Komünist strateji, Avrupa’da yenilgi ve Afganistan’da trajedi

Geçtiğimiz ay içinde Afganistan’ın hızla Taliban yönetimine bırakılması özellikle Batı’da “kaygı, panik” ve hatta yer yer “infial” ile izlendi. Belki çoğu kişi yakın geçmişi hatırladı: İslam Devleti’nin Irak’ın kuzeyini ve Suriye çöllerini 2014’te hızla ele geçirmesini. Benzer bir halin yeniden yaşanacağı, “islamcı kökten-dinciliğin” dizginlerinden boşaldığı ve yeni trajik olayların kapısının aralandığı düşünüldü. Bu kaygıları besleyecek gerçek ve kurmaca görüntüler, bilgiler de bol bol yayınlandı, paylaşıldı.

Afganistan’da iktidarın bu hızlı ve “sarsıcı” devri, ülkenin yakın geçmişi kadar, uzak geçmişinin de hatırlanmasını, sorgulanmasını gündeme getirdi. Afganistan için “imparatorluklar mezarlığı” tanımı kullanıma girdi ve hızlıca da benimsendi. Böylece Afganistan’ın “emperyalist” İngilizlere, ABD’ye ve tabii ki Sovyet “imparatorluğu”na kök söktürmesi hatırlandı. Hatta herkesten ve her şeyden önce Sovyetler hatırlandı! Sağlı ve sollu olarak…

Zaten, ne de olsa Sovyetler de bir tür “imparatorluk” değil miydi? Liberalinden ulusalcısına, milliyetçisinden dincisine herkes “tarihi” bu şekilde, yani imparatorluklar üzerinden hatırladı, hatırlattı ve hatırlatırken de keyif aldı! Tam da yeri gelmişken Sovyetler Birliği’ni, sosyalizmi, ilericiliği bir kez daha hedef tahtasına oturtma fırsatı kaçırılmadı. Emperyalist ABD’nin yanına “Sovyet emperyalizmi” bir güzel iliştiriliverdi. Hatta Taliban’ın zaferinde emperyalist ABD’nin “tökezlemesinden” daha çok “Sovyet imparatorluğunun” yıkılması hatırlandı.

Bu keyif çıkarma hali soğuk savaş alışkanlığı olarak görülebilir ve üstünde çok da durulmayabilir. Ama tarih, özellikle de düzen-içi tarih böyle yazılıyor. Hatta bir tek tarih değil düzen-içi siyaset de böyle yapılıyor: çarpıtma, yalan, cımbızlama ve örgütlü yaygara ile. Yeniden ve yeniden.

Sovyetler Afganistan’da yenilmiş midir? Doğrudur, Sovyetler Afganistan’da yenilmiştir. Nokta. Tarih bu şekilde okunabilir. Ama tarihin devindirici gücü neydi? Neydi tarihi tarih yapan? Sınıf mücadeleleri mi? Üretim ilişkilerinin bağrında biriken çelişkiler ve bunların düşünce dünyasında, ideolojide, siyasette kendilerini yeniden üretmeleri, belli etmeleri, göstermeleri mi? Tarih, bunlar değil miydi? O zaman sormak gerekmez mi: Sovyetler, Afganistan’da hangi sınıf olarak yenildi? Düşüncedeki mücadele neydi? Halen devam ediyor mu? Bu nedenle mi Taliban’ın zaferine üzülenler Sovyetlerin yenilgisine hâlâ ve hâlâ seviniyor? 

Bu yazının ana derdi Sovyetler Birliği’nin Afganistan macerasını hatırlatmak değil. Daha doğrusu tarihsel olayların onlara ve bize göre hatırlatıldığı bir yazı değil, bu yazı. Başka bir derdi var: Yenilginin Afganistan’da yaşanmadığını ve yaşanan yenilginin de askeri değil öncelikle ve öncelikle ideolojik, düşünsel olduğunu hatırlamak, hatırlatmak. Hatırlatırken de Avrupa’ya bakmak, 70’ler Avrupası’nın komünist hareketine bakmak. Moskova’dan Lizbon’a, Madrid’den Roma’ya komünist stratejinin patinajını hatırlatmak. 

Çünkü Kabil’de bir tek Moskova değil, Roma, Madrid, Lizbon ve Paris de yenildi. Daha doğrusu komünist hareket devrime, dünyaya, tarihe dair stratejisini buralarda kaybettiği için ilk önce buralarda yenildi. Sonra sıra Kabil’e kolaylıkla geldi. İşte bu nedenle bu yazıda sınıflar mücadelesinde işçi sınıfı düşünce ve siyasetinin 70’lerde nerede, nasıl ve neden yenildiğine dair bir hatırlatma yapmaya çalışacağım.

Komünizm Avrupa’da yenildi

Geçtiğimiz haftalarda sık sık hatırlandığı üzere Sovyetler Birliği, sosyalizm mücadelesi, gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadele Afganistan’da yenilmedi. Sovyetler’in Afganistan bataklığında boğulup gittiğini düşünmek tam da egemenlere ait bir değerlendirme: “Afganistan’ı Afgan halkının isteğine karşı, değerlerine karşı işgal ettiler ve despotça işler yapıp sonra da yenildiler.” Tüm süreç böyle özetleniyor. Rambo[1] filmi tadında bir okuma ile tarihi böyle yazıyorlar, işliyorlar. Yıllardır.

Hâlbuki işçi sınıfı yenilgiyi Afganistan’da değil tam da o yıllarda Avrupa’da çoktan almıştı. 1950’lerden itibaren belirginleşen bir süreç 70’lerin sonuna gelindiğinde netleşmişti: Sınıflar arasında Paris Komünü’nden beri süren ve zaman zaman tüm kıtayı ateşe veren aralıksız mücadele, artık bir ara sonuca bağlanmak üzereydi. Komünistler, Avrupa’dan çıkamadı. Ardından da iktidarlar, kitlesel partiler, militan mücadeleler Avrupa’dan başlayarak tüm dünyada tepetaklak gitti.

Bu tarihsel dönemeçte Sovyetlerden İspanya’ya, Portekiz’den Yunanistan’a komünist stratejideki kırılma, farklılaşma kilit rol oynadı. Bir tek Avrupa Komünizmi’nden bahsetmiyorum. Evet, 70’lere gelmeden “ayrı bir yol izleme arayışına zemin hazırlayan birikim hem Avrupa komünist partilerinde hem de zamanla sayısı artmış ve bir öbek haline gelmiş Yeni Sol’da mevcuttu.”[2] Ama dünya komünist hareketinden, özelde Avrupa’ya ve genelde de dünya devrim sürecine dair tüm hareketi ileriye çeken, heyecan ve atılım yaratan bir strateji ne yazık ki Ekim Devrimi sonrasında çıkmadı. Tamam, sınıflar mücadelesinde sermaye sınıfı dünyayı yakacak, Avrupa’yı yıkacak noktaya geldi ve sosyalizm uzun süre savunmada kalmak zorunda kaldı. 50’lerden, 60’lardan sonra ise “sömürücü düzen” bitmiş gibi görünüyordu. İşte tüm bu görüntü, özellikle Avrupa için yanıltıcıydı. Aynı dönemde emperyalizm, yani sermaye sınıfı topyekûn ortak bir strateji ile hareket etti, hareket etme becerisi geliştirdi; ama kanla, ama tehditle, ama yükselen kârlarla!

Geçmişe, sınıflar mücadelesinin bu farklı şiddetteki dönemine bakış ise hâlâ çok çarpık ve kolaycı: Örneğin o dönemde anti-komünizmin dinamosu haline gelen dinci gericilik bir tek Afganistan’da, Pakistan’da, Türkiye’de güçlendirilmedi. Dinci gericilik tam da aynı dönemde Polonya’da, Romanya’da, İspanya’da, Kore’de ve tabi ki ABD’de de gücünü, etkisini artırmıştı. Sovyetleri kuşatmak için oluşturulan “yeşil kuşak” iyi bilinir de Avrupa’daki simetri, muhtemelen Batı’ya kondurulamadığı için unutuluverir. Tamam, mollalar kötüdür ama Papa II. Jean Paul[3] nedir?

Sermaye cephesi 70’ler boyunca Endonezya’dan Şili’ye, İspanya’dan Türkiye’ye, her yerde komünist hareketi ve işçi sınıfı mücadelesini mutlak olarak ve her alanda geriletmek, daraltmak, yok etmek üzere harekete geçti. İşçi sınıfı ve komünizm cephesinde, aynı dönemde, ortak bir zihin hali, bakış, odaklanma bulmak ise mümkün değildir. Tam tersine büyük bir dağınıklık vardır. Ve bu dağınıklık hem Sovyetlerin 1979’daki Afganistan macerasını öncelemiştir hem de komünizm mücadelesinin tüm dünyada adım adım geri çekilmesine eşlik etmiştir.

Savaş biter bitmez başlayan “savaş”

Tarihi olayları sıralamak yok demiştik ama yine de hatırlayalım: II. Dünya Savaşı biter bitmez (hatta öncesinde), emperyalizm hem Avrupa’da hem de Atlantik’in öbür tarafında sosyalizme karşı harekete geçer. Ancak eşgüdüm, netleşme, ortak davranma hali 1960’lara kadar tam oturmaz. Oturması için insanlığa daha bir sürü bedel ödetilecektir. Hatta öyle bir bedeldir ki bu, örneğin Kennedy, bir Amerikan Başkanı olarak soğuk savaş temsilciliğinde tam da istenen performansı sergileyemediği için hedefe konur. İsteksiz olmasa bile zamanın gerektirdiği ritmin, saldırganlığın gerisinde kalır. Sınıflar mücadelesinde ise dönemin emperyalist başkanının her alanda hiç tereddüt etmemesi gerekmektedir. 1963’teki cinayet tesadüf ya da meczupluk değildir!

O tarihe gelinceye kadar emperyalizm, daha 1940’ların sonunda, gerek Almanya’da ve gerekse Kore’de[4] kırmızı çizgilerini göstermekten geri durmamıştır. 1948’de ABD, İngiltere ve Fransa Berlin’de kendi denetimleri altındaki bölgeleri birleştirerek fiili bölünmüşlüğü başlatırlar. Aynı yıl ABD, Kore’nin güneyinde ayrı bir siyasi yapılanma ortaya çıkmasını dayatır ve Kore yarımadası fiilen ikiye bölünmüş olur. 1949’da, İngilizlerin müdahalesiyle komünistler Yunanistan’da yenilir. Tam da Çin Komünist Partisi uzun bir iç savaşı zaferle taçlandırırken.

Buna, yani Çin’e yanıt gecikmez. Kore yarımadasında emperyalist saldırganlık tırmanır ve 1950’de savaş başlar. Sermayenin ortak bir aygıtı olarak NATO sahneye çıkmıştır artık. Türkiye dâhil 21 ülkeden asker toplanır Kore yarımadasına. Ama yetmeyecektir: CIA yönetimi altında uzun soluklu ve özel bir anti-komünizm çalışması yapacak ayrı bir daire oluşturulur. 1950’lerin ortasına gelindiğinde ise Türkiye’den ABD’ye hemen her yerde anti-komünizm sermaye siyasetinde temel hat halini alacaktır.

1955’te Batı Almanya, anlaşmalara aykırı olarak, NATO’ya alınır ve silahlandırılmasının önü açılır. Sosyalizmin bu adımlara yanıtı yine aynı yıl, hatta bir hafta sonra, Varşova Paktı olacaktır. Şubat 1956’da ise Hruşçov, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 20. Kongresi’nde, Stalin dönemini, Ekim Devrimi tarihini, yaklaşık 40 yıllık bir mücadele dönemini “büyük yalana” bağlayan o meşhur “gizli” konuşmasını yapar. Konuşmanın özellikle komünist hareket üzerine sarsıcı bir etkisi olur; Avrupa’dan Asya’ya! Bunu öngören ve iyi kavrayan emperyalistler ise söz konusu konuşmayı ve arkasındaki dinamikleri tepe tepe kullanırlar.[5] Emperyalizm sınıflar mücadelesinde hiç boşluk tanımamakta ve boşluk bırakmayacağını ilan etmektedir. Komünist hareket ise bocalamaktadır.

Avrupa’da bunlar yaşanırken CIA, İran ve Guatemala’da seçimlerle işbaşına gelen hükümetlere karşı sırasıyla 1953 ve 1954’te çoktan askeri darbeler planlamış, hayata geçirmiş ve işlerin nasıl yürümesi gerektiğine dair deneyim kazanmıştır. Sermaye sınıfının stratejisinde çok katmanlı ve çok boyutlu araçların devreye girdiği bir dönemdir artık bu. Sınıf mücadelelerinin merkezi olmayı sürdüren Avrupa’da ise bu mücadeledeki şiddetin estetize edilmesi, meşru kılınması, ama düzeyinin II. Dünya Savaşı sırasında açığa çıkan ölçüde olmaması gerekmektedir. Emperyalizm bu konuda hep özenli ve dikkatli olacaktır.

Avrupa’da daha karmaşık, daha örgütlü ve sinsi bir yol benimsenir: 1956’da Budapeşte’de yaşanan karşı-devrimci kalkışma Sovyet anti-propagandası[6] için bulunmaz nimettir. Hruşçov’un konuşmasının dağıtıcı etkisi altındaki komünist harekete karşı yüksek perdeden kullanılır. Daha on yıl önce sermaye sınıfının düşünce alanları içinde bile “özgür dünyanın kurtarıcısı” olarak görülebilen kızıllar artık “temel insan haklarını çiğnemekten çekinmeyen” bir toplam olarak işlenmektedir. Büyük bir sermaye operasyonu toplumlardaki gericiliği, anti-komünizmi de arkasına alarak harekete geçmiştir. Egemen sınıfın etkisi ve baskısı komünist hareket içinde de daha güçlü hissedilmeye başlar: Fransız, İtalyan ve İngiliz komünist partileri Budapeşte’de bastırılan karşı-devrimci kalkışmadan sonra önemli iç tartışmalar yaşarlar ve kimi ayrılmalar, ihraçlar olur.

Barış ve huzur isteyen sadece Sovyetler miydi?

Burada bir parantez açalım ve bir soru soralım: II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyet toplumunun ve SBKP’nin yeni bir savaştan kaçındığını biliyoruz.[7] Savaş mutlaka cephede verilmek zorunda değildir ve sınıf mücadelesi de farklı uğraklar, farklı biçimlerde yürüyen uzun süreli bir savaş olarak görülebilir. Öte yandan Sovyet halkları neredeyse 1890’larda başlayan bir savaşlar silsilesinin içinden çıkarak gelmiştir 1950’lere. Bırakalım askeri savaşı, Avrupa’da basıncı bir türlü düşmeyen sınıf mücadelelerinde II. Dünya Savaşı’nın büyük yıkımı sonrasında istim almakta zorlanmaları “doğal” karşılanabilir. Ama o dönemde savaşı, çatışmayı, gürültülü bir mücadeleyi istemeyen bir tek SBKP ve Sovyet insanı mıydı? Özellikle 1950’lerde kendi toplumlarında ihmal edilemeyecek bir yer tutmaya başlayan Avrupa’nın farklı komünist partileri, halkları, işçi sınıfları ne istiyordu?

Muhtemelen, Avrupa’da sosyalizme çatışmalı bir geçişi ve hatta açık bir savaşı kimse istemiyordu. Buna gücü olanlar vardı: İç Savaş deneyimi olan İspanya ve Yunanistan komünist partileri örneğin. Evet, bu iki ülkede komünizm büyük zorluklar yaşamaktaydı (sürgünler, tutuklamalar, yargılamalar, idamlar) ama mesela Fransa ve İtalya’da komünist partilerinin ellerinin altında, silah dâhil çeşitli olanaklar vardı ya da şekillenmekteydi.

Ama Avrupa’nın halkları da, sınıflar mücadelesinde egemenlerin neredeyse Paris Komünü’nden itibaren hiç durmayan saldırganlıklarından dolayı hırpalanmışlardı. Kıta iki büyük savaş geçirmişti ve bu iki savaştan sonra, hatta daha ikisi arasında, uçlara işaret eden her siyaset artık tedirginlik uyandırmaktaydı. Bir tek Sovyetler değil Avrupa’nın özellikle sınıflar mücadelesinin yoğunluklarına maruz kalan kısmı da (ki bu kısım İspanya’dan Yunanistan’a, oradan Finlandiya’ya, oradan da Fransa’ya uzanıyordu; yani epey genişti) yorgundu, “maceraya” açılmakta zorlanıyordu. Tüm bunların üstüne Avrupa’nın kitlesel tüm komünist partileri barış, huzur ve mümkünse seçimlerle işbaşına gelme yolunu kolayca tercih ettiler. Ekim Devrimi benzeri bir yol Avrupa’da hep arıziydi.[8]

Bu “yorgunluğun” üstüne 1950’ler boyunca iki arada bir derede kalan komünist strateji 70’lere gelindiğinde netleşecektir: Demokrasi! Bu tercih öyle bir hale gelir ki örneğin İtalyan Komünist Partisi Genel Sekreteri Enrico Berlinguer[9] iş 1970’lerin sonuna vardığında artık toplumsal iktidar için komünist partinin en az %50 oy alması gerektiğini belirtmektedir. Hatta bu bile yeterli değildir! Bu anlamda Avrupa komünistleri ve Marksizmi arasında düşünsel ve toplumsal hegemonya tartışmalarının 70’lerin hemen sonrasında baskın hale gelmesi sanırım tesadüf değil. Çünkü bir yakın dönem hedefi, stratejisi olarak iktidarı hedefleyen, mümkün olan her aracı kullanarak siyasi iktidarı almayı gözüne kestiren komünist parti gövdesi bulmak mümkün değildir.

Komünistler Avrupa’da sermaye siyasetinin bile aramadığı meşruluk kriterleri peşinde koşuyor ama siyasi iktidarı sermaye sınıfının elinden almayı hedeflemiyorlardı. Bir nevi “benim siyasi iktidar iddiam yok” demenin yolu! Velhasıl, komünist hareket içinde çatışmasız ve savaşsız bir mücadele dönemi, Sovyetler kadar Avrupa komünizmi için de bir düstur olarak belirmişti. Ne zaman? Savaştan hemen sonra; hatta belki daha 1930’larda.[10] 1970’lerde ise bu tercih, bu yönelim artık siyasi ve ideolojik ayaklarıyla da farklı bir strateji olarak yerini alacaktır.

Bu anlamıyla Sovyetlerin 1960’larda benimsediği “barış içinde bir arada yaşama” siyaseti bir ayağını dünyanın dört bir yanında devrim cephesi için işlerin yolunda gitmesine basarken öbür yandan Avrupa’da, özellikle sermaye düzeninin en güçlü olduğu kıtada gürültüsüz ve patırtısız bir süreç öngörüyordu, diyebiliriz.

Devrim cephesi: Canlı, etkili ama dağınık

Parantez sonrası devam edelim: 1959’un hemen ilk günü Küba’dan devrim cephesini sevindiren bir haber gelir: Küba’da devrim zafere ulaşmıştır. Sosyalizmin ve komünist partilerin etkisi dünyanın tüm ülkelerinde (çeşitli yalpalamalar, iç çatışmalar, fikir ayrılıklarına rağmen) yüksektir. Öyle ki Küba’da devrimin öncü gücü 1965’e gelindiğinde yola Komünist Parti olarak devam etme kararı alır. Asya’da (örn. Vietnam), Afrika’da (örn. Angola) bağımsızlık mücadeleleri komünistlerin öncülüğünde ve sosyalizm hedefi ile yürütülmektedir. Dünya üzerinde içinde komünistlerin olmadığı, hatta komünistlerin merkezinde durmadığı mücadele yok gibidir. Asya’dan Avrupa’ya!

Öyle ki örneğin Endonezya Komünist Partisi giderek etkisini arttırır ve yüksek seçmen desteği ile 1962’de hükümet ortağı olur. Fransız Komünist Partisi ise aynı tarihlerde yüzbinlerce üyeye sahiptir ve ülkenin en büyük “sol” partisidir. Polisiye ve askeri her tür baskıya rağmen Yunanistan’da, İspanya’da, Portekiz’de komünistler yeniden toparlanmakta, etkilerini artırmakta ve yeni yollar aramaktadırlar.

Emperyalizm ise 1960 ortasından itibaren çok daha net ve ölümcül tedbirler almaya girişir. Dönemin işaret fişeğinin Kennedy cinayeti olduğunu söylemiştik. Bu dönemde birçok cinayet ve suç işlenecektir ama sınıf mücadelesinde egemenlerin pozisyonunu ve yaklaşımını göstermesi açısından simgesel bir suikasttır Kennedy’nin öldürülmesi. Emperyalizme artık entelektüeller, sansasyonel yazarlar,[11] olimpiyat boykotları, uzay yarışı vs. yetmemektedir: Çok kısa bir süre içerisinde dünyanın farklı yerlerinde içinde çeşitli cinayetler olan, acımasız bir karşı-devrimci savaş başlayacaktır. 1965’te tarihin en kanlı karşı-devrimlerinden birisi yaşanır: 3 milyon üyeli Endonezya Komünist Partisi deyim yerindeyse ortadan kaldırılır. Milyonlarca kişi öldürülür, hapsedilir.[12]

1968’e gelindiğinde Avrupa’da komünist hareket ve sosyalizm mücadelesi canlı, dinamik ama geçmişe göre artık daha dağınık bir görünüme sahiptir. Bu dağınıklık solun (ve hatta egemen sınıfın kendisinin) 1968 baharında Fransa’da, Roma’da, Prag’da egemenler ve karşı-devrim tarafından terbiye edilmesini kolaylaştırır.[13] Komünist hareket içinde, egemen düşüncenin örgütlü etkisi artık çok daha belirgin hale gelir. Prag’da açık ve net bir savaş yaşanır: Karşı-devrim cephesi, daha net ve örgütlüdür, devrim cephesi ise ikircikli ve dağınık. Geçmiş on beş yıla damga vuran yalpalamalar sonucunda Sovyetler’e duyulan güven sol içinde de yara almıştır ve Prag’a yapılan müdahale tüm dünya komünist ve işçi hareketinde yeni bir dağılma dalgasına yol açar.

Çin Halk Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği yönetimi arasında yaşanan ve Marksist teoriden jeo-stratejik başlıklara kadar hemen her konuda kendini gösteren bunalım ve farklılık ise hem komünist hareket içindeki dağınıklığı arttırır hem de emperyalizme yeni bir müdahale alanı açar. Başta Fransa ve İtalya olmak üzere Avrupa’nın hemen her yerinde Çin Komünist Partisi’nin “kültür devrimi” yaklaşımını[14] benimseyen birçok aydın, çevre ve örgüt ortaya çıkar. Sovyetlerin ve komünist hareketin Avrupa’daki etkisi 1970’lere girerken ciddi bir kırılma ve dağılma geçirmiştir artık.

Karşı-devrim cephesi: Kampanyalar, sınamalar ve cinayetler

70’ler boyunca Sovyetler Birliği, Batı Avrupa “kamuoyunda” gittikçe yalnızlaştırılır. Bu izolasyon için sistematik bir çalışma yürütülür. Sovyetleri yalnız bırakmayacak onlarca ülke ve toplumsal güçleri de olan onlarca komünist parti, sendikal hareket vardır ama son kertede bu toplamın da ideolojik dünyasında Batı Avrupalı “sıradan” insanın ne dediği merkezi bir önem taşımaktadır. Bu on yılın sonunda, Afganistan sürecine giden yolda kritik dönemeçler yaşanır.

1960’lardan itibaren içeride, yani Sovyetler Birliği’nde, sosyalizmin kendi evinde bir “rejim muhalifleri” toplamı şekillenir. Sayı olarak küçük, etkileri ise içeriden daha çok dışarıda büyüktür. Çeşitli yazarların, düşünürlerin “özgür” bırakılması, cezalar almaması, Batı’ya göç etmeleri için kampanyalar düzenlenir. Bu toplam üzerinden Sovyetler Birliği örneğin “psikiyatri” ile sınanır.[15] Sovyet yönetimi “rejim muhaliflerini” uydurma bir tanı ile hastaneye kapatmakla suçlanır. Önceleri Batı Avrupalı “sivil toplum kuruluşları” tarafından dillendirilen iddialar 1972 yılında Dünya Psikiyatri Birliği tarafından da dile getirilir ve yapılan kongrelerde Sovyet delegasyonu ile açık tartışmalar yaşanır. Sovyetler Birliği’nin ve komünizmin tutarlı bir özne olmaktan çıkmasını sağlayacak bir yalpalama daha ortaya çıkmıştır. Sovyetler o kadar aciz gösterilir ki “muhaliflerle” ancak onları “akıl hastası” ilan ederek uğraşabilecek güçte, çapta ve sığlıktadır artık Sovyet iktidarı.

Bu tür kampanyalar[16] Sovyetler konusunda zaten kuşaklar boyudur isteksiz olan Batılı entelijansiyayı ve onlardan etkilenen çok geniş bir kesimi yeminli Sovyet düşmanı haline getirir. Sovyetler artık iktidarını korumak için deliliği bile kullanan bir deliler ülkesidir. Emperyalizm dünyanın her yerinde deliyi oynarken, deliler ülkesi olmak Sovyetler’e düşer. Bu görüntü ‘68 Prag’ı üzerine de çok iyi oturur. Sovyetler iktidar için insanlığı, evrensel değerleri, temel insani ilkeleri dahi takmayan bir toplamdır artık.

Ama aynı dönemde emperyalizm kendi topraklarında dahi zorlanmaktadır: Amerika Birleşik Devletleri’nde sınıf mücadelesi, özellikle siyah hakları ve savaş karşıtlığı olarak belirgin bir güce kavuşur. Dışarıda çeşitli operasyonlar yapan Amerikan yönetimi içeride de gaza basar: Siyah hakları önderi ya da sözcüsü birçok kişi öldürülür, hapsedilir ya da tehdit edilir. 1970 Mayıs’ında savaş karşıtı hareketin bastırılması için çok önemli bir dönüm noktası gerçekleşir:  Ohio’daki Kent Üniversitesi’nde ulusal muhafızlar, Vietnam ve Kamboçya’da artan ABD saldırganlığını (ve yasaklamaları) protesto etmek için yürüyüş düzenleyen öğrencilerin üstüne ateş açar. Dört öğrenci ölür ve dokuz öğrenci yaralanır. Bu katliam ABD’deki savaş karşıtlığının orta sınıf merkezli radikalliğini sarsar. ABD’de solun, ilericiliğin, devrim cephesinin en küçük, en titrek kımıltısı bile bir kez daha ezilmelidir artık.

1973’te Şili’de, iktidara “demokratik” yollarla tutunmakta gittikçe daha çok zorluk yaşayan Salvador Allende iktidarı CIA kontrolündeki bir askeri darbe ile sonlandırılır. Geriye dünya komünist hareketini ayağa kaldıran ama biçare de bırakan bir yıkım ve moral kaybı kalır. Türkiye’den ABD’ye her yerde Şili ile dayanışma geceleri, mitingleri düzenlenir ama ortada emperyalist saldırganlığı ve hedefe kilitlenmiş mücadelesini karşılayacak bir stratejik ortaklık yoktur. Tam tersine devrim cephesi sorunu sürekli kendinde arayan bir dağınıklık içine yuvarlanmaktadır. Bu değerlendirme tarzı 80’lerde artık belirginlik kazanacaktır.  

Aslında tüm bunlar olurken Sovyetler (ve diğer tüm sosyalist, halkçı ülkeler, iktidarlar) bir yandan da boş durmamaktadır. Sosyalist ülkelerin kendi içinde ve kıta Avrupası ile oldukça canlı bir alışverişi sürmektedir. Festivaller, toplantılar[17], işbirlikleri, ziyaretler[18], yardımlar gırla gitmektedir. Ama sorun şuradadır: Tüm bu geri ve ileri adımlarda bir bütünlük, stratejik bir odaklanma ve belki de en önemlisi sermaye siyasetinden bağımsızlık da yoktur. Daha doğrusu Sovyetler ideolojik mücadelede sürekli sıkışır ve tökezlerken, emperyalizm hemen her ülkede farklı mekanizmaları devreye sokmaktadır. Ve Avrupa komünist partileri de devrimcisinden reformistine, kitleselliğin, iktidar basıncı olmamasının ve yarım yüzyıldır süre giden Bolşevik etkiden uzaklaşmanın keyfini çıkarmaktadır. Dönemin komünist stratejisinde, bir yandan dağınıklık ve patinaj, öbür taraftan da giderek güçlenen ve herkesi etkisi altına alan bir odaklanma sorunu vardır.[19] Emperyalizm ise işte bu dağınıklığı ve “yeni, farklı yaklaşımı” iyi değerlendirmektedir.

Örneğin 1970’lerin ortasında yaşanan ve Akdeniz hattındaki askeri ya da sağcı yönetimlerin yıkılmasını, “demokratikleşme” adımı atılmasını ve komünist partilerin legalleşmesini bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Evet, Portekiz’in, İspanya’nın ve tabii ki Yunanistan’ın komünistleri, ilericileri amansızca mücadele ettiler. Ama bu ülkelerde arka arkaya yaşanan “demokratikleşmelerde” Sovyetler’den ve Avrupa komünist hareketinden gelen “olumlu” sinyallerin rol oynamadığını düşünmek artık aptallık olur. Şu nokta belirginleşmiştir: Askerler ya da faşistler gidecek ama kimse düzeni zorlamayacaktır! Keza zorlamamanın çerçevesi de az çok bellidir: Zaten İspanya ve İtalya Komünist Partileri bir süredir teorik ve ideolojik farklılıklarını daha gür ifade etmektedir.[20] Bu iki partide eş zamanlı ve senkronize çıkışlar yaşanır.

İtalya Komünist Partisi (PCI), 1976 seçimlerinde oyların üçte birini alır. Bu, göz kamaştırıcı, baş döndürücü ve tabii ki baştan çıkarıcı bir başarıdır. Berlinguer’in öncülüğünde “Tarihi Uzlaşma” adını alacak olan bir siyasi ittifak arayışı dönemi açılır: Komünistler iktidar olmak için Hristiyan Demokratlarla koalisyon yapacaktır. Ama esas söylenen komünist stratejiye dairdir. PCI genel sekreteri Enrico Berlinguer “İtalyan usulü sosyalizm” tartışmalarını yükseltir.[21] Buna göre Ekim Devrimi modeli geride kalmıştır; “varolan sosyalizm” pratikleri çoğunluğa dayanmadığı için sorunludur; iktidarda kalmak için toplumda genel bir oy ve onay egemenliği kurmak gerekmektedir.[22] Bu dönemde komünist hareket içinde de “sosyalizme giden birden çok yol” olduğu kabul görmeye başlar. Ama temel söylenen sosyalizme devrimci bir yoldan gidilemeyeceğidir. Ve Berlinguer tabii ki yalnız değildir. Örneğin İspanya gibi…

New York Times, daha 1975’te, Franco’nun ölümünden kısa bir süre önce, CIA’nın rejimden bir çıkış yolu bulmak için İspanyol siyasi partilerle önemli ilişkiler sürdürdüğü iddiasını yayınlar. Görüşülen siyasi öznelerden bir tanesi de İspanya Komünist Partisi’dir (PCE) ve yasaklı olan partinin genel sekreterliğini Santiago Carrillo[23] yürütmektedir. Bu ilişkilerde Carrillo’nun yaklaşımı da safı da açıktır. Carrillo Amerikalılara der ki “Ruslar Çekoslovakya’da asker bulundurduğu sürece Amerikalılar da İspanya’da olabilir.

Ama emperyalizme bu tür teorik ve siyasi ifadeler yetmez; cinayetler, sansasyonlar devreye girer. Akdeniz’de diğer ülkelere “demokratikleşme” düşerken İtalya’da bombalı terbiye dönemi yaşanmaktadır. Trenlere bombalar yerleştirilir, sendikacılar tehdit edilir ve belki de en semboliği 1978’te “tarihi uzlaşmanın” diğer tarafı olan Hristiyan Demokratların lideri Aldo Moro komünistlerin de iktidar ortağı olacağı görüşmelere giderken önce kaçırılır, iki ay boyunca alıkonur ve sonra da öldürülür.[24] Sonuç ise PCI’nın sürece ayması değil “demokrasi” tercihini daha da sıkılaştırması olur.

Cinayetler sadece İtalya’da yaşanmaz. İspanya Komünist Partisi’nin legalleşmesine de bir faşist katliam vesile olur. Ocak 1977’de PCE üyesi beş genç avukat Madrid’te evlerinde öldürülür. “Atoch Katliamı” olarak bilinen bu saldırıdan sonra henüz illegal olan PCE oldukça “sorumlu” davranır ve “taşkınlık” olmayan bir cenaze merasimi düzenler.[25] Düzen sarsılmayacaktır; PCE, sermaye sınavını “başarıyla” atlatır ve cinayetlerden sadece 2 ay sonra, Nisan 1977’de bir falanjist tarafından yasal statüye kavuşturulur. Aynı yıl yapılan seçimlerde PCE %9 (1.7 milyon) oy alır. Tarihin cilvesi bu ya, İspanya’da demokrasiye geçişin iki baş mimarı vardır: Franco sarayından kalma bir burjuva siyasetçisi olan Adolfo Suárez ve PCE lideri Santiago Carrillo. Bu iki isim 1981 yaşanan faşist parlamento baskınında[26] yere yatmayan iki siyasetçi olarak da hatırlanacaktır. Dönem tam anlamıyla “avro-komünizm” dönemidir.[27] İş 1979’da Afganistan’daki ilerici iktidara yardım etmeye geldiğinde mesafe zaten çoktan açılmıştır.[28]

Bu dönemin içinde Portekiz Komünist Partisi (PCP) ayrı bir örnek gibi durmaktadır ve yakından bakılmayı hak etmektedir. Ülke 1974’te “Karanfil Devrimi” ile “demokrasiye” geçer ve siyasi haritada neredeyse hiç bir “sağcı” parti kalmaz. PCP’nin yıllardır emekle örülmüş militan bir toplumsallığı vardır. Uzun süredir sürgünde olduğu Moskova’dan PCP’ye liderlik yapan Genel Sekreter Alvaro Cunhal Lizbon’a büyük umutlarla ve diğer Avrupa partilerinden farklı bir strateji ile döner. Şili’deki yenilgi ile ağır bir moral kaybı yaşayan dünya komünist hareketi için Portekiz’de devrimci bir sürecin örülmesinin tüm dünyada yeni bir devrimci dönemi açabileceğini düşünmektedir.[29] Diğer komünist partilerden çok daha farklı bir bakıştır bu ve Cunhal nihayetinde yanılsa da düşüncesindeki farklılık, komünist harekette yaşanan tüm dağınıklık, ufuksuzluk ve strateji kaybına karşı heyecan vericidir. Çok daha derin bir analizi gerektirmekle birlikte hem bu geniş bakış hem de Portekiz devriminin tüm aksi imajına rağmen “düzeni” korumaktaki baskınlığı[30] geçerken not edilmelidir. Komünistlerin dünyaya nasıl baktığını, cüretini ve umutkârlığını hatırlamak için.

Elveda proletarya, merhaba Afganistan mı?

Dışarıda bunlar olurken Sovyet yönetimi içeride kritik, tartışmalı ama iyi hazırlanılmamış kararlar almaya yönelir. Bu kararlarla topluma enerji ve canlılık vermek, toplumu sosyalizmin arkasında toplamak da amaçlanmaktadır belki. Ama geç kalınmış ve uygunluğu tartışmalı adımlar atılır. 1977’de uzun, canlı bir tartışma dönemi sonunda Sovyet Anayasası yenilenir. Ama “proletarya diktatörlüğü” gibi komünist stratejideki farklılaşmaları gösteren kilit bir tanımlama anayasadan çıkarılır. “Olgun sosyalist bir rejim” olarak tanımlanan SSCB’de artık devlet, proletarya diktatörlüğü olarak değil tüm toplumun devleti olarak tanımlanmaktadır.[31] Aynı dönemde Avrupa komünist partileri de programlarından “proletarya diktatörlüğü” tanımını çıkarırlar. “Tamamen çıkarmadan önce, ara aşamalara tuhaf ama Kautsky’i çağrıştıran demokratik proletarya diktatörlüğü gibi kavramsallaştırmaların serpiştirildiğini görebiliriz”.[32] Sovyetler Birliği ve Avrupa Komünizmi’ndeki bu paralellik çok simgeseldir. Birbirlerinden farklı olsalar, birbirlerine karşıt olarak işlenseler, hatırlansalar bile dünyaya, tarihe, devrime, komünizme bakışta birbirini besleyen bir paralellik vardır. Ve, 

“Aslına bakılırsa 1970’lerden sonra reel sosyalizmin değil, ABD’nin patronluğunu yaptığı ve 1970’lerde yapısal bir krizin içine giren emperyalist düzenin çözülmesi gerekirdi. Kapitalizm üretici güçleri geliştiremiyor, kâr oranları düşüyor, sistem hızla asalak bir mali sermayeye doğru kayıyordu. Ancak bu sürece devrimci olarak müdahale edecek bir siyasi irade olmadığı için emperyalist düzen yerine reel sosyalizmin 1990’larda büyük ölçüde tasfiyesine tanıklık ettik.”[33]

Ortada emperyalizmin küresel çapta yürüttüğü ama özellikle Avrupa’ya yoğunlaşan bir stratejisi vardır ama komünist hareketin yoğunlaşan, özellikle de Avrupa’ya odaklanan bir stratejisi yoktur. 50’lerden itibaren zorlanılan sınıflar mücadelesinde çok sert bir döneme deyim yerindeyse elindekileri de teslim ederek, tarihe gömerek girer komünistler. Karşılarında oldukça etkili, örgütlü bir toplam vardır: istihbarat örgütleri, yazarlar, akademisyenler, sendikacılar, siyasetçiler ve hatta Batı Avrupa orta sınıfları. Çok değil, 30 yıl önce Batı demokrasisinin kurtarıcısı olan Sovyetler gitmiş yerine despotik ve iktidar için her dalavereyi çevirecek bir “Rus imparatorluğu” gelmiştir. Batılı orta sınıflar ve Avrupa’da sosyalizmin potansiyel sahiplenicileri, yeni genç emekçi kuşakları Sovyetler’e bakınca artık korkuya kapılmaktadır.[34]

İşte bu arkaplan içinde Afganistan, tabloyu tamamlayan bir “işgal” olarak kolayca kabul görür. Emperyalistlerin işi kolaylaşmıştır. Daha ilk andan itibaren çok yönlü bir propaganda hayata geçirilir. “Mücahit” efsanesi ile “acımasız kızıllar” haberleri kol kola gider. Anti-komünizm öyle bir tutkal sağlar ki Fransız gerici entelektüel Bernard-Henri Lévy de oradadır, Türkiye’nin değme tarikatları da. Ve tabii ki Amerikan emperyalizmi artık doğrudan sahaya iner. Eğitir, donatır, savaştırır. Sovyetler tökezlerken Batı ve Güney Avrupa komünist partileri ise çoktan sosyal-demokratlaşmıştır. Ve tabii ki “işgali” kınarlar! Sırtlarını yüzde 20’leri aşan “seçmen” desteğine yaslayarak. Kimsede devrimci dayanışma, dünya ölçeğinde bir komünist strateji falan kalmamıştır artık. Parlamento koltukları, hatta çeşitli bakanlıklar çoktan yeni bir vizyon sağlamıştır. Tüm bu tarihsel süreç içinde Sovyetler Avrupa’yı yalnız bırakır ve Afganistan’da da yalnız kalır.[35]

Bu yalnızlık, günümüzdeki bir asimetri üzerinden daha net görülebilir. Suriye’de 2014’te başlayan gerici savaş ilk günlerdeki karmaşa dışında pek “demokrasi, insan hakları, özgürlük, işgal” kapsamında ele alınmadı. Dünya komünist hareketi Rusya’yı Suriye’de işgalci olarak bile görmedi. Afganistan için işletilen ideolojik aygıtlar açıkçası Rusya’nın Suriye’deki varlığı, müdahalesi için işletilmedi. İşletilmeye kalkışıldığında ise tutmadı. Ne özgürlük savaşçıları icat edilebildi ne de Rusya emperyalist bir işgalci oldu. Bu tür tanımlar bizzat emperyalizm tarafından da marjinalize edilmek zorunda kalanlarca dile getirildi ve açıkçası Avrupa’da çok az yankı bulabildi. Esad bile tam anlamıyla diktatör ilan edilemedi. İslami dinci gericilik hiç bir biçimde şirin gösterilemedi. Beyaz Miğferler gibi organizasyonlar tarafından yürütülen operasyonlar ise sınırlı etkiye sahip olabildi. 30 yıl ara ile yaşanan iki farklı savaşta emperyalist ideoloji farklı işledi.

Evet, Suriye Afganistan değil, Esad yönetimi de Taraki yönetimi değil ama bu asimetri çok manidardır ve 70’lerdeki dağılmayı göstermesi açısından oldukça simgeseldir.

Sonuçta esas belirleyen sosyalizmin, işçi sınıfı mücadelesinin ortalıklarda olmamasıdır. Örneğin Esad açık ve net olarak solda, halkçı bir çıkış ile süreci göğüsleseydi ya da Suriye’ye yardım eden Sovyetler olsaydı Batı’daki tablo kesinlikle farklı olurdu, sınıf yanıtı devreye girerdi. Bu nedenle Kabil’de bir tek Moskova değil, Roma, Madrid, Lizbon ve Paris de yenildi. Daha doğrusu Avrupa’da tutunamayan komünizm her yerde geri çekildi. Geriye Afganistan’da yankısı halen süren bir trajedi kaldı.


Dipnotlar

[1] Başrolünü Sylvester Stallone’un oynadığı Rambo III filmi. 1988 tarihli bu film Afganistan’da geçer ve “arkadaşını kurtarmak” için Afganistan’a giden Rambo yerel halk ile kaynaşır, ata biner, at üstünde post kapar, helikopter düşürür ve silah arkadaşını kurtarırken de acımasız, zalim, “kızıl” Ruslara kök söktürür.

[2] Anıl Çınar. Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var? Gelenek, 2021, 15: 9-30.

[3] Polonya kökenli papa. 1978 yılında Vatikan’a seçilmiştir ve özellikle Sovyetler Birliği ve reel sosyalizmin çözülüşü sürecinde çok kilit ideolojik ve siyasi roller üstlenmiştir. Bkz. Tevfik Taş. İsa’nın Vekilliğinden Sermayenin Arabuluculuğuna Vatikan: Papa’nın Irak Ziyaretinin Düşündürdükleri. Gelenek, 2021, 155: 99-116. 

[4] Kore Savaşı olarak bilinen savaş 1950-1953 arasında yaşanır ama halen “resmi” olarak bitmemiştir. Yani açık çatışmanın yaşandığı üç yıllık sürecin sonunda bir barış antlaşması imzalanmamıştır. ABD öncülüğünde Türkiye’nin de dâhil olduğu 21 ülke “Birleşmiş Milletler Gücü” oluşturur ve Kuzey Kore’ye karşı savaş açar. Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti ise Kore Demokratik Ordusu’nu destekler.  

[5] Konuşma tam anlamıyla yüksek tahrip gücüne sahip mühimmat muamelesi görür. İngilizler “yüzyılın konuşması” der, Amerikalılar çarşaf çarşaf tefrika ederler. Sonrasında adı sık sık duyulacak olan Özgür Avrupa Radyosu, konuşmayı Haziran 1956 boyunca tüm Doğu Avrupa ülkelerine doğru yeniden ve yeniden yayınlar.

[6] Örgütlü ve çok yönlü bir karşı propaganda başlar: İşin içine sonraki dönemde klasikleşecek biçimde olimpiyat boykotları (1956 Melborne Yaz Olimpiyatları), siyaset dışı ünlü isimlerin (örn. Albert Camus) çıkışları, Birleşmiş Milletler kararları ve “bağımsız” kuruluşlara hazırlatılan raporlar girer. Hatta genç Elvis Presley’e bile rol düşer: Macar mülteciler için televizyonda yardım kampanyasına çıkar ve mülteciler için eski bir şarkıyı yeniden yorumlar: Peace In The Valley (Vadideki Huzur). Şarkı 1957’de radyo rekoru kırar.

[7] Kemal Okuyan. Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 4. Baskı, 2017. Bu konuda özellikle kitabın son bölümüne bakılabilir.

[8] Anıl Çınar. Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var? Gelenek, 2021, 15: 9-30.

[9] PCI’ın Palmiro Togliatti’den sonraki en etkili Genel Sekreteri. 1922 doğumludur ve henüz 22 yaşında iken Togliatti tarafından Komünist Gençlik Örgütü genel sekreterliğine önerilir. Hemen ardından da neredeyse 20 yıl boyunca partinin gençlik çalışmasının başında kalır. Ardından milletvekili ve dünya komünist hareketi içinde “farklı” bir ses haline gelir. 1972’den 1984’teki beklenmeyen erken ölümüne kadar PCI’ın başındadır. Roma’daki cenazesine 1,5 milyon kişi katılır.  

[10] Anıl Çınar. A. g. y., 2021.

[11] 1960’lar boyunca Sovyetler Birliği’nin içine oynanır: Soljenitsin, Brodiski gibi isimler uluslararası kampanyalara dönüştürülür. Öyle ki Brodski 1974’te Şili Komünist Partisi Genel Sekreteri ile takas edilecektir. O derece kıymetlidir. 

[12] Daha önce de vurgulamıştım. Mağdurların komünist kısmına çok değinmemekle birlikte 2012 tarihli The Act of Killing (Öldürme Eylemi) belgesel-filmi Endonezya’da anti-komünizmin sıradanlığı, rahatlığı için çok çarpıcıdır.

[13] Anıl Çınar. 1968’in asıl sırrı neydi? Gelenek, 2020, 149: 115-137.

[14] Kültür Devrimi: ÇKP tarafından yapılan tanımlamasıyla Büyük Proleter Kültür Devrimi. 1966’da başlamıştır ve Çin toplumu içinde gerici, feodal ve burjuva tüm değer yargılarını, anlayışı, yerleşik kalıpları silme, yok etme amacı taşımıştır. Özellikle Avrupa’daki radikal orta sınıf hareketleri için belirgin bir ilham kaynağı olmuştur ve Ekim Devrimi, Sovyetler için var olan tarihsel ilgiyi sol içinden kırmıştır. Öte yandan sosyalizmde üst-yapı ve alt-yapı ilişkisini uçlara çeken, tersinden bir maksimalist örnek olarak tarihteki yerini almıştır.

[15] Cem Taylan Erden, Tolga Binbay. Sovyetler Birliği’nde psikiyatri kötüye mi kullandı? Madde, Diyalektik ve Toplum, 2018, 1 (1): 5-9. 

[16] Bu kampanyalar çok boyutludur: Nobel edebiyat ödüllerinden olimpiyatlara uzanır.

[17] Geçtiğimiz günlerde ilginç bir fotoğraf dolaştı internette: 1977 yılına ait fotoğrafta Louis Althusser (dahi) Moskova’da düzenlenen bir Hegel Sempozyumu’nda konuşma yapmaktadır.

[18] Türkiye’den de örneğin Bulgaristan’a, edebiyat festivallerine giden çok sayıda yazar olmuş o dönemde. Bir farklı örnek de İtalya’dan. PCI üyesi ve çok etkili bir çocuk kitapları yazarı olan Gianni Rodari’nin bir ayağı Sovyetler’dedir ve Rusya’da kendi ülkesinden çok daha önce popüler olur.

[19] Anıl Çınar. Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var? Gelenek, 2021, 15: 9-30.

[20] Anıl Çınar. A. g. y., 2021.

[21] Anıl Çınar. A. g. y., 2021.

[22] Berlinguer bu görüşlerini ilk olarak 1973’te, Şili’deki karşı-devrimci darbeden hemen sonra PCI’ın haftalık dergisi Rinascita’da yayımlar. Üç farklı makale (İtalya Üzerine Düşünceler; Şili’deki Gerçeklerden Sonra; Darbeden Sonra) olarak yayımladığı görüşleri aslında tam da Leninist olmayan stratejinin siyasi çerçevesini sunar.

[23] PCE’nin genel sekreterliğini 1960’dan 1982’ye kadar yürütmüştür. 60’lı yıllarda partinin illegal koşullara rağmen büyümesinde önemli rol oynamıştır. 70’lerde ise İspanya’da “Demokrasiye geçiş” sürecinin baş aktörlerinden olmuştur. 1985’te partiden ayrılmıştır. En önemli kitabının ve siyasi projesinin adı “Avrupa Komünizmi”dir.

[24] Kaçırılmayı ve cinayeti Kızıl Tugaylar üstlenir ve neredeyse 40 yıldır bu “çok anlamlı” cinayetin arkasındaki güç sorgulanır. Gladio üzerinden NATO’nun Kızıl Tugayları ve hükümeti yönlendirdiği yıllar içinde daha sık dile getirilir. Kaçırılmanın gerçekleştiği dönemde İtalyan hükümetine “terörist eylemler” için üst düzey danışmanlık veren ABD’li psikiyatrist Steve R. Pieczenik 2006’da kendisiyle yapılan söyleşide “İtalya’nın düzeni için Moro’nun feda edilmesi” gerektiğini belirtir.   

[25] Guillermo Altares. The night Spain’s transition to democracy nearly derailed. El Pais [English Edition]. 05.02.2018. https://english.elpais.com/elpais/2016/02/03/inenglish/1454496288_346509.html  

[26] 23 Şubat 1981 Albay Tejero, 200 askerle birlikte İspanya Parlamentosu’na baskın düzenler. Kral Juan Carlos’a tam yetki vererek demokratik geçişin sona erdiğini ve Franco diktatörlüğüne dönüşü ilan etmek ister.

[27] Anıl Çınar’ın bu konuda çok önemli bir saptaması var: “Avrupa Komünizmi, yönünü kaybeden Avrupa partilerinin bir geçiş dönemidir: Geldikleri geleneksel köken ile sonunda varacakları sosyal demokrat nokta arasındaki geçiş dönemi.Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var? Gelenek, 2021, 15: 9-30, sf. 14.  

[28] Burada tarihi bir belge olarak Berlinguer’in, sansasyonel gazeteci Oriana Fallaci ile Temmuz 1980’de yaptığı söyleşiye denk geldim. Türkçe de okunabildiği için döneminin havasını, Berlinguer’in arada derede kalmışlığını, hem komünist kimlikten vazgeçemeyişini (ki bunu İtalyanlar 1988’de partiyi toptan kapatarak yaşatacaklardı) hem de Fallaci karşısında ıkınıp sıkılmasını görmek açısından vurgulamak isterim: “Sosyalizme varmanın tek yolu demokrasidir.” Cumhuriyet, 27. 08.1980 [e-arşiv]. Söyleşinin orijinali 26.07.1980’de Corriere della Sera’da yayımlanmıştır.

[29] Tom Callagher. Obituary: Alvaro Cunhal. The Independent, 05.10.2011. https://www.independent.co.uk/news/obituaries/alvaro-cunhal-495968.html

[30] Berlinguer, yukarıda kaynak gösterdiğim söyleşide bu noktayı çok ustaca yakalar: “[Alvaro] Cunhal’e gelince, bizim gibi düşünmediği doğrudur ancak Portekiz Komünist Partisi’nin de demokrasi kurallarını yadsımadığını söyleyebilirim.” “Sosyalizme varmanın tek yolu demokrasidir.” Cumhuriyet, 27. 08.1980 [e-arşiv].

[31] Ogün Eratalay. Sovyet Anayasaları: Kısa tarihçe ve arka plan. Gelenek, 2021, 155: 61-70.

[32] Anıl Çınar. Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var? Gelenek, 2021, 15: 9-30, özellikle sf. 13. 

[33] Erhan Nalçacı. Mülk Devri ve Birleşik Alan Teorisi: Kurtuluşu nerede arayacağız? Dayanışma Forumu, 2021, 2: 9-13. https://haber.sol.org.tr/haber/mulk-devri-ve-birlesik-alan-teorisi-kurtulusu-nerede-arayacagiz-313985 

[34]  Örneğin bugün Hollanda’nın tüm kentlerinde, her ayın ilk Perşembe günü nükleer bir saldırıya hazırlık olarak sirenler çalmaya devam ediyor. Halen! Bu çok simgesel olayda sermaye sınıfı için “saldırı”nın nereden geleceği bellidir ve sermaye sınıfı toplumu arkasında toplanmaya ikna etmiş. Ve post-Sovyetik dönemde 30 yıl geçmesine rağmen tetikte olmayı halen de hiç bırakmamaktalar. Sovyetler gitti ama Batı Avrupa’da sirenleri kaldı!

[35] Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a yardıma gitmesi, davet edilmesi tabii ki komünist hareket içinde sadece şüphe ve itirazlarla karşılaşmadı. Fransız Komünist Partisi örneğin destekledi; gericilik tehlikesini görerek. Ama PCF diğer konularda Sovyetler ile o kadar ayrı düşmüştü ki ne dediğini anlamak da zordu. Daha ayrıntılı bilgi ve tartışma için bknz. Anıl Çınar. Avrupa Komünizmi, Yeni Sol, Marksizm: Eski tartışmada yeni olan ne var? Gelenek, 2021, 15: 9-30.