Öykücülüğümüzün yeni on yılı
Toplum olarak hikâye anlatmaya/dinlemeye okuyup yazmaktan daha büyük bir ilgimizin olduğu söylenebilir. Sözü, bizi sarıp sarmalayan büyülü hikâyeleri, abartarak anlatmayı, abartılı olduğunu bilsek de dinlemeyi seviyoruz. Edebiyat dünyasının, öykücülüğümüzün kaynaklarını Dede Korkut Hikâyeleri’ ne kadar uzatması boşuna değil. Ancak bu kadar uzak bir geçmişten beslenmesine karşın günümüz öykücülüğünün Cumhuriyetin ilk dönemlerinden 1950 kuşağı öykücülerine bu tarihsel aralıkta açığa çıkan niteliğin uzağında kaldığı bir sır değil. Aradan geçen onca zamana karşın öykü söz konusu olduğunda kıyas noktasının bu dönem yazarları olması da bir anlamda bunu doğrular nitelikte. Her şeye karşın öykü son on yılda görünürlüğü artan bir edebi tür olarak pek çok genç yazarın, sonradan romana yönelse de edebiyat dünyasında yer bulmalarını sağlıyor.
Öyküye dönük son yıllarda ortaya çıkan bu ilginin okumaktan çok yazmaya dönük bir ilgi olup olmadığına dair şüpheler mevcut olsa da edebiyat çevrelerinin durumdan haklı bir memnuniyet duydukları da gerçek.
Peki ama bu ilgi nasıl bir edebiyat ikliminde ortaya çıktı? İlgiye mazhar öykücülüğümüz nasıl bir siyasal, ideolojik iklimde şekilleniyor? Öykücülerimiz neyin hikâyesini, hangi biçimlerde kaleme alıyor?
Bu yazı çerçevesinde bu soruların cevaplarını aramaya çalışacağız. Önce tarihte kısa bir yolculuk. Hayır, Dede Korkut’tan başlamayacağız. İlk durağımız 1980.
Yeni edebiyat- Yine 1980
1980’de toplumun ilerici kesimleri sadece fiziksel değil ideolojik planda da büyük bir darbe aldı ve 90’lara gelindiğinde artık bu darbe adlı adınca politik bir kesimin kesin yenilgisine dönüştü. 80’le birlikte, sermaye sınıfı tarafından atılan tüm adımlar, sadece işçi sınıfının geçmiş mücadelesiyle elde ettiği kazanımları gasp etmeyi hedeflemiyor aynı zamanda toplumun hemen her hücresini neo-liberal politikalar eşliğinde geleceğe dönük şekillendirme, dönüştürme çabası içeriyordu. Darbe öncesi sosyalistlerin açık ara hegemonyası altında olan kültür sanat ortamı, özel olarak ise tüm bileşenleri ile edebiyat dünyası da bu saldırıdan nasibini aldı. Bu saldırının bir tarafında devletin zor aygıtı ile yarattığı terör varsa diğer tarafında sermaye sınıfının beklentileri doğrultusunda yayıncılık dünyasının yeniden şekillendirilmesini görüyoruz. Söz konusu yayınevlerini kuran iradeler için de kuşkusuz 80 darbesi kabul edilemezdir; ama “70’lerin sigara dumanına boğulmuş, sekter, Sovyetik, baskıcı, uzlaşmaz ideolojik ortamı” da geride bırakılmalıdır. 90’ların hemen başında reel sosyalizm deneyimlerinin çözülüşü de bu değişimin zorunluluğuna delil olarak gösterildi.
Piyasa ile entegrasyonunu tamamlayan yayıncılık dünyası 90’lara gelindiğinde yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım perspektif çerçevesinde edebiyatımızı da şekillendirme çabası içinde oldu. Bu çabanın roman söz konu olduğunda yarattığı karşılıkları biliyoruz. Edebiyat, mistik, yenik, küskün, bencil, sevgisiz, kendi içine doğru bağıran, diyalogsuz ve bunun genel geçer bir durum olduğunu vaaz eden “karakter”lerin hücumuna uğradı.
Bu “yeni edebiyat” bir yıkıntı şeklinde inşa edilen, herhangi bir yaşam belirtisi göstermeyen bu karakterlerin sahne aldığı romanı bir tür özgürleşmenin ürünü olarak kutsuyordu.
Edebiyat çevreleri, herhangi bir derinlik taşımayan, hareketsiz ya da uyuşuk, yazarın kişisel hesaplarının parçası olmuş, süreklilik arz eden bir şekilde depresif, varlıkla-yokluk arasında salınan karakterlerin romanını toplumsal gerçekliğin yeni bir biçimle ve “bireyi” merkeze koyarak yazıldığını savundu.
Tam da burada, Küfür Romanları‘nın önsözünde “Kurgu, çelişik eylemlerin mantıklı dizgesi’dir; tip, kurgudan doğuyor. Çünkü karakter, eylemden çıkıyor. Roman, birey gelişimi üzerine bir anlatım biçimidir; eylemsiz bireyin gelişimini düşünmek mümkün değil.” diyen Yalçın Küçük’ü anmak gerekiyor.
Bireyin adeta ezilip, yerle yeksan edildiği bir dönemde bu enkazla birlikte yaşayabileceğimiz ve aslında başka da bir çaremizin olmadığı anlatılıyordu.
Çünkü toplumun dönüşümüne solun toplumsallaşma kanallarının mümkün olan her yolla kurutulmasının eşlik etmesi ve bir daha hiçbir şeyin eskiden olduğu gibi olmaması için, bu gerekliydi. Edebiyat dünyası bir bütün olarak burada yer aldı ve bu iklimi yarattı demiyorum. Bu hem büyük bir haksızlık hem de abartı olur. Ama büyük bir iştahla burada yer alanların edebiyatın dinamiklerini belirleyici bir gücü vardı.
Burada bir diğer değerlendirme de günümüz öykücülüğü düşünüldüğünde de geçerli olan “nicel artış nitel artışı beraberinde getirmedi.” değerlendirmesidir. Doğru. Nicelik artışı nitelik artışını otomatik olarak getirmediği gibi oransal bir düşüşten söz etmek de mümkün hâle geliyor. Ancak bu doğru değerlendirmede eksik olan bir yön var.
Sanırım o eksiği şu şekilde gidermek mümkün. Özellikle 90’lardan itibaren tabir-i caizse “patlayan” edebiyat yayıncılığımız için hedeflenen niteliği, zaten o nicelik artışının kendisinde aramak gerekir. Çok satar olmak, edebiyat eserinin ticari başarısının edebi niteliğe tahvil edilmesi tam da bu yıllarda öğrenilmiş, sonraki yıllarda ve şimdiki zamanda ilmine varılmış bir durumdur.
90’lar sadece içerik açısından edebi metnin yönünün değiştiği değil aynı zamanda edebiyatçının da farklı bir nitelikle yeniden inşa edildiği bir dönemdir. Bu inşanın doruk noktası Orhan Pamuk oldu dersem sanırım epeyce bir kelimeden tasarruf edip bu bölümü sonlandırabilirim. Ama 2001 yılında Hürriyet Gazetesi’nde Murat Çelikkan ve Yeşim Çobankent tarafından yapılan bir soruşturma Orhan Pamuk’la anlatmaya çalıştığım profili daha belirgin hale getirecektir. Başlığı “2000’li yıllarda onları okuyacaksınız” olan soruşturma, anket niteliğinde sorularla 20 kadar genç romancı, öykücü ve şaire ulaşıp onların beslendikleri kaynakları, politik konumlarını vs. sorgularken “edebiyatımızdaki patlama”nın nedenlerine de ulaşacağını umuyor olmalı. Yazar ve şairlerin ankete verdiği cevaplar inşa edilen edebiyatçı kimliğinin temelözelliklerini göstermesi bakımından ilgi çekici. 2000’lı yıllarda edebiyata damgasını vurması beklenen kuşak siyasetle genel olarak ilgili gündelik olarak ilgisiz, dünyadaki edebiyat gündemlerine ilgisiz, dönemin popüler başlığı AB ile ilgili, ülke gündemiyle ilgisiz…[1]
Öykünün kısa süren yükselişi
Öykücülüğümüz, bu iklim içeresinde 95’lere kadar sessizliğini korudu. Bunda romanın dönemsel olarak yüklendiği işlev, getirdiği ticari başarı ve dolayısıyla yayınevlerinin tercihi kadar öykünün okur ve yazar açısından kolaycılığa, yüzeyselliğe izin vermeyen yapısı, buradan hareketle okurla ve kaçınılmaz olarak popülerleşmeyle arasına giren mesafe etkili oldu.
1995 yılıyla birlikte Adam Öykü, İmge Öykü, Düşler Öyküler dergilerinin çıkmaya başlamasından bir süre sonra Ankara Öykü Günleri‘nin düzenlenmesi, başka şehirlerin buradan ilhamla kendi öykü günlerini organize etmesi okurla öykü ve öykücünün arasındaki mesafenin kısalmasını da beraberinde getirdi. Bu dönem öykücülüğünde “yeni” hikâyeleri yeni biçimlerle ifade etme arayışı da öne çıktı.
1995-2005 yıllarını değerlendiren çalışmalarda öykücülüğümüzün “patlama” yaşadığı iddiasının, kitaba dönüşen eser sayıları söz konusu olduğunda çok da gerçeği yansıtmadığı, bu yıllarda basılan öykü kitabı sayısındaki artışın önceki yılların ortalaması söz konusu olduğunda bir “patlama”dan çok küçük çaplı bir sıçramayı işaret ettiği, Leyla Burcu Dündar’ın yazmış olduğu Edebiyat Sosyolojisi Açısından Türk Öykücülüğü: 1990-2005 başlıklı doktora tezinde yer alan tablolara bakarak söylenebilir.[2] Söz konusu tablolarda öykü kitabı yayımlanmasındaki artışın 1998 ve 2002 yıllarında bir sıçramaya işaret ettiği görülüyor. Belki de aynı dönemde, gelişen dergiciliğin öyküyü daha görünür ve tartışılır kılması, kısa süreli kıpırdanmanın bir “patlama” olarak tanımlanmasını kolaylaştırdığını dile getirmek yanlış olmayacaktır.
Önce ülkede yaşanan ekonomik krizin edebiyatta ticari başarı arayan yayınevini öyküden uzaklaştırması, ardından dergiciliğin kapladığı alanı blog yazarlığının ve dijital mecraların doldurmasıyla, bu kısa dönemli hareketlilik sönümlendi.
Yeni Türkiye’de öykü ve piyasa dinamikleri…
AKP iktidara gelirken ve kazandığı tüm seçimlerde, başka pek çok şeyin yanında Türkiye toplumuna zenginlik, refah, düne göre yükselen ve sürekliliği olan yaşam standartları vadetti. AKP ile birlikte özellikle inşaat ve hizmet sektörlerinde büyümeler yaşanırken, yine bu dönemde beyaz yakalılık, parçası olmaya değer bir yaşantının, rahat ve konforlu bir hayata ulaşmanın yolu olarak pazarlandı. İnsanlar zenginleşmek bir yana mutlak bir şekilde yoksullaşıyor, hemen herkes büyük miktarlarda borçlanarak araba ve ev sahibi oluyor, akıllı telefonlar sürekli yenileniyor, bu yolla yaratılan halüsinasyon, kültürel olarak reddedilse de vadettiği yaşam standartları ile AKP’nin kabulüne olanak sağlıyordu. Ergenekon operasyonuna “sonuna kadar gidilsin” denilerek verilen destek, kendisini “yetmez ama evet” sloganına gizliyen AKP’cilik bu kabulün sınırlarını da gösteriyor.
Bu sırada kırdan kente göç, tarihin en yüksek oranlarına yaklaşıyor, kendi güvenli geleceğini inşa etmeye hazırlanan gençler cafe lattelerini yudumlayarak iyi paralar kazanacakları plazalara, o plazalara girmek için mezun olacakları üniversitelere akın ediyorlardı. Toplumun gördüğü rüya sırasında gerçekte olan ise Tüpraş, Telekom, dereler, madenler ve ormanların satılması, yobazların tarikatlar ve cemaatler eli ile rejimin değiştirilmesi, eğitimin gericileştirilmesiydi.
Görülen “rüya” biteli epeyce oldu. Ancak toplumun bu rüyayı sık gördüğü sıralarda, artık burnu borsacılar gibi para kokusuna duyarlı yayıncılık dünyası öykünün best seller olma potansiyelini fark etti ve yukarıda kısaca özet geçtiğim tablo edebiyat yazarlığını bir “kariyer fırsatı” haline getirdi.
Bu dönemin öykücülüğüne girmeden önce edebiyat dünyasını belirleyen dinamiklere kısaca değinelim.
Tablo 1. 1990-2005 yılları arasında basılan öykü kitabı sayısı (kaynak: Leyla Burcu Dündar, a.g.e., sf. 31).
Bir kez daha “yeni” edebiyat: Bloglar, ağlar, Afili Filintalar….
Blog yazarlığı ve okurluğunun artık iyice popüler olmaya başladığı 2010 yılına gelindiğinde edebiyatın çeşitli dallarından ve sinemadan bir araya gelen, sağcılıklarının ya da solculuklarının aynı mahallenin çocukları olmalarının önüne geçmeyeceğini ifade etmeye pek meraklı bir topluluk olarak Afili Filintalar arzı endam etmiş oldu. Cemaatçilerden, harbi devrimcilere[3], liberallerden, özgürlükçülere, hilafetçilere herkes buradaydı.
AKP’nin yarattığı halüsinasyonun bir benzeri Afili Filintalar marifeti ve edebiyat dünyasının iş birliği ile özellikle genç okur/yazar kitlesi üzerinde yaratıldı. Afili Filintalar’la edebiyat “sokağa iniyor”, “mahalle çocuklarının dilini konuşuyor”, “sadeleşiyor”, “isyan” ediyordu. Edebiyat tarihimizin en fazla aforizma üreten yazarların ürettikleri tüm âciz metinler, büyük ve derinlikli anlatım palavraları eşliğinde yayınevleri, kitap ekleri, edebiyat dünyasının her köşesini tutmuş “ağır abiler”in de bulunduğu networkler tarafından pazarlandı. Bu pazarlama ve sahiplenme Afili Filintalar “Türkiye’deki tek edebi akımdır”[4] (3) diyecek kadar kendini kaybetmişti.
Dönemin hemen hemen bütün çok satar listelerinde bu “filintalar”ın yer alması tesadüf değil. Açık bir şekilde maço kültürü, bohemlik adı altında bir tür düşkünlük, sokak edebiyatı adıyla derinlikten yoksunluk edebiyatımıza sızarken, bugün bile etkisini genç edebiyatçıların eserlerinde hissettiğimiz “çok şey söylediğini sanırken hiçbir şey söylememek” mirasları olarak kaldı. Ve elbette tüm bunların bileşkesi olan yeni dönem dergiciliğine ilham olduklarını düşünmemek için de çok az sebep var.
Tablo 2. 1990-2005 yılları arasında ortalama yıllık öykü kitabı sayısı (kaynak: Leyla Burcu Dündar, a.g.e., sf. 41).
Ot-Kafa-Bavul
Yayıncıların burnu belki de borsa simsarlarından daha iyi koku alıyor dememize neden olacak üç dergi. Ot, “Maksat yeşillik olsun”[5] sloganıyla 2013 yılında, Kafa, “bi dünya” sloganıyla 2014 yılında, Bavul ise “Sokağın Edebiyatı” sloganıyla 2015 yılında ilk sayılarını yayımlayarak, Afili Filintalar’ın açtığı kapıdan dünyamıza giriş yaptılar. Müslüm Gürses’den Yaşar Kemal’e, Sait Faik’ten Salvador Dali’ye, Azer Bülbül’den Can Yücel’e kimi ararsanız kapağında bulabileceğiniz bu dergiler paranın, şöhretin, yüzeyselliğin, yozluğun bir tür dayanışma, kafa dağıtma, bir arada olma duygusu eşliğinde ülkenin değerleri ile harmanlanıp adlı adınca “kültürel pornografi” ürünleri olarak bayağılığın her zeminde karşılık yaratmasında, sempati ile karşılanmasında rol oynadılar. Artık başlangıçtaki etkileri olmasa da bu rolü oynamaya devam ediyorlar.
Peki, hâl böyleyken, edebiyat dünyasının popüler isimlerinden, edebiyat dünyası ile ilgilenmeye başlayanlara, önemli kalemlerden, her birimizin evinde birer ikişer kitapları bulunan usta kalemlere kadar hemen herkes nasıl oluyor da bu dergilerde kendisine yer bulabiliyor? Belli ki herkesin anlatacak bir hikâyesi var ve bu hikâyelere dinleyici bulmanın yolu bir “ağ”a dahil olmaktan geçiyor. O “ağ”ın önemli ayaklarından birini bu dergilerin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Kitabının satması, görünür, bilinir ve konuşulur olmanın, iş bulabilmenin yolu “ağ”ın parçası olarak yaşamaya devam etmekten, bulaşık ilişkilerin bulaşık kısımlarına göz kapayıp, önemsizleştirerek yürümeye devam etmekten geçiyor. Hem memleket gerektiğinde “iki tivit” atarak konumunu koruma fırsatını sadece Egemen Bağış’a sunmuyor ya?
Yaratıcı Yazarlık Kursları
Bloglar, dergiler ve hali hazırda çıkan kitapların yazma hevesini kışkırttığı bir zaman dilimi söz konusu olan. Tamam herkesin anlatacak bir hikayesi vardı ama nasıl anlatacaktı? Bu işin tekniği neydi? Soruların cevabı her şehirde üçer beşer açılan yaratıcı yazarlık kurslarında ortaya çıktı. Bu kurslara ister taksitle ister peşin, ister salı, ister çarşamba katılabiliyor, uygulamalı derslerden geçerek yazarlığa adım atıyorsunuz.
Edebiyat bizzat, edebiyatçılar eliyle hizmet sektörünün parçası haline getirildi. Nasıl ki piyasa size yemek yapmayı açılan kurslarda önemli aşçılardan öğrenme olanağı sunuyorsa yaratıcı yazarlığı da örneğin Semih Gümüş, Murat Gülsoy gibi yazarlardan öğrenme fırsatı yaratıyor. Üstelik kredi kartına taksit olanağıyla.
Bu kadarla kalsa bu işin piyasası bu deyip geçebiliriz. Ama bu kadarla kalmıyor. Hangi yazardan ders aldığınızla, hangi yayınevi ile bağlantı kurma şansınızın artacağına ilişkin yaratılan atmosfer, belki de “şehir efsanesi” bu kursların yazar olma hevesindeki herkes için vazgeçilmez olmasını sağlıyor.
Yazının hemen başında yer alan, darbe ile 90’lar arasında gerçekleşen dönüşümde yayıncılığın edindiği role ilişkin ifadelere dönecek olursak 2000’lerde de süreç aslında aynı mantıkla işliyor. Yayınevleri yine işin merkezinde durmak kaydıyla, bloglar, dergiler ve yazarlık atölyeleri hep birlikte edebiyatı ve edebiyatçıyı şekillendiriyor.
Murat Gülsoy, sonuncusu geçen yıl düzenlenen Ankara Öykü Günleri’nin açılış etkinliğinde aslında 90’ların yayıncılık dünyasını ve bir anlamda o dünyada şekillenen yazarların edebiyat dünyasına bakışını da şöyle özetliyor:
“Günümüz yazarları en azından benim izlemeye başladığım 80’li yıllarla karşılaştırdığım zaman daha çeşitli, daha cesur, daha özgür, daha kendi bireyini ya da bireysel meselelerini dile getirmekte daha kararlı. Bir takım ideolojik ya da cemaat angajmanlarından kendini daha kolay sıyıran bir yazarlar kuşağının geldiğini düşünüyorum. 90’larda da belki böyleydi ama çok daha titreyen adımlarla bunlar atılırken 80’lerde çok daha başka bir hava vardı. 70’lerde çok daha başka bir şeydi. Ama 2000’ler çok daha farklı bir dinamik getirdi, ben onu olumlu buluyorum…Ama 90’lar geldiğinde Fethi Naci olmuş şu bu değil, Radikal kitabın kapağı önemli olmaya başladığı andan itibaren oyunun kuralları değişti. Serbest piyasanın kuralları edebiyatı teslim alınca otorite yıkıldı. Tabii bu bir anlamda özgürlük alanı açıyor ama bir yandan da değerlerin yıkımı anlamına da geliyor. İki ucu keskin bir bıçak diyelim. O 90’lardaki kırılma 2000’lerde tabii ki bocaladı, bir sürü değersiz gördüğünüz şey çok değerli gibi pazarlanıyor ama ben bunlara çok fazla takılmıyorum.”
Edebiyat piyasası hem nalına hem mıhına vuruyor. Aynı zamanda faili oldukları “bir sürü değersiz gördüğünüz şey çok değerli gibi pazarlanıyor” söylemindeki habersizlik hâli, “bizim dışımızda” gerçekleşiyor vurgusu, ikiyüzlülük ve umursamazlık içeriyor.
Oysa bunlar olurken, dergileriniz, yazarlık atölyeleriniz, birbirinizin arkasını koruyan ilişkileriniz, yayınevleriniz, eleştirmenlerinizle, ödemediğiniz telifler, çeviri ücretleri, üç kuruşa çalıştırdığınız emekçilerle hepiniz oradaydınız. Evet hepiniz oradaydınız ama değilmiş gibi davranın, sonuçta “kim bilecek”!
Okuduğumuz kimin öyküsü?
2000’lerin ikinci on yılında, 80’lerin sonuna doğru romancılığımızda gerçekleşen “patlamanın” bir benzeri öykücülüğümüzde yaşanmaya başlandı. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi öykü dergiciliğinin çekilmek zorunda kaldığı alan piyasa enstrümanları tarafından hızla doldurulmuş ve aslında kendi kapalı, korunaklı dünyasında devinen öykücülüğün popüler kalıplarla yeniden inşa edilmesi süreci başlamıştı. Klasik öykü hattının yerini fantastikten, distopyaya, şiirsel metinlerden, sokak edebiyatına bıraktığı olağanüstüleştirerek, sıradışılaştırarak, anlatmanın öne çıktığı bir dönemin kapıları açılıyordu.
Dergide öykü yayımlamanın heyecanını taşıyan yazardan “dosya” hazırlığı yapan yazara doğru bir kayma bunu takip etti. Buna paralel olarak, mühendislik açısından oldukça ölçülü, hesaplı, iç bütünlüğü daha fazla olan öykü kitapları yayımlanmaya başlandı.
Fakat genellikle bu bütünlüğün bir derinliğe, içerikle uyumlu bir biçime eriştiği çok az örnek okuyabildik. 95’le kıyaslanmayacak denli bir özgünlük arayışı yine bu dönemde kendisini gösterdi. Ne yazık ki bu arayışlar yüzeysel bir takım dil oyunları ve denemeler dışında çok fazla karşılık yaratmadı. Zamanın ruhuna uygun bir biçimde kısalan, kısaldıkça derinliği ve yoğunluğu artması gereken anlatı yüzeyde gezinmekten öteye geçemedi.
Genç ama gençliğin enerjisi ve cüretini sergilemekten uzak bir yazar nüfusu, dertli, kendisi ile empati kurulmasını bekleyip duran, hareketsiz, diyalogsuz, bağırıp çağırsa da sesi çok duyulmayan karakterleri, 80-90’lar boyunca yazılmış olan romanlardan fırlayıp, kapladıkları alan kısalmış ve sanki tek bir tornadan geçmiş gibi kaleme alarak edebiyat dünyasında karşılık bulmaya çalıştı. Okura hiçbir sorumluluk bırakmayan, sürecek izleri, merakı tetikleyecek gölgesi olmayan, hayal gücünü göreve çağırmayan öyküler böyle yazılmış oldu.
Öykücülüğümüz, öykücülerimizin çocukluğunun geçtiği köy sokaklarına, taşrasına sıkışıp kaldı.
Sorsanız, hemen herkesin öncülünü 1950 öykücüleri içerisinde bulduğu, ancak ortaya çıkan ürünlerin nitel ortalaması itibariyle 80’lerle-AKP dönemi ideolojik iklimin bir tür karışımı olan pek çok eser ve ne inatları, ne birikimleri, ne cüretleri, ne de kendilerinin gerçek anlamdaki bireyselliklerini kolektif olarak inşa etme meziyetleriyle 1950’lilerle benzerliği olmayan bir yazar kuşağı…Çünkü nitelik teorik bir altyapı, kendi dışındaki dünyaya büyük bir merak, çokça emek harcamayı göze almayı gerektirirken zamanın ruhu bunu reddediyor edebiyat piyasası bir kez daha niteliği nicelikte arıyordu.
İşin ilgi çekici bir yönü de, aradan geçen onca zaman ve 90’ların iddialı onca yazarına rağmen kimsenin de çıkıp “Aradan geçmiş 60 yıl, hâlâ neden o kadar uzağa bakıyorsunuz?” diyememesi. Nedenini elbette biliyorlar; ama söyleyemiyorlar.
Kimse darılmasın ama AKP Türkiye’sinin ortalaması ne ise edebiyatımız da, hadi bir pay bırakalım, neredeyse, oradadır. Piyasa bir kez daha niceliği överken niteliği aşağı çekmiştir. Burada kusur, kendi döneminin genç yazarlarında değil, 1980’den bu yana yayıncılık dünyasından başlayarak edebiyatı piyasa ideolojisine uygun bir biçimde yeniden ve yeniden organize edenlerindir. Banka yayınevleri, tekel halini almış büyük yayınevleri, gelecek reklamı düşünmekten eleştiriye eli varmayan kitap ekleri, star yaratma heveslisi eleştirmenler, star olmaya hevesli yazarlar tam da buradadır.
Gelecekte ne var?
Bu tablonun dışında olan kimse yok mu peki? Elbette var. Bu “nicel” patlamanın içinde nitelik arayışını sürdüren, Sabahattin Ali’den Sait Faik’e, Orhan Kemal’den, Rıfat Ilgaz’a, Aziz Nesin’e, öykücülüğümüzün en ileri noktalarından 1950 öykücülerine oldukça engin bir öykücülük birikiminden yola çıkıp zamanın sesleriyle okuru buluşturan öykücüler de yine bu dönemde eserlerini verdiler. Edebiyat çevrelerinin bu eserlere ve öykücülere yaslanarak tüm dönemi temize çekme gayretlerinde, buradaki niteliği, bir tür ekmek teknesine çevirdikleri niceliği önemsizleştirmek için kullanma çabalarında şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak olan bunu yaparken aslında kurtulmak istedikleri kendi dışındaki dünya ile ilişkili yazıcılıkla yeniden yüz yüze gelmek zorunda kalmalarıdır.
Toplam eser üretiminin niteliğini sıçratmaya yetmese de içinde devindiği ideolojik atmosfere, bayağılığa, “bireyi anlatma” palavrasına, edebiyat camiasındaki çürümeye teslim olmayan bu niteliğin 2000’lerin üçüncü on yılında öykücülüğü belirlemesi mümkün.
Çünkü, AKP’nin yarattığı halüsinasyonun toplumsal etkisi kırılıyor. Sadece bizim ülkemizde değil dünyanın her yerinde sermaye sınıfının ideolojisi kriz yaşıyor. Az sayılmayacak bir süredir insanlığa, yarattıkları pisliği görünmez kılacak bir hikâye anlatma yeteneğinden yoksun olduklarını görüyoruz. Bunun bir benzeri Türkiye’de AKP’nin başına geliyor. Yıllarca süren “istikrarlı bir yaşam” halüsinasyonunun sonuna gelinmiş görünüyor. Plazada kahvesini yudumlayarak çalışmanın hayalini kuran genç AVM’de tezgahtarlık yapma gerçekliğiyle yüz yüze şimdi. Bu durumun sermaye sınıfının AKP eliyle kurmuş olduğu ideolojik atmosferin de aşındığı, yer yer çatlakların oluştuğu, o çatlaklardan içeriye daha farklı seslerin ve daha çok ışığın sızması anlamına geleceği açık. Hayat herkesi kendi dünyasının dışına bakmaya, başka bir yaşam tahayyülü kurmaya zorluyor.
Genel olarak edebiyatımız, bu yazının bağlamı içinde özel olarak öykücülüğümüz de bu atmosferin etkisine açık. İçinde bulunduğumuz, 2000’lere ait üçüncü on yılda bu çatlaklardan sızan seslerin daha güçlü bir şekilde başka şeyler gibi öykücülüğümüzü de belirleyeceğini öngörmek müneccimlik olmayacaktır. O sesler arasında öfkeli kalabalıkların, “öyle mi alay komutanı” diyen madencinin, protesto için çıktığı vincin tepesinde “yeter artık yeter” diye isyan eden işçinin, yoksulluğun teslim aldığı çocukların, gericiliğe direnen kadınların sesleri hangi şiddetle çıkacak, öykücülüğümüzde yer bulan genellikle yenik, dertli, geleceksiz ve umarsız sesi ne kadar bastıracak bunu da zamanla göreceğiz.
Dipnotlar
[1] 2000’li yıllarda onları okuyacaksınız, Hürriyet, 20.05.2001. https://www.hurriyet.com.tr/gundem/2000-li-yillarda-onlari-okuyacagiz-39244221
[2] Leyla Burcu Dündar, Edebiyat Sosyolojisi Açısından Türk Öykücülüğü: 1990-2005, Doktora Tezi, Türk Edebiyatı Bölümü, Bilkent Üniversitesi, Temmuz 2007, Ankara.
[3] Bu ifade Afili Filintalar’ın -şeriatçı – “ağabeyi” Hakan Albayrak’a ait. Hüseyin Çukur, 2011 yılında soL Haber Portalı’nda yayınladığı yazılarla Afilili Filintalar’ın ipliğini pazara çıkarırken Hakan Albayrak’tan alıntılar yapmayı da ihmal etmiyor: http://huseyincukur.blogspot.com/search/label/Afili%20Filintalar
[4] Şimdilerde Teyit.org isimli haber doğrulayan bir sitede sorumlu kişilerden birisi olarak bildiğimiz Mehmet Atakan Foça’nın, 2011’de Afili Filintalar’a dönük eleştirilere cevap olarak kaleme aldığı yazı, manzarayı özetleyecek bir içeriğe sahip. https://m.bianet.org/bianet/diger/132091-politik-tahakkum-disinda-bir-edebiyat
[5] Ot’un ilk sayısına ait kapak dönemin ruhuna ilişki önemli bir ipucu sunuyor. Geviş getirirken “Maksat yeşillik olsun” diye bir inek karikatürünün etrafında toplanmış/sıraya girmiş bir okur/yazarlar söyleyecek fazla söz bırakmıyor.