Kadına yönelik şiddet: Bütünle bağ kurmak ve zemin tarifi
Bugün[1] kadına yönelik şiddet başlığı altında birikenlerin niceliği ve yoğunluğu, konuşarak tüketilebilecek düzeyi çoktan aşmış durumda. Nesnellik, iktidarı aldıktan sonra dahi uzunca bir süre, komünistleri bu konuyla meşgul edeceğe benziyor. İşte bu sebeple, bizim bu başlığa dair tüm biriktireceklerimiz, hem sosyalizmde elimizi rahatlatacak hem de iktidar mücadelemizde, uygun müdahale araçları geliştirmek için nesneyi anlamamıza yarayacak. Özetle, bugünün yakıcı bir gerçekliği haline gelen kadına yönelik şiddet başlığı; üzerine bolca düşünmemiz, bunun için de tekrarlara düşmek pahasına daha daha çok yazmamız gereken bir başlık.
Bundan öte komünistleri kadına yönelik şiddet başlığında yazmaya sevk eden tetikleyicilerden biri de, kuşkusuz bu olgunun düzenle bağını teşhir etme ihtiyacı. Bugün kadına yönelik şiddetin sınıflı toplumların ürünü olduğunu, özel mülkiyetle birlikte doğduğunu; ve dolayısıyla sınıflı toplumların ve beraberinde özel mülkiyetin ortadan kalktığı şartlarda, kadına yönelik şiddetin de ortadan kaldırılacağını biliyoruz. Bu bilgi için Amerikalı bir antropolog olan Morgan’a, onun bilimsel çalışmalarını keşfeden Marx’a ve her ikisini tarihsel materyalizmin süzgecinden geçirerek bize ulaştıran Engels’e çok şey borçluyuz.[2] Normal şartlar altında kolayca kurulabilen kadına yönelik şiddet ve sınıflı toplumlar bağının; her gün en az bir kadının vahşice öldürüldüğü, yetmezmiş gibi kadınların kazanılmış haklarına göz dikildiği, gericiliğin de gemi hepten azıya aldığı bugün; teşhir edilmesi zaman zaman daha zor olabiliyor. Kaldı ki cinayet olgusu, insan bilinci için tarihin başından beri varoluşsal yükü ağır bir gerçeklik olmuştur. Bugünse toplumun daha “korunmasız” bir kesimine karşı sistematikleştirilen cinayet eylemine, her gün birden çok kere tekrarlanan, üstelik çoğunlukla detaylıca tasarlanan ve vahşice gerçekleştirilen insanlık dışı bir biçimsellik eklenmiştir. Ve cinayet olgusuna üst üste giydirilen tüm bu kıyafetler, buraya bakan bir gözde, kışlık giysilerle yaz sıcağının ortasında kalınmışçasına bir bunalma hissi yaratmaktadır. Daha vahimi ise, gündem her ne olursa olsun arka fonda hep süregitmekte olan kadına şiddet olgusunun üzerindeki tüm bu yakıcı ağırlık, onun bütünün diğer parçalarıyla ilişkisinin üzerini zaman zaman örtebilmektedir. Bu nedenle ara ara, temiz bir nefes almak için; olguyu ağırlıklarından arındırıp havalandırmak gerekmektedir. Bu yazı işte bu niyetle yazılmış bir havalandırma ve teşhir pratiğidir. Bu nedenle tekrar edilecek kimi ezberler için şimdiden okuyucunun affına sığınıyorum. Yazıya önce kapitalizmin kadına yönelik şiddeti nasıl ürettiğinden başlayacak ve sonra Türkiye özelinde kendi nesnelliğimizi anlamaya çalışacağız.
Kapi̇tali̇zm Şi̇ddeti̇ Nasıl ve Neden Üreti̇yor?
Sınıflı toplumların son durağı olan kapitalizm, öncelleri gibi şiddet olgusundan beslenmekte ve bu olguyu varlığını sürdürmek için kullanmaktadır. Kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazi, şiddeti kullanma tekeline ideolojik üstünlüğünü de ekleyerek, işçileri sömürüye ve kötü koşullara bu sayede razı edebilmektedir. Bu nedenle, şiddetin kökeni aranacaksa, önce emek ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi doğuran bugünkü düzenin kaynağına bakmak gerekir. Şiddetin kökeni tam da burada, sırasıyla özel mülkiyetin, sınıflı toplumların ve nihayet devletin ortaya çıkmasında yatmaktadır.
Peki nasıl oluyor? Bugünden bakıldığında sopa zoruyla çalıştırılan isyankâr işçiler yerine, çaresizce kendisine sunulan koşulları kabullenmiş işçiler görüyor oluşumuz; bizi ilk elden bu kabullenişin tarihsizliği yanılgısına düşürebilir. Oysa böyle olsaydı, yani bu kabullenişin tarihte denk düştüğü bir yer olmasaydı ve emekçiler başından beri kendilerine dayatılan koşulları kabullenmiş olsalardı; kapitalizmden sonra sınıf mücadelelerinden bahsedemiyor olurduk. Kapitalizmin başından bu yana işçi sınıfının tüm mücadele geçmişini, Rusya’da iktidara gelişini, tarihe not düşülmüş büyük ayaklanmaları, grevleri, iktidarı almaya dönük kalkışmaları yok saymış olurduk. Öyle olunca da, tüm bunların burjuvazinin elinde tuttuğu devlet aygıtının zoruyla; orduyla, polis gücüyle, bunlar yetmediği yerde az evvel işçi sınıfının desteğiyle iktidarı ellerinden almış oldukları aristokratların kiralık lejyoneriyle bastırıldığını unutmuş olurduk. O halde tarihe bakarak şunu söyleyebiliriz, burjuvazi bu “öğretilmiş çaresizliği”, bu kabullenişi sağlamak için geçmişte adlı adınca çok kan dökmüş, insanlık dışı bir vahşete imza atmıştır. Ve zamanla iktidarını üstyapı kurumlarıyla daha da kurumsallaştırıp şiddet tekelinin yanına çeşitli ideolojik baskı aygıtlarını da ekleyerek, insanları bu düzenin değişemeyeceği fikrine ikna etmiş ve böylece iktidarını iyice sağlamlaştırmıştır. Bunu manşetleri başka başka atsalar da özünde kendi sözcülüğünü yapan medya organıyla, insanı çocuk yaşta alıp nitelikli bir işçi haline getirene dek ona düzen içi hayaller kurmayı öğreten eğitim kurumlarıyla, uğradıkları haksızlıklar karşısında insanların öfkesini soğurarak onları uyuşturan din kurumuyla ve fonlayıp büyüttüğü yazarları, akademisyenleri, siyasi temsilcileriyle yapmıştır. Böylece:
“Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, bu sayede aynı zamanda zihinsel üretim araçlarının da üzerinde denetim kur(ar)…”muş, “…böylelikle zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşüncelerini de, genel olarak, kendine tabi kıl(ar)”mıştır.[3]
Bu sayede, egemen sınıf insanlara kendi egemen düşüncesini, bu düzenin hep kurulu olduğu ve hep süreceği, değiştirilemez olduğu fikrini kabul ettirmiştir. Ancak tarihe bakıldığında bu fikrin sarsıldığı pek çok an olmuştur; Ekim Devrimi örneğiyle birlikte ise insanlık bu fikrin yerle bir edilebileceğini görmüştür.
Bugünse kapitalist düzenin inandırıcılığını gitgide kaybettiği ve insanların farklı bir alternatife son derece açık oldukları bir zamandan geçiyoruz. Pandemiyle geçen bir yılın sonunda, geniş kesimler yerine ne koyacaklarını bilmeseler bile böylesi bir düzende yaşamak istemediklerini çok iyi biliyorlar. Elinin altında kendi çıkarını sürdürmek için kullanabileceği pek çok elverişli araç olduğu halde, bu asalak sınıf halen işçi sınıfının birlikteliğinden o denli korkuyor ki; haklarını arayan işçilerin karşısına polisi, jandarmayı çıkarmaya devam ediyor.[4] Yalnızca fabrikalar değil, insanların yan yana gelebildiği büyük meydanlar da egemen sınıf için potansiyel bir tehdit barındırıyor. Yüzyılımızda hâlâ Lübnan’da, Irak’ta, Fransa’da ve insanların bir araya geldiği daha pek çok başka yerde polisin insanlara yaşattığı dehşet haberlerini okuyoruz.[5] ABD’de siyahlara uygulanan sistematik polis şiddetine karşı başlatılan kalabalık protestolar, en ufak bir kıvılcımla yeniden alevleniyor. Tüm bunlar bize şunu anlatıyor: siyasi iktidarın sahibi olan sınıf, bu iktidarı çıkarları doğrultusunda biçimlendirdiği tüm üst yapı kurumlarıyla birlikte, emekçi sınıflara karşı şiddet kullanma tekelini elinin altında tutarak sürdürüyor. O halde şiddet, bu düzenin sürmesi için gereken organik yapıtaşlarından biridir; tam da bu düzenin hamurunda olan bir şeydir. Şiddet bu düzene o denli içkindir ki; bir burjuva aygıtı olarak devlet, düzene yöneltilmiş her tehdit algısını, insanların yaşamı pahasına da olsa, şiddetle bastırma meşruiyetine sahiptir. Bu devletin en doğal hakkıdır ve sorgulanmaz. Az önce andığımız ülkelerde bugüne dek yüzlerce gösterici polis şiddeti nedeniyle yaşamını yitirmiş, ancak tek bir uluslararası kurum/kuruluş kendi yurttaşlarına şiddet uygulayan hükümetleri kınamamıştır bile. Muhtemelen kınamak akıllarına dahi gelmemiştir; çünkü sermaye devletinin böylesi bir durumda, insanları düzen dışına itecek ölçüde olmadığı müddetçe, şiddet kullanması zaten olağandır; onun varlık sebebidir, meşrudur. Buradan bağlayacak olursak, düzen içinde göreli olarak daha güçlü olan, kendisinden daha korunmasız olana şiddet uygulayabileceğini; tam da bu düzenin işleyişine bakarak öğrenmiştir. Yani, kadına karşı şiddet uygulayan erkekler, bunu yapabilme gücünü; tam da yüzyıllardır şiddeti türlü kereler kullanarak meşrulaştırmış ve üstelik devlet aygıtıyla bunu kurumsallaştırmış olan bu düzenin egemenlerinden alıyorlar. O halde, şiddetin meşru olduğu bu düzen değişmediği sürece; birileri, kendilerinden daha güçsüz konumda olan diğerlerine, şiddet uygulamaya devam edecek.
Kalıba döken anneler mi̇, eri̇l zi̇hni̇yet mi̇? İki̇si̇ de deği̇l!
Bugün erkeğe yönelik değil, kadına yönelik şiddetten bahsediyorsak; bu aynı zamanda kadınların bu düzende şiddete açık, yani daha güçsüz ve korunmasız durumda oldukları anlamına gelir. Tersinden, şiddet uygulayan erkeklerin kadınlardan daha güçlü bir konumda oldukları anlamına. Peki neden bu böyle? Neden toplumda muhtelif birkaç örnek dışında, şiddetin yöneldiği ekseriyetle kadınlar oluyor? Örneğin neden yargıçlar kadın cinayeti davalarında erkeğin o saatte orada ne işi olduğunu, nasıl giyindiğini, davranışlarının uygunluğunu sorgulamıyor da, artık hayatta olmayan kadınların yaşam biçimlerini masaya yatırıyor? Yukarıdaki sorularla karşılaşan birinin buna vereceği ilk cevap, “toplumsal ön kabuller sayesinde”dir. Doğru, bir kadının ardından birilerinin aklına bu sorular geliyorsa; o halde toplumda kadına dair biçilmiş birtakım ön kabuller, davranış kalıpları olmalıdır. Peki kim döküyor kadına dair bu toplumsal ön kabulleri kalıba? Her çocuğu “şekillendiren” anneler mi, yoksa dünyayı yöneten “eril zihniyet” mi? Hayır, bu ikisi kadına yönelik toplumsal algının taşıyıcıları olabilirler belki ama; belirleyicileri olamazlar. Çünkü:
“Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikri güçtür.”[6]
Kadına yönelik tüm bu toplumsal ön kabuller üretim tarzının belirlediği üretim ilişkileri tarafından kalıba dökülüyor. O halde, kadına dair bu ön kabuller mevcut üretim tarzı olan kapitalizm tarafından oluşturuluyor. Yani kadının güçsüz konumunun nedeni, toplumsal üretimde düzen tarafından konumlandırıldığı yer nedeniyledir. Dolayısıyla üretim ilişkileri yeni baştan şekillendirilmeden, kadının da bu güçsüz konumundan kurtulması hiç olası gözükmüyor. Şimdi bunun neden böyle olduğunu anlatmaya çalışacağız.
1. Kadınlar neden daha güçsüz konumda?
Kapitalizm, bir üretim tarzı olarak ortaya çıktığında işe önce, erkeklerin emeğini sömürerek başladı. Bu hikâyede kadına düşense ev işleri, çocuk, hasta ve yaşlı bakımı oldu. Kadın ev işlerini bedelsizce görerek hem bugünün işçisini ertesi güne hazırlayacak, hem de çocuklarla ilgilenip yarının işçilerini yetiştirecekti. Yani kapitalizm önceleri erkeğe fabrikayı, kadına da evi işaret etmiş oluyordu. (Bundan hala da vazgeçmiş değil, geleceğiz.) Kişilerin anne, baba, çocuklar olduğu bu hikâye, “aile çatısı” altında geçiyor ve ne acı ki şiddetin ilk tohumları da bu çatılar altında atılıyordu[7]:
“Fabrika onların bütün günlerini yutar, makineler kendilerine gereken gücü onların kaslarından emerdi… Evli erkekler evlerine döndükleri zaman sudan sebeplerle karılarıyla kavga eder, onları acımasızca döverlerdi… Ağır çalışmanın bitkin düşürdüğü bu adamlar kolayca sarhoş olur, içlerinde hastalıklı, tuhaf bir öfke gitgide büyüyerek kendine çıkar bir yol arardı.”
Gorki’nin bu satırlarda betimlediği kapitalizmin ailesi, yaklaşık yüz yıl sonra halen tüm şiddetiyle günceldir. Çünkü kapitalizm aile kurumuyla, işçinin tüm gün fabrikada patrondan çıkaramadığı öfkesini boşaltabileceği bir kanal da açar; bu kanalda öfke çatı altındaki güçsüzlere, kadına ve çocuklara yöneltilir.
Öfke soğurma ve yeniden üretim işlevleriyle donatılmış aile, sermaye sınıfı için hayati önemdedir. İşte bu yüzden burjuvazinin siyasi temsilcileri iki yüz yıl sonra bile hala, “Evlatlarınızı evlendirin” diye anne babalara nasihat vermekten ve kadına her fırsatta evi, anneliği işaret etmekten kendisini alamaz.[8] Nüfus artışı onları ilgilendirir; çünkü yeni işgücüne ihtiyaç vardır. Gençler bir an önce hikâyeye uygun olarak evlenmeli, çoluğa çocuğa karışmalı, müstakbel işçiler (çocuk) yetiştirmelidir[9]:
“…bundan ötürü fabrika işçilerine o kadar çok verilmelidir ki, çocuklarını olağan iş için yetiştirebilsinler – ama daha fazlası da verilmemelidir ki, çocuklarının ücretinden vazgeçmesinler ve çocukları bayağı işçiden başka bir şey olmasınlar.”
Ailenin kurulmasıyla, erkek çalışıp emeğinin ancak bir kısmına denk düşen karşılığı eve getirebilir; ve evdeki kadın da bu azıcık karşılıkla hem işçi erkeğin hem de çocukların ölmeden yaşamalarını sağlayabilirdi. Sömürü çarkı böylece dönebilir, patronlar ceplerini böylece doldurabilirdi. İşçi, emeğiyle ürettiği değerin çok daha altında bir ücretle; ancak aile yapısının böylesi bir iş bölümüyle kurulması sayesinde yaşayabilirdi[10]:
“Modern kapitalist toplum hemen göze çarpmayan böyle bir yığın yoksulluk ve baskı halini bağrında saklar. Dağılan küçük burjuva, el zanaatçısı, işçi, hizmetli ve küçük memur aileleri anlatılmaz yoksunluk içinde yaşar, en iyi zamanlarda bile ancak güçlükle geçinir. Bu ailelerde milyonlarca kadın bir ev-kölesi yaşamı sürdürür (gerçekten varlığını feda eder), aileyi kıt-kanaat beslemek ve giydirmek ve kendi emeğinden başka her şeyden biriktirmek için her gün umutsuzca didinir.”
Kapitalizm kadına üretim ilişkileri içinde ailenin yeniden üretimi rolünü biçmişti. Ancak makineleşmeyle birlikte, burjuvazinin makineleri kullanacak ince parmaklara, kas gücünden daha çok ihtiyaç duyduğu bir döneme geçildi. İşte o zaman sermayedarlar, çok daha ucuza çalıştırabildikleri kadın ve çocuk emeğini keşfetti[11]:
“Ellerin etkinliği, kuvvet kullanımı, su ve buhar gücüyle işleyen makinelere ne kadar çok geçerse, o kadar az erkek çalıştırmak gerekir ve kadınlar ve çocuklar zaten daha ucuz oldukları ve, söylendiği gibi, bu iş dallarında erkeklerden daha iyi çalıştıkları için, onlara iş verilir.”
Makineleşmeyle birlikte kadının üretim ilişkilerindeki rolü farklılaştı, ancak tümüyle değişemeden adeta öncesiyle sonrası arasında kaldı. Kadın; ne ailedeki yüklerinden kurtulabildi, ne de tümüyle ucuz işgücü olmaktan. Adeta iki işte çalışır oldu; biri ücretsiz gördüğü ev işleri, diğeri çok düşük ücretlere çalıştığı fabrikalar, atölyeler. İşte tam burada tehlike çanları çalmaya başladı; peki ya çocuklar ne olacak?
1a. Kadınlar i̇şgücüne katıldı, peki̇ ya çocuklar ne olacak?
Kapitalizmde, çocuk her şey gibi bir çeşit mülkiyet konusuyken çocuk bakımının kamusallaştırılabilmesi imkansızdır. Çünkü egemen düşünce olan liberalizme göre, herkesin çocuğunu “özgürce” ve dilediği gibi yetiştirme hakkı olmalıdır. Aynı zamanda liberal iktisada göre de işlevleri olabildiğince “küçültülmüş” olması gereken devletin, bir de çocuk bakımını üstlenmesi gereksizdir. O halde geriye bu işi piyasaya bırakmak kalır; ancak kreş kurmak kayda değer bir maliyet kalemi yaratacağından patronlar tarafından tercih edilmez. Nitekim günümüze dek, yoğun bir “iyi reklam” kaygısı gütmedikleri ya da ısrarlı bir örgütlü taleple karşılaşmadıkları takdirde, sermayedarların bunun aksinde davrandıkları görülmemiştir. Öyle ki, kreş hakkı halen dünyada kadınlar için önemli bir mücadele başlığıdır. O halde son çare olarak konu bu düzende adeta “akışına bırakılmış” ve ihale “anne”lere kalmıştır.
Kadınların toplumsal yaşama katılmasında bu denli belirleyici olan “çocuk bakımı”nın bilinçlice çözümsüz bırakılması, kadının tüm bunların altından kalkabilecek bir süperkahraman gücünde olduğuna duyulan inançtan değil, tam aksine bir insandan iki insan çıkmayacağını bilmektendir. Bu bilinçli tercihle; sermaye sınıfı “kreş açma” türünden bir maliyet kaleminden, onun çıkarına hizmet eden devlet “çocuk bakımı” gibi kamusal bir yükten kurtulmuş ve aile içi yüklerle toplumsal konumu güçsüzleştirilen kadınsa emek piyasasına ucuz işgücü olarak arz edilmiştir. Adeta bir taşla iki kuş vurulmuştur. İşte bunca toplumsal yükü iki insana çoğalarak göğüsleyemeyen kadın, aile yuvası ve işyeri arasında adeta ikiye bölünmüştür. Bu bölünme de onu toplumsal yaşamda güçsüz düşürmüştür.
1b. Şeytanın Avukatlığı
Tüm bunlardan sonra, aklımıza şu soru gelebilir: Kadın, makineleşme gerçekleşmeden ve ucuz işgücü olarak piyasaya sürülmeden önce daha iyi bir konumda mıydı? Bu sorunun cevabına geçmeden önce, makineleşme ile kadının ucuz işgücü olması arasında temelde bir öncelik sonralık ilişkisi olduğunu belirtelim. Kadının işgücü piyasasına zayıf bir giriş yapması, makineleşme yüzünden değil; üretim ilişkilerindeki yerinin ilkin “ev” olarak belirlenmiş olması nedeniyledir[12].
“Eskiden kadının evdeki üstünlüğünü sağlayan neden: kadının kendini tamamen ev işlerine vermesi olgusu, şimdi, evde erkeğin üstünlüğünü sağlıyordu: kadının ev işleri, artık, erkeğin üretken emeği yanında hesaba katılmıyordu; önemli olan erkeğin çalışmasıydı; kadının çalışması, yalnızca önemsiz bir destekti.”
Böylece, önceliği ailenin yeniden üretimi olarak belirlenmiş kadın, çalışma yaşamında ikincil bir yere oturmuş olur. Ancak ikincil haliyle bile kadının evden çıkarak toplumsal yaşama katılması, bir geriye gidiş değil ilerlemedir[13]:
“Özellikle, fabrikanın nüfusun yaşam koşullarında yarattığı değişimden söz ederken, kadın ve çocukların üretime çekilmesinin, temelde ilerici olduğunu belirtmek gerekir. Kapitalist fabrikanın, çalışan nüfusun bu kategorilerini özellikle zor koşullar içine soktuğu ve işgününün düzenlenmesi ve kısaltılmasının, sağlığa uygun emek koşulları sağlanmasının vb., onlar için özellikle gerekli olduğu tartışılmaz bir gerçektir; ama sanayide kadın ve çocuk çalıştırılmasını tümüyle yasaklama ya da bu tip işe yer vermeyen ataerkil yaşam biçimini koruma çabaları, gerici ve ütopik olacaktır. Geniş ölçekli makineli sanayi eskiden dar ev, aile ilişkileri çerçevesinden hiç çıkmayan nüfusun bu kategorilerinin ataerkil tecridini yıkmakla, onları toplumsal üretime doğrudan doğruya katmakla, onların gelişmesini hızlandırır, bağımsızlıklarını artırır; başka bir deyişle, kapitalist-öncesi ilişkilerin ataerkil hareketsizliğiyle kıyaslanamayacak ölçüde üstün olan yaşam koşulları yaratır.”
Öyleyse kadının toplumsal konumunun erkeğe eşitlenmesi için, rasgele biçimde omuzlarındaki yükün azaltılması yetmeyecek; bu yükler arasında bir tercih yapılması gerekecektir. Bu tercihse, şüphesiz ev işlerinden vazgeçilmesi yönünde gerçekleşmelidir. Diğer seçenek olan kadının çalışma hayatından çekilmesi, kadının toplumsal yaşamdan tümüyle silinmesi demek olur ki, bu bizi bugünden daha da geriye düşürür. Kadının aile ve çocuk ile birlikte anıldığı ve kadına anneliğin tavsiye edildiği söylemler tam da bu anlamda bir geriye gidişi amaçlar.
1c. Mavi̇ yakalılara kutsal anneli̇k, beyaz yakalılara süper anneli̇k
Peki kadın hem aile içi sorumluluklarını yerine getirip hem de işgücü olmaya aynı anda nasıl ikna edildi? Muhtemeldir ki, hiçbir kadına hem düşük ücretle çalışmak hem de yorgun argın onca ev işini yapıp çocuk bakmak cazip gelmeyecekti. O halde annelik cazip bir şey haline getirilmeli, ona bir kutsallık atfedilmeli ve adeta anne olmak kadın olmanın mütemmim cüz’ü olarak sunulmalıydı. Tam da öyle yapıldı. Yetmedi, kutsal anneliğin yanına bugün bir de süper annelik eklendi. Kapitalizm kayıtdışı işgücünün ve ucuz sömürünün muhatabı olan kadınları anneliğin “kutsal” kısmına özendirirken, orta sınıf ideolojisinin kapsayabildiği kadınları da çalışma yaşamında gösterdiği başarısını annelikte de ispatlamaya davet eden “süper anne”liğe özendirdi. Oysaki, tüm boş zamanlarını evde çocuk bakmakla geçiren çalışmayan bir kadın ile tüm boş zamanlarını çocuğunu kurstan kursa taşımak, ona “kaliteli zaman yaşatmak” ve onu “en farklı, en yaratıcı, en pratik zekalı” kılarak yetiştirmekle geçiren bir beyaz yakalı kadın arasında, esasında pek de fark yoktur. Tıpkı, daha ucuz gıdaya erişmek için market market gezen kadınla, ailesinin sağlıklı beslenmesi için organik gıda araştırması yapan kadın arasında yapılan işin özü bakımından pek de fark olmaması gibi. Çünkü iki örnekte de, ailenin iyi veya kötü, nitelikli veya niteliksiz, karnını doyurması kadının derdidir. O halde ikinci örnektekiler, kapitalizmin kadına yüklediği rollerden sıyrılmış olmadıkları gibi, tersine iki yüz yıllık rolleri bir güzel paketleyip kucaklarına bırakan ve bu sorundan da sıyrılan, kapitalizmdir. Bu nedenle, öznel koşulların yarattığı tekil örnekler dışında, üretim ilişkileri değişmeden, ister beyaz yakalı olsun ister mavi yakalı, emekçi kadınların bu düzenin kadına yüklediği rollerden tümüyle sıyrılması neredeyse imkansızdır.
1d. Evden çıkarken: damesız almıyoruz
Böylece daima “önce anne” olduğu hatırlatılan kadından, anne olsun olmasın, buna göre davranması, giyinmesi, yaşaması istendi. Kadın demek, “önce anne” demek oldu, bugün değilse yarın; ama bir gün muhakkak. Evli kadın geç saatleri tolere edemeyeceği olası olan bir koca demekti, bekar kadınsa bir gün evlenecek ve sorumlulukları artacak gözüyle bakılan demek. Kadınlar için önceliğin aile olarak belirlenmesi ve bir işgücü olarak aile bağlarıyla ölçülmeleri, iser evli olsunlar ister bekar kadınları çalışma yaşamında güçsüzlüğe mahkûm etti. Kadınlar ancak düşük ücretleri, esnek çalışma saatlerini ve çoğunlukla kayıt dışı çalışmayı kabul ettikleri takdirde iş bulabilir hale geldiler. Birer ucuz işgücü olmaları da, bilhassa kriz dönemlerinde ilk gözden çıkarılanlar olmalarına neden oldu. Kadın işçilerin nitelikli olsalar bile daha düşük ücretle çalıştırılmaları, ücretleri aşağı çekmekte elverişli bir şantaj unsuru olagelmelerine de zemin hazırladı:[14]
“Burada da sınır, asgari ücret, görelidir. Ailede herkes çalıştığı zaman, işçi oransal olarak daha az ücretle yetinebilir; burjuvazi de işte bu nedenle, makine çalışmasının olanak sağladığı gibi kadınları ve çocukları çalıştırarak onların emeğinden kar etmek için fırsatları olabildiği ölçüde kullanagelmektedir..”
Tüm sınıfsal karakteri kar maksimizasyonunda somutlanmış olan sermaye sınıfının, kadın emeği gibi ücret baskılama işlevselliğini de barındıran bir ucuz işgücünden vazgeçmesi hiçbir zaman rasyonel olmayacaktı. Sahiden de egemen sınıf, bu avantajlı işgücünden olmayı hiç istemedi. Kadının ucuz işgücü olarak kalabilmesi içinse; hem toplumsal yaşama katılması hem de bu olurken güçlenmesinin önüne geçilmesi gerekiyordu. Burada dinsel referanslar imdada yetişti. Kadını bir “günah” objesi olarak tarif eden, ona örtünmeyi emreden ve erkeğe üstünlük atfeden kutsal kitaplar, bu aşamada çok iş gördüler. Burjuva aydınlanmacılığı yerini gericilikle ikame ettikçe, kadınlar her yönüyle toplumun müdahalesine daha açık hale geldiler. Öyle oldu ki kadın evden çıkarken, dinsel kurallar ve geleneksel referanslarla şekillendirilmiş bir “ideal kadın” imgesine göre belirlenir hale geldi. Yani kadın güvenli ve rahatsız edilmeden evine dönebilmek için ne giyeceğine, nasıl yürüyeceğine, nasıl davranacağına, eve kaçta döneceğine evden çıkmadan önce bu ideal kadın imgesine bakarak karar verir oldu. Ve sonunda aslında evden çıkan kendisi değil, ideal kadınla harmanlanmış ikinci bir benliği olageldi. Kadın toplumsal yaşama din ve geleneklerle şekillendirilmiş bu ideal kadını bir yerlerinden tutup koluna takarak girebildi. Böylece erkekler için yalnızca kimi eğlence kulüplerinin girişinde aranan “dame” zorunluluğu, kadınlara soyut bir biçimde de olsa daha evden çıkarken şart koşuldu.
Böylece, kadın çalışma yaşamına katıldı ancak bir şartla; kendi tercihlerinden veya kararlarından bağımsız düzenin kurallarıyla biçimlendirilmiş bir “dame”ın kalıbında. Ve günümüze doğru geldikçe; kadın toplumsal yaşama katılırken ne giyeceği, eve kaçta döneceği, nerelerde yalnız yürüyebileceği nerelerde ona bir erkeğin eşlik etmesinin iyi olacağı, hangi hareketlerinin “haksız tahrik” oluşturabileceği gibi bir takım yazılı olmayan kurallar oluşturuldu. Bugün burjuvazinin siyasi temsilcileri, hala kadının kahkahası, dekoltesi, yaşam biçimi üzerine söz söyleyip toplumsal algıyı yönlendirebiliyorlar. Kadın ve erkeğin eşit olmadığı, bir kadının en önemli görevinin annelik olduğu, kadının yuva kurması gerektiği şeklindeki tüm bu “hatırlatmalar”, kadını toplumda daha da güçsüzleştiriyor. Bu durum ise en çok patronların işine geliyor. Özetle, 200 yıl sonra kapitalizmin aile, şiddet ve ucuz işgücü sarmalından başka kadına sunabildiği yeni bir hikâye yok.
2. Bugünün mücadelesi̇ne dai̇r notlar
Buraya kadar kapitalizmin kadına yönelik şiddeti nasıl ve neden ürettiğini anlatmaya çabaladık. Bundan sonra ise devrimini arayan komünistler için, kapitalizm içinde kadına yönelik şiddet meselesinin neresinden tutulabileceğini tartışmaya çalışacağız.
2a. Hukuksal zemi̇nde bi̇r halat çekme yarışı
Başında da söylediğimiz gibi, bugün kadına yönelik şiddet endişe verici boyutlara tırmanmış durumda. Her ne kadar hükümet temsilcileri, yeri geldiğinde verilerle oynayarak, yeri geldiğinde de celallenerek kadına yönelik şiddet başlığında kendi sicillerini temize çıkarmaya çalışsalar da, bu çabalar oldukça sakil duruyor; çünkü güneşin balçıkla sıvanamayacağı noktaya çoktan geldik. Aslında yalnızca şiddet yönünden değil, kadın sorununun bir diğer başlığı olan kadın emeği bağlamında da durum böyle. Öyle ki, her gün en az bir kadının öldürüldüğü ülkemizde kadınlar işsizlik verilerinde uzunca bir süredir başı çekiyor. Ya da kadınların uzunca bir süredir işsizlik verilerinde başı çektiği ülkemizde, her gün en az bir kadın öldürülüyor. Ve işte masada, kapitalizmin çözemeyeceği bir sorun yumağı daha duruyor. Kadın sorununun en somut yansıdığı iki başlığı, kadın cinayetleri ve işsizlik verilerine bu gözle daha yakından bakalım.
Yukarıda yer alan ve Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi tarafından, ağırlıklı olarak evli ve farklı eğitim durumlarındaki 1205 kişiyle 2019 yılında yapılmış bir araştırma, bu söylediğimizi doğruluyor. Araştırma sonucuna göre, kadınların %64’ü şiddeti birincil toplumsal sorunları olarak görüyor; hemen ardından ise işsizlik sorunu geliyor.
Yazının başında da tarif ettiğimiz gibi, şiddet başlığının kadın sorunu içindeki bunca yoğunluğu, bu parçayı kadın sorunu olarak tarifleyebileceğimiz bütün içinde dibe çekiyor ve bütünün içindeki diğer parçalarla bağını kopararak kendi etrafında bir halka yaratıyor. Bu halkanın etrafında, toplumun büyük bir kesimi olağanca nefretini erkeklere yöneltirken, AKP iktidarının sözcüsü Yeni Akit başta olmak üzere gericilerin başını çektiği bir diğer kesim ise “mağdur edilen erkekler” algısı yaratmaya çalışıyor. Ve bunu o denli akla saldırarak ve ahlaksızca yapıyorlar ki, halihazırda provokatif olan erkek savunusu, böylece daha da provakatif hale geliyor. Bunun üzerine bir de Erdoğan ve AKP’li bakanların ara ara gündemin odağını kaydırmakta kullandıkları kadın düşmanı söylemleri ve parlamentoda kadınların yasal haklarına saldırmayı bekleyen yargı paketleri eklenince; kadınların kazanılmış haklarından örülü halat, “kadınlar mağdurdur”cular ve “erkekler daha mağdurdur”cular arasında çekiştirilip duruyor. Böylece mücadele, hukuksal zeminde kadın ve erkek üzerinden bir taraflaşma eksenine oturtulmuş oluyor. Halbuki kimin daha mağdur olduğu sorusunun yanıtı belli ve bunun tartışmaya açılmasına bile gerek yok. Taraflaşmaya gelince ise, kadın ve erkekler arasında değil, bambaşka bir zeminde kurulması gerekli.
2b. Yasalarla veya hükümetlerle kadına yöneli̇k şi̇ddet çözülür mü?
Yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi kadına yönelik şiddet sınıflı toplumların ve dolayısıyla sınıflı toplumların son durağı olan kapitalizmin organik bir sorunudur. Bu sorun, AKP iktidarının gerici ve piyasacı politikaları sebebiyle AKP’li yıllarda dramatik biçimde katlanarak artmıştır. Ancak ilk cümlede belirtilen nedenle; bu sorun AKP iktidarı döneminde doğmamış, Türkiye burjuvazisiyle birlikte doğup büyümüştür. Dolayısıyla bugün kadını şiddetten korumak yönünde en ilerici yasalar da yapılsa veya hükümet de değişse; düzen sınırları içinde kalarak kadına şiddet sorunu çözülemez. Bu konuda Engels’e kulak verelim[15]:
“Hukukçularımıza göre, yasalardaki ilerleme, kadınların bütün yakınma nedenlerini, gitgide artan bir ölçüde, ortadan kaldırıyor. Modern uygarlığın yasama sistemleri, ilk olarak, evliliğin geçerli olabilmesi için, eşlerin özgürce onadıkları bir sözleşme olması gerektiğini, ikinci olarak da, evlilik süresince, eşlerin birbirine karşı aynı hak ve görevlere sahip olmaları gerektiğini kabul etmektedirler. Eğer bu iki koşul, mantıksal bir biçimde gerçekleşmiş olaydı, kadınlar bütün istediklerine sahip olabilirlerdi…”
Ama gerçek hayatta sınıfsal gerçeklikler nedeniyle bu mantıksal sonuç gerçekleşmez diyor Engels ve şu analojiyle devam ediyor:
“İş sözleşmesi de taraflar arasında özgürce yapılmış sayılır. Ama bu özgürlük, taraflar arasındaki eşitliğin, yasa tarafından kâğıt üzerinde kurulmasına dayanır. Sınıf durumları arasındaki ayrılığın taraflardan birine verdiği güç, bu güçlü tarafın öbürü üzerindeki baskısı, iki tarafın gerçek iktisadi durumu, bütün bunlar yasayı hiç ilgilendirmez ve iş sözleşmesi süresi boyunca, biri ya da öbürü açıkça vazgeçmedikçe, iki taraf da aynı haklardan yararlanıyor sayılır. Ama iktisadi koşullar, işçiyi, sözümona hak eşitliğinin hatta son kırıntılarından da vazgeçmeye zorlarmış, bu, yasanın umrunda değildir.”
Nasıl ki bu düzende en ileri iş hukuku yasasına sahip olsak bile, patronların kar hırsı uğruna iş cinayetlerinin yaşanacağından eminsek; en “kadın dostu” yasaya sahip olsak bile kadın cinayetlerinin süreceğinden öyle emin olabiliriz. Bunu demekle haklarımız için mücadele etmeyi ertelemeyi önermiş olmuyorum; ancak sadece buraya odaklanmış bir mücadelenin kadınlara herhangi bir gerçek çözüm sunamayacağını vurgulamak istiyorum. Ve ne yazık ki kadına yönelik şiddet başlığında kadın örgütlerinin ibresi; hukuki metinlerden örülü bir arka planda yasal çözümler ve dava takibinin arasında gidip geliyor. Bizim bu ibreyi gerekirse bozarak bambaşka bir zemine sıçratmamız gerek. Çünkü bugün kadına yönelik şiddetin birtakım hukuki kazanımlarla çözülebileceğini ifade etmek veya “6284 Sayılı Yasa” ve “İstanbul Sözleşmesi” ile yatıp kalkmak; hukukun temel işlevini göz ardı etmek olacaktır. Halbuki tüm diğer üstyapı kurumları gibi hukuk da; egemen sınıfın çıkarlarını korumak amacını gütmektedir. Ve nasıl hukuk sınıfsalsa ve bugün için yürürlükte olanın adı burjuva hukukuysa; burjuva hukukunda somutlanan haklarımız da sınıfsaldır. Bu sebeple, bir hakkın kanunda yazıyor olması; toplumdaki herkesin bu hakkı dilediğinde kullanabilmesine imkân vermez. Çünkü yaşam kitaplarda yazılı hukuk kuralları üzerine değil, sınıfsal gerçeklikler üzerine kuruludur. Dolayısıyla, biz komünistlerin bugün emekçi kadınlara söyleyeceğimiz söz hukuksal metinlerden ziyade; şiddetten sosyalist bir düzende nasıl kurtulabileceklerini anlatmak olmalıdır. Bunu başarmak için de, kadına şiddet olgusunu şimdiden bir hak mücadelesi zemininden çıkarıp sınıfsal zemine taşımamız gerekiyor.
2c. Patronların Ensesi̇ndeyi̇z Ağı’nın Öğretti̇kleri̇ ve Boşanamayan Emekçi̇ Kadınlar
Bugün Patronların Ensesindeyiz Dayanışma Ağı’na gelen ifşalardan açığa çıkan şudur ki; emekçiler, ne İş Kanunu’ndan, ne Anayasa’dan doğan haklarına erişememektedirler. Burjuva hukukuna göre dahi iş sözleşmesinin asli unsurlarından olan ücret gibi en temel haklarını bile, mücadele yoluyla alabilmektedirler.[16] Bu gerçeklik tüm emekçiler için böyle olduğu gibi, onların bir parçası olan emekçi kadınlar için de böyledir. Üstelik bugün emekçi kadınların yalnızca iş hukuku bağlamında değil, aile hukuku bağlamında somutlanan haklarına erişimleri de; sınıfsal gerçeklikleri tarafından belirlenir hale gelmiştir. Öyle ki Medeni Kanun’da her kadına erkekle eşit olacak şekilde boşanma hakkı tanınmış olması, bugün her kadının boşanabildiği anlamına gelmemektedir. Nasıl ki Anayasa’da yaşam hakkının güvence altına alınması iş cinayetlerini önlemeye yetmiyorsa, nasıl ki herkesin anayasal çalışma hakkına sahip olması işsizlik gerçeğinin önüne geçemiyorsa, ya da yine anayasal dinlenme hakkı bayram, yılbaşı demeden günde 14 saat çalışan ve izin alsa bile değil tatile para harcamak, eline geçen üç kuruşla zar zor geçinen bir işçi için hiçbir şey ifade etmiyorsa; bugün emekçi kadınlar için de “koruma kararı” veya “boşanma hakkı” pek bir şey ifade etmemektedir.
Öte yandan bugün ne kolluk güçleri ne de savcılar, ne ŞÖNİM’ler (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri) ne de kadın sığınma evleri bu düzende kadınları şiddetten korumaya yetmektedir. Bunu, faillerin sarf ettiği “10 gün uzaklaşırım, 11. gün yanındayım” tehditlerinde geçen 11. günlerin gerçekleşmesinden biliyoruz. Bunun bir örneğini; gece vakti sokak ortasında dövülmesi üzerine komşularının polise haber vermesiyle erkek arkadaşı ile birlikte kollukta ifadesi alınan, ancak ondan şikayetçi ol(a)madığı için öldürülen Güleda Cankel’den biliyoruz. Güleda’nın kolluk ifadesini okuduğumuzda ise, o ana kadar gördüğü tüm işkenceyi detaylarıyla anlattığını, sadece “Bu çocuk beni öldürecek” demediği kaldığını görüyoruz.[17] Bu ifadeye rağmen, sırf erkek arkadaşının yanında ondan şikayetçi ol(a)madı diye polisler; katili olacak erkeği hiçbir önlem almadan serbest bırakıyor. Ve nihayetinde hepimizin bildiği son gerçekleşiyor ve çocuk elini kolunu sallaya sallaya evine gelip Güleda Cankel’i öldürüyor. Burada canımızı yakmak pahasına şunu sormaya hakkımız var; Güleda’yı bu şartlar altında hangi yasa koruyabilirdi?
Bu örnek bize, sorunun sadece yasalarla çözülemeyeceğini, çok daha büyük bir toplumsal dönüşüm gerektiğini gösteriyor. Ve kadınlar ne bu hakların ne de devletin kendilerini koru(ya)mayacağını biliyorlar; “koruma kararı aldın mı” diye sorunca yüzünüze bakıp gülümsemekle yetiniyorlar. Bu gülümsemelere başka bir çağrıyla karşılık vermek, ve bu kez onların cevabını beklerken gülümsemek de bugünün komünistlerine düşüyor: Bugün kadınları şiddetten yasalar değil, ancak sömürünün ve şiddetin ortadan kalkmasını amaçlayan bir örgütlülüğün ve dayanışmanın parçası olmak kurtarabilir.
2d. İşsi̇zli̇k ve kadın ci̇nayeti̇ veri̇leri̇ bi̇rli̇kte ne söylüyor?
Şimdi yukarıdaki tabloda da şiddetten sonra ikinci sırada gelen işsizlik verilerine daha yakından bakalım.
Bugün için güvenilirliği tartışmalı olan resmi verilerden başlayacak olursak, TÜİK’in en son 2019 Ekim ayı verilerine göre[18], 15-64 yaş arası %13,4 olan işsizlik oranı, aynı yaş aralığında kadınlarda %17’dir. (Aynı dönem için DİSK-AR raporunda geniş tanımlı işsizlik oranının %20,3 olduğunu görürüz.[19]) 15-24 yaş aralığına baktığımızda ise %25,3 olan işsizlik oranı, genç kadınlarda %34,3’tür. Bununla birlikte, yine TÜİK’in veri tabanından alınmış verilerle hazırlanmış aşağıdaki tablo bize, 2014 ile 2018 yılı aralığında tüm yaş gruplarında kadın işsizliğinin arttığını göstermektedir. İşsizliğin en yoğun olarak hissedildiği kuşak ise, işgücüne katılmaya en hazır durumda olan genç kadınlardır.
Aşağıda yıldan yıla artan kadına yönelik şiddet verilerine baktığımızda da, şiddetin yöneldiği yaş aralığının yine genç kadınlara denk düştüğünü görürüz.
Buraya kadar takip ettiğimiz bu verilerin bize söylediği bir şey var; kadın işsiz kalarak eve doğru itildikçe, toplumsal yaşamdan geriye düşüyor ve şiddete daha açık hale geliyor. Dolayısıyla işsizlik rakamlarında kadınların başı çekmesi ile kadına yönelik şiddet verilerinin artışı arasında bir bağ vardır. Üstelik her iki başlıkta da genç kadınların en çok işsizlikten ve şiddetten etkilenen olmaları da dikkate değer bir ayrıntıdır. Kendi parametrelerimizle ölçülmemiş olan bu verilerden hareketle daha fazlasını söylemek zor; ancak bütünün parçaları arasında bir bağ olduğu muhakkak. O halde, bugün kadınların yaşadığı toplumsal sorunlara bakarken hem işsizliğin hem şiddetin birbirini beslediğini ve bunların ardında sınıfsal bir eşitsizlik yattığını, kadınların işçi sınıfı içinde, gerek güvencesiz ve esnek çalışma koşullarıyla, gerekse de işsiz bırakılarak bu eşitsizlikten büyük bir pay aldıklarını ve güçsüz düşürüldüklerini, böylece şiddete açık hale geldiklerini söyleyebiliriz.
2e. Katledi̇len kadınların sınıfsal ki̇mli̇ği̇
Son olarak şiddete uğrayan kadınların sınıfsal kimliklerine daha yakından bakmayı deneyelim. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, devletin kadın cinayetleri başlığında açıkladığı verileri nasıl oluşturduğu bilinmiyor. Bu yüzden üniversitelerin kadın araştırma merkezleri ya da kadın örgütlerinin topladığı veriler her anlamda daha güvenilir ve gerçeğe uygun kalıyor. 2019 yılında Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 474 olarak açıkladığı bir yılda işlenmiş kadın cinayeti sayısını, AKP’li bakanlar 25 Kasım öngününde yaptıkları konuşmalarda 299 olarak açıkladılar; ancak bu rakamın hangi kaynaktan nasıl oluşturulduğuna dair hiçbir ipucu bulunmuyor.
Şiddete uğrayan kadınların sınıfsal kökenine gelecek olursak, ne yazık ki bugüne dek buna dair ipucu yakalayacağımız herhangi bir araştırma veya veri çalışması mevcut değil. Zaten, dibine kadar “kızkardeşlik” ve “feminizm” şiarına batmış, kadın dernekleri ve akademinin, bu sorunsala sınıfsal bir bakış atmasını beklemiyoruz. Dolayısıyla bize, kadınların sınıfsal kökenine göz atmak için, her gün çıkan gazete haberlerini takip etmekten başka bir çözüm kalmıyor.
Kadın cinayeti verilerinin oluşturulduğu haberlere bir göz attığımızda da, öldürülen kadınların çoğunlukla emekçi kadınlar ya da emekçi ailelerin çocukları olduklarını görüyoruz.[20]Geçtiğimiz günlerde davası karara çıkan Şule Çet, bunun en güncel örneği. Okurken çalışmak zorunda kalan ve patronu tarafından tecavüz edilerek bir plazanın 20. Katından atılarak öldürülen, üniversite öğrencisi bir emekçi ailenin kızından bahsediyoruz. Ya da kopya çeken bir öğrencisinin sınav kâğıdını aldığı için öldürülen Ceren Damar; işyerinde ve parasıyla gerekirse eğitmenini de satın alabileceğini zanneden ancak bu kez satın alamadığına öfkelenen bir züppe tarafından öldürüldü. Emine Bulut, Merve Kotan, Güleda Cankel, Özgecan Aslan, Nadira Kadirova ve her gün okuduğumuz daha pek çok yaşam… Bu kadınların bir sermayedar ya da zengin olmadıkları aşikâr. Tüm bunlar bize emekçi kadınların burjuva kadınlara göre birkaç kat şiddete açık olduklarını gösteriyor. İş cinayetlerinde işçileri öldüren bu sermaye düzeni, kadın cinayetlerinde de ağırlıklı olarak emekçi kadınları seçiyor. O halde, emekçi kadınların burjuva kadınlardan daha güçsüz ve korunmasız olduklarına nasıl şaşırmıyorsak; fiziksel şiddete uğrayanların da daha çok emekçi kadınlar olmalarına öyle şaşırmamamız gerek. Bunları söylerken, ağırlıklı olarak ölümle sonuçlanan fiziksel şiddeti kastettiğimizi not edelim. Yoksa elbette burjuva kadınlar da şiddetin diğer türlerinden etkileniyor olabilirler. Ancak hak verirsiniz ki; hiçbir burjuva kadın, yaşamının hiçbir döneminde boşandıktan sonra geçinemeyip şiddet gördüğü eşine geri dönmek zorunda kalmayacaktır. Oysa emekçi kadınların çok büyük bir kısmı, bu zorunluluk yüzünden öldürülüyor. İşte işsizlik verileri, tam da bu noktada devreye giriyor. Şiddet gören emekçi bir kadın güç bela eşinden boşanıyor, ancak aylarca iş bulamıyor, genelde evlere gündelikçi olarak temizliğe gidiyor ve aldığı parayla geçinemediği için eski eşine geri dönmek veya yeni bir evlilik yapmak zorunda kalıyor. Ardından açılan davada da, ilkinde “o da dönmeseymiş” diyorlar, ikincisinde de “haksız tahrik” veriyorlar.
Sonuç
Tüm bu yazdıklarımızdan çıkan sonuç ise şudur: Bugün kaynağını bu düzenin üzerine kurulu olduğu işleyiş mekanizmalarından alan kadına yönelik şiddet; en çok işsizliğin pençesindeki emekçi kadınların sorunudur. İşsizlik ve kadına yönelik şiddet, kadın sorunu olarak adlandırabileceğimiz bütünün parçaları olup diyalektik olarak birbiriyle bağlantılıdırlar. İşsizlik verileri, kadına yönelik şiddeti beslemekte, kadınların şiddete daha açık hale gelmesi ise onları toplumsal yaşamdan ve üretim ilişkilerinden geri düşürmektedir. Tam da bu noktada kadının “annelik” ile birlikte anıldığı aile temalı cümleler ve kadın düşmanı gerici söylemler, kadına yönelik şiddeti körüklemekte; çalışma yaşamında da kadının haklarının daha kolay gasp edilebilmesine kapı aralamaktadır. Kadın sorununun bir parçası olan kadına yönelik şiddetin çözümü, nasıl ki kadının aile yuvasına geri dönmesi değilse; kadınlar için toplumsal yaşamda tecrit edilmiş bir tür “aile yuvası” yaratan pembe otobüsler de olmayacaktır. Öyle ki, pembe otobüsler bu soruna bir pansuman olmaktan dahi uzaktır. Çözüm adı altında sunulan bu öneri değil palyatif olmak, çözüm bile değildir; olsa olsa kadını toplumsal yaşamdan iyice soyutlayacak olan kapitalizm öncesi üretim ilişkilerine doğru bir geri gidiştir. Bugün kadına yönelik şiddet olgusunun tarihte “tunç ve baltanın” yanında gönderilmesi için yapılacak olan şey, kısa vadede bir sonrakini hedeflemek ve bu düzeni sosyalizmle değiştirmektir. Kadına yönelik şiddet sorununu ancak; özel mülkiyetin tasfiyesiyle toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden belirleneceği sosyalizm çözebilir.
Son olarak bugün kadına yönelik şiddet sorununu yalnızca bir hak ve hukuk sorununa indirgeyenlere ise şunu hatırlatmak isteriz: İşçi sınıfının bugüne dek sahip olduğu tüm haklar, iktidarı hedefleyen mücadeleler sonucu elde edilebilmiştir. Kadınların kendilerini çok daha iyi koruyan yasalara sahip olmak için dahi, bundan çok daha fazlasını talep eder durumda olmaları gerekecek. Şiddetin, ayrımcılığın ve eşitsizliğin olmayacağı güzel yarına giden yolda bugünden komünistlere düşen ise taraflaşmayı, yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız kapitalizm ve kadınlar eksenine çekmek olmalıdır. Bunu yapmak sorunu vülgerleştirmek değil; aksine kadına yönelik şiddet sorunsalını bu eksene çekmek ve düzenle bağını teşhir etmek, konunun daha çok inceltilmesini gerektiriyor.
Dipnotlar
[1] Bu yazı ilk olarak 7 Mart 2020’de soL Haber Portalı’nda yayımlanmıştır. Dipnotlarda sunulan kimi örneklemeler güncellense de işsizlik ve kadına şiddet verilerine dair tablo ve raporlarda 2020 yılı Mart ayı istatistikleri aynen korunmuştur.
[2] Friedrich Engels – Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Eriş Yayınları, 2003
[3] Karl Marx, Friedrich Engels, Alman ideolojisi. Evrensel Basım Yayın, 2. Basım, sy. 52
[4] https://sol.org.tr/haber/bsmtvden-somanin-ozeti-oyle-mi-alay-komutani-17309
[5] https://tr.sputniknews.com/ortadogu/202001191041133270-lubnandaki-protes…
https://tr.sputniknews.com/ortadogu/202001231041231779-irak-cumhurbaskan… https://www.independentturkish.com/node/100566/dünya/fransada-polis-şiddetinin-bilançosu-26-kişi-gözünü-kaybetti-5-kişinin-eli-koptu-1
[6] Marx K, Engels F (1845) Alman İdeolojisi. Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 6. Baskı, 2003, s. 52.
[7] Gorki, Ana, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, 2003, İstanbul, sy. 8, 9.
[8] https://sol.org.tr/haber/ogrencileri-hedef-alan-erdogandan-ailelere-evlatlariniza-sahip-cikin-26474
[9] F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Sol Yayınları, 1. Baskı, 1997, s. 131,132
[10] Marx-Engels-Lenin, Kadın ve Aile, Eriş Yayınları, 3. Baskı, sy. 48
[11] F. Engels, agy, sy. 204
[12] Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Eriş Yayınları, 2003, sy. 154
[13] Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, sy. 475.
[14] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Sol Yayınları, 1. Baskı, 1997, sy. 131,132
[15] Friedrich Engels – Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Eriş Yayınları, 2003, sy. 70,71
[16] https://haber.sol.org.tr/yazarlar/alpaslan-savas/sinif-mucadelesinin-gundemi-ucret-alabilmek-274727
[17]https://tr.sputniknews.com/turkiye/202001261041253777-guleda-cankelin-olaydan-12-saat-once-polise-verdigi-ifade-ortaya-cikti/
[18] http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33777
[19] http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2020/01/DISK-AR-Ocak-2020-Istihdam-Issizlik-Raporu.pdf
[20] https://www.dw.com/tr/verilerle-türkiyede-kadına-şiddetin-anatomisi/a-46440667