Komünist laikliği ayırt etmek

Laik sözcüğü için sözlükler “halka ait olan” anlamını veriyor ve kökenini Latince laicus, Yunanca laikos’a dayandırıyor. Ölü bir dil olan Latinceden türemiş dillerde halk sözcüğü bu kökten ayrılmış, ama günümüz Yunancasında laos olarak kullanılıyor.

Türkiye laikliğiyle veya Kemalist laiklikle sık sık eşleştirilen Fransız laisizminin şekillenmesine emek verenler arasında bazı Marksistler de sayılır. Bunların başında gelen Jean Jaurès bir yerde, tekrar etmek durumundayım, diyor, demokrasi ve laiklik özdeştirler. Ben orijinal bir kaynakta değil çağdaş bir makalede denk geldim.[1]

Başlarken Kemal Okuyan’ın 2012 tarihli son derece zengin yazısını yeniden herkese tavsiye etmek istiyorum.[2] Gericiliğin laikliğe karşı yürüttüğü “kazıma” operasyonunun tarihinde laiklik ile laikçilik arasında yapılan ayrım kritik bir basamak oluşturmuştu. Kemal’in yazısında ele aldığı başlıklardan biri de bu.

O sıralar laiklik derken “din ve devlet işlerinin ayrılmasından” giderek “devletin bütün inançlara eşit mesafede durması” gibi bir tanıma kayılıyor, devlet bu anlamda inançların hizmetine koşuluyordu. Haliyle böyle bir laiklik meczuplar dışında kimsenin saldırısına uğramazdı. Hatta Erdoğan’ın o evre için geçerli tezine göre devlet laik olmalıydı, ama kişiler laik olamazdı.

Devletin laikliğinin kişilerin dinlerini yaşamalarının güvencesi olacağı görüşü elbette geçici bir formül olabilirdi. Laikçiliğin tırnakları söküldükten sonra sıra laikliğe gelecekti. Geldi de. İnanç bekçisi olarak eşit mesafe laikliği iyiydi, hoştu; ama ah yok muydu, o laikçiler! Onlar dini tasfiye etmek için uğraşmış, Müslümanlara kök söktürmüşlerdi…

Bu anlatı teorik olarak tamamen safsatadır. Laiklik siyasetin din karşısında müdahalesizliğe mahkûm edilmesi değildir. Ama eşit mesafe uydurmasına da bir anda gelinmedi, bu değişim bir şok yaratmadı. Açıkçası, öncesinde laiklik bir mücadele süreci olmaktan çıkarılarak dondurulmuştu. Laiklik devlet ve dinin “kendi işlerine bakması” biçiminde bir statüko olarak tanımlana tanımlana aşındırıldı, katledildi. Sorun dinin çok uzun çağlar boyunca egemenlik kurduğu toplumsal yaşamdan kişisel, özel alanın sınırları içine ittirilmesiydi. Komünistler laiklik diye bir duruma değil, evet tam da laikçilik diye bir mücadeleye konsantre olmak durumundadır.

Halkçı ve demokratik

Bu üç değini, yani laiklik ile halkçılık ve demokrasi kategorilerinin ilişkisi ve laikliğin bir durum değil mücadele süreci olarak kavranması, okumaya başladığınız bu kısa yazının çerçevesini oluşturuyor. İşçi sınıfı laisizmi veya komünistlerin laiklikle ilgili konumlanışları modern veya burjuva laisizminden ayırt edilmelidir.

Etimoloji her zaman, kavramların içeriğini dümdüz ele vermez. Pekâlâ, bir sözcüğün anlamı da evrim geçirebilir, kökeninden saparak başka bir içerikle yüklenebilir. Laiklik bu açıdan şanslı bir terim; deforme olmamış… Çok eski çağlarda da, bugün de bir “halka ait olma durumu”ndan söz edebiliyoruz.

Halk kategorisinin sabit olmadığı açıktır. Çok sayıda dönem birbirinden ayırt edilebilirse de, burada yalnızca tek bir karşılaştırmayla yetinelim. Burjuva devrimlerinin yükseliş çağında halk kategorisinin eski düzenin sahiplerini ve savunucularını dışlamakla yetindiğini not etmeliyiz. Aristokrasi, onunla iç içe olan feodalite ve bunların ideolojik savunusunu yürüten ruhban kesim, kesinlikle halk değildir. Ne diğerleri onları kendilerinden sayar, ne de bunlar halka karışmayı arzularlar. Sahip oldukları otorite, siyasal egemenlik, maddi zenginlik, haklar vb.nin kaynağı olarak bu dünyaya ait bir şey göstermezler, gösteremezler. Asıl olan toprak mülkiyetidir ve neden bir sınıfın toprağa tanımı gereği, doğuştan sahip olduğunu, başkalarınınsa -bazen çok sınırlı biçimde sahip olabilse de- genel olarak toprağın kölesi, emekçisi olabildiğini toplumsal ilişkilere dayanarak nasıl açıklayabilirsiniz? Çalışıp da kazanmış olamazlar! “Çalışıp kazanmak” burjuvazinin iddiası olacaktır. İddiaya göre emekçi üretim sürecine emeğini katarken, burjuvazi de sermayesini koymakta ve ücret ile kâr bu katkıların karşılığı olmaktadır. Burjuva ideolojisi ağırlığını hissettirene kadar, egemen feodal-aristokratik dünyada, yaşamak için emek harcama zorunluluğu aşağı bir durum sayıldı.

Eski sınıf kendisini bu dünyanın ötesinde bir gerekçeyle meşrulaştırabilirdi. Halk ise dünyalıdır. Kapitalizm öncesi egemen güçler mülkiyet ve otorite kaynağını tanrıyla açıklarlar. İnsanlar eşit doğmaz ve din bu eşitsizliği geniş kitlelere kabul ettirmek için muazzam bir kurumsallaşmaya ulaşmış, siyasallaşmış ve egemenlik mekanizmalarının en önemlilerinden biri haline gelmiştir. Burjuva Aydınlanmasının kilise karşıtlığına evrilmesi, Fransız Devriminin en radikal döneminde rahipleri giyotine yollaması ne rastlantıdır ne sürpriz. Halk ise, eşittir genel nüfus eksi aristokrasi ve ruhban.

Her şey sınıfsal; kavramlar da… Eski düzenin sahiplerinin eksilktilmesiyle ulaştığımız kapsam, halk’ın burjuva tanımıdır. Kapitalizm çağında yaşadığımız için bu tanımın genel olarak geçerli olması şaşırtıcı değil, ama mutlaklaştırılması için de bu bir gerekçe değil. Kaldı ki, bugün halk “sıradan insanlar” anlamına çoktan kavuşmuş durumda. Marksist bilimsel sınıf tanımının devreye giremediği gündelik dilde, nüfusun birbirine benzer yaşam biçimlerini sürdüren büyük çoğunluğu halk sayılırken, servet ve otorite sahibi olmalarıyla bu çoğunluktan uzaklaşan kesimler ayrı tutulur. Bildiğimiz şey…

Burjuva devrimcileri de, yine bizim kendi ülkemizin tarihinden bildiğimiz gibi ulus ve halkı eşitlemeye, kayda değer bir sınıfsal ayrışma yaşanmadığını iddia ederek sınıf mücadelesinin bize uymadığını kanıtlamaya uğraşmışlardır. Bu çaba kapitalizmin gelişmesinin erken evrelerinde de beyhudedir, ama gelişimin belirli bir noktasından sonra sürdürülebilir olmaktan tamamen çıkar. Zenginlerin artık halkın arasına karışması mümkün değildir. Zaten onlar da, topluma yaymakta yarar gördükleri ideolojide değil, ama kendi gündelik duygulanımları anlamında kendiliğinden ideolojilerinde giderek eski aristokratlar gibi algılamaktadırlar dünyayı. Onlar doğuştan böyledirler, zenginliği hak etmişlerdir. Tanrı öyle yaratmıştır!

Burjuva ideolojisi burjuva devriminden koparken kendini inkâr eder ve geriye döner. Kaçınılmaz olarak süreç içinde ve sürece eşlik eden ideolojik mücadeleler sayesinde halk’ın bir de proleter tanımı şekillenmiştir. İşçi sınıfı, mücadele ederek etkilediği ve kendine bağlayabildiği veya yakınlaştırdığı diğer toplumsal sınıfları, pozitif bir kategori olarak geçmişten devraldığı halk’ın içine katar. Düşman sömürücü sınıfı ise yaklaştırmaz.

Elbette bunun için işçi olmanın, emeğiyle yaşamanın, kentli, modern bir yaşam biçimine ve kültürel gelişime açıklığın ve dahası geleceğe yönelik eşitlikçi, özgürlükçü bir tasavvurun taşıyıcılığının toplumun genelinde onay görmesi, öykünme yaratması gerekir. Burjuvazinin mücadelede üstünlük sağladığı kimi dönemler bu öykünmenin de silikleştiğine tanık oluyoruz. İşçilerin bile işçi olarak anılmak istemediği karanlık dönemler…[3]

Bütün bunlar bir kenarda ve akılda tutularak söyleyebiliriz ki, laiklik komünistler için, etimolojisinde olduğu gibi halka ait bir kategoridir. Laiklik burjuva devlet tarafından tanımlanan, eğitim sisteminin tasarlanmasında dikkate alınan vb bir yönetim enstrümanı, bir rejim özelliği olarak sınırlandığında komünistlerden uzaklaşmaya başlar. Bizim için laiklik, halkın siyasal konumlanışını belirleme mertebesinden başlayarak gündelik yaşam pratiklerine uzanan geniş bir yelpaze içinde din referansından uzaklaşma mücadelesidir. Bu mücadele dönüp laikliğin yönetim enstrümanı olarak nasıl hayata geçirileceğini de etkileyecektir. Laikliğin bir halk hareketi karakteri kazanması kapitalizm koşullarında da laiklik rejimini koşullar.

Türkiye’de laiklik uzun süre burjuva devlet katında benimsendi, ama öte yandan halk kitleleri tarafından soğuk bir kayıtsızlıkla karşılandı, bir heyecan konusu olmadı. Bu verinin laikçilik ve elitizme yorulduğunu görüyoruz. Demek ki deniliyor, toplumun normal süreçleri fazla zorlanıyor, bir tür jakobenizmle kesilip biçilmeye kalkışılıyor… Bu liberal yaklaşım laikçiliği de yersiz bir toplum mühendisliği olarak mahkûm etti.

Oysa sorunu, laikliği halk kitlelerini sarıp sarmalayacak bir ideolojik-politik ve kültürel mücadele olarak kavramayan, tersine bundan bucak bucak kaçan egemen güçler yaratmıştır. Bu güçler aslında bin yıllık dinsel birikimi fazla zorlamış ve inançlı halkın nasırına basmış değillerdi. Tam tersine halk kitlelerinin mücadele potansiyelini kurutmayı bizzat seçmişler, yalnızca düzenin ihtiyaç duyduğu dozda bir modernleşmeyle yetinmişlerdi. Dinci gericilik tarafından elitizmle suçlanan burjuva laisizmi, komünistlerin baktığı taraftan, yapılması gerekeni yapmamakla, bu anlamda pasifizmle, halk kitlelerinin mücadeleye katılmasına bilinçli olarak engel çıkarmakla eleştirilmelidir.

Dinsel ideoloji ve kültürün “halka” ilettiği mesaj, insanın düşüncesinin ve eyleminin dünyayı anlamak ve değiştirmek açısından mutlak sınırları olduğudur. Devrimci burjuvazi bu teze meydan okumuş ve aydınlanmacı, anti-ekleziastik bir kimlik geliştirmiştir. İktidara gelen burjuvazi ise hızla pozisyon değiştirir, dinsel ideoloji ve kültüre hak vermeye başlar. İşçi sınıfının da dünyayı anlamak ve değiştirmek için önünde engel tanımaması burjuvazi için kabul edilebilir bir durum değil, bir kâbus olurdu. Burjuva laisizminin sınırı buradan geçer. Burjuva laisizmi geri halkın dini duygularını rencide ettiği için değil, halkın devrimci potansiyelinin önüne set çektiği için yanlış ve eksiktir.

Komünist veya işçi sınıfı laisizmi bir kitle hareketi olmak zorundadır. Komünistlerin laikliği emekçilerin örgütlü mücadelesinin bir kimlik özelliği olarak yapılandırmayı hedeflerler.

Demokrasi bir diğer ara kavram… Demokrasinin bir devlet biçimi olduğu doğrudur. Burjuva demokrasisi de, mülk sahibi sınıfların karar alma mekanizmalarına katılımını güvence altına alan, yönetilen sınıfları bundan yoksunlaştıran bir sistemdir. Oy kullanmak için artık mülk veya para sahibi olma koşulu ve cinsiyet kriteri çoğunlukla yok, ama siyasal katılımın oydan ibaret olmadığını, ideolojik araçların, medyanın belirleyici önemini, siyasetin metalaşması sayesinde seçimin, parayla üretilen ve tüketiciye arz edilen bir meta hizmet haline geldiğini biliyoruz.

Öte yandan demokrasi, yine devrimci dönemlere referansla halkın aktif katılımını anlatır. Anlatılanın tersine Jakoben Terör dönemi bir taban demokrasisidir. Marx’ın aynı anda bir diktatörlük ve demokrasi olarak kavramlaştırdığı proletarya diktatörlüğü teorisinin buradan esinlendiği biliniyor. Paris Komünü’nde barikatların ardında sonsuz tartışma için zaman yoktu belki, ama karar mekanizmasının parçası olmaya gözü gibi sahip çıkan emekçiler vardı. Burjuva teorisine bakılırsa demokrasi bir yönetim sistemidir. Devrim ve ona eşlik eden alt üst oluşlar, büyük kitle hareketleri demokrasinin kurulacağı bir zemini hazırlıyor olabilirler. Ama demokrasinin varlık kazanması için bu dönem geçmeli, sular durulmalıdır. Yani aktif katılım halindeki yığınlar evlerine, işlerine güçlerine döndükten sonra demokrasi kurulabilir…

Son derece tutarlı, çünkü kapitalizm ancak emekçi kitleler durağanlaştığında yönetilebilir hale gelecektir. Demokrasi de bu anlamda bir yönetim rejimi, bir devlet biçimidir.

Demokrasi ve laiklik arasındaki özdeşliğin özüne az önce değindik. Demokrasi, sıradan insanın kendisini yetkin ve yetkili saymasının başlangıç noktası, dinin dayattığı kısıtlamanın reddidir. Din insanı belirlenmiş, tabi bir varlık durumuna ittirir. Hareket edecekse de gerçek toplumsal ilişkilerin içinde hareket etmez. Kişi ile tanrı arasında gerçek olmayan bir başka ilişki tanımlanır. İnsan bunu anlamaya ve bu ilişki için tarif edilen yolda hareket etmeye çağrılmaktadır.

Kuşkusuz kurumsal-siyasal din ile esas olarak kültürel nitelikte olan ve zaman zaman “halk dini” olarak adlandırılan versiyonlar arasında bir ayrım yapılması gerekir. Ancak bu ayrım hakkında da yanlış yargılar söz konusudur. Bir kere dinsel düşünce her koşulda insanın değiştirme gücüne sınır çeker; halk dini bu açıdan farklı bir konum almaz, insanın yetkinliğini onaylamaz, desteklemez. Kişisel tevekkülle dinci gericilik arasında bir geçişkenlik vardır.

Siyasallaşmış din kurumları ile kurumsal değil töresel olan halk dini arasındaki fark dozajla da ölçülemez. Halk kültürünün parçası olan dinsel yargılar siyasal din kurumu tarafından göreve çağrılmayı bekleyen bir potansiyel güçtür. Kurumlar yalnızca “tepeden” işlemez, tabanı da dönüştürür. Bu noktada siyasal din ile halk dini arasında elbette tam bir örtüşme değil gerilimli bir ilişki vardır; ama vardır.

Mütedeyyin denilen “sıradan insanların” dinci gericiliğe tepki gösterdikleri veya uzak durdukları örnekler yukarıda söylenenin karşısına dikilebiliyor. Ama bu, halk dininin ilerici olduğuna yorulmak yerine, söz konusu geniş ve heterojen yapının bir mücadele alanı olduğunun kanıtı olamaz mı?

Ama dikkat; söz konusu mücadelenin tarafları iki tür dinsellik değil. Dinsel yapıların geniş kitlelere uyarlanması sırasında, kaynağını modern yaşantı biçimlerinden alan veya din-öncesi pagan geleneklere kadar inen bir dizi faktör mücadelenin parçası olacaklardır. İnançlı işçilerin sınıf mücadelesine örgütlenmelerinin bu insanların bilincinde yaratacağı yansılar en kolay anlayacağımız, en yakın örnek olsa gerek.

Kısa olmayan bir süredir AKP çevreleri tartışıyor. Dinselleşme operasyonu gerçekten de ortalama inananları gerçeklikten uzaklaştırma yönünde aşırı sıkıştırıyor ve bunun ilginç sonuçları oluyor. Dinselleşen Türkiye’de dinden uzaklaşma yönünde bir ters akıntının ortaya çıkması çok anlaşılır bir durumdur.

Açıklamayı kapatalım artık. Komünist laiklik veya laisizmin (laikçilik) dinsel dogmaların toplumsal yaşamda referans kaynağı olarak oynadıkları role karşı yürüttüğü mücadele, halkçıdır ve demokratiktir. Yalnızca halk katılımını çoğaltarak verilebilen bu mücadele, aynı anlama gelmek üzere yönetim biçimi olarak değil, insanların kendi kaderlerini ellerine almaları anlamında demokratiktir de. Burjuvazinin yönetim biçimi olarak demokrasi, tam tersine bunun inkârıdır.

Kazanımlara sahip çıkmak

Komünistlerin tarihsel ilerlemenin kazanımlarına sahip çıkması mücadelenin yeni bir özelliği değil. Türkiye’de bağımsızlıkçılığın burjuvazi tarafından öksüz bırakılmasının tarihi Kurtuluş Savaşını takip eden yıllarda Batıyla frekans tutturma girişimlerinde başlatılabilir. O evrede kalıcı bir sonuç çıkmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Batı emperyalizmi-Sovyet sosyalizmi arasında bir denge oyununu sürdürdüğü için sonraki süreçlere göz atarak devam edebiliriz. Ama daha NATO üyeliğine gelmeden önce Nazi yandaşlığına takılacağımız kesindir. Kapitalist Türkiye bağımsızlık gibi kazanımları en fazla bir pazarlık unsuru, çoğunlukla da sırtında yük saymıştır. Bütün bu süreçte ve örneklerde Türkiye’de bağımsızlıkçılığın kıskançlıkla sahiplenilmesi bir komünist karakteristiği olmuştur. Bu tutumu solun kemalistleşmesine yormak saçmadır.

Laiklik için de aynı şey. Komünizm eski dinsel yapılara yönelik burjuva devrimci operasyonu, yalnızca eksik bırakıldığı için eleştirir. Burjuvazi sınıf karakteri nedeniyle çoğu örnekte ve Türkiye’de mücadeleyi yarıda terk etmiştir; çünkü dinci gericiliğin aşiretçi, tarikatçı, saltanatçı, hilafetçi yanlarının karşısına halk kitlelerinin çıkması beklenir. Bu yapıların engel olduğu, en başta sıradan emekçi yurttaşların dünya üzerinde kaderlerini kendilerinin oluşturmasıydı. Burjuvazinin bu mücadeleye izin vermesi, halkın içinde yaşadığı dünyayı anlama ve değiştirme gücünün en yüksek bayraklara yazılmasını gerektiriyordu. Egemen sınıfın en korktuğu şeydi bu. Hal böyle olunca geri yapılara ve ideolojilere karşı mücadele komünizmle özdeşleşti. Liberalizm burada da el çabukluğuyla komünistleri burjuva-kemalist kuyrukçuluğuyla suçlar. Oysa ortada takılacak kuyruk falan yoktur.

Tarih böyle; ve komünistlerin pozisyonu nasıl geçmişte “devrimci” burjuvaziyle özdeş olmadıysa bugün de yalnızca kazanımların korunmasından ibaret olamaz. Türkiye’de burjuva laisizmi bir tarihsel ilerlemedir, ancak pratiğinin büyük bölümü devlet işleriyle din işlerinin ayrılması formülü altında devletin dinin alanına karışmaması biçimini almıştır. Burjuva laisizmi, kendini toplumsal ilişkilere müdahale etmekten alakoyma ihtimali bulunmayan dinin özerk alanına onay vermiş, onu meşrulaştırmıştır.

Liberal kesimler Diyanet İşleri Başkanlığını laiklik ilkesinin ihlali, devletin bir “daire” kurup din işlerine burnunu sokması olarak eleştirdiler. Laik devletin dinin işine karışmamak biçiminde bir taahhütte bulunması genel ilke değil, yalnızca burjuva laisizminin özelliğidir. Laiklik dini kişisel alana ittirmek olduğuna göre hiç kuşkusuz işe karışacaktır. Türkiye egemen güçleri bunu fazla yaptıkları için değil, eksik yaptıkları için suçludurlar.

Laik devlet dinin işine nasıl karışmayacak? Burada konu çoğunlukla inanç gruplarının, tarikat veya cemaatlerin kendi finans ve kadro kaynaklarını yaratmalarına gelip dayanır. Mülk sahibi sınıflar, tarihin kıvrımlarına nüfuz eden birikimler, her zaman mümkün olan dış kanallar… laik devlet dinin alanını özgürleştirecek ve bütün bunları meşrulaştıracak, öyle mi?

Yeri gelmişken, AKP döneminde dinci gericiliğin merkezi devlet örgütlenmesi haline gelen ve kapatılması talebi doğru olan Diyanet İşleri Başkanlığının tarihi daha yakından incelenmek durumunda. Komünistler din alanını denetlemek ve yönlendirmek için birtakım araçların geliştirilmesini gözetirler ve sosyalizmin kuruluşu sırasında bu tür mekanizmalar kuracaklardır.

*             *             *

2021 itibariyle AKP’nin açtığı, ne zaman ne kadar üstüne gidileceği belirsiz bir gündem maddesi de Anayasa değişikliği. Bu gündemin toptan gayrimeşru sayılıp yolun bloke edilmesi gerektiği açıktır. Bu bir yana, AKP’nin muradı Anayasa’dan laiklik ilkesini çıkartmak mıdır? Öyleyse bu mümkün müdür?

Bir kere, AKP’nin yirmi yıllık karşıdevriminin de, uygun düşerse Türkiye kapitalizminin tarihinde 20.yüzyılın ortasından da geriye götürebildiğimiz “uzun karşıdevrimde” de laikliğin sanılandan çok daha dirençli çıktığını saptayabiliriz. Düşünsenize, 1980’lerde elde ayet miting kürsülerine çıkan bir asker devlet başkanı görmüş memleketimizde neredeyse yirmi yıldır şeriatçılar hükümette! Sonuç olarak Türkiye laik bir ülke olmaktan çıkmış olsa da, Anayasada laikliğin yerine ne yazılacağı açıktan dile getirilemiyor. Az yukarıdaki sorunun yanıtı belli: AKP laikliği feshetmek istiyor. Ama boşalacak satıra “Türkiye bir İslam devletidir” diye yazmak hâlâ ufukta görünmüyor.

Baştan beri burjuva laikliğinin kısıtlarına göndermede bulunduktan sonra, bu direnci neyle açıklayacağız? Halk kitlelerinin laikliği içeren büyük bir mücadele yükselttiğini de henüz iddia edebilecek durumda olmadığımıza göre…

Laiklik Türkiye’de tarihsel ve maddi bir gereksinime denk düşmektedir. Türkiye ölçeğinde bir ülkeyi bir arada tutan faktörlerin başında laiklik gelmektedir ve bu nitelik tasfiye edilmeye kalkışıldığında toplumsal yapı kaçınılmaz biçimde çatırdayacaktır. Şimdiden bu çatırdama toplumsal ve kurumsal çürüme olarak kendini hissettiriyor.

Bu durum laikliği savunan güçlerin birikiminden ileri gelmiyor. Bunu hafife almayalım, ama önce ülkemizin herhangi bir Balkan, Ortadoğu veya Kafkas ülkesinden geri kalmayacak çeşitlilik barındırdığını hatırlayalım. Laikliğin feshi bir Sünni yapı kurma yönünde kesin kılıç atılması demektir ve bu kılıç yalnızca diğer mezhepleri, laikleri ve inançsızları değil aynı zamanda sünni de olabilen diğer kimlikleri de hesaplaşmaya çağıracaktır. En büyük nüfus grupları onlar olduğu için öyle söyleyeyim; laiklik olmadığında Türk ve Kürt Sünniler arasında bir köprü kurulması bile hayaldir. Din kimlikleri birleştirmez, böler. Dinselliğin kamusal alanda egemen olduğu an, bütünü oluşturan bütün parçalar ve kimlikler kendi özerklikleri yönünde harekete geçeceklerdir. Yapının çözülmesi kaçınılmazdır.

Ama böylesi bir durum şeriatçılık tercihinin tek bir sonuç vereceğini gösterir: Egemenlerin yönetme ehliyetinin krize girmesi değil tükenmesi! Türkiye, gericiliğin iktidarında böyle bir noktaya doğru gidiyor. Biz artık göz kırpan bu noktayı şeriatın ilan edileceği gün olarak düşünmüyoruz. O gün laiklikte yeni bir sayfa açılacak. Halkçı, demokratik ve sosyalist bir laiklik. Herkes kılıç atacaksa, en güçlüsünü ve geleceği belirleyecek olanı işçi sınıfı ve emekçiler atacak. Komünistler şimdi buna hazırlanıyor, bunu hazırlıyorlar…


Dipnotlar

[1] Georges Gastaud, “Pour une approche marxiste de la laïcité”, https://www.initiative-communiste.fr/articles/culture-debats/pour-une-approche-marxiste-de-la-laicite/  (yazım tarihi: 1 Mart 2015; son erişim 5 Nisan 2021)

[2] Kemal Okuyan, “Cumhuriyet Neden Yenildi?”, Gelenek 114, Ocak 2012, https://gelenek.org/cumhuriyet-neden-yenildi/ (son erişim: 5 Nisan 2021)

[3] Tersinden de, sosyalizm mücadelesinin ittifak politikaları mülk sahibi sınıfları yeniden tasnife zorlayabiliyor. Kimi deneyimlerde ulusal burjuvazi, tekel-dışı burjuvazi, antifaşist burjuvazi gibi kategorilerin üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmalarına ve işçi sınıfıyla esas olarak sömürme ilişkisi kurmalarına bakılmaksızın halk’a dahil edilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Bu gelişmeyi politik mücadele açısından bir başarı sayabiliriz. Ne var ki, bazen politik başarı Marksist teoriyi deforme edebilir. Teori sömürücü burjuvaziyi nehrin karşı yakasında bırakmak ister. Siyaset burjuvaziyi bölmeye, parça kopartmaya çalışır. Bu çaba işçi sınıfının iktidarına yaklaştırıyorsa deformasyon affedilecek ve telafi edilecektir. Olmazsa, elde ne teori ne siyaset kalır.