Parti: Uzlaşma mı? Mücadele mi?

Sosyalist olmayanların sosyalist parti kurma çabaları bilindiği gibi “birleşik” sıfatını tümüyle yitirdi. Burjuvazinin sol görünümlü eski partisi TİKP yandaşlarınca sahiplenilmeye çalışılan ve bu çevre tarafından yönlendirilen tartışma yalnız bırakıldı; sınıf uzlaşmacı, ihbarcı eğilim sol içinde yeniden tecrit olma sürecine girdi.

Hapishanelerde yatan sol siyasiler genellikle dışarıdaki gelişmeleri, siyasi havayı yeterince yakından tanıyamadıklarından rahatsızlık duyarlar. Bir anlamda hapishanelerde insanların “konserve” edildiklerini düşünmek mümkün. Çoğunlukla olumsuz, ama zaman zaman da olumlu olabilen sonuçlarıyla birlikte. 1980-83 yıllarında, Türkiye’de derin bir sessizliğin hüküm sürdüğü dönemde, hemen her eğilimden “siyasiler” işte bu “konservasyon” ortamında onurlu bir biçimde direndiler. Sessizliği bozmaya çalıştılar. Ayıran duvarlar bu sesleri de, dışarıdaki genel yılgınlığı da süzerek geçirdi. Yine, solda tüm eğilimler, siyasi çizgiler, eylül öncesi olduğu gibi TİKP yanlılarını içlerine almadılar. Çünkü ayıran duvarların içinde geçmişe daha sıkı sarılmak gerekiyordu. Olumlu veya olumsuz, ama ayakta kalabilmek için…

Bugün de hapishanelerde binlerce devrimci yatıyor. Yine bugün de TİKP yanlıları sosyalistlerle birlikte sol siyasi koğuşlarda genellikle kalamıyorlar. Oysa, içeride cezaevi yönetim sekreterliği yapanlara, dışarıda “sosyalist parti sekreterliği” uygun görülebiliyor. Köksüzlüğün teorisini yapan Yeni Sol’un ve politikada ilkeleri anlık “kazanımlara” feda etmekte sakınca görmeyenlerin Türkiye soluna bu kötü hediyesi, yine de kısa zamanda kimliğini ortaya çıkarmakta gecikmedi. Gelinen noktada, Aybar’ın çağrısına sahiplenerek katılan Perinçek’in ne kendisinin, ne de temsil ettiği eğilimin sol içinde kimseyle birleşemeyecekleri açıkça görüldü.

Gerçek niyetler neydi? Perinçek gerçekten bir “Birleşik Sosyalist Parti” kurulması amacıyla mı hareket ediyordu? Gelişmeler böyle olmadığını gösterdi. Bir politik yanlış olarak Perinçek’le aynı sandala binmeyi göze alanlar, birliğin genişledikçe anlam kazanacağını düşünenler, yanıldıklarını gördüler ve yazdılar: “Kendi yarattıkları batakta boğulmakta olan bu hastalıklı ve ihbarcılığı mücadele biçimi olarak sistemleştiren yapı için yapılabilecek tek ve en doğru şey, başlarına basarak batağın dibine bir an önce göndermek olmalıyken…” (Zemin, Sayı 6 s. 69). Oysa batağın içine düşmeden, uzaktan farketmek hiç de güç değildi. Gelenek Aralık 86 kitabında açıkça yazdı: “Ancak bunlardan daha önemli görünen ürünün Doğu Perinçek’in hanesine yazılması gereken bir kazanım olduğu bizce çok açık. Bu şaibeli isme, tartışmanın uzunca bir döneminde tanınan sol hareketin kimi eğilimlerini temsil edebilecek nitelikte kişilerle aynı masaya oturma imtiyazı, giderek bir itibar iadesi, ya da sol meşruluk kazandırılması haline gelmiştir. Bu kazanımın büyükçe bir kısmının dışlanmayla erozyona uğrayacak olması, gene de ortama egemen olduğu görünen şekilci-demokrat zihniyetin yarattığı bu sonucu unutturamayacaktır.” (Gelenek, Sayı 2, s. 8).

Söylemek gerekiyor ki, Perinçek’le bir masaya oturup sosyalizmin sorunlarını tartışanlar en azından politik bir yanlış yapmışlardır. Sayfalarında gerçeği dolaylı olarak yazanların da bunu açıkça ifade etmeleri ve yeniden dışlanan Perinçek grubunun üzerinde kalan son meşruiyetin de geri alınması zorunludur. Bunun ötesinde, bu eğilimin milliyetçi ve sınıf uzlaşmacı teorisi eleştirilmeli, “ait olduğu batağa geri gönderilmelidir”.

Önce Konuya Doğru Yaklaşım

Tüm bu olumsuzlukların yanı sıra, solda parti üzerine yapılan tartışmalar, bu tartışmalara doğrudan ya da dolaylı olarak katılan veya başka platformlarda düşüncelerini açıklayanlar tarafından genişletilmiş, son 6-7 yıldır olmayan bir genel tartışma ortamı sağlanmıştır. Çerçevesi belirli bir konuda birbirinden farklı yaklaşımlar ile solun birçok kesiminin olaya bakış açısı, 1987 Türkiye’sinde gelecek için kafa yoranlara anlamlı ipuçları vermiştir. Gelinen noktada sol için bir genel durum değerlendirmesine imkân tanıyan ipuçlarının ortaya çıkması, belki de önemsenmesi gereken en önemli sonuçtur.

Bugün parti tartışmalarının ağırlık merkezinin yer değiştirdiği görülüyor. Başka bir platformda yavaş yavaş ısınmaya başlayan sol parti tartışmalarına bir genel çerçevenin ilk çizgilerini koymak ve bugüne kadar yapılan tartışmalarda gelinen noktaları belirlemek, bu nedenle de zaman zaman “Birleşik Sosyalist Parti” tartışmalarına geri dönmek gerekiyor.

Politikada kullanılmayan olanaklar, kullanılmamış olmanın ötesinde anlam kazanabiliyor, bir dezavantaja dönüşebiliyor. Açıkçası, yeni olanakların önünü tıkayabiliyor. Bu nedenle, ancak son derece bilinçli tercihlerin ürünü olarak, bazı olanakları dışlamak akılcı olabiliyor. Bazıları ise hemen her koşulda yeni olanakların önünü açıcı bir işlev kazanabiliyor. İşte legal çalışma biçimlerine ve solda legal partinin gerekliliğine bu biçimde, yani işlevselliğini ön plana çıkararak yaklaşmak durumundayız. Önümüzdeki aylarda sürecek parti tartışmaları bu işlevselliği açılarak ve işlenerek genişletilmelidir.

Geçtiğimiz dönemde yapılan tartışmalarda Türkiye’de solun değerlendirilmesi için önemli bazı ipuçları yakalanabileceğini söyledim. Bir tanesi şu biçimde formüle edilebilir: Türkiye solu yeni dönemde atacağı her adımda, “yeniden başlanılması” gereken her konuda, önce bir miktar geriye gitmeye kararlı görünüyor. Ancak hızla mesafe katetme becerisiyle birlikte. Bir örnek: Yapılan ilk tartışma, yasallığın Türkiye’de, solda bir partiye izin verip vermeyeceği üzerine oldu. Bu mantığın birçoklarınca eylül öncesinde aşılmış olması gerekiyordu. Aşılmıştı. Ancak yine de belli bir geri noktadan başlandı. Buna rağmen, önce sosyal demokrasi görevini yapmalıdır diyen, partinin işlevselliğini kavrayamayacak düzeyde ateorik yaklaşımla, bu düzende hiçbir zaman parti kurulamaz diyen, ya da Türkiye’de yasaların ve güç dengelerinin bir gün işçi sınıfı partisini gerçek anlamda, legal olarak kurulmasına olanak verinceye kadar beklemeye kararlı olan, kısacası geleceğe sırtlarını tümüyle dönen çok küçük kesimler dışında, yasallığın yaşanarak, pratik olarak aşılması gerektiği, yine çok kısa bir zamanda anlaşıldı. Bu anlamda Türkiye solu, belli bir mesafeyi çok çabuk katedebileceğini gösterdi.

Bu gelişme pratik olmaktan ziyade teorik bir zeminde gerçekleştirildi. Çeşitli dergilerde ve Gelenek’te, yasaların belirli güç ilişkilerinin ifadesi olduğu, güçler dengesine uygun düşmeyen yasaların biçimsel olarak varolmaktan öteye bir anlam taşımadığı ve dolayısıyla solda partileşmenin olabilirliğinin yasa metinlerinin karıştırılmasından ziyade güçler dengesinin doğru olarak kavranmasıyla anlaşılabileceği belirtildi. Gelenek bunun da ötesinde “Sosyalist mücadelenin özü tam anlamıyla burjuvazinin sınıf iktidarından ve bu iktidara yol açan ilişkilerden bağımsız, onun dışındadır. Sosyalist anlayış kapitalist düzenin dışında odaklanır. Ancak sosyalist mücadelenin bir bölümü, hemen birçok durumda bu sınırların içine de girer. Sorun en genel anlamıyla bu odağın, egemenlik ilişkilerinin çizdiği sınırın içine çekilmesine izin vermemektedir.” (Gelenek Gündemi Sayı S s. 12) biçiminde formüle ettiği görüşünde, yasallık, sosyalist örgütlenme ve taşıdığı risklere de dikkati çekti. Yasallığın uygun olup olmadığı tartışmasının belli sınırların içine hapsolma tehlikesini doğuracak eğilimlere yol açabileceğini vurguladı.

Bir ikinci ipucu da şöyle formüle edilebilir: Türkiye solu bazı kavramlar söz konusu olunca derinlikten uzak kalmaya, bundan böyle de kararlı olarak devam etme niyetinde görünüyor. Örneğin birlik sorunu…

Aybar her şeyden önce birlik fikri etrafında birlik olunmasını, birçok sorunun çözümüne bu şekilde başlanabileceğini düşünüyor. Çıkacak görüş ayrılıklarını bir masa etrafında, bilim adamlarına yakışır bir serinkanlılık ve objektiflikle tartışmak gerektiğini söylüyor. Bu tartışmaların işçi sınıfı örgütünü oluşturacağına inanıyor. Altı çizili bir gerçek olarak bilinmelidir ki, bu anlamda bir işçi sınıfı örgütünün masa başında, değişik görüş sahiplerinin bir araya gelip ortak noktalar üzerinde anlaşmalarıyla oluşturulabilmesi mümkün değildir. Her şeyden önce işçi sınıfı ideolojisi eklektizme hiçbir yanıyla yakın olmadığı için mümkün değildir. Kadroların birliği süreci, kendisi için,”farklı görüş” olmaktan başka özelliği olmayan eğilimleri doğal olarak dışlayacaktır. Örgüt sorununun çok daha kapsamlı ve hiç de pratik olmayan boyutları vardır. Bu boyutlar içinde “birlik”, bir ön gereklilik olarak değil ancak bir sonuç olarak ortaya çıkar.

Çeşitli kişisel hesaplar ve gerçekte olmaması gereken ayrılıklar dışında, varolan görüş farklılıklarının kendi içinde bir tutarlılığı ve nesnel bir zemini vardır. Bu nesnelliğin biçimlendirilmesi sürecinde sadeleşmelerin olacağı, olması gerektiği doğrudur. Ancak böyle bir sadeleşmeye yol açacak gerçek bir partileşme sürecinin bile, düşüncelerin objektif doğrularda tekleşmesi sürecine karşılık gelmeyeceği açıktır. Çünkü sorun objektifliğin ötesinde, farklı idealler ve siyasi çizgi anlamında farklı kişilikler sorunudur.

Toplumsal bilimlerde ve fen bilimlerinde objektifliğin anlaşılması, uygulanım biçimi tekil olmak -genel olmak ve bir süreci içermek anlamında birbirinden çok farklı olma durumundadır. Toplumsal mücadelede gelecek her zaman geçmişi içinde barındırır. Olgular, herkesin kendi konumlanışına göre, hiçbir zaman “tam” objektif bir sonucu vermez. Eğer böyle olsaydı Aybar’ın 1987’de “önce birlik olalım” demesinin kendisi için bile gereği olmayacaktı.

Belirli bir zaman için çeşitli görüş sahipleri bazı konularda, belki de önemli sayılan bazı konularda ortak noktalara sahip olabilirler. Bu ortaklıklar gerçek olarak da “nokta” tanımına uygunluk gösterirler. Çünkü genellikle farklı doğruların kesişmesini ifade ederler. Biz yaşanılan anı, yalıtılmış bir zaman birimi olarak değil, bir sürecin yaşanmakta olan bölümü olarak algıladığımızda, yani geçmişi ve belli bir doğrultusu, kısacası özgün bir dinamiği olan “bir an” olarak düşündüğümüzde, varılan bu ortak noktaların gerçekte ayrılma eğilimi taşıdıklarını da bilmek durumundayız. Çünkü, belirttiğim gibi, öncüller farklıdır, perspektifler değişiktir. Örneğin, bugün demokrasi için mücadele etmenin gereğini kimse reddetmiyor. Oysa birleşilen nokta bunun bir adım ötesinde bile değil. İşte bu nedenle, bir parti programına demokrasi mücadelesini katmakla en azından bir konuda bile birlik sağlanamıyor. Ancak birlik meraklıları bunu anlaşılan nokta olarak kabul edebiliyorlar. Masa başına oturulduğunda, demokrasi için mücadelenin hangi perspektifle ele alınacağı, mücadelenin genelliği içinde nerede ve ne kadar görece önem taşıdığı, nasıl ve hangi araçlarla yapılacağı konuşulduğunda, işin hiç de Aybar’ın düşündüğü kadar basit olmadığı ortaya çıkacaktır…

Politikada sadeleştirme teorik olarak olmaz. Teoriyle olmaz. Politikada sadeleştirme, güçle olur. Güç, teorinin pratikte sınanmasıyla gerçeklik haline gelir. Politik eylemin teoriyi maddi bir güç haline dönüştürebilmesiyle gerçeklik haline gelir. Bu, izafi bir sadeleştirme sağlar. Odaklar yine de sadeleştirmenin dışında kalırlar. Toplumsal mücadele için “anlamlı” olmaktan çıkarlar. Bu nedenle işçi sınıfı ideolojisinden sapmalar tarih içinde farklı görünümlerle sosyalistlerin karşısına yeniden, yeniden çıkıyor. Bu anlamda sadeleştirme, sivriliklerin törpülenmesiyle değil, sivriliği toplumsal gelişimin yönünü gösteren teorik-politikanın maddi olarak ete kemiğe bürünebilme becerisini göstermesi sonucu mümkün olabiliyor.

Sınıf uzlaşmacı teorilere özellikle bugünlerde dikkat etmek gerekiyor. Saçak‘a göre sol kendi anlamını tutuculuk-yenilikçilik ayrımında buluyor. Kendi yaşadığı zamana göre statükonun devamından yana olanlarla, statükonun değişmesinden yana olanlar arasındaki ayrımının önemli olduğu söyleniyor. Elbette, burada o zaman “statükonun” ne olduğu önem kazanıyor. Onlara göre statüko ortaçağ kalıntıları ve tamamlanmamış bir demokratlaşma süreci. Bize göre ise en genel tanımıyla toplumun büyük bir kısmının sömürülmesi. “Solu sömürüyü ortadan kaldırma programıyla özdeşleştirmek, ortaçağ kalıntılarından kurtulamamış ve demokratlaşma sürecini tamamlamamış bir ülkede, potansiyel müttefiklerle birleşmeye zarar veren bir etki yapar.” Sosyalizm çağında sömürüye karşı bir programla ittifak yapamayacağımız potansiyelin burjuvazi olduğunu, yine Perinçek’in aksine burjuvazinin birleşilecek müttefik olmadığını düşünüyorum. Uzlaşmak için hayali düşmanlar yaratmaya hiç gerek yok…

Yeniden Demokrasi Konusu

Yeni bir parti oluşumu arifesinde üzerinde dikkatle durulması gereken nokta burjuvazinin varolan sosyalist birikimi düzen içinde eritme ihtiyacına ve buna uygun politikalara karşı uyanık olmaktır. Objektif olarak bu ihtiyaca cevap verecek veya bu politikalarla paralellik gösterecek çıkışlara özellikle dikkat etmek gerekiyor.

Türkiye’de dengeler uzun süre varlıklarını sürdüremiyor. Askeri rejimler ve militarist siyasal ortam, yerini parlamenter demokrasiye bırakmak zorunda kalıyor. Görülüyor ki Türkiye’yi askeri rejimlerle yönetmek, bu rejimi kalıcılaştırmak mümkün değil. Peki, Türkiye parlamenter demokrasi ile yönetilebiliyor mu? Yönetilemediği sık sık ortaya çıkıyor. Yani buna da olumlu yanıt vermek mümkün değil. Türkiye zemini, yapısal olarak sola eğiktir. Düzenin bu zeminde statükoya oturabilmesi için payandalara ihtiyacı var. Ciddi olarak ihtiyacı var.

Bugün Türkiye’de iki partinin iktidarı sırasıyla kullanabilecekleri bir düzen yerleştirilmeye çalışılıyor. Sağda, bunun kavgası var. DYP ve ANAP tahteravallinin sağında kavga ediyorlar. “Sol”da ise sosyal demokratlar bu ikili sistemin sağlam bir bölümünü oluşturmak niyetindeler. Ancak 1987 Türkiye’si sosyal demokrasinin kalıplarına sığmayacak dinamikleri barındırıyor içinde. Yakın gelecekte Türkiye burjuvazisinin düzenin devamını sağlayabilmek için, sosyal demokrasinin “solunda” düzen içi bir siyasi alternatife şimdiye kadar olmadığı biçimde ihtiyacı olacak. Bu ihtiyacın belki de en belirgin görünüm biçimi, çeşitli yerlerde ortaya çıkan talipleri olsa gerek. Türkiye dengesizlikler ülkesi. İhtiyaç kendini dayatmadan ihtiyacı gidermek için adaylar ortaya çıkıyor. Euro-komünizm tandanslı çeşitlemeler, Perinçek’in 2000’li demokrasisi, Uğur Mumcu’nun dikensiz gül bahçesi, sınıf uzlaşmasının teorileri, milli konsensuslar, hep bu siyasal öngörüyle çakışıyor. Tesadüf olmamalı.

İşte bu süreç içinde sosyalist birikimin düzen içi sınırlarda eritilmesine objektif olarak uygun düşecek çıkışlar neler olabilir?

1- Kurulacak bir partinin kendisini demokrasi hedefi ya da söylemiyle sınırlı sayması. Bu politika Türkiye’de yaşamını sosyalist mücadele ile anlamlı bulan insanların demokratlaşmasını istiyor. Bu politika, önce tam demokrat olalım demektir. Önce demokrat olmak demek, çok açıktır; sonra da demokrat kalmak anlamına geliyor. Bu politika yeni kuşakları sosyalist değil, demokrat olarak kazanmak istiyor. Bu politikayla yoğrulacak insanların ve kadroların, gelişmiş tam demokrasinin ötesinde bir düzenin neyi çözeceği sorusuna verecekleri yanıt olmayacak. İşkence mi var, tam demokrasi olmadığı için. İşçiler, çalışanlar her gün yoksullaşıyor mu, demokrasi eksik. Eğitim çıkmazda mı, demokrasi çözecek. Toplumun örgütlenme, yazma, konuşma hakları mı sınırlı, çare demokrasi… Bu politikayla yetişen kadrolara sosyalizm ile hangi sorunların çözüleceği nasıl anlatılacak? Evet, demokrasi için mücadele verilecek. Ancak biliyoruz ki Türkiye’de sosyalizm olmadan bunlar ve diğerleri tam çözülmeyecek. Demokrasi bu nedenle hep gündemimizde kalacak. Sosyalistler, liberalinden sosyal demokratına bu düzenin hiçbir siyasi temsilcisinin halkın sorunlarının bir tekine nihai bir çözüm bulamayacağını göstermek için demokrasiyi gündemde tutacaklar. Sosyalistler demokrasi mücadelesini sosyalizmin içerdiği biçimde ve sosyalizm mücadelesi içinde, gündemde tutacaklar.

2-Kurulacak partinin bir anti ANAP biçiminde formüle edilmesi ve en geniş muhalefeti kucaklaması düşünülen bir cephenin nüvesi olarak yorumlanması. Bunun yanlışlığı önümüzdeki aylarda bir kez daha en açık biçimde ortaya çıkacak. Yıllarca anti MC mücadelesini yürütenler, şimdi anti ANAP olduklarından, Demirel’in, Erbakan’ın, Türkeş’in serbest siyaset yapabilmeleri için “evet” oyu kullanılmasını isteyecekler. Dün MC vardı, şimdi ANAP. Bu ülkede daha birçok ANAP” lar olabilecek; sosyalistler “anti-hükümet” politikalarıyla soluklarını tükettikleri sürece… Anti’si olunacak pek çok iktidar olacak bu ülkede, sosyalistler hükümetlerin yıpranmalarından kendilerine pay almak, halkın hoşnutsuzluğuna ortak olmak yerine, bu hoşnutsuzluğu düzene muhalefete yürütecek kişilikli politikalar üretemedikleri sürece… Bu ise açıklanmamış bir toplumsal uzlaşmanın ön adımıyla, dincisinden sosyal demokratına düzen güçleriyle cepheleşme politikasıyla mümkün görünmüyor.

3-Açık ya da kapalı biçimlerde formüle edilsin, sosyalist düşüncenin burjuva model içinde partinin tüm hacmiyle yer alabileceği perspektifine sahip olarak kurulabileceğinin düşünülmesi. Bu politikaya en başta karşı çıkmak, kapitalizmin iç kurallarıyla kurumsallaşmak “zorunda” olan legal sol partinin yine bu düzenin kendisini yeniden üretmesi aracı haline gelmesini önleyecek ve bunun zeminini ortadan kaldıracak yegane yoludur. Teori kapitalizmin dışında, yapı ise bu ilişkilerin içinde! Bu durum kaçınılmaz olarak maddi yaşamın belirlediği teorinin de düzen ilişkileri içinde ve ona yarar biçimlere girmesiyle sonuçlanır.

Bu sonuncusu iki şekilde savunulabiliyor. Bir türü Halil Berktay’a ait. En açık o anlatıyor. Halil Berktay Türkiye’de sosyalistlerin legal parti platformunda yer almaktan başka çareleri olmadığı ve kitlelerle başka türlü bağ kurulamayacağı gerekçesiyle birleşik sosyalist parti kurulmasının aciliyetini vurguluyor. “Ve bu partinin süreç içinde Türkiye’nin sosyalizme geçişinde önderlik edecek bir öncü parti haline geleceğini” söylüyor. (Sosyalist Parti’de Parti İçi Demokrasi Paneli, 26 Temmuz 1986) Açık olarak yazılmalı. Legal parti platformunda yer almaktan başka çareleri olmayanların, yani düzenin yaşadıkları sınırlarına saygılı olmaktan başka, bunun ötesinde bir alternatif göremeyenlerin, bir başka ifadeyle sosyalizme açık kitlelere bu sınırların ötesinde hitap edememenin aczini yaşayanların Türkiye’nin sosyalizme geçişine öncülük edecek bir parti oluşturabilmeleri mümkün değildir. Yine açıklıkla yazılmalı: Türkiye’yi sosyalizme götürecek öncü partinin yalnız başına bir legal partinin örgütlenmesi sürecinden çıkabileceğini düşünmek, dahası bunu demokratikliğin anti bürokratizmin, kitleselleşmenin güvencesi saymak mümkün mü? İki nedenle, mümkün görüyorlar.

Birincisi, yine Berktay’ın kabullendiği gibi bir aczin ifadesidir. İkincisi ve sonuçları itibariyle kendi içinde daha tutarlı olanı ise, Uğur Mumcu’nun sözlerinde ifadesini buluyor. “Demokrasiden neyi amaçlıyoruz? Demokrasiden o ünlü adıyla ‘burjuva demokrasisini’ amaçlıyoruz.” Ve ekliyor: “(Bu düzende) bütün siyasi partiler örgütlenme hakkına sahiptir. Bütün dernekler, vakıflar, sendikalar… Demokrasi ve sosyalist parti tanımı da ancak böyle bir yelpaze içinde anlam kazanır.” (Demokrasi ve Sosyalist Parti Paneli, Saçak, Sayı 29)

Mumcu açıklıkla yazıyor: Burjuva yasaları sosyalizme açıktır, sosyalizm bu sınırların dışına çıkılarak kurulamaz. Koroya Murat Belge de katılıyor: “Bu kurumların ‘burjuva demokrasisi’ diyerek küçümsenecek bir şey olmadığına inanıyorum.” (Demokrasi ve Sosyalist Parti Paneli, Saçak, Sayı 29). Katılmıyorum, büyütecek bir tarafının olmadığına inanıyorum. Önem sorununun ötesinde, sosyalist kimliğin Türkiye sol hareketinin kişiliğinin erozyonuyla yakından ilgili olduğunu düşünmek gerekiyor.

Ne dünyada ne de Türkiye’de sosyalizm ülkeye “dikensiz gül bahçesine girercesine” olmadı, olmayacak.

Yine Mumcu’nun aksine, sosyalist kadroların “diken yolma” görevini üstlendikleri bir perspektifle yeni bir toplumun yaratılabileceğine inanmıyorum. Dahası, sosyalist kadrolarla İkinci Enternasyonal kavşağında kalmış Mumcu’ların aynı çatı altında hiçbir işi olmadığını düşünüyorum.1 Uğur Mumcu’nun yolu iç tutarlılığa sahiptir. Sosyal demokrasinin yolunu gösteriyor. Sosyal demokrasinin tutarlı savunusunu yapıyor. Yollar ayrı. Bir sosyalist parti tartışmasında yer alıyor olmasının, kendi çerçevesinin silikleşmesinden kaynaklanmadığını düşünmek için pek çok neden var ortada. Tüm bunların ötesinde bazı sınırlar içine “sıkıştırılan” örgütlenme modelinin, parti içi demokrasinin de güvencesi olabileceği, bu partide kitlelerin program yapması gerektiği savunuluyor.

Kitlelere “Ey kitleler, titreyin ve kendinize dönün” mü diyeceğiz? Kitleleri program yapmaya çağırmakla anti bürokratizmi bağdaştıramıyorum. Kitleler program yapmaz. Benimser, onaylar ve uygular. Onaylamazsa, başka program oluşur, başkaları yapar. Önemli olan, kitlelere -bilinçli hareket edebilen ve kendi çıkarları doğrultusunda aktif olarak hareketlenebilen örgütlü kitlelere- kendi içlerinden program oluşturabilecek kadroları çıkarabilme inisiyatifinin yollarını açık tutacak bir örgütlenme modeli sunabilmektir. Sunabilmektir; çünkü bu kendiliğinden gerçekleşecek bir süreç değildir. Bu sürecin bilinçle işlenen bir yanı mutlaka olmalıdır. Çünkü model oluşturma çabaları ve modelin bir anlamda çekirdeği, devrim öncesinde oluşturulabilmelidir. Bu sürece partileşme süreci deniliyor. Bir başka tanımı “alternatifin yaratılması” olmalı. Devrim öncesinde iktidar için örgütlenen, devrim sürecinde kitleselleşen ve kitlelerle organikleşen, örgütlü kitleyi kendi gerçek efendisi yapabilen bir alternatif olmalıdır. Gelecekte önemli olan, sol için ana sorun budur. Burada oluşturulacak olan partinin niteliği, bugün oluşma süreci tartışılan legal sol partinin niteliği ile sıkı sıkıya ilişkilidir. İşte, legal sol partinin yeri ve anlamı buradan çıkacaktır.

Dipnotlar

  1. Dördüncü bir eğilim olabilecek, biraz da heyecanlı diğer bir yoruma göre, “Biz ne kadar aptal olursak olalım iktidara geleceğiz”. Plan, taktik, strateji… O halde bunlardan daha önemlisi var: Gündemde kalmak. Türkiye’yi değiştirmek için yaşanılan mücadele süreci ve bu süreç içinde gelişmek önemli değil. Kendiliğinden değişen Türkiye’nin değişik sorunlarında gündemde kalabilmek. Gündemde kalmak, etkilemek oluyor. Etkilemek, değiştirmek oluyor. Değişmek özü yitirmek olmamalı…
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×