Küreselleşme Karşıtları Yol Ayrımında

 

Geçtiğimiz ayın sonlarına doğru Cenova’da yapılan G8 Zirvesi, küreselleşme karşıtlarının kitlesel eylemlerine sahne oldu ve uluslararası ve yerel ölçekte gündemi ve tabii bekleneceği gibi solun gündemini belirledi.

Cenova’da 1999’dan bu yana gerçekleşen en kitlesel gösteriler yapıldı ve küreselleşme karşıtı eylemlerde ilk ölüm yaşandı.

İlk kez 1999 Aralığı’nda Seattle’da ortaya çıkan küreselleşme karşıtı protestolar ikinci yılına yaklaşırken ve son olarak Göteborg ve Cenova’da yaşanan gelişmelerden sonra bu dinamiğin “kendinden başka bir şeye dönüşmesi”nin birilerinin gündemine alındığını söyleyebiliriz.

Türlü çeşit sivil toplum örgütünün, anarşistlerin, çevrecilerin, feministlerin, homoseksüellerin, dünyanın çeşitli bölgelerinde toplumsal olarak dışlanmış türlü dinamiklerin sözcülüğünü üstlenen marjinal grupların “buluşması” olarak gerçekleşen bu eylemliliklerin emperyalist odakların güzide yöneticilerinin başını ağrıtmaya başladığı gözleniyor.

Bunun nedeni kesinlikle “siyasi” değil. Siyasi çağrışımları da olsa esasta tekniktir. Bu adamlar, yapmak istedikleri istişare ve koordinasyon faaliyetlerini “huzurlu” bir biçimde gerçekleştiremez oldular. Son olarak 1975’ten beri düzenli olarak yapılan ve son yıllarda aynı zamanda bir gövde gösterisi niteliği taşıyan G8 zirvelerinin bundan böyle daha “mütevazi” bir biçimde gerçekleştirilmesi karara bağlandı.

Bundan sonra Eylül ayında Napoli’de yapılması planlanan NATO zirvesi ve Kasım ayında da Roma’da gerçekleştirilecek olan FAO Zirvesi İtalyan yönetimini ciddi ciddi düşündürüyor. İtalya’nın FAO Zirvesi’nin Roma’dan başka bir yere (önerdiği yer Afrika’da bir ülke olması yönündeydi) kaydırılması önerisi diğer ülkelerin ve muhalefetin tepkisine neden oldu. Almanya İçişleri Bakanı İtalya’ya “devlet geri adım atmamalı” diye akıl öğretti ve “Şiddet yanlıları karşısında sadece zayıf devletlerin geri adım attığını” söyledi. İtalyan muhalefeti de hükümeti “beceriksizliği peşinen kabul etmekle” suçladı.

Bilindiği gibi, geçtiğimiz aylarda İspanya’da yapılması planlanan Dünya Bankası toplantısı gösterilerden duyulan endişe nedeniyle “ertelenmiş”, buna karşın sınırlı da olsa yine eylemler yapılmıştı.

Bir başka önemli nokta Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) Kasım 2001’de yapılması planlanan toplantısının nerede yapılacağı konusundaki sıkışma. Emperyalist yöneticilerin en son buldukları “Katar’da olsun” çözümü akıllarına düşen yeni bir ihtimalle birlikte yeniden çözümsüzlüğe dönüştü. Katar’da yapılacak bir toplantıyı protesto edenlerin arasına bir de İsrail-karşıtı dinamiklerin eklenmesi olasılığı onları korkutuyor.

Castro’nun dediği gibi yakında “toplantılarını Uluslararası Uzay İstasyonu’nda yapabilirler”.

Elbette, bu “engelleme” emperyalistlerin planlarını ve yürüttükleri faaliyetleri değiştirmiyor. Küreselleşme karşıtı eylemler onların gövde gösterisini faaliyetlerine konu olan görüşmeleri büyük bir özgüvenle ve şaşaalı bir biçimde gerçekleştirmelerini “sınırlı-yor”. Bu önemsiz mi Siyasal olarak önemsiz; ideolojik olarak önemlidir.

Bu riskli ayrıştırmayı yazının ilerleyen bölümünde açmayı taahhüt ederek küreselleşme karşıtlarının siyasi düzeyde önem taşıyan faaliyetlerinin neler olduğuna da bir göz atalım.

Bu toplam içerisinde bulunan ve “sivil toplum örgütü” kategorisinde görebileceğimiz kimi gruplar, emperyalist politikanın dünya halkları üzerindeki olumsuz sonuçlarını giderecek kimi siyasi faaliyetler içinde bulunmaktadırlar. Daha kurumsal bir yapıya sahip olan bu kesimler, bir ucunda Dünya Bankası’nın da bulunduğu bir yelpazede bir dizi başka kurumla ilişkileri ve lobi faaliyetleri sayesinde kimi “siyasi” kazanımlar elde edebilmektedirler.

Bunlar arasında Kuzey Amerika’daki Direkt (Doğrudan) Eylem ağı, finans piyasalarıyla ilgili “orjinal” taleplerin sahibi Attac, Prag’daki organizasyonda önemli yer tutmuş olan Drop the Dept (Borçları affedin) gibi oluşumlar, özellikle yoksul ülkelerin borçları ile ilgili kimi taleplerini emperyalist ülkelere kabul ettirebilmektedirler.

Drop the Dept zengin ülkelerin kalkınmakta olan ülkelerin 100 milyar dolarlık borcunu silme talebine “olumlu” yanıt aldı. Bugüne kadar 40 milyar dolarlık borç “silindi”, geri kalanıyla ilgili faaliyetler sürüyor. Cenova’daki G8 zirvesinde de zengin ülkelerin liderleri 40 yoksul ülkeden 23’ünün toplam 74 milyar dolar olan borçlarının 53 milyar dolarının silinmesi üzerine karar aldılar.

Attac, “küçük ölçekli ekonomilere zarar veren uluslararası mali piyasalardaki spekülatif hareketlere on binde 5 oranında vergi konmasını ve 100 milyar dolar toplanarak yoksul ülkelere dağıtılmasını” talep ediyor.

Sierra Club, ABD’nin yasama organı Kongre’den çevreye zarar verilmesine neden olabilecek mevzuat değişikliklerinin çıkmasını engellemeye çalışıyor. Uluslararası yardım ve kalkınma grubu Oxfam ve diğerleri büyük ilaç şirketlerini Afrika ülkelerinde AIDS ilaçlarının fiyatlarını düşürmeye zorladı.

Yine G8 Zirvesi’nde zenginler, AIDS’le mücadele için 1.2 milyar dolar kaynak ayırmaya karar verdiler. (Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın “ihtiyaç duyulduğunu” söylediği miktar 10 milyar dolar kadar ama…)

Yine küreselleşme karşıtı STÖ’lerin zorlaması sonucu, IMF kredilendirme programlarının yerel topluluklara etkilerini değerlendirmek üzere bir ofis kurdu.

Evet, küreselleşme karşıtlarının siyasi önem taşıyan “bölmesi” bu faaliyetler içerisindedir. Peşinen, bu oluşumları, Dünya Bankası ile aynı siyasi işleve oturduklarını söyleyerek tasnif edebiliriz: Kapitalizmi ıslah etmeye çalışan reformist örgütler.

Bu kesimler, neo-liberalizm döneminin “vicdanı” olarak sahnededirler. Ancak, buradaki sorun vicdanın sesinin “sokakta” yükselmekte oluşudur. Evet asıl faaliyetlerini belli aralıklarla çıktıkları sokakta değil STÖ olarak yürüttükleri ilişkiler ve lobi çalışmaları üzerinden gerçekleştirseler de, diğer “rahatsız”larla birlikte sokağa da çıkmaktadırlar ve sorun da bu-radadır.

Bu STÖ’ler, Cenova’da, ilk gün yaşanan “şiddet olayları” nedeniyle ikinci gün yapılacak eylemlere katılmayacaklarını açıkladılar. Daha önceki eylemlerde de sık sık “amaçlarının barışçı bir şekilde taleplerini dile getirmek olduğunu” deklare eden bu gruplar kendilerini “şiddet yanlılarından” ayırma konusunda özel bir çaba göstermektedir.

Nihayet, bu konuda özellikle Göteborg ve Cenova’da yaşananların ardından bir kapı aralanmış ve bu tip zirveler öncesinde ilgili STÖ’lerle özel toplantılar gerçekleştirileceği ve burada gündeme gelen taleplerinin yapılacak olan toplantılarda gündeme getirileceği sözü verilmiştir. Prag’dan itibaren bu yönde sistemli bir biçimde sürdürülen “diyalog arayışı”nın somut karşılıklarını vereceği bir döneme girildiğini söyleyebiliriz. Kapitalizm vicdanının sesine kulak vermektedir! Kimi küçük “reform”lar zaten IMF’nin de gündemindedir. Daha güzel bir kapitalizm yaratma konusunda harcanacak enerji, kapitalizmi niye rahatsız etsin…

Gelelim küreselleşme karşıtı dinamiğin geri kalan kesimlerine…

Geri kalanlar, çoğunluğu bir tepki ve belirsizliğin öznesi olanlardır. Bir ruh hali olarak kapitalist zirveleri “rahatsız etmek” onları mutlu etmektedir. Çoğu siyaset düşmanı ve ağırlıklı olarak gençlerin (ve her zaman genç kalanların) oluşturduğu bu kesimler, yaptıkları eylemlerin siyasi çağrışımlarıyla dahi ilgilenmemekte; daha fazla bu ruh ortaklığını “yaşamayı” önemsemektedir.

Böyle olunca yukarıda da belirtildiği gibi zirvelerle ilgili verdikleri rahatsızlık daha fazla kapitalizmin güzide yöneticilerinin bir “siyasi” sorunu olmuştur. Ancak niyetinden ve ihtiraslarından bağımsız olarak bu vakıa belirtildiği gibi ideolojik bir öneme sahiptir.

Birilerinin dayak yemeyi göze alarak zenginlerin, emperyalist liderlerin, yöneticilerin yapmaya çalıştığı toplantıları engellemesi onların dünya halklarına yönelik özgüven gösterilerine ve dayatmalarına meydan okuması “cesaretlendirici” bir gelişmedir. Güç ve zenginlik karşısında boyun eğmenin temel güdü haline getirilmeye çalışıldığı “milenyum” dönümünde, “bir avuç anarşist”in yaptığı saygı uyandırmaktadır. Kurucu bir değeri olmasa da “isyan” duygusunun yaşatılmasının bir önemi var diyelim.

Bir başka önemli nokta ise, olayların “sokakta” geçiyor olmasıdır. Sokağın mücadele tarihinde, düzen karşıtlığı sözkonusu olduğunda hâlâ silinmemiş bir değeri var. Hele kastedilen, Avrupa medeniyetinin önemli kentlerinin caddeleri olunca bu değer daha da artıyor.

Bir başka nokta ise, özellikle son dönemde “demokrasinin beşiği Avrupa”da gerçekleşen eylemlerin “güvenliğinin sağlanması” için yapılan müdahalelerin sonucunda teşhir ettikleridir.

Göteborg en en en (tashih yüzünden değil) demokratik ülkelerden sayılan İsveç’in başkentidir. İsveç polisi göstericilere gerçek mermilerle ateş açmıştır. Avrupa kendine şaşırmıştır. Bu şaşkınlık, Cenova’da da sürmüş ve tedirginlik artmıştır. İtalya’nın gericileştirilmiş kenti Cenova’da en demokratik hak olan gösteri hakkını kullananlardan biri, bir “güvenlik memuru” tarafından öldürülmüştür.

Göstericilerin basın merkezine ve diğer konaklama mekanlarına geceyarısı baskınları yapılmış, göstericiler dövülerek gözaltına alınmıştır. Duvarlarında Mussolini resimlerinin bulunduğu karakollarda, Avrupalı gençlere yapılan işkenceler herkesin dillerin-dedir.

Yeterince çarpıcı olduğuna inandığım bir anektodu aktarmak istiyorum. Avusturyalı göstericiler, Yeşiller Partisi milletvekili aracılığıyla hapishaneden gönderdikleri mektupta, kendilerine uygulanan işkenceyi şöyle anlatıyor: “Duvara dayanmamızı ve eğilmemizi istiyorlar. Hayalarıma yediğim tekmeyle bağırıyorum… ‘Kes sesini, canavar, seni öldürecegim!’ tehditleri geliyor. Duvarın dibine çöküyorum omuzuma bir sopa iniyor. Ayaklarımı uzatmak istiyorum, yine dayak. Uyumak yasak, tuvalete gitmek yasak… Dizlerimizin üzerinde yürüyerek odanın ortasına dökülen çöpleri ve sigara izmaritlerini temizleme-miz isteniyor. Bayan arkadaşları çırıl-çıplak soydular. Bayan arkadaşların tuvalete gitmelerine izin çıktı, ama kapıyı kapatmaları yasak…”

Bizim için fazlasıyla “tanıdık” değil mi… Ama bunlar İtalya’da oluyor! Demokrasinin beşiği Avrupa ailesinin bir ferdinin hapisanelerinde…

Bu olaylar, İtalya ile diğer ülkeler arasında diplomatik sorunlar yaratmış taşın altında eli olmayan diğer demokratik Avrupa ülkeleri, İtalya’yı suçlama yoluna gitmişlerdir. İngiltere’de işkence olayları günlerce manşetlerden inmemiş, Avusturya Cenova sonrası tutukluluğu süren “vatandaşları”yla ilgili İtalya’ya nota vermiştir.

İtalya’nın karakolları Mussolini’nin karakolları değil; Avrupa’nın karakollarıdır. Teşhir olmuştur…

Yukarıda sıralananlar, emperyalist odakların iradesi dışında gerçekleşen bir gelişmelerdir ve “rahatsızlık” vermektedir. İdeolojik olarak “önemli” olduğunu söylediğim bu gelişmeler nedeniyle emperyalist yöneticiler artık bir “önlem alma ihtiyacı” içindedirler.

Göteborg olaylarının ardından Avrupalı liderler şaşkınlıklarını atar atmaz, bu konuyu “irdelemeye” karar verdiler. Mesele Avrupa Komisyo nu’nun gündemine girdi ve konuyu araştırmak üzere bir komisyon oluşturuldu. Komisyonun çalışmalarının ne aşamada olduğu konusunda bir bilgiye sahip değilim; ancak Cenova’da yaşananlardan sonra gündeme gelen “küreselleşme polisi” önerisi, üzerinde durulmaya değer bir gelişme.

İtalya’ya “devlet geri adım atmamalı” diye akıl veren Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, “küreselleşme karşıtlarıyla mücadelede, yerel polisle işbirliği yaparak olayı kontrol altına alacak ‘isyanla mücadelede Avrupa gücüne’, bu sorunla başa çıkacak farklı bir yapıya Avrupa ülkeleri arasında yeni ve güçlü bir işbirliğine ihtiyaç duyulduğunu” açıkladı. Yeni zirvelere hazırlanan İtalya’nın İçişleri Bakanı Claudio Scajola ise derhal bu öneriye destek verdi.

Görünen o ki, “Avrupa Ordusu” ile ilgili kaplumbağa hızında ilerleyen süreç, “Avrupa polisi” sözkonusu olduğunda hemen başlatılabilir. O da, diğerinin çekirdeği olur.

Bu konuda Avrupa’nın demokratik liderlerinin “görüşbirliği”nin kısa sürede sağlanacağını düşünmemek için bir neden bulunmuyor. “Demokratik olarak seçilen devlet adamlarının nasıl ve nerede toplanacaklarını dikte ettirecek militan eylemcilerin şiddetine izin veremeyecekleri” konusunda mutlak bir anlaşma içindedirler.

Avrupalı liderler, Göteborg olaylarından sonra konuyu “irdelemeye” başladıklarında ilk tespit ettikleri şey, göstericiler içinde “barışçı” yöntemleri kullananların da bulunduğu ve onların taleplerine açık olunması gerektiği yönündeydi. Kapitalizmin vicdanı olmaya soyunan çıkışlara karşı duyarlı olmak Avrupa’nın vazgeçemeyeceği bir niteliğidir. Aksi durumda verili gücü sayesinde ek gösterilere ihtiyaç duymayan Amerikan emperyalizmi karşısında “ayakta” durmalarını sağlayan “demokratik” imajlarını yitirme ihtimalleri vardır ki bu, Avrupa emperyalizminin ABD karşısındaki tek “göreli üstünlüğü”dür.

Şiddet yanlılarının bir “siyasi” talebi olmadığı ölçüde ve bu dinamik içerisinde “siyasi” olarak nitelendirilebilecek kesimler de zaten reformistler olduğuna göre, Avrupalı emperyalistlerin işleri kolaylaşmaktadır. Reformistlerle kurulacak köprü, diğerlerinin meşruiyetini ortadan kaldıracak ve bundan sonraki “sapkın şiddet eylemleri” oluşturulacak olan “isyanla mücadelede Avrupa gücü” tarafından gerektiği biçimde yanıtlanacaktır.

İşte küreselleşme karşıtlarını bir “yol ayrımı”na getiren siyasi gerekçe budur. Bundan sonraki zirve toplantılarında Avrupalı emperyalistlerin bu tercihini yaşama geçirme konusunda yapacağı ilk denemeleri gözleme şansımız olacak.

Öncesinde STÖ’lerle yapılacak toplantılar ve sonrasında da kendini bilmez grupların şiddet eylemlerinin engellenmesi.

Bugüne kadar yapılan gösterilerde, eylem organizasyonlarının, legal-yarılegal kimliği olan STÖ’ler tarafından gerçekleştirildiğini hatırlatmak istiyorum.

Onlar artık sokağı değil, kendilerine açılan diyalog kanallarını tercih edeceklerdir. Siyasi hedefleri bakımından bu çok daha rasyoneldir.

Diğerleri ise, dışlanmışlıklarının hukuki meşruiyeti de yaratıldıktan sonra, istedikleri kadar kırıp dökebilirler. Siyaset düşmanı bu kesimler, doğal olarak siyasi bir karar mekanizmasının uzantısı olan polisiye bir terörün nesnesi haline gelecek ve ideolojik olarak “olumlu” diye nitelenen faaliyetleri de tümüyle ters tepkimeye girecektir. Hedefsiz şiddeti kimse olumlamaz…

Kapitalizm, reformizmin yardımıyla anarşistleri ekarte edecektir. Tarihsel olarak bir kez daha düzen siyasetinin alternatifinin “siyaset düşmanlığı” olamayacağı doğrulanacaktır.

Küreselleşme karşıtlığındanumut üretenler

İki yıldır gerçekleşen bu eylemleri ve kamuoyundaki etkileri uluslararası kapitalizmin kendini bilmez saldırganlığı karşısında “olumlu bir gelişme” olarak gören ve kapitalizmin geleceğine dair pozitif çıktılar üretmesini bekleyen, özetle bu dinamikten “umut”lu olanlara ilişkin bir değerlendirme yapmak da gerekiyor. Yukarıda sıralanan ve göreli olumluluk olarak nitelendirilen ideolojik kazanımlar kesinlikle böylesi bir “umut” üretiminin temellendirilmesine hizmet etmemeli. Konjonktürel kazanımlardır. Tarihin ve kapitalizmin vahşi seyrinin akışına dair küreselleşme karşıtı eylemlerin “düzeltici rolü” bugünkü emperyalizm söz konusu olduğunda son derece zayıftır. Emperyalizmin kendi ihtiyacı olan “düzeltmeleri” gerekçelendirecektir. Global ölçekte kapitalizmin içinde bulunduğu kriz hali nedeniyle, bu dönemin “küreselleşme karşıtı” eylemcileri, güdük reformların zorlayıcısı olabilecektir.

Biraz daha açmak gerekirse, kapitalizm reform ihtiyacını iki durumda hisseder. Bir, düzen karşıtı sınıfsal dinamiklerin güçlü ve tehditkar olduğu dönemlerde; gerçekten “taviz” vermesi gerektiğinde.

İki, kendi yönetsel mekanizmalarında “daha fazla sömürü” koşullarını tıkayan yozlaşmalar ortaya çıktığında.

Bugün birinci koşulun değil; ikincisinin geçerli olduğu bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla, neo-liberalizm döneminin reformistleri tümüyle kukladır.

Tam da bu nedenle bu eylemliliklerin dünya tarihinde göreli kazanımlar sağlayacak gelişmeler olduğunu; ya da ileriye dönük olarak düzeltici işlev göreceğini düşünmek yanlıştır.

Buradan en fazla, 30 yıla yaklaşan krizdeki kapitalizmin yozlaşmış mekanizmaları içinde çürümüş kadrolarının yenilenmesine yarayacak bir insan kaynağı çıkar. “Umut” eğer buna dairse, pes demek dışında bir şey söylenemez. Bundan 10 yıl sonra IMF yöneticileri arasında, ya da kimi emperyalist ülkelerin bakanlar kurulunda, hatta çokuluslu firmaların yönetim kurullarında 2000-2001’lerde “küreselleşme karşıtı eylemlere katılan”, cesur, gözükara vs. niteliklere sahip kadroların yer alması bir olumluluk olarak görülüyorsa; denecek hiçbir şey olamaz…

Olacak olan budur… Biz işimizi yapamazsak; Türkiye devrimi başarılamazsa olacak olan budur.

Küreselleşme karşıtı eylemlere katılan, dönem dönem nicelik olarak önemli bir ağırlığı temsil eden yukarıdaki iki kategori dışında kalan kesimlere gelince… Onlar için zaten yakın dönemde yukarıda tarif edilen 2 ana eğilimden birini tercih etme ya da evine; TV’sinin başına dönme seçeneği gündeme gelecektir. Bu kesimler için, yukarıda sözünü edilen emperyalizmin kadro yenilenmesi sürecinde yer almak için geçmesi gereken süre büyük bir olasılıkla daha kısa olacaktır.

Borç parantezi

Son dönemde ülkemiz solunda da gözlenen “borçlar silinsin” talebinin reformist bir çerçeveye oturduğu yukarıda belirtilmişti. Bunu sosyalist iktidar programının bir parçası olan “borçlar ödenmeyecek” sloganından ayrıştırmak özel bir önem taşıyor. Özellikle şu içinden geçtiğimiz dönemde.

İzzettin Önde,r soL Dergisi’nin 142. sayısındaki “Borç reddi sorunu” başlıklı yazısında, borçlarla ilgili talepler söz konusu olduğunda yukarıda belirtilen “reformist” çerçevenin de ötesinde bir tehlikeye dikkat çekiyor. Bu kapitalizmin kendisi için zararlıymış gibi görünen bir uygulamadan bile yarar sağlama konusundaki arsızlığını teşhir eden bir örnektir. 1980’lerde ilk kez gerçekleşen “borç reddi” olayının Latin Amerika ülkeleri tarafından Cartagena’da yapılan toplantıda yaşandığını, ABD’nin ayrı ayrı görüştüğü “yoksul” ülkelerin borçlarının yaklaşık 1/3’ünü sildiğini ancak bunun karşılığında da bu ülke ekonomilerinde özelleş-irmelerin hakim olduğunu anlatıyor Önder. Ayrıca özellikle “dış borçlar” söz konusu olduğunda bunun zaten sermaye sınıfına ait bir sorumluluk olduğunu ve böylesi bir talebin esasen yerli sermayedarların bir talebi olacağını; borç sorunu sözkonusu olduğunda anti-kapitalist bir yaklaşımın ihmali halinde çok önemli hatalar yapılabileceğini vurguluyor.

Sosyalizm vurgusunun geri planda kaldığı, popülerlik kaygısıyla formüle edilen bu tür “taleplerin” daima kapitalizm tarafından soğurulabileceği, en iyisinden reformist bir çizgiye mahkum kalınacağı akıldan çıkarılmamalı.1

Küreselleşme karşıtlığı ve mücadele birikimi

Küreselleşme karşıtlığının Türkiye soluna yansımalarına gelince…

2000 1 Mayısı’ndan itibaren “slogan”larıyla liberal solun siyaset üretiminin merkezine oturan “küresel direniş”, bu ülkenin mücadele birikimini sulandıracak tümüyle ithal bir söylem olarak yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

Bunu sistematik bir biçimde yerleştirmeye çalışanların yukarıda sözü edilen reformist siyasi içeriğin kokusunu çoktan almış olduklarının ve ne yaptıklarının “bilincinde” olduklarının belirtilmesi gerekiyor. Bu reformist içeriğin yanına; bu eylemlerin söylem düzeyinde ve popüler kavranışında ayrılmaz nitelikleri olan örgüt düşmanlığı ve iktidar perspektifinden uzaklaştırıcılığını da ekleyelim. “Bilinçli reformist”in bunun ötesinde bir malzemeye ihtiyacı yoktur!

Küreselleşme karşıtlarına genel bir duygudaşlıkla ve eylemci, mücadeleci nitelikleri nedeniyle sıcak bakanlara ve bu dinamiğin Türkiye’deki mücadele için “itici” olabileceğine inananlara gelince… Ülkemizde gerçek bir “mücadele” pratiğinin ihtiyacı olan birikim mevcuttur. Bu birikimin de az çok tanımlı bir tarihi, tarzı, dili ve kimliği vardır. Reformist bir inatla zorlanmadığı ölçüde, Türkiye işçi sınıfı kendisine de yönelmiş olan “küresel saldırı”nın karşısına kendi sloganlarıyla çıkmayı becerebilir. “IMF defol, bu memleket bizim” sloganı Türkiye işçi sınıfının mücadelesi, tarihi ve kimliği ile çok daha uyumlu bir slogandır. “Direnişi küreselleştir, başka bir dünya mümkün” sloganı, belki afişlerin üzerinde çok “cazip” görünmektedir. Ama alanlarda atılması zordur; yakışmamaktadır. Sözünü ettiğim, sınıfın kültürüne dair değişmez önyargılara dayalı bir saptama değil. Kimbilir belki de mücadelenin bir evresinde Türkiye işçi sınıfı için son derece “uygun” bir slogan haline gelecektir. Ama bugünkü birikimin ulaştığı evrede, mücadelenin bugünkü ihtiyaçları gözetildiğinde “yakışmamaktadır”. Bugün Türkiye işçi sınıfının (mücadelenin -potansiyel- öznesi olarak) bilinci, psikolojisi, özgüveni vs. düşünüldüğünde onun için bir mücadele çağrısı taşımamaktadır. Oysa sınıfı mücadeleye çağırabileceğimiz, kendi tarihimizden kültürümüzden ve dilimizden yaratabileceğimiz çok güzel sloganlar bulmak mümkündür.

Küreselleşme karşıtı “söylem” söz konusu olduğunda, reformizmin siyasi dayatmalarının yanı sıra bu yaratıcılık sorunuyla da uğraşmak gerekiyor.

Bir de kafaları berrak hale getirmek…

Bu ülkede, kapitalizmin neo-liberal saldırılarının sonucu olan uygulamalara dönük bir yanıt üretilmesi, işçi sınıfının mücadelesinin bu saldırıları da karşısına alan bir çerçevede örülmesi elbette bir gerekliliktir. Gereklilikten öte, zorunluluktur. Ama, bunun bilin-cine varmak için 1999’da Seattle ile başlayan ve giderek gündemin üst sıralarına yerleşen “küreselleşme kar-şıtı” eylemlerin yaşanmasına gerek yoktu. Türkiye kapitalizminin 1990’ların ikinci yarısından itibaren belirginleşen yönelimleri, bugün ülkenin satışı noktasına gelen sürecin ipuçlarını veriyordu. Kapitalizmin uluslararası saldırısı ve bunun Türkiye’deki yansımaları özelleştirmelerle, sendikasızlaştırmalarla, işten çıkarmalar ve bir dizi başka biçimiyle ülkemizde uzun süredir gündemdedir. Buna karşı verilecek olan mücadelenin adı da on yıllardır bellidir: Anti-emperyalist mücadele… Bugün değişen bir şey yok. 4-5 yıl kadar önce anti-emperyalist mücadelenin gerekliliğinden söz edildiğinde bunun “gündem saptırma” olduğunu düşünenler, bugün “küresel direniş” başlığı altında ortaya çıkan gündeme dört elle sarılmaktadır. Ama değişmeyen bir şey var, yine anti-emperyalizm kavramlaştırmasından kaçınılmaktadır. Burada artık bir “kötü niyet” ya da “mücadele kaçkınlığı” saptaması yapmak gerekiyor.

“Direnişi küreselleştir” sloganı ile ifadesini bulan politik tercih eğer bi-linçli reformist bir seçim değilse başka bir soruna işaret ediyor. Bu sloganın Türkiye kapitalizmiyle mücadele et-meye niyeti olanlar için anlattığı hiçbir şey yoktur. Oysa bugün Türkiye’de mücadele etmek için çok fazla başlık, çok fazla doğru slogan vardır.

Bu muğlak ve “kaçak” sloganlar üzerinden üretilecek siyasetin “durumu idare edeceğini”, küresel direniş günlerinde gerçekleştirilecek eylem ve şenliklerin günü kurtaracağını düşünmek mümkündür. Ancak, bu ülkedeki mücadele birikimine hiçbir hayrı yoktur. Verdiği zarara yukarıda değinilmişti.

Bizim mesafemiz

Türkiye solundaki bu sorunlu tablo sözkonusu olduğunda “küreselleşme karşıtı eylemler” bizim için istenmeyen gelişmeler oldu. İçerideki yansıması ve doğrudan mücadeleye verdiği zararlar, bu dinamiğin kendisine yönelik de bir tepki oluşturdu.

Yalnızca bununla sınırlı değil elbette. Bu dinamiğin Türkiye solunun yüceltmesinden bağımsız olarak yaydığı örgüt ve siyaset düşmanlığı başlıbaşına bir sorundur.

Siyasi çerçevesinin -zorunlu olarak- belirsiz olması hızla bu dinamiğin “piyasalaştırılmasını” getirdi. Bu da bir mesafe yaratıyor.

Ancak, tüm bunları bilerek daha soğukkanlı bir şekilde bu hareketle mesafeyi tarif etmek gerekiyor. “Kitlelerin” gündemine bir biçimde giren bu dinamiğin “çağrıştırdıkları” üzerinden de olsa siyasal müdahaleler yapmak yukarıda tarif edilen konjonktürel ideolojik kazanımlardan yararlanmak… Teşhir olanaklarını, aşağılama fırsatlarını kaçırmamak. Bunlardan mahrum olmayacağımız bir mesafe tarifine ihtiyacımız var.

Fidel Castro, Ağustos başında Cezayir’de yapılacak olan uluslararası gençlik toplantısına katılacak olan Kübalı gençlere yaptığı konuşmada, “emperyalizme karşı dünya çapında gerçekleştirilen başkaldırıya hayran olmaları” çağrısında bulundu. Castro, Cenova’daki protestoların sonucunda G8 liderlerinin bundan sonraki zirvelerini Kanada’nın dağlık bölgelerinde “mütevazi” bir şekilde gerçekleştirme kararına atfen “Günün birinde toplantılarını Uluslararası Uzay İstasyonu’nda yapmaya karar verebilirler” diye konuştu.

Castro’nun küreselleşme karşıtlarına yönelik pozitif yaklaşımının çok haklı nedenleri var. Komünist lider, “protestoların emperyalizmin insanlığı uçuruma sürüklediği konusundaki bilinçlenmeyi” gösterdiğini söylüyor. Ve bu Küba’nın çıkarları açısından çok önemli bir olgu.

Belki, bizler içerdeki mücadele birikimine ve doğrultusuna zararları konusunda taşıdığımız kaygılar nedeniyle hiçbir zaman onun kadar rahat olamayacağız ama… Castro iyi demiş.

 

Dipnotlar

  1. Bu noktada, Sosyalist İktidar Partisi’nin “popüler” talepleri öne sürerken, israrli bir şekilde yaptığı sosyalizm vurgusuna; yine popüler söylemin düşebileceği olasi tuzaklara karşın, ısrarlı bir şekilde komünist kimliği önplana çıkarma çabasına; Komünist Parti ile ilgili olarak yürütülen açılımının önemine dikkat çekmek istiyorum. Kimileri bunların tümüyle “öznel” ve sol içi gündemler olduğunu düşünüyordu. Nazim Hikmet ile ilgili kampanyada da, şairin popüler kimliğinin istismar edildiğini düşünenlere verilecek en sade yanıt; kampanyanın merkezinde ısrarcı bir biçimde Hikmet’in komünist kimliğinin bulunmasıdır.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×