“Ne Yapılmalı” Sorusuna Açık Yanıtlar… Politik Etkinlik ve Örgütlü Taşıyıcılık Üzerine
Sosyalistler arasında, “Ne yapılmalı” sorusu iki özel konjonktürde daha sık sorulur ve bu soruya verilecek açık yanıtlar özel bir önem taşır. İlki, “yenilgi”lerin hemen ardından, diğeri ise mücadelenin boyutlandığı nesnelliklerde. “Yenilgi” rüzgarlarının esmeye başladığı anlardan itibaren yapılmış hatalar ortaya konmaya çalışılır ve yeniden o hatalara düşmemek için neler yapılması gerektiği tartışılır. İşte böylesi dönemlerde çoğu zaman, “işe sıfırdan başlama” eğilimi öne çıkar. Toplumsal ve sınıfsal çatışmaların yoğunlaşmaya yüz tuttuğu dönemlerde ise, sosyalistler, bu kez, sürece hazırlıksız girmeme kaygısı ile hareket eder. Akan süreci kaçırmamak, gerisinde kalmamak telaşı, hemen “birşeyler yapılması psikolojisi”ni öne çıkarır.
“Ne yapılmalı” sorusunun, geçilen kriz nesnelliğinde yine sıkça sorulur hale geldiğini ve açık yanıtları zorladığını görüyoruz. Açık yanıtların verilemediği oranda da, bu sorunun muhataplarının, telaş ve temkinlilik arasında salınıp gideceğini, bu salınımın ise politik etkinliği daraltan bir işlev göreceğini iddia edilebilir. Hiç kuşku yok ki, sürecin, telaşı ve temkinliliği doğurtan uçlarını törpüleyip, ortalama bir konum almak gibi, “ruhları kurtaran” modeller bulup rahatlamak mümkün. Ancak, Sosyalistlerin bu topraklarda devrimi gerçekleştirmek misyonundan azade içe dönük “sağlıklı” konumlar üretme çabası boş bir çaba olmaktan öteye gidemeyecektir. Kavramlar içinde boğulmadan ifade etmek gerekirse, yaşanan krizin devrimci bir krize evrilmesine yardımcı olma görevi sosyalistlerin karşısına dikilmiştir. Bu görevden sorumsuzca ya da korkakça kaçmak tarihin affedemeyeceği bir olgu olacaktır.
“TRENİ KAÇIRMA” YİNE GÜNDEMDE!
TREN KAÇMASIN MI,
TREN KAÇTI MI?
Kriz koşullarının ne türden sonuçlar getireceğini bugünden tam olarak kestirmek mümkün olmayacaktır. Ancak, öncelikle iki tür yaklaşımın kofluğunu öngörmek için medyum olmaya gerek yoktur. Bunlardan ilki, kriz koşullarının sınıf mücadelesini tam boy çağırdığı bir nesnellikte, sürecin her noktasını sınıf mücadelesine tahvil edilebilecek olgular olarak ele alıp, “treni kaçırmama” telaşı ile örülü hareket tarzıdır. Bu tarzın iki dayanak noktası vardır. Kendiliğindenliğe açık prim ve sistemin güçsüzlüğü. Hoşnutsuzluklar başgösterirse; ezilenler artık bilinçlenmiştir ve sistem çökmüştür.
Özelleştirme ve kriz koşulları kapsamında işten atılanların öfkesi sınıfsal bir öfkedir. Maaşlarına yapılan komik zamları duyunca sokakları dikkatle aşındıran memurların tepkisi emekçi sınıfın yöneten sınıflara tepkisidir. Yerel seçimler öncesi, vaadler doğrultusunda mafyadan satın aldıkları devlet arsaları üzerinde gecekondu inşa edenlerin, seçimler sonrası yaptıklarının başlarına yıkılmasını sindiremeyenlerin tepkisi yoksul kesimlerin tepkisidir. Krizin çözülmesine yönelik açılan sınıfa saldırı paketlerinde, ‘çalışan ve çalıştıranlar eşit yükler taşımıyor’u görebilenlerin “dikkat”liliği bilinçli bir tepkidir. Tüm bunlar, bu kof yaklaşımın içine yerleştirilmiştir. Böylelikle, görevler de ortaya çıkmıştır: Bu tepkilerin içinde yer alarak artmasını sağlamak. Böylesi saptamalar yapılmış ve görevler belirlenmişken, telaşı anlamamak mümkün değildir.
Kanımca, böylesi bir geriliği sadece siyasal körlükle açıklamak mümkün olmayacaktır. Varlık nedenini böylesi koşullarda üretebilenlerin sürecin her noktasını “umutlu” bir içerikle doldurmaları doğal karşılanmalıdır. Umut, sürecin gelişimine değil, varlık nedenlerini besleyiciliği ile şekilleneceklere dairdir.
Geçilen sürecin belki de en çarpıcı noktası, ideolojik\politik ve örgütsel geriliklerin nesnelliğin sunduğu olanaklarla örtülmesinin mümkün olmamasıdır. Bunun sınırları bellidir ve az çok açığa da çıkmıştır.
İkincisi ise; kriz koşullarının devrimcilere davetiye çıkardığı bir nesnellikte, sürece hazırlıksız girileceği varsayımı ile, devrimcilerin bu krizi devrimci krize evriltebilmesinin mümkün olmadığını ileri sürerek, misyonları geri çekici bir temkinlilikle hareket edilmesidir. Bu yaklaşımın da iki dayanak noktası vardır: Süreci sırtlayabilecek bir örgüt yoktur ve sistem çok güçlüdür.
Proletaryanın sağlam bir örgütü olmadığı sürece, kriz koşullarının sunduğu olanakları öyle pek abartmaya gerek yoktur. Sistem, bunalımlarıyla birlikte yaşamayı öğrenmiştir. Sistem şu an yaşadığı bunalımları ergeç aşacaktır. Durum böyleyken, herşeyi ortaya dökerek yol almanın anlamı yoktur. Keşke, bu sürece daha hazırlıklı girilseydi… Tüm bunlar ertelemeci bir bakış açısını ve ardından da sıcak günlere soğuk bakmayı getirecektir. Bu çerçevede bir temkinlilik, olgunluk göstergesi değil olsa olsa kaçkınlık olarak ele alınmalıdır.
Kanımca, böylesi bir kaçkınlığı sadece korkaklıkla açıklamak da mümkün değildir. Sıçratıcı dinamikleri ihmal ederek yol almaya çalışmanın temkinlilik kisvesi altında kaçkınlığı doğurması her koşulda mümkündür.
Kimse, toplumsal kriz koşulları ile en iyi örgütün buluşacağı özel bir konjonktüre bir şey havale etmesin. Böylesi bir buluşma, tarihte hiç bir zaman olmamıştır ve olmayacaktır.
POLİTİKA VE SİYASET ZEMİNİNDE AÇIK YANITLAR
Kriz koşulları sosyalistleri siyasallaşmaya daha fazla zorlar. Siyasallaşma, sürece siyasi bakma ve siyasi irade olarak müdahaleyi öngörür. Devrimci sosyalistlerin, siyasal kapsayıcılığı ve dönüştürücülüğü, örgütsel müdahaleciliği ve taşıyıcılığı ile sürecin belirleyici bileşeni olmaya soyunması kendisini daha fazla dayatır. Bu, “Ne yapılmalı” sorusuna verilecek ilk açık yanıttır. Buna soyunulmalıdır.
Sosyalist devrimciler, ideolojilerine güncel sınıf bağlantılarını yeniden ve doğrudan kurduran güç olarak “siyaset”e, iradi etkinliklerinin bütünlüğü ile soyunmalıdır.
Sınıf bağlantılarını, siyaset\politika\örgüt zemininde kurmanın yükümlülükleri ve görevleri ağırdır. Sosyalistlerin sorumluluğu, bu yükümlülüklerin altında ezilmek değil, sosyalist iktidara giden yolun döşeme taşlarını oluşturmak, öncüyü ve sınıfı bu yolda en hazırlıklı bir donanımla yüklemektir. Sorumlulukların bir ikinci boyutu da, yukarıda tanımlanmaya çalışılan “kaçkınlığı” ve “kaderciliği” teşhir ve tecrit etmektir.
Nesnelliğin devrimci kavranışı ayağın ilk basılacağı zemindir. Siyasal, ekonomik ve toplumsal kriz örtüşmektedir. Kriz nesnelliğinin, krizin atlatılarak değil çözülerek aşılması doğrultusunda, burjuvazinin öncelikle bir çıkış programına sahip olması, bu programı belirli bir tarihsel dilim içinde mümkün en geniş yüzdesiyle hayata geçirmesi ve bunun önündeki istikrarsızlık kaynaklarının engelleyici etkisini minimize edebilmesi gerekmektedir. Burjuvazinin, hedefi konmuş, aşamalandırılmış, yürütücüsü saptanmış ve ayrıntılandırılmış somut bir programından şu aşamada söz etmek mümkün değildir. Belirginleşmeye başlamış olan tek şey sürecin sınıfa saldırı boyutunu mutlaka kapsadığıdır. Bu programın oluşturulması doğrultusunda nesnel dayatmaların boyutları ve burjuvazinin kararlılığı göz önüne alınırsa, netleşmemiş olsa da, bir programın varlığını kabul ederek kendimizi ve sorumluluklarımızı tarif etmek durumundayız.
Burjuvazi, yaşadığı kriz koşullarından öncelikle yakın geleceğini kurtararak geçmeyi düşünmektedir. Türkiye gibi, eşitsiz gelişim dinamiklerince bunca yoğrulan topraklarda, burjuvazinin orta ve uzak vadeli hesaplarının emdirileceği modeller üretebilmesinin elbette bir sınırı olacaktır. Ancak, toplumsal muhalif güçlerin de zayıflığı koşullarında, burjuvazinin, yakın geleceğini kurtarma daraltıcılığından sıyrılıp orta ve uzak erimli perspektifleri zorlayacağını hesap etmek gerekiyor. Hiç kuşku yok ki, burjuvazi için böylesi bir süreç, muhalif güçlerin zaaflarına karşın, yine de zorlu ve sorunlu olacaktır. Türkiye sosyalistlerinin görevi bu süreci daha zorlu ve sorunlu kılmaktır.
Dönemin dinamikleri, burjuvaziye atılım için kimi teorik ve nesnel olanaklar sunuyorsa da, devrimci muhalefetin de, bu türden olanaklara bu topraklarda sahip olabileceğini bilmesi gerekiyor. Burjuvazinin sistemi tahkimi doğrultusunda atacağı adımlara yönelik toplumsal bir direnişin örgütlenmesi perspektifi, teorik olarak, içinde, her zaman, iktidara yürüme koşullarının yaratılması için de zemin sunacaktır.
Sosyalistler, bu programın hayata geçirilmemesini, iktidara yürüme perspektifi ile ortaklaştırarak konumlarını tanımlamak zorundadır. İkinci açık yanıt budur.
MÜCADELEMİZ YENİ DEĞERLER ÜZERİNDE YÜKSELECEKTİR
Devrimci muhalefetin istikrarsızlık kaynağı olabilmesi doğrultusunda dış dinamiklerden ve mücadele geleneği mirasından beslenebileceği özel damarları yoktur. Kriz koşullarını devrimci bir kanala akıtabilmenin tek zemini, sosyalistlerin kendi iradi etkinliklerini bütünsel bir çerçevede yaşama geçirmesidir. Sosyalistler, siyasetsizlikten örgütlü bir donanımla kurtulamadığı sürece önce iddialarından sonra da varlık nedenlerinden vazgeçmek durumunda kalabileceklerdir.
Mücadele koşulları kendi “değer”lerini dayatmaktadır. Görece geri bir konumdan sosyalistlerin iktidara yürümeyi önlerine koyabilmeleri, bir anlamda zoru seçmeleri daha yaratıcı, daha kavrayıcı, daha etkin, daha operasyonel, daha kapsayıcı olmayı, hem de tüm bunları kararlı ve iddialı bir biçimde sergilemelerini gerektirmektedir. Tekrar etmek pahasına, tüm bu sıralananlar özel beslenme kanallarından yoksunlukla ve çabuk hareket edilerek yapılmak zorundadır.
Tüm bu sıkışmışlık yeni değerlerin yaratılması ve kullanılmasının zeminini sunmaktadır: SÜREKLİLİK VE SIÇRATICI ETKİNLİKLERLE ÖRÜLÜ BİR MÜCADELE PRATİĞİ.Siyaset, politikalar ve örgütlü donanım, sürekliliği ve sıçratıcı potansiyeli mutlak anlamda dayanak noktası olarak almak zorundadır.
Dönemin yeni değerlerinin inşa edileceği zeminlerden belki de en önemlisi, süreklilik ile sıçrama olgularının birbirlerinden öyle pek kopartılmadan yaşama geçirilmesidir. Süreklilik sıçramalar ile mümkün olabilecek, sıçramaları gerçekleştirememenin bedeli yok olmakla eşdeğer bir içerik taşıyacaktır.
Hiç kuşku yok ki sürekliliğin örgüt ve kadro devamlılığı ile sınırlanarak tarif edilmesi mümkün değildir. Sürekliliğe oturacak olan sosyalist devrim için örgütlü mücadeledir. Devrim için örgütlü mücadelenin sürekliliği kendisini belirli bir etkinlikle yukarı çekebilenlerin eseri olacaktır.
Devrimciler, fenersiz yakalanma kaygısı içinde iddialılıklarını, kararlılıklarını, inatçılıklarını ve kapasitelerini nesnelliğin sıkıştırıcılığı ile ceplerinden gerektiği kadarını çıkararak yol alamazlar. Türkiye sosyalistlerinin eşitsiz bir dağılımla da olsa, yaşanmış deneyimlerden çıkardıkları önemli dersler vardır. Artık, sosyalistler teorik ve ideolojik birikimin yol göstericiliğini olmazsa olmazlardan biri olarak benimsemiştir. Bu bağlamda solun geçilen son on yılda önemli mesafeler katettiğini söylemek mümkündür. Örgütsüz pratiklerin ne türden açmazları ve bedelleri olduğunu, bu bedelleri ödeyerek öğrenmiştir. Sınıfsal bakış açısının güdüklüğünün maliyetlerini unutmamıştır. Anti-kapitalist bir mücadele perspektifinden soyutlanarak ele alınabileceklerin giderek daraldığının farkındadır. Tüm bunlar, kadro, örgüt ve mücadelede yeni olanakları ve bu olanakların ürünü olabilecek yeni değerleri ifade etmektedir. Hiç kuşku yok ki, bu olanaklar silsilesinin hem yaratıcısı hem koruyucusu kimi odakların bu süreçte önsel kazanımların iticiliğinde sıçrama yetenekleri çok daha yüksek olacaktır.
Mücadelenin devindirici dinamiklerinden bir başkası ise, öncü adaylarının kendilerini bütünüyle ortaya koyabildikleri oranda yol alabilecek olmalarıdır. Sahip olduğu önsel birikim ne denli gelişkin olursa olsun, mücadele pratiğinde bu birikimin yansımalarının yakalanamayacağı her durum çürüme anlamına gelecektir. Birikim, perspektif ve misyonların sığlığı durumunda eritici bir işlev görecektir. Kendilerini sadece birikimleriyle, ya da sadece arzularıyla koyverenler hızla eriyecektir.
Yazımızda buraya kadar, siyasal etkinlik doğrultusunda, politik üretimlerin boy vereceği zeminleri ortaya koymaya çalıştık. Türkiye mücadele tarihinde, yapılan yanlışlardan bir tanesi de, politika üretimlerinin nesnel koşulların doğrudan yansıtılması ile sınırlı kalmasıdır. Politika yaparken, akan nesnellik içinden süzülebilenler, nesnelliği dönüştürücü içerik ve biçimiyle birlikte ele alınamamış ve bu anlamda da kısa soluklu olmaktan kurtulunamamıştır. Değişim ve dönüşümün sıçratıcı olanakları kullanılamadığı sürece de süreklilik yakalanamamıştır.
Yazının bundan sonrası, mücadele tarihimizi bu açıdan örneklerle irdelerken, politika yapmayı tutarlılık, etkinlik, süreklilik ve dönüştürücülük yönleriyle ele alıp daha kullanılabilir silahlara dönüştürme perspektifi bağlamında yol alacak.
POLİTİKA SANATI VE SANATÇILARI
Politika; Tutarlılık, etkinlik, süreklilik ve dönüştürücülük gibi, her biri kendi başına “yüce” değerler olan olguları, somut bir durumda bütünlüklü bir tarz ve biçimde yaşama geçirme anlamında gerçekten bir sanattır. Her sanatın sanatçısı ve sanatçı olmaya soyunanı vardır. Sanatçılığını, yukarıda sıralanan değerler içinde, en çarpıcı olanını, “etkin”liği, bayrak yaparak icra eden ve bu açıdan sanatçılığa soyunanlar çıplak kalmaya mahkum olacaklardır. Türkiye pratiği belki de en çok, sadece “etkinlik”le sanatını icra etmeye soyunmuş olanların pratiğidir ve buna soyunup da çıplak kalan çok olmuştur.
Politika yaparken, “etkinlik” tek baz olarak alındığında, popülist yük taşımaması olanaksız. Dayandığı ideolojisine dışsal ögelerden beslenene alışkanlığı zamanla bu dışsal ögeleri ideolojisine içkin argümanlar olarak algılamaya kadar götürebiliyor. Ham tepkiselliklere hemen dahil olma arzusu ham politikalarla bu tepkiselliklerin karşısına çıkmayı getiriyor. Ham tepkiselliklerin ham politik yanıtlarla bir sürekliliğe, bir dönüştürücülüğe ve değiştiriciliğe yönlendirilmesi mümkün olamıyor. Tepki birikimlerinin yeni düzeylerde yeni birikimler oluşturamaması zamanla, tepkiselliği savunmaya çekiyor. Direnişler tek politik hareket zemini haline gelebiliyor. Ham tepkiselliklerle yüklü bir direniş ruhu ise uzun süre dayanamıyor.
Etkili olabilmek somut sorulara doyurucu yanıtlar üretebilmekten geçer. Nefret ve hoşnutsuzlukları sorunları çözücü doğrultuda kanallara akıtmak ve bu akışkanlık sürekliliğini güvence altına almak gerekir.
Hoşnutsuzlukların sınıfsal tavırlara dönüştürülmesi politikalar için merkezi sorunu teşkil ediyor. Politikaların bir anlamda ilk tepkiselliklere yanıt olmanın ötesinde, yeni tepkisellikleri doğurtucu bir işlev görmesi de zorunlu. Süreklilik olgusu ancak böylesi bir zeminde yakalanabiliyor. Hoşnutsuz kitlelere gerçekleri göstermek elbette zorunlu. Ancak, görülen gerçeklerin yerine yeni gerçekler yaratmayı önlerine koyamadıkları sürece bu gerçeklerle yaşama zorunluluğunu içeren yeni bir gerçekle tanışmaları da olası olacaktır. Söylenenlerin siyasetteki kısa tercümesi, sınıf savaşımından ve iktidar perspektifinden koparılarak ele alınan her tepkisellik yarattığı zeminin içinde erimeye mahkumdur.
Sınıf savaşımlarını muğlaklaştıran, iktidar perspektifini içermeyen, yıkıp kurmayı değil, yenilemeyi hedef gösteren her politika, “reel”liğin yanıtı değil, tam da politikasızlığın kanıtı olarak algılanmalıdır.
Burada tabii ki, teori ile siyaset ve politikanın bire bir izdüşmeyebileceğini, bütününde bir uyumu içermesi gerektiğinin altını çizmek gerekiyor. Politik etkinlik, güç kazanmadır, çoğalmadır. Sorun, politik etkinlikle çoğalma perspektifinin yanyana getirilmesinin çağrıştırdıklarına yöneliktir. Etkin olmak somut sorunlara doyurucu yanıtlar vermeyi koşulluyorsa, etkinliğin içeriği doğrudan yanıtlanması gereken somut sorunun bizatihi tarifi ile ilgilidir. “Genel gidişat”ın somut sorunlarını ortaya koyuş biçimi teorik\ideolojik konumlanışla ilgilidir. İktidar perspektifinin emdirildiği bir konumdan bakarak somut sorunları tarif etmek ve yanıtlama uğraşı üzerinden bir politik etkinliğin anlamı olabilecektir. Bu anlamda, çoğalma bu yanıtların verilebildiği ve örgütsel karşılıklarının yaşama geçirilebildiği oranda gerçekleşecektir. Güç kazanma ve çoğalmanın bu içeriğinden kopartılarak bağımsız olgularcasına ele alınışı tarihimizin fazlaca tanık olduğu savrulmaların ve dağılmaların kaynağıdır.
Elbette, siyaset ve politika kendi doğal seyrinin dinamikleriyle oluşmayacaktır. Örgütlü siyaset, örgütlü politika, siyaset yapmanın olası açmazlarına yönelik vazgeçilemez bir sigortadır.
ÖRGÜTLÜ SİYASET YAPARKEN
Siyasi faaliyetin pratik uzanımları sözkonusu olduğunda, örgütlü ve örgütsüz zeminlerin farklı dinamikleri karşımıza çıkıyor. Örgütlü bir zeminin “sorumluluklar” ile örülü olması, pratiği bu olgu üzerinde yoğunlaştırıyor. Örgütlü siyasi pratiğin dayanacağı sorumluluk, belirli bir hareketlilik sürecine öznel darbeler vurmak değil, sürecin bütününe Türkiye devriminin gereklerini dayatan bir renk vermektir. Böylesi bir rengi verebilmenin koşulu ise gerçekten SÜREKLİLİK ve VURUCULUKTAN geçiyor. Kriz koşullarında örgütlü zemin sürekli ve vurucu olmalıdır. Örgütlü konumlanışın ayak bastığı zemin savaşımın dinamiklerince biçim değiştirebilir. Ancak, ayak basılacak bir zemin her koşulda kesintisiz var olmalıdır. Yeni zeminlerin oluşum süreci ise itilen, tercih edilenler ve devreye sokulanlar bağlamında olacaktır.
Örgütlü pratiği misyonları doğrultusunda süreklilik içeren bir devinime oturtan olguları sıralamak gerekirse; örgüt işleyişi, kadro malzemesi, teknik olanaklar, siyasal program, örgütsel ve siyasal kapsayıcılık düzeyi ilk akla gelenler olacaktır. Program ve perspektiflerin kadro ve örgüt yapısı ile mümkün olan en uyumlu bir bileşime sahip olması gereklidir. Program ve perspektiflerin, örgüt ve kadronun önünü açması, aynı şekilde, örgüt ve kadronun program ve perspektiflerin hayata geçirilmesinde ayak bağı olmaması zorunludur. Uyumun ötesinde bileşenler arasında içsel bağların kurulması ise politik etkinlik ve siyasi pratik üzerinden olabilecektir. Gelinen noktada, politik etkinliğin örgütsel pratiği önem kazanmaktadır.
Politik etkinliğin başlıca kondisyonu, toplumsal ve siyasi süreçlere bütününde yanıt olabilmesidir. Bu yanıt, teorik, politik, örgütsel boyutlar içerecektir. Toplumsal huzursuzlukların boyutlandığı koşullarda ise doğaldır ki, üçü içinde politik ve örgütsel boyutlar daha çok öne çıkacaktır. Süreklilik ve vuruculuk, politik ve örgütsel karşılıklarıyla birşeyler ifade edebilecektir. Politika ve örgüt sürecin yönlendiricileri olacaktır. Politika, sürecin “genel gidişatını” temsil edebilmesi, örgüt ise, “sürecin taşıyıcısı” olması itibariyle operasyonel bir konum kazanacaktır.
Politika, sürecin genel gidişatını en doğru biçimlerde ifade etmesinin ötesinde, örgütsel taşımını ile temsil yeteneğini bütünler. Bu bütünlük ise siyasal ve örgütsel kapsayıcılığı beraberinde getirecektir. Söylenenlerin anlamı politik etkinliğin, örgütsel taşıyıcılık ile bire bir karşılıklı bağımlılığıdır. Bu bağımlılık ayrıştırılamaz.
Tam da burada, politikayı bir anlamda sanat yapan ögeleri tekrar hatırlamak gerekiyor. Tutarlılık, etkinlik, süreklilik ve dönüştürücülük…
Politika yaparken, söz edilen bileşenlerin her koşulda eşit ağırlıklar taşıması zorunlu değildir. Kimi nesnelliklerde, ağırlık noktası elbette bir tanesi olacaktır. Ancak, sözgelimi, tutarsızlaşan bir etkinliğin sürekliliği ve dönüştürücülüğünden söz etmek mümkün olmayacaktır. Aynı şekilde, tutarlılık baz alınarak etkinliği ve sürekliliği geri çekmenin de bir anlamından söz edilemez.
Son söylenenleri örgütsel karşılığı olmayan politikaların, kriz koşullarında hiçbir karşılığı olmayacağı vurgusunu ekleyerek örnekleme yöntemiyle söylenenleri açmayı deneyelim.
BİR KARŞILAŞTIRMA
Politikalara örgütsel karşılığın adı konması gerekirse, buna “kampanya” demenin fazlaca bir zorlama olmadığını düşünüyorum. Kampanyalar, eğer süreklileşmiş bir siyasal çalışmanın içerisinde gündeme geliyorsa kimsenin “bu düpedüz reklamcılık” demeye hakkı olmaz. Burada, 70’lerde TİP’in “Nato’ya Hayır” ile 90’ların ortasına yaklaşırken, SİP’in “Özelleştirme Sınıfa Saldırıdır” kampanyalarının bu bağlamda ele alınması kimi önemli veriler sunabilecektir.
Türkiye’nin emperyalist sisteme eklemlenmesi doğrultusunda, yeni modellerin oluşturulmaya çalışıldığı bir konjonktürde gündeme gelmiştir TİP’in kampanyası. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelelerinin ayrıştırılarak ele alındığı bir konumdan bakışla bu türden bir kampanyanın oturacağı bir yer mutlaka bulunur. Burada kampanya, doğruluğunun ötesinde örgütsel karşılığı ile bir deneyim olarak ele alınmaya çalışılacak.
60’lı yıllarla birlikte, uluslararası gelişmelerin de etkisiyle, ulusal bağımsızlık motifinin sol siyasette yer edici bir canlanması yaşanmıştır. Türkiye tarihinde bu anlamda kemalist bir mirastan da söz etmek mümkündür. Siyasette, ideolojiye dışsal ögelerin hoyratça kullanımının maliyetleri hep olmuştur. Konu özelinde, bağımsızlık vurgusu, Türkiye bazında kemalizmin yeniden üretimi, dünya ölçeğinde ise sosyalist sistemi de dışlayan üçüncü yol arayışlarını doğurmuştur.
Böylesi bir vurgu, bir dönem için siyasal kapsayıcılık bağlamında kimi olanaklar sunar, ancak bu olanakların kalıcılaştırılması hep başka müdahaleleri gerektirecektir. TİP’in de başına gelen bu olmuştur. Böyle bir vurgunun uzanımı ancak kısa erimli bir etkinlik alanının oluşmasına neden olabilmiştir. Siyasal kapsayıcılığın etkinlik dozu azalmaya başladıkça da, örgütsel kapsayıcılık ile açık kapatılmaya çalışılmış ve bunun da bilinen diğer maliyetleri ortaya çıkmıştır.
Kampanyanın, siyasal getirilerinden çok, örgütsel getirileri öne çıkmıştır. Etkinlik rekabeti içinde, kapsamlı ve ses getiren bir etkinlik TİP kadrolarını belirli bir dönem için siyasal faaliyet ve örgütsel çatı altında tutabilmiştir. Kampanya süresince, yapılan toplantılar, mitingler, dağıtılan bildiriler, asılan afişler, basılan broşürler vs. ile anlamlı bir zaman diliminde sürekli bir faaliyet ortaya çıkartabilmiştir.
90’lı yıllarla birlikte, Türkiye’nin emperyalist sistemle bütünleşmesinin modelleri gündemde daha çok yer işgal etmiştir. Bu çerçevede “özelleştirme” furyası saplantı derecesine kadar indirgenmekte tereddüt edilmemiştir. “Kötü Özelleştirmeye Hayır” çerçevesiyle sınırlı bir karşıtlık kısa zamanda siyasi olarak kendisini tüketmiş ve bu yaklaşım özelleştirmenin topluma emdirilmesi için araç olarak kullanılmıştır (toplumsal onay alınması için ortam yaratılması anlamında).
“Özelleştirme Sınıfa Saldırıdır” bağlamında bir karşıtlık ise özelleştirmeyi yapanlarca, sürecin istismar edicisi olarak ilan edilmiştir. Böylesi bir tutamak siyasi etkinlik bağlamında önemli olanaklar sunmuştur, sunmaktadır da. Ancak, bu kampanya örgütsel karşılığını tam olarak bulamamış, bu anlamda, burjuvazinin korkularını temsil etse de, sürecin genel gidişatına istenilen rengin verilmesinde özel işlevler görememiştir. Böylesi bir kalkışın örgütsel karşılığını beraberinde getirememesi, bu politikanın temsil yeteneğinin giderek yitirilmesi anlamına gelmiştir.
Yine SİP’in, “Üniversiteler Siyasallaşmalıdır” kampanyası ise SDET türünden bir oluşumu öne çıkarmış, bu bağlamda sürecin bir örgütsel karşılığından söz etmek mümkün olmuştur. Süreklilik bağlamında artık SDET üzerinde bir taşıyıcılıktan söz edilebilir. Ancak, özelleştirme karşıtı kampanya özelinde böylesi bir karşılığı yakalamak mümkün olamamıştır.
TOPARLAMAK ADINA
Sosyalistler, “Sınıfa Saldırı” paketine, “mücadele” paketini açarak yanıt verecekse;
Gün, saldırılara direnme ile iktidara yürünme sürecinin çakıştığı gündür. Davet Sosyalistler’edir.
Gün, direnmenin topyekün kendini ortaya koyuşla mümkün olabildiği gündür. Kendisini bu cüretle koyamayan silinmeye mahkumdur.
Gün, politika ile örgütü öne çıkaran gündür. Politik etkinlik, örgütsel taşıyıcılık somut görevlerdir.
Gün, süreklilik ve sıçratıcı etkinliklerle örülü bir mücadele pratiğinin günüdür.
Gün, Türkiye devrimine olan sorumluluklarını örgütlü bir zeminde sırtlanacakların günüdür.
Gün, çoğalmanın günüdür.