Siyaset Yeniden Yapılanırken Sivil Toplumculuğun Anatomisine Doğru

Uzunca bir süredir Türkiye solu ve Kürt hareketi üzerinde genel çerçeve itibarı ile “sivil toplumculuk” olarak adlandırılabilecek bir siyasi yönelim etkinliğini arttırmaktadır. Belli bir siyasal temsiliyete sahip bu kesimlerde sivil toplumcu eğilimler güçlendikçe, solu sol yapan değerlerden uzaklaşıldığı özellikle de sınıf eksenli siyasetin terk edildiği ve siyasetin konusu/hedefi olan iktidardan koparıldığı görülmektedir. Bu sürecin de katkılarıyla şekillenen “liberal sol” ya da “sol liberalizm” marksizmden özgürleşmenin siyasal karşılığı olarak anılmalıdır.

Evet, sol içinde bir ayrışmayı da beraberinde getiren bu yönelim sadece Türkiye’de değil diğer geç kapitalistleşmiş ülkelerde ve elbette ki emperyal merkezlerde de sol üzerine “salınmış” durumdadır.

İddiaya göre artık içinde yaşadığımız sanayi sonrası toplumda kapitalizm aşılmış olduğundan, marksizm de geçerliğini yitirmiştir. Artık “büyük anlatılar”ın devri kapanmıştır. Bunun en büyük kanıtı, işçi sınıfının bir sınıf olarak artık mevcut olmaması ya da sosyolojik olarak hâlâ var olsa bile devrimci bir sınıf olma özelliğini yitirmiş olmasıdır.

Marksist sınıf analizini nesnel temellerinden kopararak öznelliği analizin “belirleyen” unsuru haline getiren Poulantzas’ın, batılı işçi sınıflarının ataletini veri alarak 60’ların sonu ve 70’lerin başında yürüttüğü “işçi sınıfının kapsamı” tartışmasının bugün vardığı nokta politik özneler olarak sınıfların çözündüğü olmuştur. Toplum atomize olduğuna göre sınıf temelli siyaset de nesnelliğini artık yitirmiştir. Öte yandan Stalin karşıtlığının sosyalizm düşmanlığına dönüşmesi hız kazanmışken Sovyetler dağılmış ve kapitalizm zaferini ilan etmiştir. Artık bu koşullarda siyaset ancak ve ancak verili sistemin revizyonuna dönük hedefler üzerinden kurgulanabilir.

Evet yukarıda verilen özet çerçevesindebu siyaset anlayışının sol üzerinde etkili olmasına yol açan en büyük “teorik” girdiler yapısalcılar ve postyapısalcılardan gelmiştir. Çoğu durumda Avrupa komünist partilerinin bağrından çıkan ve marksizmden kopuşla sonuçlanan bu tartışmalar karşısında gerekli teorik ve siyasal üretkenliği sergileyemeyerek Avro-komünizme ve cepheciliğe sığınan geleneksel komünist partilerin de bu süreçte ciddi bir sorumluluğu bulunmaktadır.

“Orta sınıf”ın son derece yaygınlık kazandığı hizmet sektörünün ekonomide giderek daha büyük bir ağırlık oluşturduğu post-modern kültürün egemenliği altında olduğu ifade edilen bu toplum kurgusuna göre antagonizma çözünmüş ve sınıf mücadeleleri yerini; özne konumlarına yani kimliklere dayanan yeni toplumsal hareketler eliyle sürdürülen başka türlü mücadelelere bırakmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından alternatifi de kalmayan kapitalizm karşısında yapılabilecek tek şey onu daha fazla yaşanır kılmak olmalıdır. Artık antagonizmadan değil ancak antagonizmalardan söz edilebilir. Dolayısıyla siyasal temsiliyet de bu değişimlere bağlı olarak farklı mekanizmalara ihtiyaç duymaktadır. Bu mekanizmayı formüle eden Laclau ve Mouffe’nin “Hegemonya ve Sosyalist Strateji”sine göre sivil toplumda örgütlenen kimlikler birer baskı grubu olarak devleti ve zaman zaman da sermayeyi denetleyerek siyasal temsiliyeti sağlayacaktır bundan böyle.

Öte yandan bu çerçevenin bir başka köşesinde de burjuva demokrasisinin bir biçimi olarak temsili demokrasinin ve onun parlamenter siteminin yurttaşların siyasi temsiliyetinin önüne dikilen büyük bir engel olmaya başladığı iddiası durmaktadır. Temsili demokrasinin krizi olarak ifade edilen bu durum seçime katılma oranlarında düşüşe yol açmaktadır. Bireyler kendilerini bu siyasal yapı içinde ifade edemedikleri için sisteme olan güven aşınmaktadır. Böylece başka türlü arayışlar gündeme gelebilmektedir. Oysa ki temsili demokrasinin özneleri olan partiler yerine kimlikler üzerinden örgütlenmiş sivil toplum kuruluşları formunda özneler kurulduğunda mevcut demokrasi kimliklere ve hatta bireylere kadar inecektir: Bu da demokrasinin radikalleştirilerek demokratikleştirilmesidir. Radikal demokrasi adıyla anılan bu rejimde burjuva siyasi partiler “siyasi” değil olabildiğince “teknik” birer kuruma indirgenmiştir; birinin diğerinden “siyasi” bir farkı olmayacaktır. Üstelik bu yeni siyasi parti iktidarsızlığı oranında masrafsızdır: Yolsuzluk yapma kapasitesi düşecek küçülen devletle birlikte uyumlu hale gelecektir.

Çulhaoğlu’nun sivil toplumculuk bir depolitizasyon kurgusunun vazgeçilmez bir parçasıdır diye vurgulayarak aktardığına göre

“Siyasal partiler bütünlüklü siyasal-toplumsal projelere sahip oldukları ve böylesi toplum modelleri de artık geçersizleştiği için geleneksel siyaset zeminlerini yitireceklerdir. Siyasal partilerin boşalttığı bu alana yerleşecek olan sivil toplum kuruluşları kendi özel alanlarında yaşanan sorunlara yönelik çözüm önerileri üretecekler ardından da önerilerini merkezi politikaları belirleyenlere sunacaklardır” 1 . [ÇULHAOĞLU Metin]

Meali: Neo-liberal politikaların saldırısı sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi karşısında siyasallaşma potansiyeli taşıyan işçi sınıfının depolitizasyonu garanti altına alınmalıdır. Yıpranan neo-liberal ideolojinin alternatifi olacak biçimde yeni-sağın politikalarını benimseyen sosyal demokrasi yenilenerek devreye alınmaya çalışılmaktadır. “Sol” içinde böylesi bir yenilenme başarıya ulaştırılamazsa sosyalist solun etkinliğinin artmasından korkulmaktadır. İşte bu yüzden sivil toplumculuk sol üzerine salınmıştır. Ana gövdesini liberal solun teşkil ettiği bu harekat sol içinde bir reformist dalgayı örgütleyerek yenilenen sosyal demokrasiye yamama çabası içindedir.

Sınıfsız sömürüsüz ve devletsiz toplum ideali için sürdürülen sosyalizm mücadelesinin yerini neo-liberal politikaların dengelerini alt üst ettiği kapita-lizmin ideolojik alanda yeniden kabul edilebilir hale getirilmesi ya da kabul edilebilir halde tutulması almaktadır. Sivil toplum söylemi bu yenilenmenin ideolojisidir.

Yukarıda genel çerçevesi ortaya koyulmaya çalışılan yönelim aslen bir siyasal projedir. Bu projenin hedefleri arasında siyasetsizleştirme partisizleştirme vardır. Siyaseti teknik bir sürece indirgeme arzusu vardır. Siyasetin radikalleşmesi ve toplumsallaşması adına işçi sınıfının depolitizasyonu vardır. Solun iktidar vurgusundan özgürleştirilerek mevcudun revizyonuna endekslenmesi vardır. Emperyalizm karşısında devletsizleştirme vardır. Emperyalizm karşısında halkların teslim alınması vardır.

Siyaset yeniden yapılanırken solun payına da sivil toplumculuk mu düşer

Bugün Türkiye kapitalizmi restorasyon adını da verdiğimiz yeniden yapılanma süreci içinde uzun süredir kimi öğeleriyle oynadığı kimi başlıklarda kısmen de olsa yol aldığı siyasal yapıya ilişkin bir dizi düzenlemeyi kurumsallaştırma olanağı buluyor.

Burjuva siyasetindeki temsil krizinin yeni burjuva partiler ve yeni seçim yasası ile çözülmeye çalışıldığı; ancak hedeflenen “çözümün” toplumsal zeminde ve ideolojik alanda ise bir karşılığının (beceriksizlikten değil cesaretsizlikten) pek yaratılamadığı bu süreçte “yapısal” bir değişimden daha doğrusu bir değişim talebinden söz etmek elbette mümkün. Öyle görünüyor ki bu “yapısal” değişim talebinin kapsamına merkezin dışındaki sol da giriyor. Açıkça ifade etmek gerekiyor siyasete dair bu değişim rüzgarının hedeflerinden birini de solun ve Kürt hareketinin “siyasal kanallardan” sisteme akması ve giderek bir payanda haline gelmesi oluşturmaktadır. Öncelikle liberal sol ve Kürt hareketinin belli unsurlarının angaje olduğu bu yeniden yapılanmanın bir dizi pazarlık ve kulislerin ötesinde açığa çıktığı siyasal-ideolojik eklemlenme rejimleri ile akışın gerçekleştiği “siyasal kanallar” içinde sivil toplumcu retoriğin önemli bir yeri bulunmaktadır.

Ne tür sonuçlara yol açabileceği yukarıda açıklanmaya çalışılan siyasal yeniden yapılanmanın nedenlerini-kökenlerini bu “yeni” siyasal yapıya müdahil olma denemelerinin de bir ürünü olan bir partiden üstelik yerelden yani ÖDP’den bu partinin öndegelen bir yöneticisinin ağzından aktarmak sanırım oldukça anlamlı olacaktır.

Oğuzhan Müftüoğlu ÖDP’nin neden farklı olduğunu “farkın” nasıl bir gerçeklikten kaynaklandığını ÖDP’nin kurulduğu yıl olan 1996’da verdiği bir mülakatta açıklarken şöyle diyordu:

“SSCB’nin çözülmesi batıda globalleşme ve yeni-liberalizm diye ortaya çıkan akım karşısında solun ileri sürdüğü tezler solun eski argümanları etkisini yitirmiş durumdaydı. Ve bir nevi sağın sağ liberalizmin ve sağın değişik varyasyonlarının şeriatçılığın ırkçılığın gelişmesinin de önünü açıyordu. Yeni değişik bir söylemle ortaya çıkmak farklı bir şekilde ortaya çıkmak ihtiyacını doğuran bu değişimdir” 2 . [MÜFTÜOĞLU Oğuzhan]

Müftüoğlu’na göre solun bir kesimi -o tarihlerde- bu değişime uyum sağlamıştır liberalizme uyum sağlamıştır örneğin YDH’ya gitmiştir. Ancak yapılması gereken ya da ÖDP’nin başarması gereken “kendini devrimci bir tarzda yenileyerek mücadeleyi bu şekilde sürdürmek” olmalıdır. Bu yeni mücadele tarzının eskisi gibi olamayacağı çok iyi bilinmekle birlikte nasıl olacağı işte bu çok iyi bilinmemektedir. Müftüoğlu’nun ne bildiğinden ya da ne düşündüğünden bağımsız; ÖDP elbette bu bilinmeyeni keşfetmelidir.

Bugün ÖDP sayesinde neyin keşfedildiği malum; ancak “değişime rağmen” keşfedilemeyen hâlâ bir muamma olmaya devam ediyor.

Öte yandan Müftüoğlu’nun sıraladığı momentler aradan geçen yıllar boyunca etkilerini siyaset üzerinde daha fazla gösterdi. Solda liberalleşme başta Avrupa Birlikçiliği olmak üzere bulduğu her dolayımı doya doya kullanarak ilerledi.

Batı’da ise aynı dönemde hem sosyal demokrasi hem de Avrokomünizm ben-zer keşifler peşinde koştu. İKP’nin aynı momentlerin etkisiyle ana gövdesi itibariyle Demokratik Solcuların Partisi’ne doğru yaşadığı ve pek çok ara aşamayı da içeren evrim bu dönüşüme dair incelenmesi gereken bir numune oldu. Ki-milerince “Liberal marksizm”in ilk siyasal öznesi olarak kutsanan ve öykünülen bu partinin içinde yer aldığı Zeytin Ağacı ittifakı ve 2001 yılında aldığı seçim yenilgisi de yine Avrupa liberal solunun geleceği açısından incelenmeye değerdir.

Anthony Giddens 1998’de yayınlanan çalışması Üçüncü Yol 3 ile bu değişen dünyada “eski söylemiyle” “eski yapısı” “eskisi gibi” hareket edemez hale gelen solun neo-liberalizm ve yeni-sağ karşısında ezilen sosyal demokrasinin sorunlarına çözümler üretmeye çalışmıştır. Giddens’ın çalışmasının özgünlüğü; Blair-Clinton-Schröder solculuğunun yani sağcılaşarak Radikal Merkez biçimde yenilenen sosyal demokrasinin iktidara geldiği süreci betimlemesi ve iktidardaki uygulamalarının kısmi eleştirisi ile sınırlıdır. Evet Giddens’ın keşifler peşinde koşmadığı açıktır. Ancak 2001 yılında bir seçim zaferine imza atarak Britanya’da tarihe geçen Tony Blair’li Üçüncü Yol uygulamalarının İşçi Partisi’ni ilk kez üst üste iki defa iktidara getiren bu stratejinin “sol” üzerindeki tahribatı önemlidir. Çünkü Giddens’ın Üçüncü Yol’u esas olarak bir sosyalizm eleştirisidir.

“Artık hiç kimse kapitalizme dair herhangi bir alternatif ileri sürmemektedir -sorun olmaya devam eden argümanlar kapitalizmin ne kadar süre ve ne şekilde yönetilmesi ve düzenlenmesi gerektiği yönündedir” 4 . [GIDDENS Anthony]

diyen Giddens’ın Kamu-Özel dikotomisi karşısında öne sürdüğü ve NGO’ların alanı olarak anlaşılabilecek Üçüncü Sektör yine devlet eliyle canlandırılacak (düzenlenecek) sivil toplumun örgütlü gücü dolayımıyla neo-liberalizmin çöz-meye yanaşmadığı ya da çözemediği kimi sorunları çözmeli ya da daha doğrusu çözmeye çalışmalıdır.

Burada önemli olan çözmek değil çözmeye çalışmaktır. Sivil toplumda yaratılacak dinamizm giderek büyüyen ve kapitalizmin 70’lerden bu yana süren krizlerinden en çok etkilenen değilse de en çok “rahatsızlık ifade eden” toplum kesimini yani “orta sınıfı” ideolojik olarak sistem içinde tutacak kapsayacak yeniden eklemleyecektir. Sivil Toplumculuk bu bağlamda yeninin ideolojisi olmaya adaydır… Başka bir ifadeyle: “Sivil Toplum Söylemi” argümanları yerele taşımak adına biraz geç kalmış olsa da “Solu Yeniden Tanımlamak” 5 konusunda ısrarcı olan Ahmet İnsel’in “bir etik olarak özgürlükçü sosyalizm”i bu değişen dünyada ve elbette ki AB kapısındaki Türkiye’de solu elden geldiğince iktidar-dan uzak tutabilmek için sol siyaseti “sol tahayyülün asli siyasal eylemi herkesin siyasetin bilinçli ve aktif öznesi konumuna gelmesini sağlayacak girişimlerdir” 6 olarak tanımlamaktadır. İşte bu liberal solun siyasetteki büyük dönüşüm diye umut bağladığı demokrasinin radikalleşmesi projesidir: Yani Radikal Demokrasi…

Foucault’nun her yerde olduğu için her yerde mücadele edilmesi gerektiğini savunduğu “iktidar”ından esinlenen İnsel ve radikal demokrasi solun “asli siyasal eylemini” toplumun son hücresine kadar sinmiş iktidar sayesinde apolitikliğe mahkum bireyin bu makus talihinin kırılması ile sınırlamaktadır. Sınırlamaktadır çünkü bu her yerde olduğu için aslında hiçbir yerde olan bu “iktidarlar” ile mücadeleye tutuşan liberal sol ilginçtir iş üretim araçlarının özel mülkiyetinin bir yansıması ve onun koruyucusu olan “merkezi” iktidarla mücadeleye geldiğinde hiç ortalıkta görünmemektedir. Devlette somutlanan bu iktidara değin tek mücadele rejimi sivil toplumun genişletilmesi mücadelesidir. Sivil toplum genişledikçe devlet daralacak. Devlet daraldıkça da sivil toplum genişleyecek ve demokrasi derinleşecektir.

İnsel’in piyasacı sosyalizminin tek özgünlüğü budur işte: Kapitalizmle uyumlu bir “sosyalizm”! Sivil toplum söylemi demokratikleşme ile birlikte kentli “orta sınıflar”ın ideolojisi haline gelmelidir…

Çağdaş kapitalizminin ihtiyacı olan da zaten budur!.. Bu sivil toplumculuk başlığı altında kapitalizmin ihtiyacı olan toplumsal kaynakları seferber etme ideolojisidir başka bir şey değil -üstelik “sol”dan devşirilerek. Üçüncü yol ya da radikal merkez ya da radikal demokrasi işte bu sivil toplumcu söylemin siyasal rejimidir.

Öte yandan sivil toplumculuk tüm bu girdilerin alıcısı sol içine taşıyıcısı ve sol adına yeniden üreticisi olarak sol üzerinde siyasi bir egemenlik kurma projesidir.

İçinden geçtiğimiz özgün kesitte dünyada ve Türkiye’de sol bir kez daha bir reformist dalga ile karşı karşıyadır. Ve her reformist dalga gibi bu defa da kapitalizmin bekâsı için su taşınacaktır. Sermayenin bu desteğe ihtiyacı büyüktür.

Çünkü kapitalizm son otuz yılını düşen kâr oranları ile kendini gösteren sermaye birikim rejimindeki tıkanıklığa çözüm yolları aramakla geçirmiştir. Görünen odur ki bu aranış daha uzunca bir süre de devam edecektir.

Bu aranışlar içinde emek üretkenliğini artıran ya da “emekten tasarruf sağlayan” post-fordizm esneklik uzaklaştırma stratejileri vb. gibi üretim teknolojileri ve üretim organizasyonları vardır. Vardır ama kapitalizm hiçbir krizinden salt üretim ve emek süreçlerinin dönüşümü ile çıkmamıştır. Üstyapıyı dıştalayan temele dair mutlak bir çözümü içinde barındıran bir üretim biçimi değildir ka-pitalizm. Bu durum altyapının son kertede belirleyici olduğunu bir kez daha ispatlamaktadır. Görece özerk üstyapının nihai olarak altyapının gereksinimle-rince gerilimli bir süreçte belirlendiği bugün kapitalizmin krizine üstyapıda da çözüm aramasından anlaşılmaktadır. İşte bu yüzden altyapı temel tümelliği içinde son devrevi krizinin de ne nedeni salt altyapısal ve çözüm aranışları da salt altyapısaldır.

Son zamanlarda pek çok araştırmacının üzerinde yoğunlaştığı esnek üretim 7 , 8 , 9 mal zincirleri 10 taşeronlaştırma 11 , 12 tam zamanda üretim toplam kalite yönetimi ve kalite çemberleri 1314 vb. gibi yukarıda da değinilen bu maddi üretime (emek ve üretim sürecine) dair sermaye stratejilerinin toplumsal bölüşüm ilişkileri üzerinden siyaset ve sınıf mücadelesi ile ilişkilerinin detaylandırılması son derece gerekli ve açıklayıcı olacaktır.

Burada emek üretkenliğini artırıcı ve emekten tasarruf sağlayıcı stratejilerin üretim ve emek süreci ile sınırlı olamayacağını bu stratejilerin toplumsal bölüşüm ilişkilerinde de bir dizi dönüşüme hem sebep olduğunu hem de bu dönüşümlerin sosyal politikalarla desteklendiğini belirterek geçeceğim. Hedeflenen işçi sınıfının örgütsüzleşmesi atomize edilmesi siyasal ve ideolojik davranışların ekonomi politik temelinden kopartılarak siyasetin “esnekleşmesi” böylece sınıfsal temsiliyetin parçalanması ve sınıfın depolitizasyonunun bıraktığı boşluğun da başta demokrasi mücadelesi (demokratikleşme retoriği) olmak üzere radikal demokrasi yeni toplumsal hareketler veya diğer sivil toplumcu siyasal biçimlerle doldurulmasıdır 15 .

İşte bu çerçeve içinde sivil toplumculuk muhakkak ki bu krizde emeğin kazanılmış haklarını geri almayı hedefleyen neo-liberal saldırının üstyapıdaki yansımalarından biri olarak değerlendirilmelidir. Sivil toplumculuğun siyasal temsiliyet ideoloji ve devlet gibi başlıklarda yaptığı girdiler sermaye birikiminin krizine bir çözüm olarak değerlendirilmelidir.

Solun bir parçası olmadığı solu içermeyen dahası solu kapsamayan yani işçi sınıfı partilerini eklemleyemeyen işçi sınıfı üzerinde tahakküm kuramayan işçi sınıfını depolitize edemeyen bu depolitizasyon için sol içi huruç harekatlarını içermeyen sola doğru siyasal müdahalede bulunmayan ve elbette ki marksizmden “esinlenmeyip” marksizmle “hesaplaşmayan” böylesi bir çözüm yoktur. Solun “tahayyülünü” iğdiş etmeyen böylesi bir çözüm yoktur. Çünkü sorunun kendisi işçi sınıfının siyasal temsiliyeti sorunudur!

Kapitalizm düşen kâr oranları karşısında bir dönem için işçi sınıfına vermek zorunda kaldıklarını geri almaya çalıştığı (değişim denen işte budur) bir konjoktürde işçi sınıfının iktidar talebini/sınıf kapasitesini yani politizasyon potansiyelini denetim altında tutmak için bu üstyapısal çözüm aranışlarına mahkumdur. İhtiyacı olan çözüm ise sınıf mücadelesinin konusudur…

Sonuç yerine: Sivil toplumculuğun Türkiye’deki geleceği

Sivil toplumculuk bir söylem olarak sol içinde bir ayrışmaya katkıda bulunmakta ve liberal sol dolayımıyla Türkiye solunun ve Kürt hareketinin birikimlerini yenilenen sosyal demokrasiye taşımaktadır. Bu önerme o ya da bu oranda gerçekleşecektir gerçekleşmektedir. Ancak sivil toplumculuk bir siyasal rejim olarak da dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kimi uygulama alanları bulacaktır. Bunların başında hiç şüphesiz yerel yönetimler gelmektedir.

90’ların Kürt göçünden sonra şimdi de “Tarım reformu” adıyla anılan “uyum” politikaları hem metropolleri hem de Anadolu kentlerini yakın gelecekte yeni bir göç dalgasıyla sarsacaktır. Göç alan kentlerdeki yerel yönetimlerin imdadına sivil toplumculuğun yetişmesi hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Göç kent yoksulu demektir. Önümüzdeki süreç kent yoksullarının kendi yağları ile kavrulacakları ve ulusal ve uluslararası yardım kuruluşlarının eline bakacakları bir dönem olacaktır.

“Küreselleşme savunucuları katılım söylemlerini ön plana çıkaran bir yaklaşım ile demokratikleşme savlarını öne sürmektedirler. Bu çerçevede yeni bir model olarak sunulan ‘yönetişim’ (governance-yn) kavramı ise ancak toplumun görece refah içersindeki kesimlerinin sivil toplum örgütleriyle firmaların ve yerel yönetimlerin birlikte yönettiği işbirlikçi bir yapıyı tanımlamaktadır. Bu durum ise yerel yönetimlerin toplum yararı ile çelişebilecek uygulamalara yönelmesinin zeminini oluşturabilmektedir” 16 . [GÖKTÜRK Atilla]

Oysa ki sivil toplumcular bu “işbirlikçi yapının” varolan çelişkileri hafifletici etkisini yere göğe sığdıramıyorlar. Örneğin Giddens Brezilya’nın güneydoğusunda (!) yer alan Ceara’da genç işadamları liderlerinin önayak olmasıyla başlatılan “reformlar”ın katılımcı planlama tekniklerini kullanarak nasıl da Brezilya ortalamasından daha büyük bir ekonomik büyümenin bu bölgede sağlandığını aktarmaktadır:

“En acil ihtiyaç sahibi ailelere hane başına düşük ücretli de olsa bir iş tahsis edilmiştir. Devlet tarafından günlük bakım merkezleri kurularak işletilmiş fakat gönüllülerin en azından düşük bir ücretle çalıştırılmaları sağlanmıştır. Mahallelerde teşekkül eden gruplara ve cemaat organizas-yonlarına küçük çaplı borçlanmalara gidebilmeleri maksadıyla kaynaklar ayrılmıştır -örneğin bir kadına bir dikiş makinası satın alabilmesi için borç para verilerek kendi yaşamını idame ettirebilecek düzeye gelmesi sağlanmıştır” 17 . [GIDDENS Anthony]

Yine Brezilya’nın güneydoğusundan bir başka kent: Porto Alegre… Yerel yönetim dendiğinde sivil toplumculuğun bir işçi partisini nasıl kendi söyleminin bir parçası yaptığına ilişkin işte mükemmel bir örnek size. Katılım demokrasi ve muhakkak ki sivil toplum! (Brezilya) İşçi Partisi (PT) 1980’de daha çok sendikal önderlerin kurduğu sosyalist halkçı bir partidir ve bir zamanlar Türkiye’de de merak uyandırmıştır 18 .

Rio Grande do Sul eyaletinin başkenti 1 milyon 250 bin nüfuslu Porto Alegre’de yerel iktidara gelen PT’nin çözümü “demokrasinin demokratikleştirilmesi” olmuş ve “Katılımcı Bütçe” uygulamaları ile 1996 İstanbul Habitat II-Kent Yerleşimleri Konferansı’nda “En İyi Uygulama” ile ödüllendirilmiştir. Porto Allegre’de Belediye Başkanlığı yapmış olan PT’nin Ulusal Yönetim Kurulu üyesi Tarso Genro son sözünü söylüyor: “Porto Alegre’deki Katılımcı Bütçe deneyinin kökeninde ‘devletin krizi’ diye adlandırılan duruma bir tür cevap buluruz” 19 diyor.

PT kapitalizmin krizine kendince bir yanıt geliştirmiş; ama bu bekleneceği üzere devrimci bir yanıttan ziyade revizyonist bir yanıt olmuştur. Bu arada işçi sınıfını bu revizyonist kampanya için seferber etmeyi başararak ödüllendirilmeyi de hak etmiştir…

Bugün ülkemizde HADEP’li belediyeler de aynı tehlike ile karşı karşıyadır. Yerel yönetimlerde neyin halkın yararına olduğu ve yerel iktidarın alınmasının yarattığı sıkışmanın nasıl aşılacağı üzerinde çok dikkatli düşünülmelidir.

 

Dipnotlar

  1. ÇULHAOĞLU Metin SOYER Can Solda “Sivil Toplum” Söylemi: Gerçekler ve Yanılsamalar Özgür Üniversite Defterleri 6 Kasım 2000 s.54.
  2. ÖDP Kendini Anlatıyor der.: Belgin Demirer Güncel Yay. 2. Baskı Ekim 1996 s.314.
  3. GIDDENS Antony Üçüncü Yol Birey Yay. Mayıs 2000.
  4. a.g.e. s.55.
  5. İNSEL Ahmet Solu Yeniden Tanımlamak Birikim Yay. 2000.
  6. a.g.e. s.35.
  7. YENTÜEK Nurhan Türk İmalat Sanayinde Esneklik: Nereye Kadar İktisat Dergisi Şubat ‘97.
  8. TANYILMAZ Kurtar Kriz ve “Post-Fordizm” Teorileri İktisat Dergisi Temmuz 2000.
  9. Bkz.: Dosya yazıları Petrol İş Yıllıkları 95-96 ve 97-99
  10. KÖSE Ahmet Haşim – ÖNCÜ Ahmet İşgücü Piyasaları ve Uluslararsı İşbölümünde Uzmanlaşmanın Mekansal Boyutları: 1980 Sonrası Dönemde Türkiye İmalat Sanayi Toplum ve Bilim S. 86 Güz 2000.
  11. Bkz.: Dosya yazıları Petrol İş Yıllıkları 95-96 ve 97-99.
  12. GÜNGÖR Yasemin Kapitalist Ev Sana-yiinin Yeniden Dirilişi İktisat Dergisi Şubat 98.
  13. YILDIRIM Engin Türkiye’de TKY Uygulamalarının işçiler ve endüstri İlişkileri Üzerine Etkileri Toplum ve Bilim S. 86 Güz 2000
  14. YILGÖR Ayşe Gül TKY’nin Özel Sektör ve Kamu Kesimi için Ortak Model Oluşturabilme Potansiyeli İktisat Dergisi Eylül 2000.
  15. ÖNGEN Tülin Sınıf ve Siyaset Sorunsalı Açısından Ekonomi Siyaset İlişkisi İktisat Dergisi Nisan’99 s.35.
  16. GÖKTÜRK Atilla Kent ve Değişimi Üzerine Bilim ve Siyaset S.2 s.70.
  17. GIDDENS Antony Üçüncü Yol Birey Yay. Mayıs 2000 s.96.
  18. AYDINOĞLU Ergun Brezilya İşçi Partisi Deneyimi Belge Yayınları 1991.
  19. GENRO Tarso – de SOUZA UBIRATAN Porto Alegre: Özgün bir Belediyecilik Deneyimi Çev.: Bülent Tanatar WALD Nisan 1999 s. 21
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×