Medyada merkezin tasfiyesi ve basın emekçisi kimliği
Reuters Enstitüsü’nün 2020 yılında yaptığı medya güvenilirliğine ilişkin araştırmaya bakılırsa, Türkiye yüzde 55’lik bir oran ile medyaya güvenin en yüksek olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Basın geleneği ve kurumları son derece köklü İngiltere, Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde ise medyaya güvenin şaşırtıcı derecede düşük kaldığı (sırasıyla %20 ve %23) görülüyor.[1]
İlk bakışta, bu araştırmada bir hata var herhâlde, diye düşünmemek elde değil. Tam tersi sonuçlara ulaşan başka araştırmalar olduğunu da düşününce, ankette yöneltilen sorularla ya da örneklemle ilgili sorunlar olabileceği şüphesine düşüyorsunuz. Ne de olsa, günümüz Türk medyasının bırakın Batı Avrupa’yı, herhangi bir ülkeninkinden daha iyi durumda olabileceğine inanmak güç.[2]
Diğer yandan, bu sonucun Türkiye’de insanların uzun süredir “tarafsızlık” iddiasından vazgeçmiş bir medyayı kanıksamış olmasıyla ilgili bir boyutu olabilir.
Örneğin, raporda, İngiltere’deki güven kaybının, Brexit sürecinde medyanın “taraflı” tutumuna tepkiden kaynaklandığı ifade ediliyor. Aynı şekilde, Fransa’daki düşük oranda “Sarı Yelekliler” eylemlerinin etkili olduğu, medyanın halk hareketine yaklaşımının tepki çektiği yorumu yapılıyor.[3]
Bizim ülkemizde ise herhangi bir burjuva siyasal rejimi için olağanüstü kabul edilebilecek bir durum var: Tarafsızlık iddiasını taşıyan, yani rejimin liberal-“demokratik” ortak paydasını koruyarak kamuoyunu taraflaştıran bir merkez medya yok. Halkın medyadan beklentileri ve medyayla kurduğu ilişki de bundan etkileniyor.
Bu durumda, Türkiye için beklenmedik şekilde yüksek gözüken medyaya güven oranına ilişkin yapılabilecek en gerçekçi yorum herhâlde şu olur: Hükümet destekçileri medya dahil ülkedeki kurumların genel olarak iyiye gittiğine inanırken, muhalifler ellerinde kalan kısıtlı olanaklara sahip birkaç medya organına kıskançlıkla sahip çıkıyor.
Gelgelelim, bu tür araştırmalar/anketler çerçevesinde kalarak yapılabilecek değerlendirmelerin bir sınırı var. Ve bu yazının konusu (ve yazarın olanakları ile belirlenmiş sınırları) bizi sayısal verilerin ya da saha çalışmalarının yerini çıkarsamaların aldığı daha tehlikeli sulara doğru itiyor. Dolayısıyla, okumakta olduğunuz yazının, önemli bir olgunun daha dikkatli incelenmesine çağrı işlevine sahip olabileceğini, gelecekteki çalışmalar için belki farklı bir perspektif sunabileceğini ancak fazlasını iddia edemeyeceğini vurgulamak isterim.
Bununla birlikte; devlet teorisi ve ideoloji açısından medyayı ele alacak herhangi bir çalışmanın bilimselliği tartışmaya açık olacaktır, diye düşünüyorum.
Peki bu yazı hangi sorundan yola çıkılarak yazıldı?
Sadece gazetecilere açılan davalara, bitmeyen linç kampanyalarına ve medya organlarını hedef alan açıklamalara bakarak artık ezber hâle gelmiş şu isabetli yorumu tekrarlayabiliriz: Türkiye’de medya üzerinde darbe dönemleriyle kıyaslanabilecek bir baskı var ve ana akım medya kurumları hiç olmadığı kadar itibarsızlaşmış durumda. Medyaya duyulan güvende düşüş olarak anketlere yansımayan ancak Türkiye’de yaşayan okur tarafından hemen kabul edileceğine inandığım itibarsızlaşma saptaması, haber içeriği üreten medya organlarına sermaye gruplarının yaklaşımı, siyasi iktidarın medyayla kurduğu ilişki ve gazetecilik mesleğinin saygınlığı gibi birkaç ölçüte bakarak benimsediğim, ilerleyen bölümlerde açacağım bir yorum.
Evet, medya aygıtı hiç olmadığı kadar “itibarsızlaşmış” durumda.
İçerisinde yaşadığımız sınıflı toplum düzenini düşündüğümüzde ana akım medya kuruluşlarına dönük eleştirel yaklaşımın yaygın olması bir noktaya kadar normal, hatta sağlıklı denebilir. Sonuçta medya organları farklı amaçlara sahip ve birbiriyle mücadele içerisindeki farklı çıkar gruplarının ya da sınıfların amaçlarına hizmet ediyor. Ek olarak, özel mülkiyet basın “özgürlüğü”ne erişimde eşitsizliklere, dolayısıyla egemen sınıfların önceliklerinin toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin sesine baskın çıkmasına yol açıyor.
Ancak ülkemizde bu bağlamda normal sayılabilecek seviyenin ötesinde bir itibarsızlaşmanın olduğu açık.
Muhalefet kadar (hatta belki daha çok) hükümet koalisyonu da (bazen kendi iç tartışmalarının uzantısı olarak) medyayla süreğen hâle gelmiş bir kavga içerisinde.
Burada, rejim kriziyle paralel bir medya krizi olduğunu ve AKP’nin hem zor kullanarak hem de kapalı kapılar ardında yürüttüğü pazarlıklarla bu krizi aşmaya çabaladığını, medyayı yeni rejimle uyumlu bir alana hapsetmek istediğini görmek gerekiyor.
Okumakta olduğunuz yazıda şu sorulara yanıt aranıyor:
Medyadaki kriz solu ve emekçi sınıflara mensup insanları hangi açılardan ilgilendirir?
Nasıl bir pozisyon söz konusu krizin bazı fırsatlarının değerlendirilmesine katkıda bulunur?
Kısaca ana akım(lar) hakkında
Bir rejimde basına tanınan alanı ve medya kurumunun etkinliğini değerlendirirken işe ana akım medyadan başlamak, bence, doğru yöntem olur.
Ana akım medya kurumlarında yayın çizgisinin toplumsal uzlaşıya duyarlı olması ve bunun olanak sağladığı belli bir tarafsızlık iddiasını taşıyabilmesi gerekir. Böylece bu kurumlar, öne çıkmalarına olanak sağlayan tarafsızlık görüntüsünün de etkisiyle, toplum ve (geniş anlamıyla) hükümet arasındaki iletişimi sağlayan otoriteler hâline gelirler. Bu iletişimin farklı noktalarında filtre görevi gören ve manipülatör çeşitli mekanizmalar bulunur ama yine de sonuçtan iki tarafın da belli ölçüde fayda sağlayabilmesi esastır.[4]
Olağan dönemlerde ana akım medya; basın emekçilerini ve topluma mal olmuş aydınları, sermaye örgütlerinin ve bakanlıkların ilişkide olduğu uzmanlar/ajanlar ile birlikte içererek toplumun ideolojik yeniden üretimi sürecine dahil etmeyi başarır. Sağı ve soluyla bir bütün olarak düşünmemiz gereken merkez (ana akım) medyanın farklı organlarında bu bileşenlerden birinin diğerine göre ağırlığı değişebilir ancak kitlelerin düzene içerilmesi işlevi reklam/fonlar, özel çıkar, istihbarat ilişkileri, siyasal baskı vb. medyayı düzenleyen mekanizmalar sayesinde değişmez.[5]
Türkiye’de ise yukarıda betimlenen hâliyle ana akım medya tasfiye edilmiş durumda. Günümüz Türkiye’sinde söz konusu olan, biri AKP’nin diğeri ana muhalefetin olmak üzere, “ana akım” medyalar.
Tam burada akla yukarıdaki satırlarla çelişkili duran şu gerçek gelebilir: AKP öncesinde de bazı ana akım medya organlarını ağırlıklı olarak solcular, bazılarını da sağcılar okurdu. Bazı medya organlarının muhalefet partileri ile ilişkileri daha iyiyken, bazı medya patronları çıkarını hükümeti desteklemekte görürdü.
Bugünkü durumun ise şöyle bir farkı var; bir-iki istisna hariç söz konusu medya organlarını portföyünde bulunduran sermayedarların siyasi manevra alanı, finansman kaynaklarının da etkisiyle çok sınırlı. Bazı medya organları ise doğrudan iki siyasi partinin içerisinde yer alan farklı hiziplerin projeleri.
Bu iki siyasi partinin temsil ettiği kitleler arasında çözüme bağlanmamış, bir rejim krizinde somutlanan uzlaşmaz karşıtlıklar söz konusu. Böylece, siyasette bir kavga alanından diğerine atlanırken, “tarafsız devlet” ve “tarafsız medya” kurgularına biraz olsun gerçekçilik katacak bir merkezi alan üretilemiyor.
Öte yandan, mevcut durumun medyadaki kalıcı düzen olması mümkün değil. İki merkezli bir medya düzeni ancak bir geçiş dönemi anomalisi olabilir ve günün birinde Türkiye’de bir normalleşme (restorasyon) yaşanacaksa, iki merkezi temsil eden medya organlarının yayın çizgilerinde kısmen bir yakınsama olması ya da bir tarafın tasfiyesi/yutulması beklenir.
Merkezin tasfiyesi ve basında işçi kültürü
Olağandışı ölçüde politize edilerek iki siyasi kutba doğru itilmiş iki merkezli bir medya düzeninden bahsediyoruz. Söz konusu bölünmüşlüğün mantıksal sonucu tarafsızlık iddiasının bir kenara bırakılması ya da inandırıcılığını kaybetmesidir.
Dolayısıyla, gerçek anlamda bir merkezin varlığından, yani istikrara kavuşmuş bir rejimin medya alanından söz etmek mümkün değil.
Karşı devrimciler eski rejimin merkez medyasını mali baskı, linç kampanyaları ve kadrolaşmayla dönüştürmeye kalktılar ama öyle bir kaba şiddet uyguladılar ki sonuçta ellerinde otorite boşluğundan başka bir şey kalmadı. Her alanda kıra döke ilerlettikleri rejim değişikliği ajandasına paralel olarak medyada merkezi tasfiye etmeleri, düzenin “tarafsız gazeteciliğin” kapsamı üzerindeki kontrolünün zayıflaması anlamına da gelmiş oldu.
Bugün Türkiye’de gazetecilik mesleğinin yazısız kurallarını yeniden üreten ve kurumsal ağırlığıyla meslek etiğinin sınırlarını hatırlatan (ya da esneten) bir merkez, referans noktası/otorite yok. “Hiçbir zaman böyle bir otorite olmadı” itirazı yöneltilebilir ancak bu haklı bir itiraz olmaz. Evet, eskiden de bir medya kurumu adına çıkıp “kesin olarak bu böyledir” denmezdi. Ancak hem çalıştırdığı gazeteci sayısı hem de teknik olanakları bakımından büyük ölçekli medya organlarında geçerli olan (kısmen deneyime de dayanan) hiyerarşi piramidi ve gazetecileri buluşturan cemiyet yaşamı bu otoriteyi yaratırdı. Kişinin kendini olmadığı biri gibi göstermesi, örneğin tek yaptığı ajans haberlerine takla attırmak olan birinin kendini araştırmacı gazeteci olarak göstermesi bugün olduğundan zordu.
İşin bu boyutunun ötesinde, kamu bankalarıyla fonlanan ya da yabancı sahipli birkaç holding haricinde büyük sermayenin sektörü “riskli” bularak medyadan çekilmesi, gazetecilik mezunu gençlerin istihdamına ve çalışan refahına ciddi darbe vurmuş durumda.[6] Buna bir de deneyimli gazetecilerin sakıncalı ilan edilerek medya sektöründeki “ana fabrikalardan” uzaklaştırılmasını eklersek, bir kurumsal kültür çerçevesinde meslek görgüsü ediniminin ve gelenek aktarımının kesintiye uğramasına yol açan başlıca faktörleri sıralamış oluruz.
Geçmişte bir basın emekçisi, takip ettiği konuda uzmanlaşarak “gazeteci-yazar”a dönüşmeden önce, kendini bir haberci olarak kanıtlardı. Bu süreç boyunca; başta müdürü hangi habere yollarsa ona gider, başkalarının haberleri için ayak işleri yapar, daha sonra zamanla toplumun çeşitli kesimleriyle gerçek ilişkiler kurarak -meslek kurallarıyla çelişen bir görüntü vermeksizin- kendi ideolojik/siyasal yönelimlerini ve ilgi alanlarını da kısmen yansıtan özel haberler hazırlardı. Zaman zaman bu özel haberlerin yayınlanması gerçek bir mücadeleye dönüşür, gazeteci kendini kapının önünde ya da mahkeme karşısında bulurdu.
Elbette gazeteci kimliğini yücelten emekçi insanların yanı sıra tanıdıkları sayesinde kestirmeden yükselenler, kurumlara tepeden indirilenler, başkalarının emeğine konanlar, polisle ve devletle karanlık ilişkiler kuranlar yani şarlatanlar da vardı.
Bugün ise kendine gazeteci-yazar payesini biçen ve gazetecilik gurusu gibi ortalıkta gezenlerin çok azı haberciliğe yıllarını vermiş, basın emekçiliğinden gelme insanlar. Yanlış anlaşılmasın, elbette siyasi kimliği ya da olanaksızlıklar yüzünden gönül verdiği mesleği geleneksel yoldan geçerek yapamayan ama hayallerinden de vazgeçmeyen insanlara (kendilerini dev aynasında görmedikleri/göstermeye çalışmadıkları sürece) şarlatan denemez. Ancak -belki biraz da şarlatanlığın icra ediliş biçimi gereği- şarlatanlar çoğunluktaymış gibi duruyor.
Dijitalleşme ve sosyal medya olgularıyla birlikte herkesin (hem de herkesin!) reklamcılık-pazarlama sektörünün yalnızca hedef kitlesi değil, aynı zamanda aktörü hâline getirilmesi ise bütün iş kollarından daha fazla, gazeteciliği olumsuz etkiliyor.[7]
Bana göre, kendini gazeteci-yazar olarak tanımlayanların çoğunun gerçek unvanı “pazarlama uzmanı” olmalı. “Kendini pazarlama uzmanı”!
Buraya kadar yazdıklarıma bakıp, maziye özlem duyduğumu ya da ana akım medyanın faziletlerine inandığımı düşünenler çıkacaktır. Oysa, eski medya düzeninin de temelini oluşturan ekonomik ve siyasal mekanizmalar gazeteciliği ve basını bugün eleştirdiğimiz çözülme noktasına getirdi. Öte yandan, bu çözülmenin ebedi olduğu fikrini sorgusuz sualsiz kabul etmek ya da bunu yalnızca olanakları bakımından ele almak doğru olmaz. Hatta böyle yapmak, bizi gerçeklikten kopuk bir pozisyona iter ve böylece önümüzdeki olanakları da değerlendiremez hâle getirir.
Ortada işçi sınıfı hareketi açısından olanaktan çok ağırlaşan bir orta-sınıf ideolojisi sorunu var. Buna karşı “radikalizm” türevi yaklaşımlara dayanarak ve kurgusal bir işçi sınıfına -tabiri caizse- kapanarak mücadele edilemez. Siyasette olduğu gibi medyanın merkezindeki gelişmeleri takip etmek, medyanın bir devlet aygıtı olmanın yanı sıra özel mülkiyetin geçerli olduğu bir iş kolu olduğunu kavramak ve ideolojik müdahalelerde bulunurken bir yandan da sektöre dönük örgütlenme perspektifi geliştirmek gerekir.
Finansman modeli ve medyadaki kriz
Türkiye’de merkez medyanın itibarsızlaşmasının ve giderek tasfiyesinin en önemli sebeplerinden biri de değişen sahiplik yapısı ve dünyada benzerine pek rastlanmayan finansman modelidir.
“Medya kuruluşlarının sahipleri gittikçe artan bir şekilde kurumlarının büyüklüğüyle orantılı olarak kamu ihalelerini kazanıyor. Medya dürüstlüğü açısından, bu durum medya kuruluşu sahiplerinin hükümeti memnun etmeye neden bu kadar çabaladığını ve otosansürün neden bu kadar yaygın olduğunu da açıklıyor.”[8]
Medyanın sahiplik yapısı hakkındaki pek çok çalışmada yukarıdaki değerlendirme tekrarlanıyor. “Medya dürüstlüğü” kavramı hariç söylenene katılmamak mümkün değil.
Medya sektöründeki en büyük yerli şirketler (Demirören Holding, Kalyon Grubu, Doğuş Grubu, Albayrak Medya Grubu, Ciner Grubu), şu an ellerinde tuttukları medya organlarını önceki sahiplerinden satın almaları sonrasında savunma sanayi, enerji santrali, Galataport gibi önemli altyapı yatırımlarının ihalelerini aldılar. Hatta hatırlanacağı gibi Doğan Yayın Grubu’nun satın alınması için Demirören Holding’e bir kamu bankasının 700 milyon dolarlık iki yıl geri ödemesiz kredi kolaylığı sağladığı ortaya çıkmıştı.
Burada önemli bir mesele de AKP’ye beş kala, ANAP-DSP-MHP koalisyonu tarafından geçirilen ve mevcut sahiplik yapısına zemini sağlayan yasal düzenlemedir.
“1994 yılında medya sahiplerinin kamu ihalelerine girmesinin önüne geçen bir yasa geçirilmiş, fakat 2002 yılında medya şirketleri tarafından yürütülen şiddetli lobi faaliyetleri sonucu 4756 Sayılı Kanun’da yapılan değişikliklerle kaldırılmıştı. Buna ek olarak, AKP hükümeti, Kamu İhale Kanunu’nda sistemi daha iyi yönlendirebilmek ve kontrol altına alma amacına yönelik olarak 37 kere değişikliğe gitmiştir. Bunun sonucu olarak medya şirketlerinin dâhil olduğu anlaşmalar, ihaleler ve birleşmeler, şeffaflığı koruyan bir kanun olmadığı için genellikle saydam olmayan bir yapıda ilerlemektedir. Bu sistemin arkasındaki neden İstanbul’da yapımı devam eden kentsel inşaat projeleri de dâhil olmak üzere kamusal işlerin ihalelerinde hükümete yakın medya şirketlerine geniş çaplı iltimas sağlanmasıdır.”[9]
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilen ancak ikinci kez meclisten geçirilen yasa ile medya sahiplerinin kamu ihalelerine girmesinin ve dolayısıyla medyayı bugüne getiren satışların önü açıldı. AKP döneminde de yabancı sermayenin medya yatırımları önündeki engeller ve birden fazla medya organında tek şirketin sahip olabileceği hisse sınırları kaldırıldı.
Okuyucuyu alıntılarla ve yasa maddeleriyle yormak pahasına medya sahipliği konusuna değinmemin sebebi, bir hükümet değişikliği ve demokratikleşme senaryosu durumunda bu yasaların değiştirilmesinin büyük olasılıkla gündeme taşınacak olması.
Böylesi bir durumda, düzenin, merkez medyanın tarafsızlık görüntüsüne tekrar can vermesi ve bugün muhalif medyada yer alan ama sermayeyi kesinlikle hedef almayan bazı kovulmuş gazetecilere itibarlarının iade edilmesi mümkündür. Bir olasılık da bu sürecin medyada ücretlerin ödenmediği, patronların işten çıkarmalara gittiği ve esnek istihdam modellerinin yaygınlaştırıldığı, basın emekçilerin tepkisine yol açacak bir şekilde yaşanmasıdır.
Medya sektörünün tekrar kurallı hâle getirilmesi süreci, işçi sınıfının da kendi ekonomik talepleriyle ve tekelcilik karşıtı taleplerle dahil olması, hatta öne çıkması gereken bir süreç olur.
Diğer taraftan, medya araştırmalarında CHP’li belediyelerin ve CHP’deki hiziplerle ilişkili patronların finansmanıyla kurulan ve ayakta tutulan televizyon kanalları ve gazetelerden pek bahsedilmiyor. Büyük bir kısmı yerel yayın yapan bu medya organlarının da bir noktada, özellikle belediye ihaleleri bağlamında, gündeme getirilmesi gerekir.
Yabancı medya organlarının Türkiye’de, özellikle kentli emekçi sınıflar ve gençler arasında, bugünkü ölçüde bir etki kazanması ve Batı’daki bazı düşünce kuruluşları ile gazeteciler arasında ilişkilerin derinleşmesi de siyasal açıdan başka ve daha ciddi bir sorun olarak görülebilir.
Haberciliği medya analizciliğine ezdirmemek
Dönelim mevcut durumun gazetecilik mesleği üzerindeki etkilerine… Merkez medyanın tasfiyesiyle tarafsız gazeteciliğin kapsamı üzerindeki kontrol de neredeyse kaybedildi, dedik.
Bu konuya bugüne dek hak ettiği önem verilmedi. Gelgelelim, merkezdeki boşluk özellikle bazı uluslararası enstitüler ve Türkçe yayın yapan yabancı medya organları tarafından çok başarılı şekilde değerlendiriliyor. NewsLab Türkiye, çeşitli Bianet girişimleri ve medya takip merkezleri gazetecilik mesleği ve basın yasalarına ilişkin sürekli içerik üretiyor, raporlar yayınlıyor. Bu raporların bir kısmını okumak, takip merkezlerinin bulgularını incelemek faydalı uğraşlar. Ancak, çalışmalarda katkısı bulunan araştırmacıların/yazarların niyetlerinden bağımsız olarak, üretilen içeriklerin toplamının, mesleği belli bir ideolojik doğrultuda yeniden dizayn etme amacına su taşıdığına işaret etmek gerekiyor.
Bunun yanı sıra, ilginç bir nokta, araştırmacı gazetecilik alan kaybederken medya analistliğinin ağırlık kazanması durumu. Düşünce kuruluşlarının medya alanındaki etkinliklerinin çıktısı olan bu gariplik, basında emekçi kimliğini baskılayan bir tür kariyerizm ve kavram karmaşası üretiyor. Hangi tecrübeye dayandığını bilmediğimiz bir grup genç “medya profesyoneli”, hangi ilkelerle gazetecilik yapılması gerektiğini anlatan makaleler, “haber odası” (newsroom) gibi İngilizce’den doğrudan çeviri terimlerle köşeler/makaleler yazıyorlar.[10]
Gazetecilerin mesleki gelişimine hizmet eden, mesleğin ilkelerini tartışmaya açan, meslek etiğini geliştiren, hatta her tür habercilik pratiğini masaya yatıran tartışmaların zararı değil ancak faydası olabilir. Eleştirdiğim şeyin bunlar olmadığını vurgulamak isterim. Ancak sorun, her biri son derece tartışmalı konularda, aynı doğrultuyu güçlendirecek şekilde, “demokratik norm” görüntüsüne büründürülmüş içeriklerin yayınlanması ve bu anlamda söz konusu “tartışma/mesleki deneyim paylaşımı” mecralarının ideolojik yayın çizgisi. Ek olarak, bugün kariyerizmin sloganı hâline gelmiş “yazılım öğren”, “veri bilimi işine gir”, “teknolojiyi kucakla” çağrılarının gazetecilik alanına taşınması ve sürekli tekrar edilmesi, ücretlerin son derece düşük ve işsizliğin son derece yüksek olduğu bu iş kolunda emekçilere yetersizlik hissinden ve rekabetçilikten başka bir şey vermiyor.
Son dönemlerde bu mecraların bazılarında Marksistlerin de yazılarıyla yer aldığını görüyoruz. Ben bunu olumlu bir gelişme olarak görüyorum ve bu katkıların kapsamının genişleyerek artmasını umuyorum. Ancak daha önemlisi, sol medyanın iddia kazanması ve en az analizcilik ölçüsünde haberciliği güçlendirmesi.
Şunu bir kâğıda yazıp başköşemize iliştirelim: Basında emekçi karakter ve mesleki yetkinlik habercilikle sergilenir.
Medya alanında verilecek ideolojik mücadele bu sloganı benimsemeli ve slogan olmanın ötesine geçirmelidir.
Tarafsızlık ve gazetecilik üzerine
Yasalar önünde eşitlik gibi devletin ve iktidarın tarafsızlığı da büyük bir yalan. Daha doğrusu, Avrupa’da mezhep savaşlarının bitirilmesine ve laikliğin önünün açılmasına hizmet etmiş, geçmişte ilerici rol oynamış liberal bir kurgu. Bugün öne çıkan anlamı ise sınıf ayrımlarına ve eşitsizliklere kayıtsızlıktır.
Tarafsız gazetecilik (journalistic objectivity) ise ilk olarak ABD’de bugünkü içeriğini kazanmış ve günümüzde tam da ABD medyasından başlayarak dünyanın terk ettiği bir tanımdır. Örneğin, İngiltere’de bu anlayışın hiçbir zaman baskınlık kazanmadığını öne süren makaleler mevcut.
Bir süredir yurttaş gazeteciliği, çözüm odaklı gazetecilik, hak haberciliği gibi konseptler ön plana çıkmış gözüküyor. Objektiflik iddiası bu yaklaşımların hepsi tarafından paylaşılırken, sosyal medya gibi yeni olguları ve medyayla ilişkilenme biçimlerini düzenlemek için (sivil toplumcu) bazı ek standartlar ve normlar öneriliyor.
Bunların detayına girmeyeceğim. Yalnızca şu basit gerçeği vurgulamak istiyorum: Objektiflik iddiası; haber kaynakları ve muhabirin rolüne ilişkin genel kabul gören yaklaşım ne kadar değişirse değişsin, habercilikte hep kilit önemde ve öyle de kalacağına kesin gözüyle bakabiliriz.
Sonuçta kimse, yanlış bilgi edinmek ya da okuduğu her haberin bir kişinin öznel yorumlarına boğulmuş olmasını istemez.[11] Elbette öznellik haber üretiminin her aşamasında vardır. Haberi yazan muhabir, fotoğrafını çeken foto-muhabir, düzenleyen editör ve içerik hiyerarşisini belirleyen kurul ya da kişiden oluşan organizasyon, medya organının öznel pozisyonunu yayın çizgisi olarak somutlar. Ancak esas olan, bu öznel doğrultunun objektif haberlerle (kanıtlarla) desteklenmesi ve mesajın mümkün olduğunca doğal bir biçimde, kitlelerin yaşananlar karşısında kendi kendine vardığı bir sonuçmuşçasına aktarılmasıdır.
Devlet ve sermaye tarafından desteklenen burjuva medya organları bunu daha kolay yaparlar. Çünkü onların tarafsız taraflılığı zaten rejim tarafından kurumsallaştırılmıştır ve başka ideolojik aygıtlarla da desteklenmektedir. Buna karşılık, işçi sınıfının sesini ve siyasetini kitlelere taşıyan ve bahsettiğimiz düzeyde faaliyet gösteren bir propaganda aracının yaratılması kolay olmaz ama bugünün dünyasında zorunludur. Bilgi kirliliğinin arttığı ve (Türkiye gibi anlaşılmaz anket sonuçları çıkaran ülkeler hariç) dünya genelinde medyaya güvenin azaldığı koşullarda, sınıflı toplum gerçekleri tüm toplumun öne çıkan sorunları olarak yansıtılabilir ve yansıtılmalıdır.
Bugün tarafsızlık iddiasının bir kenara bırakılmış olduğu Türkiye medyasında, sol medyanın güçsüzlüğü daha az göze çarpıyor olabilir. Ancak olası bir toparlanma durumunda burjuva medyasının ideolojik kuşatmayı derinleştirecek bir canlanma yakalama tehlikesi yoktur, denemez. Üstelik, bugünkü otorite boşluğuna nitelikli bir habercilikle müdahale etmenin olağan bir dönemde sahip olacağından daha büyük getirileri olabilir.
Hâl böyleyken, bazı solcu-radikal kişi ve çevreler garip bir “biz objektif falan değiliz arkadaş” tavrını benimsemiş durumda.
Bu kolaycılığı anlamak güç.
İdeolojik mücadele, iktidar perspektifi, merkeze uzanmak… Bunları önemsizleştiren bir işçi sınıfı devrimciliği olabilir mi?
Olamaz diyorsanız, o zaman solun medya konusundaki pozisyonunun da “gazetecilik taraf tutmaktır” basitliği ile sınırlı olamayacağını kabul etmelisiniz.
Çünkü gazetecilik bu kadar kolay bir iş değildir. Gazetecilik halkın gerçeklere ulaşma kavgasıdır.
Dipnotlar
[1] Nic Newman, Richard Fletcher, Anne Schulz, Simge Andı, and Rasmus Kleis Nielsen (2020). Reuters Institute Digital News Report 2020. https://reutersinstitute.politics.ox.ac.uk/sites/default/files/2020-06/DNR_2020_FINAL.pdf
[2] Amacım emperyalist merkezlerdeki düzen medyasını övmek değil. Ancak Batı Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfı kültürü (medya tüketim alışkanlıkları) ve düzenin görece istikrarı, medya aygıtının da daha gelişkin olmasını sağlıyor. Buna rağmen buralarda da bir sürü skandal yaşanıyor.
[3] Reuters Enstitüsü’nün 2015 yılında yayınladığı rapora göre, medyaya duyulan güven Birleşik Krallık’ta %50’nin üzerinde, Fransa’da ise %38 civarında. İki ülkede de ciddi bir güven kaybı yaşanmış.
[4] Önemli bir çalışmada haber yayınını düzenleyen şu beş “filtre” tanımlanıyor: (1) Büyük medya şirketlerinin ticari kararları, (2) reklam geliri, (3) iş dünyası ve hükümetten gelen bilginin doğruluğuna güven ve bunların basına yerleştirdiği “uzmanlar”, (4) siyasi baskı ve (5) anti-komünizm.
Herman, E. S., & Chomsky, N. (2010). A Propaganda Model. Manufacturing consent: The political economy of the mass media (s. 1-33). New York, NYC: Random House.
[5] Sayılan mekanizmaların medyanın düzenlenmesinde önemli olduğu açık. Ancak bu mekanizmaların da büyük skandallara yol açmadan çalışmayı sürdürmesi ülkedeki ekonomik ve siyasal istikrara bağlı. Burada da sınıflar arasındaki ve burjuvazi içi güçler dengesi önemli bir etken.
[6] Mecralara (yani içerik üreten medya organlarına) akan reklam harcamalarının büyük çoğunluğuna karar veren medya ajansları da başka bir yazının konusu olabilir. AKP’nin Gezi eylemleri sonrası bu sektöre de elini attığı ve böylece (online ve offline) medya üzerindeki kontrolünü sıkılaştırdığı çok iyi biliniyor.
[7] Sosyal medyanın sola dönük olumsuz etkilerinden ve “kanaat önderlerinden” soL Portal’da daha önce yayınlanan bir yazımda kısaca bahsettim: Antikomünist mücadelenin ön saflarında: Twitter Bolşevikleri. soL Portal. 19 Mart 2021. https://haber.sol.org.tr/haber/gorus-antikomunist-mucadelenin-saflarinda-twitter-bolsevikleri-28250
[8] Tunç, A. (2015). Türkiye’de medya sahipliği ve finansmanı: Artan yoğunlaşma ve müşteri ilişkileri. Istanbul: South East European Media Observatory. http://platform24.org/Content/Uploads/Editor/medya1a.pdf
[9] A.g.m., s. 14.
[10] Özellikle “medya profesyoneli” adlandırmasına dikkatinizi çekmek istiyorum. Söz konusu mecraların en sorunlu ürünlerinden biri bu. Medya profesyoneli tanımı gazetecileri, medya analistlerini, araştırmacıları ve reklamcıları bir bütün olarak içeriyor. Aslında bu, “gazeteci gazetecilik dışında meslek yapmaz” ilkesini de ortadan kaldıran, bunun yerine medya sektöründe girişimciliği koyan ve meslek etiğine saldıran bir adlandırma. Söz konusu ilke etkisiz ya da delik deşik edilmiş olmakla eleştirilebilir ancak kapitalist toplumda gazetecilerin şirketler tarafından satın alınmasına ve özel çıkarlara karşı bir madde olduğu ve bu bakımdan faydası açıktır.
[11] “Ben isterim” diyen, Selçuk Tepeli ile Fox Ana Haber’e bir göz atsın. Şahsen ben Tepeli’nin sonsuz yorumları sırasında sesi kısıyorum. Yorum fazlalığı, haberi muhabirin/sunucunun sahne performansına çeviriyor. Bir noktadan sonra yorum haberdar olunmak istenen ve yoruma kaynaklık eden olayı örtüyor. Bu yüzden yorumun da neyle ilgili olduğu anlaşılmıyor. Yorumu, eğer yapılacaksa, kısa ve öz tutmak en iyisi.