Restorasyon Bitti mi?

Kısa sayılamayacak bir süredir, Türkiye’de bir dönemin kapandığından bahsediliyor. İktidar partisinin en yetkili ağızlarından birçok kez, hem de birbirinden farklı benzetmelerle duyuruldu bu kapanış: yüz yıllık

parantezi kapatacaklarından bahsettiler örneğin; Sykes-Picot ile başlayan tarihin bir arıza olduğunu söylediler, kendilerinin ise birer restoratör…

Her benzetme, artık dikiş tutmayan bir emperyalist statükoyla birlikte barutunu çoktan tüketmiş Cumhuriyet’e de değiyordu. Kapanan parantezin içinde, yalnızca Sykes-Picot düzen 1 değil, Osmanlı-Türkiye topraklarındaki aydınlanma (veya Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme) macerası da vardı.

Ancak bir dönemin kapandığı iddiası, yalnızca AKP kurmaylarına ait değildi. Türkiye burjuvazisinin akil adamlarından tutun da, CHP’nin eskisiyle ve yenisiyle bütün kalburüstü yöneticilerine kadar, düzenin bekasını her daim korumak için yeminli herkes, kapanışı bir veri olarak kabul edip adımlarını “yeni dönem”e uygun atmaya başladı. Cumhuriyet’in ilişkide olduğu ne varsa, silinmese bile seyreltilebilirdi: laiklik, bağımsızlık, kamuculuk, üniter devlet ve başkaları. Bütün bunları ya da bunlardan bazılarını savunan bir siyasi programın Türkiye topraklarına yabancı olduğu, bu toprakların gerçek tarihinin İslam ve türevi ideolojilerden oluştuğu, İslam ile rabıta kurmayan her tür ideolojinin, sapkın değilse bile köksüz sayılacağı neredeyse tüm düzen unsurları tarafından kabul edildi. Gerçekten de, AKP’nin yüz yıllık parantezi kapattığı ve cümleye parantezin kapandığı yerden, üstelik parantez yokmuşçasına devam edileceği, bilinçlere çok kısa bir sürede kazındı.

Hepsi bu da değil. Düzenin has evlatlarının dışında, çeşitli vesilelerle bu düzenle kavga etmiş bir dizi özne de, yalnızca parantezin kapandığını kabul etmekle kalmamış, parantezin kaynağına dair AKP ile benzer tezleri savunarak, mücadeleye buradan eklemlenmişti. Örneğin, parantez kapanırken Kürt ulusunun uğradığı tarihsel haksızlık da, bu vesileyle düzeltilebilecekti. Kürt halkı, yalnızca Türkiye’deki arızanın değil, Sykes-Picot ile simgelenen emperyalist statükonun da kurbanıydı. Restorasyonla pozitif bir ilişki kurulabilirdi. Türlü itiş-kakıştan sonra kuruldu da. Gerçekten de artık tartışılan, Kürt halkının ulusal-demokratik talepleri ya da tarihi Kürt coğrafyasında verilecek mücadelenin nasıl olması gerektiği değil, Kürdistan’ın statüsü ve Kürtlerin yeni statükoya nereden ve ne şekilde bağlanacağıydı.

Kürt siyaseti, bu macerasında yalnız değildi. Türkiye’de solcuların önemli bir kısmı, Türkiye kapitalizminin 1990’lı yıllarda kronikleşen tarihsel krizine bulunan çözümle, adına restorasyon ya da büyük dönüşüm de diyebiliriz, kendisine açılan kapıdan girebileceğini; ittifak kurmasa bile, burjuvazinin Türkiye’yi “normalleştirme” girişimi ile ilişkilenebileceğini düşündü. Üstelik bu solcular, bir yerden sonra herkesin abalısı haline gelen DSİP adındaki tarikattan ibaret de değildi. 2 Restorasyonun en önemli uğraklarından Ergenekon operasyonuna verilen tepkilerin en ilerisi, “bu kavga bizi ilgilendirmez”den öteye gitmiyordu. Zaten biraz da bu nedenle, Türkiye komünist hareketi açısından Ergenekon süreci, çoğunlukla mıntıka temizliği yapmakla geçti. Bu solcuların bir kısmı Cumhuriyet’in faziletlerini keşfettiğinde ise artık çok geçti. Mezarlıkta ıslık çalmak ile solculuğun birbirine benzemesi de bu “iş işten geçtikten sonra” dönemindedir.

Türkiye komünist hareketi ise, bu dönemde iki şeyi yapmaya çalıştı. Birincisi, sosyalist devrime öncülük etmek, bir devrim marifetiyle burjuva devlet aygıtını parçalayıp restorasyona nokta koymak. İkinci ve daha gerçekçi görüneni ise, restorasyonun baskıladığı unsurları sosyalist devrimci hatla buluşturup sosyalizmi Türkiye siyasetinde gerçek bir güç haline getirmek.

Birincisinin olmadığını biliyoruz. İkincisi ise daha karmaşık ve öznel bir konu. Aşağıda, bunun küçük bir kısmına değinme fırsatı bulacağız.

Peki, yukarıda sürekli “kapanan dönem”den bahsettik. İyi ama, bu dönem nasıl tariflenecek? Dahası bir periyodizasyon imkanı yok mu?

Bu yazı, AKP’nin “kapattığını” söylediği parantezin bütününe odaklanmayacak. Türkiye kapitalizminin 1990’lı yılların ilk yarısının sonuna doğru içine yuvarlandığı kriz ve buna ürettiği yanıt, o dönem komünistlerin restorasyon adı vererek analiz ettikleri sürecin başlangıcını oluşturuyor. Bu, ilk belirtilerini 1994’te gösteren, ancak tepe noktasına Susurluk ve 28 Şubat ile ulaşan dönem. Restorasyon’un diğer ucu ise, 2011 ile tescillenen ama artçıları günümüze kadar uzanan süreci kapsıyor. Demek ki, aşağı yukarı yirmi yıllık bir periyot saptamış oluyoruz.

Buradan devam ediyoruz.


Krizin içeriği

Türkiye’de düzenin 90’lı yıllarda bir krizin içine yuvarlandığı burjuva aktörlerin hemen hepsi tarafından da kabul ediliyordu. 1994’teki ağır ekonomik kriz ve 5 Nisan Kararları olarak bilinen kemer sıkma politikaları, işin yalnızca bir boyutunu oluşturuyordu. Dolarda devalüasyon, ülkeden büyük miktarda sermaye kaçışı, borç yükünün sürdürülemez hale gelmesi ve işçi sınıfına yönelik topyekûn saldırı ekonomideki temel göstergelerdi.

Ancak krizi düzen açısından daha tehlikeli hale getirilen başka unsurlar da vardı. Türkiye kapitalizmi, 1960-1980 arasında siyasal çalkantılar içerisinde geçirdiği yılların ardından, 12 Eylül ile birlikte hem yeni bir sermaye birikim modelini zorlamaya başlıyor, hem de siyaset ve ideolojiler alanında bir tür düzleme faaliyetine girişiyordu. Askeri darbe, yalnızca Türkiye solunu bitirmeyi ya da ekonomiyi neoliberal politikalara uydurmayı değil, Türkiye’de kapitalizmin yapısal arızalarını da gidererek normalleştirmeyi hedefliyordu. Darbe ile normalleştirme sözcüklerinin anlamları arasındaki ironi ise, sermaye sınıfının ihtiyaçları ile örtüşüyordu.

Faşist darbenin yapıcılarının itiraz etmelerine rağmen, tam da yukarıdaki hedeflerle simetri içerisinde olduğu için, Turgut Özal ve ANAP’ın düzenin lokomotifi haline gelmesi eşyanın tabiatına uygundu. Bu dönem, aynı zamanda dünya sosyalist sisteminin çöküşüne denk düşüyordu. 12 Eylül’cülerin İslam’ı siyasetin göbeğine çakma girişimi, Özal’ın liberalizmiyle buluşuyor, Türkiye’yi “dışarıya açtığını” söyleyen Özal (ve sonrasında bir süre için, halefi Demirel) burjuvazinin dişlerini Kafkasya, Balkanlar ve eski Sovyet coğrafyasındaki Asya cumhuriyetlerine doğru biliyordu.

“Türkiye emperyalistleşebilir mi?” sorusu ile “İkinci Cumhuriyet” tartışmaları da bu dönem başlamıştı. Kemalist Cumhuriyet’le Anadolu topraklarına daralan ve söylem düzeyinde de olsa bağımsız bir siyasi birim olma özelliği yerine, Osmanlı’nın faziletlerini keşfeden, devletçiliği tarihe gömmüş ve 20. yüzyılın yüklerinden kurtulmuş bir “Büyük Türkiye” fantezisi, Özal iktidarının mirasıydı.

Varsayım şuydu: İçeride sol hem fiziki hem de ideolojik olarak hırpalanmış, İslamcı düşünce ve kadrolar devletin merkezine doğru çekilmeye başlanmış, sermaye birikim modeli dünya kapitalist sistemi ile uyumlu hale getirilmişti. Siyasi ve ideolojik yeniden yapılandırma da buna paralel olarak gerçekleştirilecekti. Başkanlık modelinden tutun da Amerikan tipi çift partili sistem arayışına kadar birçok başlık, yine bu dönemde konuşulmaya başlandı.

Tam bu noktada, emperyalist dünyada, Soğuk Savaş’ın şişkin ve kontrolden çıkmaya müsait kontrgerilla yapılanması da yeniden organize ediliyordu. Sınırlı da olsa Gladio örgütlenmelerinin ifşası ve bazı ülkelerdeki yargılamalar (örneğin İtalya) emperyalizmin bu yeni döneme hazırlık yaptığını gösteriyordu.

Ancak Türkiye’de düzen için işler, bu kadar kolay olmadı. Birincisi, “bitti” denilen ve artık alaya alınan sol, kıpırdanmalar göstermeye başlayarak toparlanma eğilimine girdi. İkincisi, sendikal örgütleri elinden alınan ya da dönüştürülen işçi sınıfı, Bahar Eylemleri ve Zonguldak Direnişi ile birlikte siyasete yeniden döndü. Üçüncüsü, 70’li yıllarda kendine has bir kitleyle ortaya çıkmasına rağmen “stepne” rolü biçilen dinci gericilik, devletin merkezine doğru çekilirken iktidara da aday olmaya başladı. Dördüncüsü, Kürt halkı, silahlı mücadele ile birlikte düzene sert bir darbe vururken, kitleselleşmeye de başlayarak bir kriz dinamiği haline geldi. Beşincisi, düzlendiği ve tekleştiği varsayılan burjuva siyaseti, kendi içerisinde tekrar bölündü ve birleştirici bir ideolojik unsurdan yoksun olduğu ortaya çıktı. Altıncısı, normalleşeceği varsayılan Türkiye’de faşist hareketin unsurları ve kontrgerilla, hala düzeni belirleyebilecek bir güce ve etkiye sahipti.

Yani, normalleşmesi istenen Türkiye kapitalizmi ile devlet aygıtındaki tahkimat eğilimi, uzun süre yan yana yaşayamaz hale gelmişti. 1994 yılındaki ekonomik kriz, tam da bu yönetilememe haline paralel olarak patlak verdi.

Buradan çıkan ve Türkiye tarihine bakarken akılda tutmamız gereken ilk sonuç şudur: 12 Eylül 1980, çok önemli bir uğrak olmakla birlikte, yeterli olmamıştır. Türkiye kapitalizminin kronik sorunlarının çözüleceği ve normalleşeceği varsayımı ile olağanüstü yönetim biçimleri iç içe geçmiştir. Teorik ve pratik olarak, burjuva diktatörlüğü ile olağanüstü yönetim biçimlerinin yan yana işlemesi elbette bir istisna değildir. Burada sorun, burjuvazinin tarihsel hedefleri ile araçlarının uyumsuzluğu değil, araçlara yönelik aşırı vurgunun hedefleri belirsiz hale getirmeye başlamasıdır. Bu durum, düzen siyasetini hızla gözden düşürürken, burjuvazinin “siyasetler üstü” kurumlarını aynı hızla siyasallaştırmıştır. Vaziyetin, “normal” bir kapitalizm arayanlar için bir “anomali” sayılması gerektiği açıktır.

Birincisi ile bağlantılı ikinci sonuç ise Türkiye burjuvazisinin kendisini sakin sulara atma hevesinin iç ve dış engellerle kuşatılmış olduğudur. Normalleşme yaşanacağının zannedildiği her dönemeçte, gerek emperyalizm, gerekse de Türkiye kapitalizmi, sürekli anomali üretmiştir. 3 Kapitalizmin kendisi anormaldir!

Üçüncüsü, Türkiye’nin kendi dinamikleri ile bağlantılı. Teorik olarak bir “devrim”i varsayan karşı-devrimci örgütlenme, Türkiye’de 60’lı yıllardan itibaren devletin merkezine çekilmiştir. 12 Eylül’e rağmen devam eden ve gittikçe şişkinleşen karşı-devrimci örgütün, bir devrim tehdidinin ufukta görünmediği düzen açısından ayak bağı oluşturması kaçınılmazdı. Neşterin ilk olarak “çete yapılanması”na indirilmesi, bunun kanıtıdır. Dolayısıyla, 1996 yılında Susurluk kazası olmasaydı bile, burjuva düzeni başka bir kamyonu o mersedese çarptıracaktı. O dönem, solun büyük bir bölümünün gözden kaçırdığı şey ise,

dinci gericilikle faşist hareketin, aynı karşı-devrimci zemini paylaşıyor olduğuydu. Ortada, sol açısından bir akıl tutulması olduğu kadar, güncel siyaset budalalığı da bulunuyordu. Daha sonra AKP’ye karşı takınılacak tutum konusunda yaşanan benzer bir akılsızlıkta, restorasyondaki bu zemin ortaklığını görememe halinin de payı büyüktü.

Dördüncüsü, dönemin kriz odaklarından birisi sayılan Refah partisi, süreç boyunca dönüşmeye devam etmiş, siyasi varlığını değilse bile ideolojik konumunu merkezde tutmaya gayret etmiştir. AKP’yi ve dinci gericiliği, faşist hareketle aynı zemini paylaşmasına rağmen iktidara taşıyan mekanizmanın bir ayağı da budur. Dinci gericilik, liberalizmle flörtte mesafe katetmeyi iyi becermiş, flört tamamına ererek evlilikle sonuçlanmıştır.

Beşincisi, kriz Türkiye’de alışılageldik burjuva siyaset kurumlarının her birini yıpratmış ve gözden düşürmüş, siyasi partiler ve liderleri kişiliksizleşmiş, bunun sonucunda siyasetin yeniden yapılandırılması için siyasi rolü kitapta tanımlanmamış bir dizi düzen partisi ortaya çıkmıştır. Asker Partisi, Polis Partisi, Medya Partisi 4 bu döneme ait adlandırmalardır.

Altıncısı, 12 Eylül’ün gerçekleştiği konjonktürde, Türkiye’de devrimci kabarma tepe noktasında değildi. Türkiye solu, 12 Eylül 1980’e gelmeden önce, çeşitli vesilelerle yenilmekte olduğunu görmüş, ancak bir çıkış örgütleyememiştir. Faşist darbe, ne yapacağını bilememe halinin üzerine gelmiş, bu nedenle yalnızca olası bir devrimi engellemek için değil, Türkiye’de sosyalizmin toplumsal kaynaklarını dumura uğratmak için çabalamıştır. Düzenin 90’lı yıllarda için düştüğü krizin bir boyutunu da, fiziki ve ideolojik olarak hayli yıpranmış solun hem eski kaynaklarının bir bölümünü, hem de yeni ulaştığı kaynakları harekete geçirme kabiliyetini kısa bir süre de olsa yakalaması oluşturmuştur. Bu nedenle, Türkiye’nin uzun karşı-devrimi için 12 Eylül öncesinden başlayıp 1990’ların sonuna kadar uzanan bir kesiti incelemek gerekmektedir. Yanı sıra, solun “yenilgisi” tartışılacaksa, bana kalırsa 12 Eylül artık bir kenara bırakılmalı ve 1994-2000 arasına odaklanılmalıdır.

Buraya kadarki kısmı özetlersem, karşımıza çıkan tablo şudur: Türkiye kapitalizmi, 12 Eylül ile birlikte, en temelde Cumhuriyet tarafından atılan düğümleri kesebileceğini, 20. yüzyılda, ama özellikle 1960’larla birlikte ortaya çıkan yapısal sorunları ortadan kaldırabileceğini ve siyasette bir sadeleşmeye gidebileceğini düşünmüş, ancak 1980’li yılların sonuna doğru, bütün bu başlıklarda geri adım atmaya başlamıştır. Karşı-devrimci örgütlenmenin düzenin mekanizmaları içerisindeki bir unsur olmaktan çıkarak süreklileşmiş bir karar verici özne haline gelmesi, dinci gericiliğin sistemin merkezine doğru çekilmesi, Kürt dinamiğinin sürpriz çıkışı gibi süreçler, krizi daha da boyutlandırmış; düzenin “normali” olması gereken ögelerin hangi zemine nasıl yerleştirileceği konusunda bir süre kafa karışıklığı yaşanmıştır. Burjuvazinin iç sürtüşmelerinin de arttığı bu dönemde, partileşen Türk Silahlı Kuvvetleri burjuvazi adına duruma el koymuş ve bir restorasyon programını işletmeye başlamıştır. Aşağıda bu programın ayrıntılarını göreceğiz; ancak ilk elden şu yazılmalıdır: Burjuvazinin Cumhuriyet’in attığı düğümlere ve kapitalizmin yapısal kriz başlıklarına bulduğu çözüm, Cumhuriyet’i ortadan kaldırmak olmuştur. 5 Bu çözüm ise, krizlerin kökünü kurutmak şöyle dursun, fazlasıyla kırılgan bir yapı ortaya çıkartmıştır.


Restorasyon programı

Burjuvazinin restorasyon hamlesi, yukarıda sayılan kriz başlıklarının yalnızca “kaos yönetimi” ile idare edilemeyecek noktaya gelmesi ile peyda olmuştur. Hangi üst aklın bu projeyi çizdiği bir yerden sonra önemsizleşmektedir. Türkiye, süreklileşmiş bir kriz ülkesi olarak kendi haline bırakılamayacak kadar büyük ve önemli bir ülkedir. Burjuvazi, Cumhuriyet tarihindeki en önemli müdahalelerinden birisine girişmiş, kriz dinamiklerini yönetmek yerine bu dinamikleri çözme yönünde cüretli bir adım atmaya kalkışmıştır.

Bu başlıklardan ilki, restorasyonun açılışı olarak değerlendirilebilecek olan çete/kontrgerilla yapılanmasının, sistemi fazla zorlayan ve kendi prensliğini kurma eğiliminde olup kuralsızlığı dayatan kesimlerinin tasfiyesidir. Susurluk kazası, bu operasyonun üvertürü olmuştur. Burada bahsedilenin bir yeniden yapılandırma olduğu akılda tutulmalıdır. Üstelik bu tasfiye esnasında, faşist partinin ve liderlerinin saygınlığına halel getirilmemeye dikkat edilmiş, Alparslan Türkeş “gerçek lider” statüsüne kavuşurken faşist hareketin sokak gücünün hafife alınmaması gerektiği de çeşitli uğraklarda hatırlatılmıştır. Çete gündeminden elde kalan, uyuşturucu mafyası ile kumarhaneler kralının maceraları olmuştur. Faşist parti MHP ise, devletin merkezi ile arayı bozmayacağını, TBMM’deki türban gündemi ile kanıtlayacaktır.

Dinci gericilik başlığı ise çok daha karmaşıktır. Cumhuriyet’in ilk restorasyonu sayılabilecek 40’lı yıllarda, daha önce şiddetle devlet mekanizmalarının dışına atılmaya çalışılan dinci gericiliğin komünizme karşı bir koçbaşı olarak kullanıldığı doğrudur. Bununla birlikte, tek neden bu değildir. 40’lı yıllardaki restorasyon girişiminin bir nedeni, Kemalizmin 2. Dünya Savaşı ile birlikte girdiği krizi aşma girişimidir. “Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz”den sendikaların kurulmasına ve çok partili sisteme geçiş kolay değildir. Faşizm askeri olarak tüm dünyada ezilirken, faşizm esintili bir siyasi ve ideolojik sistemde diretmek kolay değildir. Türkiye Cumhuriyeti, oldukça yapay ve eklektik olan ve seküler yanı ağır basan Türkçülüğe sığmayacak kadar geniş bir toplumsal kaynağın üzerinde yükselmektedir.

Bütün bunlar, Türkiye kapitalizminin laik kısmı ile dinci gerici kısmının birbirini bütünlediğini gösterir. Gösterir ama, 12 Eylül’ün emri ve Turgut Özal’ın kavliyle 90’lı yıllarda dinci gericiliğin merkeze çekilmesinin sürtünme ve gerilim yaratmadığı söylenemez. Susurluk’un ardından kendisini mutedil göstermeye çalışan ve bir süre boyunca bunu beceren Refah Partisi’nin, restorasyondan kaçamamasının nedeni budur. Krizin bütün siyasi özneleri özgürleştirdiği dönemde, Refah da sistemin bütününe seslenmekten çok kendi yağında kavrulmayı denemiş, ancak Asker Partisi’nin oyun kuruculuğa terfi etmesiyle birlikte süngüsünü düşürmeye başlamıştır.

Yukarıda faşist hareket ile dinci gericiliğin aynı karşı-devrimci zemini paylaştığı söylenmişti. Bununla birlikte, bu iki hareketin bir kitle faktörünü temsil ettiği de unutulmamalıdır. MHP ve kontrgerilla şebekesine çekilen ayarın benzeri, dinci gericiliğe çekil(e)memiştir. Dinci gericiliğin finans kaynaklarına çeşitli operasyonlar çekilmiş, meczup figürler (Müslüm Gündüz, Hasan Mezarcı vs) ortaya atılarak gözden düşürülmeye çalışılmış; ancak dinci gerici partiyle mücadele önünde sonunda gelip laiklerle şeriatçıların birbirini “anladığı” etkinlikler düzenlemeye varmıştır.

Bu noktada, restorasyonu yürüten ana unsurun, siyaset alanını yeniden düzenlerken, düzenin “aşırı yüklenmesi”ni önlemek için bulduğu ideolojik formül, başka her tür ideoloji ile liberalizmin terkibi olmuştur. Liberalizmin tek başına taşıyamadığı, dinci gericiliğin ise sınırları zorladığı bir sistem için çıkış kapısı, biraz liberalize edilmiş neo-kemalizm (ulusalcılık da denebilir), biraz da “aşırı” yönleri törpülenmiş ve açgözlülüğü ön plana çıkartılmış dinci gericilikti. Yani, krizden çıkış için, kapitalizmin ve sermaye sınıfının mantığına güvenmek gerekiyordu. 6Dinci gericiliğe, solu ezerken diğer burjuva partilerini de gereksizleştiren bir mekanizma kullanan faşist darbenin yol verdiğini hatırlamak gerekiyor. Dinci gericilik, düzenin sapır sapır dökülen yasal ve meşru örgütlenmesinin boşluğunu da dolduruyordu. Restorasyon, bu meşruiyet kaynağını dinci gericiliğin elinden almaya çalışmış, ama yerine ne koyacağını pek bilememiştir. Bitirilmek isterken, Refah ile mücadele programına katkı koyacağı düşünülerek, Tansu Çiller rehabilite edilmeye çalışılmıştır! 7 Restorasyon ve Kürt dinamiği konusu, ayrıca değerlendirilmeyi hak ediyor. Bir not olarak şu söylenebilir: Restorasyonun temel hedefi, Kürt hareketini silahsızlandırmaktı. Buradaki silahsızlandırmak, yalnızca silahlı mücadeleden kopartmak anlamına gelmiyor. İşin gerilla kısmı elbette var ve denendi. Ancak buradaki temel mevzu, Kürt sorununu kitle faktörünü ve politizasyonu da içeren bir kriz başlığı olmaktan çıkartıp düzen sınırları içerisine çekmekti. Kürt siyasetçilerinin, önderlik mekanizmalarından başlamak üzere böyle bir planı makul buldukları biliniyor. Hem restorasyon döneminde askerlere en üst kademelerden gönderilen mektuplar, hem de Abdullah Öcalan’ın yakalandıktan sonra ilan ettiği yeni yönelim (“Demokratik Cumhuriyet”) bu değişimi müjdeliyordu.

Peki işçi sınıfı ve sol? Restorasyon daha sıcakken yapılan bir değerlendirmeyi aktarıyorum:

Karşı-devrimci yoğunlaşmanın sonuna gelindiğinde Türkiye’de aydın hareketi liberalleştirilmiş, işçi hareketi eriyen bürokratik sendikalara hapsedilmiş, kent yoksulları dinamiği saldırı ve kuşatmalarla yorgun düşürülmüş, Türk ve Kürt solu içinde bu sürece direnen değil, gerilemeyi sineye çekip uyum gösteren unsurların sayısı artmıştır. 8

Buraya, 1 Mayıs 1996’daki devlet terörünün şokunu atlatamayan solu ve yükseldikten sonra yeni bir çıkışı zorlayamayan öğrenci hareketinin 90’lı yılların ikinci yarısındaki düşüşünü de eklersek, tablo aşağı yukarı tamamlanmış olur. Son bir ek, cezaevi operasyonlarıdır. Zannediyorum restorasyonun has evlatları Ecevit ile Bahçeli’nin siyasi sorumluluğunda tertiplenen katliamlar, devrimci demokrasi belirlenimli solun sonunu ilan ediyor ve Türkiye solunda bir dönemi kapatıyordu. Türkiye solunda yeni bir matris oluşturma imkanının ortaya çıktığı dönem de, hemen bunun ertesindedir. Bu “yeniden kuruluş” evresinin ne kadar başarıya ulaştığı ayrı bir tartışma konusuysa da, bu safhanın tamamen kapandığı söylenmelidir. Türkiye komünist hareketinin gündeminde sosyalist hareketinin bütününü de kapsayan/ona da seslenen bir yeniden kuruluş yoktur.

* * *

Restorasyon programının anlatımı, fazlaca bir vakanüvislik gibi görünebilir. Oysa programın bütünü, eklektik ve yol kazalarına fazlaca açık olması bir yana, açık bir biçimde Türkiye’nin siyasi ve ideolojik koordinatlarını değiştirerek sağa açıyordu. Özelleştirmeler, generallerin programının birinci önceliğiydi. Emperyalist merkezlere bağlılık, Avrupa Birliği ile entegrasyon, restorasyon’un siyasi koalisyonunu birbirine bağlayan unsurlardı. Dinci gericiliği bitirmek değil, ona yeni bir bireşim oluşturma imkanı vermek, simgesel operasyonlara kalkışırken toplumsal etki alanına dokunmamak restorasyonun programında yer alıyordu. Medyanın bir operasyon aracı olarak işlevini geliştirirken, burjuva iktidarının harcı haline gelip ideolojik üretim merkezi olma statüsünü perçinlemesi bu dönemde oldu. Yine medyadaki tekelleşmenin artması da restorasyonun meşru sonuçlarındandı. Yolsuzluklar, banka hortumlamaları, ekonomik kriz, siyaset-ticaret-mafya üçgeninin teşhir edilmesi, burjuvazinin kadrolarını baştan aşağı yenilemesini gerektirdi. 12 Eylül öncesinden ve 90’lı yılların koalisyon dönemlerinden bilinen ne kadar siyasetçi varsa, krizden çıkıp başka bir krize doğru yelken açılırken siliniyordu.

12 Eylül’ün yapamadığını, restorasyon yapılabilir hale getiriyordu.


Ve AKP…

Restorasyon programının yapabilecekleri ve yapamayacakları vardı. Programın sahipleri ve uygulayıcıları, sınırlarının farkındaydı. Daha önce de söylendiği gibi, kontrgerillanın üzerine giderken, Refah ile mücadele için Çiller’in itibarının zedelenmemesine gayret ediliyor; Refah ile mücadele ederken dinci gericiliğin topyekûn düzen dışına çıkartılmaması için azami gayret sarf ediliyordu. Kuran kursları, imam hatiplerin kapatılması, zorunlu din dersinin kaldırılması, nüfus cüzdanlarındaki din hanesinin istendiği zaman boş bırakılması… Restorasyon kemalizminin yapmaya asla yanaşmadığı düzenlemelerdi bunlar.

Bununla birlikte, iş AKP’ye gelene kadar bazı şeyler başarılmıştır: Örneğin, kontrgerillanın devletin “olağan” işleyişine uygun hale getirilmesinde yol alınmıştır. Bu öbekler çoğunlukla, daha sonra Ergenekon çuvalına doldurulacak “sivil toplum örgütü” mahiyetinde faaliyetlerine devam etmişlerdir. Kürt sorununun ülke içi ve uluslararası statükoya oturması için önemli adımlar atılmıştır. 9 Kemalizm, restorasyon ile birlikte ulusalcılık isimli bulamaca dönüşmüş, sosyalizan eğilimlerle düpedüz faşist hasletleri aynı bünyede barındırabilen ürünler ortaya çıkmıştır. 10 Ve en iyisi de, dinci gericiliğin kitle tabanı sabit tutularak, 11 sistemin merkezine doğru liberalizm ittifakıyla itilmesi sineye çekilmiştir.

AKP’nin iktidara gelişine bir de bu açıdan bakmak gerekmektedir. Generallerin, bazı yakın dostları ile bir olup Bülent Ecevit’i iktidardan devirmek için çeşitli yollar denediği çokça dillendiriliyor. Kısa ömürlü YTP denemesi, Türkiye’nin rotasını Avrupacı/liberal ve kitlelerin dönemsel politizasyonunu tersine çevirecek bir sosyal demokrasiye çevirmek için yapılan son hamleydi. Fakat bu da, liberalizmin tarihsel handikapı nedeniyle ters tepti. Liberalizmin, başka toplumsal ideolojilerle birlikte hareket etme kabiliyeti vardı, tek başına bunu becermesi ise mümkün değildi.

AKP’nin emperyalist merkezler ve Türkiye burjuvazisinden -kısa bir tereddüt dönemi haricinde- onay alması, bu partinin yağmacı hevesleri, burjuvazinin ve düzenin bütünü adına konuşacağı sözünü vermesi, Avrupa Birliği hedefi, ABD ile uyumluluk sorunlarının aşılması gibi meziyetleri sayesinde gerçekleşiyordu.

Demek ki, burjuvazinin üç “iktidar” şartı, AKP tarafından açıkça kollanacaktı: 1) özelleştirmelere ve ülkenin yağmalanmasının önündeki hukuki engellerin kaldırılmasına son sürat devam, 2) emperyalizmle şiir gibi uyum, egemenliğin Avrupa’ya devri için çaba ve aslında 3) sömürü mekanizmalarını gizleyecek en faydalı araç olarak dinselleşme.

Bahsedilen bu üçlü mekanizma, aslında Cumhuriyet’in altını sürekli oymasına rağmen, kendisini var edip devindirdiği zemini ortadan kaldırıyordu.

Bu mekanizmanın nasıl işlediğine dair uzun uzadıya analiz yapmak gereksiz. Sürecin hemen hemen tüm boyutları, Gelenek ve onun arkasındaki siyasi irade tarafından defalarca incelendi, kritik halkaları yakalandı ve bir mücadele pratiği örüldü. Ancak şunu hatırlatmakta fayda var: Bahsedilen mekanizmanın en güçlü olduğu alan, ideolojiler alanıydı. Cumhuriyet’in siyasi yönetime ve kurumsallaşmaya verdiği önemle, bu örgütlenmeler elinden alındığı vakit gösterdiği cılız tepki, işin trajik boyutunu oluşturuyor. Kemalizm, aynı zamanda bir yönetme pratiğidir; yönetmek için gerekli enstrümanlar (bizim örneğimizde ordu, yargı ve üniversiteler) boşa düştüğünde, tarihsel krizi aşma imkanı da kalmamıştır. AKP döneminde, adım adım Türkiye burjuva devriminin bu topraklara yabancı olduğu fikri yayılmıştır. Cumhuriyet ideolojisi, buna yanıt üretememiştir.

Restorasyon’un AKP’li dönemine ne ad verileceği belirsizdir. Bu dergi sayfalarında, “post-restorasyon” dendiği olmuştur örneğin. 12 Yine Türkiye Komünist Partisi, sürecin aşamalarına yönelik bir kavram seti oluşturmuştur: Devletin çözülmesi, Cumhuriyet’in tasfiyesi, Yeni Osmanlıcılık, 2. Cumhuriyet vs. 13 Yine de, son yirmi yıllık periyodun bütününe baktığımızda, AKP’nin restorasyonu mantıksal sınırlarına doğru götürdüğünü söyleyebiliyoruz. Türkiye’de Cumhuriyet’in kendisinden (sınıf karakterinden) kaynaklı kriz dinamiklerinin bir bölümünün baskılanması, bir bölümünün massedilmesi, bir bölümünün ise zemin değiştirerek yeniden tariflenmesi, restorasyonun büyük projesidir. AKP, bu büyük projeyi tek başına sırtlamış, Türkiye burjuvazisini normal ve zayıf halka adayı olmaktan çıkmış bir ülkenin egemen sınıfı yapmak istemiştir.

Burjuvazi, Cumhuriyet’in başına bela ettiği kriz dinamiklerinden kurtulmak için, Cumhuriyet’i şeriatçı bir partiye emanet ederek ondan tamamen kurtulmuştur. Tüm siyasi krizlere, cinayetlere ve sarsıntılara rağmen, burjuvalarımızın kârları AKP iktidarı boyunca artmıştır. Burjuvazi, kapitalizmin devamı için, cumhuriyete ihtiyaç olmayabileceğini de bilince çıkartmıştır.

Ergenekon, Balyoz, KCK gibi siyasi davalara düzenin dört bir yanından gelen destek, Türkiye’nin bir yerden alınıp başka bir yere konulduğunun en önemli göstergelerindendi. Burada basitçe, düzenin merkezinin sağa kayışından söz etmiyorum. 14 Süreç boyunca Türkiye’nin ideolojik ve tarihi referansları değiştirildi, burjuva siyaseti tekleşti, sisteme “renk katan” siyasi unsurlar kişiliksizleşti. Daha önce kurumlar üzerinden şekillenen ve tüm enerjisini bu kurumları korumaya harcayan düzen, önce tek bir partiye, giderek tek bir adama doğru daraldı. Tayyip Erdoğan ve AKP’nin hala alternatifsiz görünmesinde, en çok bunun payı var: Bu ikisinin altındaki halı çekilirse, tüm düzenin çökmesinden korkuyorlar.

Yukarıdaki çerçeve, restorasyonun nedeni olan kriz dinamiklerinin tamamen ortadan kalktığını ima etmez. Bilakis, Türkiye kapitalizmi, Cumhuriyet yükünden kurtulunca kavuşacağını sandığı sakin limanı yine bulamamıştır. Bununla birlikte, son yirmi yıla damgasını vuran siyasi ve ideolojik mücadele başlıkları, bu süreçteki halleriyle kurgulanamaz. Daha önce de söylendi: Bunların bir bölümü baskılandı, bir bölümü düzenin kontrol edebileceği hale getirildi, bir bölümünün ise üzerinde durduğu zemin değişti.

Yani, şunu söylemekte geç bile kaldık: Restorasyon, burjuva düzeninin yapabileceği haliyle, sona ermiştir.


Restorasyon ve sol

Bitirirken, “bitiş” ilanının sosyalizm mücadelesinde yaratması beklenen tar-tışma başlıklarını yazmak gerekiyor.

Restorasyonun programını yukarıda yazmıştık. Bu program, Türkiye’de sosyalizmin iktidar arayışının gözünü dikmesi gereken düzen-içi çatlakları da berraklaştırıyordu: İlericilik-gericilik kavgasından yola çıkarak aydınlanmacılık; emperyalizmle ilişkiler bağlamında yurtseverlik; özelleştirme ve neoliberal saldırılara karşı kamuculuk.

Dönemin Sosyalist İktidar Partisi (SİP), Türkiye’de komünizmin zaten bu damarlar üzerinden şekillendirildiğini da akılda tutarak bu üç kanalın zorlanması gerektiğini, sosyalizmin bu kanallara yerleşerek, bu kanallarda birbirine değmeden duran unsurları kendisine çekerek bir iktidar alternatifi haline geleceğini savunuyordu.

Burjuvazinin bu üç ideolojik damarı terk ettiği ve bunların ancak sosyalistler tarafından taşınabileceğini iddiası da bu dönemin ürünüydü. Bu damarlardan hiçbir zaman otomatik olarak sosyalizmi çıkmayacaktı; öte yandan bu üçlünün ayrı ayrı ya da birlikte verdiği mücadeleler, hem sosyalizm mücadelesine zaman kazandırıyor, hem de güç toplamasını sağlıyordu. 15

Restorasyonun bitişiyle birlikte, Türkiye’de yurtseverlik ya da aydınlanmacılık ortadan kalkmış değil. Ancak solun 1. Cumhuriyet zemininden üreyen bu damarlara, bir tür “daha fazla yurtseverlik, daha fazla aydınlanmacılık” siyasetiyle yaklaşması da, eskiye özlem anlamına gelecektir.

Geçen yaz TKP içerisinde yaşanan “kriz”e bir de bu açıdan bakmak gerekmektedir. TKP’nin sorunu, bir dizi kadro tarafından “cesaret yoksunluğu” ile açıklanmak istenmişti. Buna göre, TKP yurtseverlik konusunda elini korkak alıştırmıştı, TKP laik kitlelere seslenmekte yetersiz kalmıştı vs. Oysa TKP, 2011 yılında bir devrin kapandığını tespit etmiş, ancak bu tespitini yayacak kadro dinamizminden ve “stratejik derinlik”ten yoksun bırakılmıştır. Likidasyon tamı tamına budur ve ufukta bir gece ansızın belirmemiştir. 16

Geçerken Haziran’a dair de bir not düşmek gerekir: Haziran Direnişi, 1. Cumhuriyetçi değil, 1. Cumhuriyet zemininden üreyen, yakıtını buradan alan son (ve belki de tek) büyük halk hareketidir. Haziran’ın ileriye bakan yüzü ise, Türkiye’de devrimci bir hareketliliğe dair muazzam ipuçları sunmaktadır. Ya-kın zamanda Haziran benzeri bir hareket beklememekle, Haziran’ı oluşturan nedenlerin yerli yerinde durmasının aynı ölçüde doğru olması, yukarıda ifade edilen denklemle açıklanmalıdır.

Cumhuriyet’in birincisinin bitmesinin, buna karşın yenisinin bir türlü oturmaması, önceki mücadele dönemine nazaran daha geniş bir olumsallık (contingency) barındırdığı akılda tutulmalıdır. Türkiye’nin bir “düzeninin” olmayışı, komünist hareketin başı kesik tavuk gibi her yere koşmaya çalışmasını değil, bilakis sadeleşme eğilimini tetiklemelidir. 2011 yılında yapılan ancak gereği yerine getirilmeyen “stratejik açılım”ın, yani Türkiye topraklarına atılacak bir düğüm olarak sosyalizmin, damarları sadeleştirerek kendisinden türeyen hale getirecek bir mücadele kurgusu ve kavram seti oluşturması gerekmektedir.

Türkiye’de sosyalizmin iktidarını arayanlar, kimsenin gözünü dikmediği bu boşluğu görmeli ve buraya yerleşmelidir.

 

 

 

Dipnotlar

  1. Ne tesadüftür ki, AKP ile benzer zamanlarda, Sykes-Picot’u “gömme” faaliyetlerine son sürat devam eden iki özne daha vardı: Amerika Birleşik Devletleri ve Irak-Şam İslam Devleti. Hatta ikincisi, Irak-Suriye sınırını kepçeyle kazarken çekilen fotoğrafları, sosyal medyadan “Sykes-Picot’u gömüyoruz” anonsuyla duyuruyordu.
  2. Örnek isteyen, Merdan Yanardağ’ın 2008 yılında derlediği Ergenekon ve Sosyalistler kitabına göz atabilir. Kitapta, “sağlam” diyebileceğimiz bazı marksistlerin konuya yaklaşımının Doğan Tarkan’dan çok da farklı olmadığına şaşıran çıkarsa, saflığına vermek durumundayım.
  3. Kapitalizmin kısa 20. yüzyılı, tüm istikrar görüntüsüne rağmen sürekli yeni arızalar üretmiştir. Faşizm, nükleer savaş tehdidi, silahlanma yarışı, ekonomik kriz, egemen ülkelerin işgal edilmesi bu “arızalar”dan yalnızca birkaçı.
  4. Medyanın restorasyon sürecinde burjuvazi açısından nasıl keskin bir ideolojik kılıç haline geldiği hala araştırılmayı bekliyor. Restorasyon medyası, bazı burjuva partilerinin ve generallerin elinde oyuncak olduğu kadar, oyuncak etme yeteneğini de bir hayli geliştirmiş ve önceki “basın”dan bir kopuş yaşanmıştır.
  5. Bu, fazlaca post festum (iş işten geçtikten, her şey olup bittikten sonra) bir yargı olarak değerlendirilebilir. Oysa, generallerin restorasyon programındaki vıcık vıcık liberalizm, özelleştirme fetişi ve emperyalist merkezlere bağlılık, o günlerde de görülebiliyordu. Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarındaki vakar ile 75. yıl kutlamalarındaki sakillik, yalnızca “dönemin koşulları” retoriği ile açıklanamaz.
  6.  Bu türkü, restorasyonun başlangıcında ordu ve kemalistler tarafından çığrılırken, şimdi başka bir şekilde, liberaller tarafından çığrılıyor. 90’lı yıllarda nasıl “Refah’la devam edilemez” deniyorsa, şimdi de “ABD ve burjuvazi AKP’yi taşımaz artık” deniyor.
  7.  Krizde Restorasyon Uğrağı, Gelenek, Mayıs 1997, Sayı 54 (Atıf, Gelenek dergisinin ilk 100 sayısının derlendiği CD’den yapılmıştır).
  8.  Gelenek’in notu: Asker Partisi ne isteyebilir?, Asker Partisi Ne İstiyor? içinde, Gelenek Yayınları, İstanbul, 1998, sf. 7.
  9. Kürt sorunu, özellikle Ortadoğu’daki emperyalist restorasyonla birlikte, bir ulusal-demokratik sorun ve dinamik olmaktan çok Kürtlerin emperyalist hiyerarşiye nereden bağlanacağına dair bir soruna dönüşmüştür.
  10.  Konuyla doğrudan ilgili olmayan bir anekdot: Restorasyon popçularından Çelik için, Kemal Okuyan o dönemki bir yazısında “şarkı söyleyen ve saç uzatmış bir Yekta Güngör’dür” demişti. Benzer bir tespit, o dönem CHP kongresine pop-star gibi giren Deniz Baykal için de yapılabilir: Baykal, şarkı söyleyemeyen ve saçını kestirmiş Çelik’tir. Evet, o dönemin kadroları bunlardır.
  11. Yalnızca dinci gericiliğin kitle tabanından ibaret değil. Restorasyonun “mazlumu” iki karşı-devrimci hareket, o dönem birbirine el uzatmayı ihmal etmemişti. Dinci gericileri ezilen olarak gören devrimcilerin bir bölümü, türbana özgürlük eylemlerinde, işaret parmaklarının yanı sıra kurt kafalarını da görmeye başladığı zaman “faşizm”i keşfetmişti.
  12. Murat Yılmaz, Sürecin Adını Koymak: Post-restorasyon ya da Restorasyon Sonrası, Gelenek 82, Ekim 2004.
  13. Derli toplu bir özet için bkz. Felaketin Eşiğinde, 2008, http://kp.org.tr/kpfelaket.html
  14. Tam da bu nedenle, Türkiye’de “merkezin boşalması” argümanı, ülkenin eski ideolojik referanslarla yola devam ettiğini varsaymaktadır ve yanlıştır.
  15.  Benzer bir “zaman kazandırıcı” unsur, uluslararası sistemde Rusya ile Çin’in konumuydu. Bugün ise, dünya daha büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor.
  16.  Restorasyonun, dünyadaki ağır karşı-devrimci saldırıya paralel ilerlediği akılda tutulmalıdır.