buz olmuştur.

Solun tanımının ilkesel unsurları olan sermaye karşıtlığı ve kamuculuk özelleştirme ve piyasa yanlılığına, laiklik dinci gericiliğe, yurtseverlik emperyalizmi hayırhah görmeye feda edilmiş, Türkiye solu tarihinin en şiddetli liberalleşmesini yaşamıştır.

Solu bu batağa çekense Kürt ulusal hareketinden başkası değildi! Emperyalizmin Ortadoğu dengelerinde kendine alan açmaya çalışan, laikliğin onlarca yıl Kürtlerin yanı sıra Müslümanları da ezdiği yolunda bir efsaneye oynayan, sermayenin emek düşmanı huruç harekâtını eski rejime sınır çeken bir demokratikleşme olarak aklayan politikalar demeti, Kürt ulusal hareketinde münferit yanlışlar olmadı. AKP öncesinde Kürt hareketinde milliyetçi-ilerici ideolojilerin biraradalığı, bir ulusal hareketin farklı sınıfları bünyesinde barındırmasının yarattığı sorunlar, Türkiye sınıf hareketiyle ilişkiler gibi birçok gerçek tartışma yapılabiliyordu. AKP’li karşıdevrim yıllarındaysa politik netleşme hızla sağlanmış, Kürt hareketi ile AKP arasında basbayağı stratejik bir işbirliği kurulmuştur.

Bu tür bir dönüşümün milliyetçi ve pragmatik argümanlarla savunulması, sol veya Marksist kökenli bir harekette mümkün değildir. Aslında sıkça sanıldığı gibi, Kürt hareketi Türkiye solundan devşirdiği müttefiklerine daha geniş bir ölçekte siyaset yapma olanağı hediye ederek yardım eli uzatmış olmuyordu. Kürt hareketi açısından AKP’yle girilen ilişkinin soldan aklanması bir ihtiyaçtı.

Benzer biçimde AKP’nin Birikimcilere veya özgürlükçü solculara sunduğu ekran imkânları karşılıksız olmamıştır. AKP Ömer Laçiner, Murat Belge, Ufuk Uras gibi “solcular” tarafından onaylanmayı tarikat şeyhlerinin veya gericiliğin organik yazar çizer takımının sırt sıvazlamasından çok daha fazla önemsemiştir, ve bunda haklıdır. Kürt hareketi de, siyasette tuttuğu alanı kendisinden çok daha küçük hacimli sol hareketler sayesinde genişletmiştir.

Sol ile Kürt ulusal hareketi arasında yapılandırılmış biricik ittifak ilişkisi budur ve bunun Lenin’le uzak yakın alakası yoktur.

İttifak için sesli düşünceler

Sol ile Kürt ulusal hareketinin işbirliği, Türkiye işçi sınıfı ile Kürt yoksul köylülüğünün sınıfsal bütünleşmesi veya yine işçi sınıfıyla Kürt ulusal özgürlük hareketinin ittifakı biçimini almamıştır. Bu yersiz ve temelsiz zorlamanın bir kenara bırakılması gerekir.

Genelde Türkiye sosyalist devrimi üstünden düşünüldüğünde bir Kürt ittifakının yoksul köylülük ve ezilen ulus kategorileri açısından anlamlandırılması gerekir. Bu anlamın ne kadar canlı olduğu, ne ölçüde çoktan eskidiği ise sessizce geçiştirilecek bir konu değildir. Yüksek sesle düşünmeye, tartışmaya ihtiyacımız var.

Yoksul Kürt köylülerinin kapalı feodal ekonominin içinde toprağa bağlı bir hapis hayatı sürdükleri çağ çok büyük ölçüde aşıldı. Türkiye’den, önce ekonomik sonra siyasi nedenlerle Batıya verilen göçün sonucunda şekillenen Kürt diyasporası bir yana, bir de neo-liberal dönemin kuralsız çalışma ilkesi işlevini yerine getirmiş bulunuyor. Kuralsız çalışma veya emek esnekliğin acımasız bir boyutu, ekonomik tehcir de diyebileceğimiz, emeğin coğrafi sirkülasyonudur ve bugün Kürt emekçileri baş döndürücü bir yolculuk halinde Türkiye ekonomisinde dolaşmaktadırlar. Tarım ve inşaat işçileri yıl boyunca göç etmektedirler. Türkiye işçi sınıfının kırlarda ihtiyaç duyacağı ittifak gücünün Kürdistan tarımında somutlanması gerektiği artık çok su götürür.

Kürt ulusal dinamiğinin ezilen ulus kategorisine hapsedilmesinde de bir uyumsuzluk çoktandır ortaya çıkmış bulunuyor. Batı emperyalist literatüründe 21.yüzyılın yükselen ulusu, beklenen yeni ulus-devleti olarak övgülere mazhar olan Kürt kimliği, 20.yüzyıla ait bir kavrama kolay kolay sığdırılamaz.

Irak’ın kuzeyi veya Güney Kürdistan neo-liberal çağın bir diğer özelliği olarak, hukuksal statüsünde bir dizi belirsizlik barındıran bir ulus-devlet görünümündedir. Artık devletlerin kendilerine yeterli olmaları az rastlanır bir durumdur ve bu anlamda bağımsızlık ve otarşi burjuva dünyasında çoktan itibar yitirmişlerdir. Öte yandan bir Kürt devletinin varlığı, devletlerin uluslaşma sürecini hızlandırdığı geç uluslaşma örnekleriyle benzeşen bir deneyim yaratmaktadır. Açıkçası 21.yüzyılın Kürt halkı, 19.yüzyılda merkezi devletini kurduktan sonra ulus haline geldiği söylenen İtalyanlardan daha avantajlıdır. Hele emperyalist dengelerden devşirilen imkânlar göz önüne alınırsa…

Bugün ne Kürdistan’ın sömürge olduğu tezi akıl açıcıdır, ne de ezilen ulus kavramı güncelliği aydınlatma gücüne sahiptir. Bugün Kürt ulusal hareketinin yeni tip liberalleşmiş bir sosyal-demokrat hareket olarak düşünülmesi, kanımca daha açıklayıcı olacaktır. Bu yeni sosyal-demokrasi dünya çapında kimlik kartı net olarak doldurulmuş bir akım değildir. “21.yüzyıl sosyalizmi” şemsiyesi altında radikal demokrasi, kimlik politikaları, sol-liberalizm, piyasa sosyalizmi, etnik milliyetçi eğilimler harmanlanmaya ve ayrışmaya devam etmektedirler. Bu karmaşa sosyalist devrim sürecinde Kürt ulusal dinamiğiyle nasıl bir ilişki kurulması gerektiği sorusunu da karıştırmaktadır. Sınıf mücadelelerinin ve genel politik süreçlerin topluca krizden geçtiği koşullarda geleceği bağlamak için acele de edilmemelidir.

Türk ve Kürt emekçiler arasındaki sosyal, ideolojik, kültürel, siyasi mesafe başlı başına bir tartışma konusudur. Karşılıklı milliyetçi yönelimlerin yarattığı bir yarılma ne kadar gerçekse, emekçilerin aynı sınıfın parçaları olduğu da o kadar açıktır. Yarılmanın derinleşmesi politik olarak mümkün olabilmektedir, ancak sermayenin sınıfsal saldırısı da diğer yandan emekçilerin yaşam koşullarını birbirine yakınlaştırmaktadır. Bu çelişik dinamiklerin nasıl evrileceğine ilişkin olarak bilinmesi gereken bir kural da, işçi sınıfının birliğinin durağan halde değil mücadele içinde sağlanacağıdır. Durağan işçiler dağınık bir kalabalıktır ve her türlü bölünmeyi yaşarlar. Sınıf mücadelede şekillenir…

Acele edilmesi gereken iş başkadır

Kürt ulusal hareketinin sol kökenleri ve solla kurduğu ilişki 1990’larda bu harekete bir emekçi damarı ekledi. Bu damarın bir süre Türkiye sendikal hareketine mücadelecilik pompaladığını bile söyleyebiliriz. AKP’li yıllarda bu alan dejenere olmuş, statükoculaşmıştır. Bağlandığı statükoda emekçilere düşen pay sınıf mücadelesinde ileri roller üstlenmek değil, ulusal harekete taban oluşturmak, destek vermek olmuştur.

Bu durum genel olarak kitle örgütlerinde de benzerdir. Türkiye’nin her kökenden emekçilerinin sermaye saldırısı karşısında bir yol ayrımına gelip dayandığı günümüzde, emek hareketi değişmek zorundadır ve Kürt emekçilerinin konumlanışı da başkalaşmaya açıktır. Kürt emekçilerinin radikal geleneklerini hatırlamaları ve bu kez enerjilerini ulusal köken ayrımını aşarak sınıf mücadelesine aktarmaları yabana atılmayacak bir olasılıktır. Böyle bir yönelimin işaretleri de vardır üstelik. Örneğin acele edilecekse bu konuda acele edilmelidir.

Türkiye’de ve Ortadoğu’da Kürt ulusal dinamiği ve buna denk düşen bir siyasi hareket kuşkusuz vardır. Bu akımın bizim ülkemizde temsiliyetini üstlenen güçlü bir siyasi parti de vardır. Bu parti ulusal kapsamın sınıfsal karmaşıklığını bünyesinde barındırıyor. Adlı adınca HDP’de Kürt işçiler ve sermayedarlar, köyleri yakılmış yoksul köylüler ve zengin köylüler, evleri yıkılan kentli emekçiler ve yıkılan evlerin yerine inşaat yapan müteahhitler, solcular ve İslamcılar birlikte var olabilmektedir. Ulusal hareketin doğası bu karmaşayı bir zenginlik olarak anlamlandırabilir de… Ulusal hareket bu bütünlüğü korumayı ve sınıf çelişkilerini önemsizleştirmeyi bir hedef olarak benimsemek durumundadır. Bunlar hayatın gerçekleri.

Ancak Kürt gerçekliğinin ulusal bütünlükten ibaret olduğunu kimse iddia edemez. Türkiye sosyalist hareketi de Kürt emekçileri ile Kürt mülk sahibi sınıfların üyelerini tek bir bütünün parçaları olarak kabullenmek ve sınıfsal farklılaşmayı ihmal etmek durumunda değildir. Kürt emekçilerin sosyalizm mücadelesine örgütlenmesi bugün kapitalist Türkiye’de en acil iştir.

Sınıfsal ayrışmayı önlemek isteyen ulusal hareket ile Kürt emekçilerinin enerjisini sosyalizme kanalize etmeyi hedefleyen sosyalist hareket arasında belirli bir sürtüşme olması da kaçınılmazdır. Bu sürtüşmenin yumuşak işbirliklerinin içinde mi gerçekleşeceği, yoksa çatışmalı biçimler mi alacağı ise siyasetin konusudur. Kuşkusuz Kürt emekçilerinin sosyalizme kitlesel olarak kazanılması, sosyalist hareketle Kürt ulusal gündemi arasında pozitif bir ilişki zemini gerektirir. Ancak söz konusu zemin, sosyalist hareketin ve işçi sınıfının çıkarları, Kürt ulusal gündeminin laiklik, antiemperyalizm ve emeğin sömürülmesi başlıklarındaki geri konumlanışını görmezden gelmesi yoluyla kurulamaz. Türkiye’de acil olan bu eleştirinin güçlendirilmesidir.

Sosyalist hareketin ulusal hareketi bu üç somut cephede ilerici pozisyonlara zorlamasının yolu da Kürt emekçilerini ulusal bir bütünlüğün içinde erimekten kurtarmasına bağlıdır. Bu görevin solun karşıdevrim karşısında takatten kesildiği geçmiş on yıllarda değil, belirli bir birikime ulaştığı dönemde altından kalkılma şansı daha yüksektir. Bu görevin altından kalkılma olasılığı, Türkiye sermaye sınıfının Kürt ulusal hareketiyle ittifak kurduğu ve solun bu çatıya çekilmek üzere baskılandığı dönemlerde değil, egemen güçlerin ittifak sistemlerinin dağıldığı bir kriz döneminde kuşkusuz daha yüksektir.

Son olarak yeniden sosyal-demokrasi notu…

Sosyal-demokrasinin sağ burjuva siyasal akımlarıyla karşılaştırıldığında ehveni şer olduğu açıktır. Ancak işçi sınıfı açısından, “kötünün iyisi” akımlar kapitalizmin krizine devrimci değil düzen içi çözüm aranması demektir. Sosyal-demokrasinin bu misyonu gayet tipiktir. Bugün AKP devrinin sonlanma sancıları çekiliyor ve bir politik değişim güçlü sinyaller veriyor. Her tür sosyal-demokrasinin ufku kapitalizmi tahkim etmek yönünde projelerle sınırlı olacaktır. İşçi sınıfının çıkarları ise kapitalizmin devrilmesini kolaylaştırmak üzere bu tahkimatın önlenmesindedir.

Sol, sosyal-demokrasinin tabiatını eleştirerek değiştiremeyeceğini bilmelidir. Sol, her kökenden emekçileri siyasete güçlü biçimde taşıyabildiği ölçüde başka akımları da iç hesaplaşmaya zorlamış olacaktır.

Yazının sonuna gelmişken, işçi sınıfı ile Kürtler arasında “nasıl bir ittifak” diye sorulursa, iki yanıtımız olur:

Bir: Türkiye sosyalist devrimin başarısı ve hız kazanması için komünist hareket toplam enerjiyi arttırma arayışından vazgeçemez. Bu gerçek bir ihtiyaçtır ve bakılacak kaynaklardan biri de Kürt halkıdır. Kürtlerin özgür bir gelecek kurgusunun sosyalizme yönlendirilmesi, emperyalist-kapitalist projelerden kopartılması gerekir.

İki: Sosyalist devrimin Türkiye’de pratik başarısı sınıf kimliğini güçlendirebilmesine ve yaymasına bağlıdır. Türkiye işçi sınıfının önemli bileşenlerinden biri de Kürt emekçileridir ve komünist hareket başkalarının yanı sıra bu bileşeni de güçlendirmek için örgütlenecektir, örgütlenmektedir.

İttifakın nasılı bu başlıklarda yaşanacaklara bağlı olarak belirginlik kazanacaktır.