Solun Kemalizmle Dansı

“Sanıyorum sonuna geldi” 1 .

Yıllar önce kemalizmle ilgili bu söyleniyordu. Ve sanıldığından daha fazla sayıda solcu tarafından. Türkiye solu, karşısında görmekten kurtulamadığı kemalizmi aştığını sanıyordu. Kendi gücüyle değil tabii. Kemalist söylemlerle gelen 12 Eylül gericiliğinin ve darbenin hemen ardından başlayan Kürt direnişinin kemalizmi ila nihaye bitirdiği iddia ediliyordu. Yeni sol çevrelerde pazarlanan tez şuydu: Kemalizm aslında hiçbir toplumsal temeli ve sınıfsal karşılığı olmayan bir tür faşist diktatörlüktü. Yıllar boyu (takriben 12 Mart’a kadar) kemalizme hakettiği karşılığı veremeyen sol da sonuçta bu suça ortak olmuştu. Nihayet gerçeklerin farkına varılmış ve sol bu beladan kurtulmuştu. Artık solun ihtiyacı olan, tepeden inmeci ve müdahaleci olmayan, demokratik, özgürlükçü bir kimlikti. Leninizm ve “stalinizm” de aslında özgürlükçü olmayan yapılarıyla kemalizmle benzeşiyorlardı vs…

Daha da uzatılabilir ve çeşitlendirilebilir. Ama gerek yok; tezin özü bu.

Aradan yıllar geçti. 1996-97 dönemeciyle birlikte Türkiye’de burjuva düzeni siyasal ve toplumsal kriz işaretlerini, şeriatçı yoğunlaşmayı, geleneklerine dönerek yeni(den) bir kemalizm yorumuyla aşmayı denedi. Bu yıllar kemalizmi bir kez daha siyasette önemli bir noktaya getirdi. Sol içinden bir kesim kemalizmi yeniden keşfederken, yukarıdaki değerlendirmelerin sahipleri de tarikat kanallarında boy göstermeye başladılar. Yüzyıllardır kadın için bir esaret aracı olmuş türbanı kutsayan bu “sol” çevreler kemalist zulme karşı inanç özgürlüğünün savunuculuğunu yaptılar! Reformistinden devrimci demokratına çok sayıda çevre ise önce meseleyi anlayamadı, sonra da “suni gündem” deyip uzak durmayı denedi.

Mesele aslında net. Kemalizmi tarihsel planda yerli yerine oturtamayan sol yaklaşımlar, sağduyularının seslerini dinleyerek popülist geleneklerini hatırlıyor ve gericiliğe karşı net tutum almaktan çekiniyorlardı. Bizim pespaye özgürlük savaşçılarını ise bir yana bırakıyorum. Onlar şimdi Fethullah’ı kutsuyorlar…

Bu konuda Gelenek’in ve Sosyalist İktidar Partisi’nin (SİP) ne söylediği ve yaptığı ise biliniyor. Bilmeyenlerin eski metinleri ve gazeteleri karıştırmasında büyük fayda bulunuyor. Tekrar etmeyeceğim.

Fakat, yeni sol ve devrimci demokrasi kaynaklı bu tür tepkilerin bizim için sürpriz olmadığını söyleyeceğim. Sosyalist hareketimiz Türkiye’de egemen sınıfların siyasal eğilimleri ve davranış kalıpları konusunda hatırı sayılır bir birikime sahiptir. Bu birikim kemalizmin tarihsel bir çerçeveye yerleştirilmesi anlamında da önemli bir aşama katetmiştir. Dolayısıyla, başkalarının daha ne olup bittiğini anlamadıkları anda bizim gelişmeleri sosyalist kimliğin toplumsallaşma alanına doğru zorlamamız tesadüf değildir.

Bu yazıda işte bu birikimin, solun ve kemalizmin önemli dönemlerine dair değerlendirmelerini açmaya ve biraz da derinleştirmeye çalışacağım.

Bir de şu var. Artık teori ve siyasette, sorunları çözmek yerine birtakım denge hesapları yapmak alışkanlığından da vazgeçmek gerek. Şu yaklaşım şu kadar, diğeri de bu kadar doğru demek, aslında ben bu işin içinden çıkamadım, demektir. İtiraf edilmesi en doğru olanıdır. Dengelerle fazla oynamanın alternatifi dengelere kurşun sıkmak değildir elbette. En doğrusu, marksist analizin siyasal yön duygusuyla elele gitmesidir. Tartışmasız, siyasal yön duygusunun merkezinde her zaman iktidar sorunu olmalıdır.

1) Kuruluş dönemi

Türkiye’de sol hareket, tarihi boyunca, ideolojik duruşunda ne kadar ilkeli ve kişilikli olabildi? Türkiye solunun kemalizmle ilişkilerini ele alırken bu sorudan kaçınmak olanaksız. Tesadüf değil; çünkü sosyalizm dünyanın her tarafında en başta bir iktidar arayışıdır. Böyle olması gerekiyor. Türkiye’de ise kemalizm iktidarın hep yanıbaşında ve çoğu kez merkezinde olmuştur. Ya da bir başka deyişle kemalizm Türkiye’de egemen sınıflar tarafından hep bir “kriz çözme aracı olarak görülmüştür 2 . Böyle olduğu için de başı krizlerden kurtulmayan burjuva siyaseti kemalizme biraz refleksif biraz da bilinçli olarak merkezi roller atfetmiştir.

Tanımı itibariyle siyasi iktidara yönelmesi gereken sol hareket, karşısına sık sık dikilen bir burjuva iktidar mekanizmasına karşı ideolojik ve siyasal olarak ne kadar ilkeli, kişilikli ve etkin olabildi? Soru budur. Solla kemalizm arasındaki ilişki bu anlamda, tarihimizde bu iki hareketin sık sık yanyana düşmesine rağmen, siyasi mücadele zemininde görülmelidir. Bundan sonra da kemalizmle yürütülen siyaset kavgası devam edecek. Ancak, tarihin kendini tekrar etmeyeceğine dair elimizde nesnel dayanaklar da vardır. Türkiye kapitalizminin gelişme dinamikleri, sosyalist hareketin bizzat kendisi dışındaki ilerici alternatifleri ve bu arada yeni bir kemalist yükseliş olasılığını bir bir elemektedir. Bu anlamda tarih, solu kemalizmle anti-kemalizm arasında salınmaya iten nedenleri nesnel olarak da zorlamaktadır. Büsbütün ortadan kaldırması ise beklenmemelidir. Kemalizmi bu topraklarda sosyalist ideolojiyle yakınlaştıran unsurlar vardır ve bu unsurların tarihsel köklerini bulmak zor değildir.

Geç kapitalistleşen bir ülkede yaşanan burjuva devrimi tüm eksikliklerine rağmen ilerici ve modernleşmeci bir hatta tutunabilmiştir. Daha kuruluş döneminde Sovyet sosyalizmine yakınlaşmak durumunda kalan aynı burjuva devrimi kemalizmle, güdük bir jakobenizmi ve eksikli bir burjuva aydınlanmasını yaşamıştır. Dahası kapitalistleşme süreci geç de yaşansa tarihsel olarak ileri adımları zorlamıştır.

Solu ve kemalizmi benzer ideolojik zeminlere iten ana neden budur. Yine aynı neden sosyalist hareketin tarihimizde kemalizmin karşısında ideolojik ve siyasal olarak bağımsız ve etkin bir kimlik yaratmasını zorlaştıran bir etken de olmuştur. Zorlaştıran diyorum, çünkü siyasi tavırlarda ya da analizlerde hedef sapması yaşamak eninde sonunda öznel bir sorundur.

İdeolojiyi siyasete kurban etmek, ya da siyaseti ideolojiye indirgemek… Sol siyaset bu gerilim hattını görmek ve aşmak zorundadır. Aşmanın yolu solun kimliğine, kişiliğine yönelik sorduğumuz soruyu teorik ve pratik olarak yanıtlamaktır.

Sorunun cevabı için tarihimizdeki belli dönemler ayırt edilebiliyor, ancak solun çoğunlukla güncellikten tarihselliğe çıkamadığı görülüyor. Tarihselliğe çıkılmadığında güncelin basıncından ve esen rüzgarlardan kurtulmak mümkün değil. Güncel siyasi mücadeleye hapsolunduğunda ilkeli ve kişilikli, olmak değilse bile, kalmak çok zor. Çünkü, ilke ve kişilik gelenek ve birikimden kökünü alıyor, hem teorik hem de siyasal olarak. Bir geleneğe ve birikime yaslanmadan siyasi mücadele pratiği karanlıkta el yordamıyla yürümeye benziyor. Olanaksız değildir, ancak hedeften sapmak ve sık sık tökezlemek kaçınılmaz oluyor.

Geleneksiz siyasetin ancak gündelik ve kısır ürünler verebileceğini, solun ta-rihine bakarak görmek çok kolay. Türkiye’de çok fazla olmayan sol yükselişleri, Türkiye Komünist Partisi (TKP) çıkışını ve 60’lı yılların sol popülaritesini bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. Bu ülke kitlesel halk direnişlerini de, asker-sivil aydın zümreleri, de koskoca işçi sınıfı partilerini de gördü! Uydurma olduklarını söylemek tarihimizi inkar olur. Ama bu ülke onlarca yıl süren amaçsız denemeleri de, 12 Mart’ta üzerinden geçilen aydın direnişini de, 12 Eylül’ün bir gün sonrasındaki büyük ölü sessizliğini de gördü. Ya da Eylül’ün faşist generallerinden komünist hareket adına duyulan beklentileri de. Bunları görmemekse tarihimizi harcamak olacaktır.

Ne inkar edeceğiz ne de görmezlikten geleceğiz!

Yapacağımız şey, sol tarihimizin bir süreklilik-kopuş mantığı içinde, sorumluluk sahibi bir kimlikle ele alınması olacak…

Tarih ve gelenek… Bunlar çok önemli. Solun farklı dönemlerde, kemalizme ve kemalist harekete dönük yaklaşımlarında da gündelikçiliği ve teorisizliği görmek mümkün. Perspektif yoksunluğunun yol açtığı sıkışma çok uzun süre aşılamadı. Sol hareket kemalizmi tarihsel ve teorik bir çerçeve içerisine yerleştiremedi. Böyle olunca da kendini kemalizmin karşısında, ayaklarını Türkiye topraklarına basan bir siyaset ve ideoloji olarak doğru koordinatlarda tanımlayamadı. İki ucun arasında gidip geldi: Ya kemalizmin karşısında kendini hep zayıf hissetti, bunun bir ucu destekçiliğe diğer ucu da muhalifliğe vardı, ya da kemalizmi lanetleyerek geçmişin günahlarından arınmaya çalıştı. Kimi örneklerde ise daha öteye giderek o ana kadarki bütün sorunu kemalizm kuyrukçuluğundan ibaret gördü.

Bu arada kemalizm, ilk TKP’den başlayarak onlarca ittifak teorisinin ya da faşizm, diktatörlük gibi analizlerin konusu olabildi. İlginç olansa kemalizmin iktidar ve siyaset pratiğinin de bu kurguların hepsine bir ölçüde malzeme sunabilmesi. Peki bu durum bahsettiğim kemalizm yorumlarının hepsinin az çok doğru olduğu anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Zaten amacım da bu önemli olguyu göstermek olacak. Yalnız şunun bilinmesinde fayda var; bu özgün durum tümüyle kemalizmin özgünlüklerine bağlanamaz. Komünist hareketin siyasal analizlerindeki ilkesizliğin ve pragmatizmin de bunda payı vardır.

Bir sol tarih araştırması yapmıyoruz. Ancak, sol düşünce ve siyasetin ülke-mizde nereden doğduğuna dair bir netleşmenin önemli noktaları açığa çıkaracağını zannediyorum.

Solun kaynakları….

Türkiye’de bilimsel anlamda sol hareket iki kaynaktan doğuyor. Birincisi, 1908 devrimi ve II. Meşrutiyet’le başlayan, İttihat ve Terakki iktidarıyla devam eden, 1923’te cumhuriyetin kuruluşu ile tepe noktasına varan burjuva devrim süreci. Bu kaynaktan sol düşüncenin çıkması garipsenmemeli. Türkiye’ye özgü değil, bir yasa olarak burjuva devrimleri bir süre sonra gericileşiyorlar. Marx’ın deyişiyle “burjuvazi ayaklarının üzerinde dikildikten sonra” ilericiliğini kaybediyor. Fakat iktidarı gören burjuvazi başka bir şeyi kaybediyor. Gericiliği kabullenemeyen, devrimin saf ve temiz ideallerine bağlanan kimi burjuva devrimcileri kendi sınıflarına sırtlarına dönüyorlar ve burjuvazinin asla sahiplenemeyeceği sol değerlere yöneliyorlar. Bunlar istenmeyen evlat oluyorlar. Fransız Devrimi’nde Jakobenler biliniyor, hatta “proletarya diktatörlüğü” kavramını ilk kez kullanan Babeuf ve Eşitler Birliği var. Komünizm fikrinin nüvelerini bu Fransız devrimcilerinde görmek mümkün.

Türkiye’de de böyle oldu. Türkiye komünist hareketinin ilk dönem kadrolarından pek çoğu burjuva devriminin genel atmosferi içinde siyasallaştılar. Ama ne Jakobenler gibi ne de Babeuf gibi. Çok farklı bir dönemde, çok farklı insanlarla, çok farklı dinamiklerle. Bizde bu kaynaktan doğan solculuk yeterince derin ve uzun soluklu olamadı. Ve önemli ölçüde Ekim Devrimi’nin belirlediği uluslararası ortamda biçimlendi. Öncesinde yarı bilinçli bir tepkiden ibaret. Bu tepkide eşitlikçiliğin ve özgürlükçülüğün yanında çok güçlü bir milliyetçiliğin izleri var.

Bizde, Ekim Devrimi’yle beraber pek çok eski İttihatçı komünizme yaklaşıyor. Komünizm, burjuva devriminin içinde yetişen pek çok kişi için ideali temsil ediyor. Marx ve Engels, böylesi bir zamansal çakışmayı pek düşünmemişlerdi. Sosyalist iktidarın dünyanın farklı bölgelerindeki burjuva devrimleri ile sadece zamansal değil siyasi bir çakışmayı da yaşaması ihtimali 19. yüzyılda pek uygun görülmemişti. Ama 20. yüzyıl bu sorunu çok canalıcı bir biçimde marksistlerin karşısına çıkarıverdi. Tarihteki ilk sosyalist devrimin ayakta kalması meselesi olarak…

Bizim coğrafyamız içinse bu dönem hem kemalizmin hem de sosyalist hareketin doğuşu açısından önemli ve daha sonra gireceğiz. Ancak bir uyarı, burjuva devrimi 1923’ten sonra sol harekete kan vermedi. Teorik olarak da son derece tutarlı, burjuvazi ayakları üzerindeyken neden solcu üretsin ki; üretmesi bir yana geriye düşen solcular için bir çekim merkezi oldu. Tekrarlıyorum, burjuva devriminin ve ulusal kurtuluşçuluğun ürettiği sol birikim aktivitesini esasen 1917-23 arası koymuş, saf bir karaktere sahip olmamış ve Ekim Devrimi’nin etkisiyle ayakta kalabilmiştir.

Bilimsel anlamda solun ürediği ikinci kaynak ise Ekim sosyalist devrimi. Ekim Devrimi Avrupa’daki çeşitli marksist odakları ve Anadolu’dan pek çok insanı Türkiye’de bir siyasi hareket kurmaya yönlendiriyor. TKP böyle ortaya çıkıyor. Bu iki kanalı birbirinden tamamen ayıramıyoruz. Ancak dönemin iki temel motivatörü oluyorlar. ‘20’li yılların komünistleri bu iki kaynaktan farklı ölçülerde etkileniyorlar.

Bu yazıda TKP merkezi noktalardan birini işgal edecek. Ancak bir tercih olarak ayrıntılı tartışmalara girmekten kaçınacağım. Nedeni ise şu. Bu tartışmaların bir kısmının üzerinde durulmasının sağlıksız, yanlış ve faydasız bir uğraş olduğunu düşünenlerdenim. Ortada tartışılacak meseleler olabilir. Fakat şöyle bir yaklaşım çok daha faydalı olacaktır: 1919-20 ile başlayan dönem Türkiye komünist hareketinin ilk ve uzunca bir dönemidir. Bu dönem uzun olmasının yanında oldukça çetin, zor ve kahırlı bir dönem de olmuştur. Özellikle 1927 yılından itibaren, tütün işçilerinin ve dar bir üniversite/aydın çevresinin dışında hiçbir toplumsal karşılık bulamayan bu hareketin militanları, kadroları arasında bir dizi ayrışma ve hesaplaşma yaşanmıştır. Bu ayrışmaların içinde Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Mihri Belli, Zeki Baştımar gibi TKP yöneticilerinin yanı sıra zaman zaman özgün ve partinin toplam etkisinin üstünde etki yaratan çıkışlar da yapmış Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi isimler de vardır. İlginçtir, en fazla “beğenilmeyen” isimlerden olan İsmail Bilen TKP’nin tarihindeki en önemli çıkış olan 73 Atılımı’nda partinin başındadır.

Şimdi bu dönem kendi kadroları ve insanları üzerinde derin izler bırakan bir dönem olmuştur. Duygusallıklarla ve kişiselliklerle örülü izler. Derin bağlılıkların yanında derin acıların da olduğu, kahramanlıkların yanında ihanetlerin de yaşandığı bir tarih. Ancak şu net olmalı, komünist hareketin tarihine bakarken bu izlerden olabildiğince sıyrılmak, tartışmayı bilimsel ve siyasal bir düzlemde ele almak gerekiyor. Bu tarihe bugün duygusal değil, siyasal bakmak gerek. 50-60 küsur sene önceki kavgalara bakıp taraf tutmanın ya da bunları bugün solun kimliğinin bir yerlerine koymaya çalışmanın yarardan çok zararı vardır. Yapılması gereken bilimsel bir muhasebenin çıkarılmasıdır. Bu noktada ise sözgelimi, TKP’nin bir türlü içinden çıkamadığı sıkışma durumunun açıklanması sözünü ettiğim iç çekişmelerden çok daha değerlidir.

Bu tartışmalarda önemli boyutlar yok değildir. Nazım’ın partiyle gelgitli ilişkisi, Kıvılcımlı’nın yaşadığı gerilimler, 36’daki desantralizasyon kararı, Baraner ve Belli’yle başlayan açılım, 46’daki legal partileşme denemeleri, 51 Tevkifatı’yla yaşanan ağır darbe ve son olarak Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’ni kurması… Bunlar aynı zamanda 27 Mayıs’a kadar TKP tarihinin siyasal anlamlar da içeren dönemeç noktaları. Ancak toplumsal karşılıkları yok. Neden karşılık bulamadıklarına değineceğiz. Ancak söylediğim gibi, olayları kişilerle, komplolarla ya da ihanetlerle değil, siyaset-ideoloji bağlamında açıklayarak.

Solun genel karakteristiklerine dair yazdığımız bu ön notlardan sonra artık hem kemalizmin hem de Türkiye solunun kurulduğu döneme, bu dönemin genel özelliklerine ve iki hareket arasındaki ilişkilere geçebiliriz.

Burjuva cumhuriyetine doğru…

Birinci Dünya Savaşı’nın bitişi Osmanlı için askeri yenilginin ötesinde bir anlama sahip oldu. Hatta fiili bir paylaşım ve tasfiye kapısını açan Sevr Antlaşması’nın da ötesinde, 1908’le başlayan burjuva devrimi için bir ciddi kesinti olarak da görülmeli. Diğer yandan 1913’te mutlak olarak iktidara gelen İttihat ve Terakki’yle başlayan ve oldukça hareketli geçen bir dönemin de sonu oldu. İttihat Terakki hem burjuva devriminin hem de Osmanlılık mirasının sürdürücüsü olmaya çalıştı. Yerel ve müslüman bir sermaye sınıfı yaratma çabası Almanya etkilenimli bir devlet kapitalizmi özentisiyle elele gitti. Diğer yandan güçlü ve büyük imparatorluğun sürdürülme çabası İttihatçıları dünya savaşına sürükledi. Sonuç mu? İttihatçılar sadece bu misyonları taşıyabilecek kadar büyük olmadıklarını gösterdiler; yani hüsran.

Mütarekeden sonra 1918 Kasımı’nda İttihatçı önderleri Enver, Cemal ve Talat Paşalar Alman gemileriyle İstanbul’dan kaçtılar. Giderken ne düşündüler bilmiyoruz ama dönmek, hatta etkili bir çıkışa imza atmak için umutsuz denemelere giriştiklerini biliyoruz. Bu kaçış, utanç verici olmasının ötesinde burjuva devrimi için de bir dönemi kapattı. Artık yeni kadrolara, yeni bir siyasete ihtiyaç duyulacaktı.

Mütareke sonrası dönemin Türkiyesi’nde siyasete damga vuran problem ise netti: Dünya Savaşı’yla birlikte uzun ömrünü sonlandıran imparatorluğun yerini nasıl bir siyaset ve devlet yapılanması alacaktı. Bu soru, bütün siyasal özneler için 1918-1923 döneminin temel sorusu oldu. Ve bu 5 yıllık süreçte oldukça karmaşık dinamikler çok çeşitli siyasal denklemler yarattılar. Özellikle İttihat Te-rakki’den kaynaklanan çok sayıda hareket ve eğilim bu denklemlerde rol aldı.

Burada önemli bir nokta şudur: Bu sürede yaşanan olaylar, kavgalar, hesaplaşmalar ulusal ölçekle sınırlı kalmamış, tam aksine uluslararası düzeyde bir anlama ve işleve sahip olmuştur. Burada Sovyet Rusya hem coğrafi hem de siyasal ve askeri nedenlerle merkezi bir odak olmuştur. Diğer odak ise açıktır: Emperyalist güçler. Osmanlı sonrasına ilişkin sorular, cevaplarını ancak bu uluslararası konjonktür içinde bulabilirdi ve öyle de oldu. Mustafa Kemal’i irili ufaklı bir dizi eğilimin içinden çıkaran ve burjuva devriminin önderliğine yükselten de daha çok Kemal’in Anadolu’nun kaderinin uluslararası dengelere nasıl sımsıkı bağlandığını görmesi ve siyasetini Sovyet rejimi ile emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilere ve gerilimlere göre kurması olgusudur. Burada ön planda olan nesnel yasalar değil siyasal sezgiler, yetenekler ve başından itibaren belirlenmiş net ideolojik tercihlerdir. Bütün bunların komünist hareketi nasıl bir varlık-yokluk probleminin içine ittiğini ise göreceğiz.

Söz konusu zaman diliminde burjuva devrimcilerinin ve bu arada Mustafa Kemal ve arkadaşlarının sorunu şu olmuştur: Yola nasıl devam edilecek. Yolun ne olduğu sorusunun cevabı başından beri nettir. Sadece İttihat ve Terakki’ye değil Osmanlı’nın son yüzyılında yoğunlaşan, fakat ağır, sancılı ve kesintili ilerleyen bir süreç var. Yenileşme, batılılaşma ve çağdaşlaşma paradigmasına sahip bir kapitalistleşme süreci var. Yeni değil, dediğim gibi 19. yüzyılda başlayan ve kemalistlere devrolan bir misyon.

Arada not edeyim. Bu misyonun daha sonraki süreçte, özellikle Sovyetler’le kurulan ilişkilerle değiştiğini ve Mustafa Kemal’in bir ara sosyalist yolu düşündüğüne dair yorumlar teorik olarak zorlama, ampirik olaraksa tamamen geçersizdir. Kurulan çok açık ilişkilere rağmen kemalist kadronun başından beri bu ilişkiyi bir siyasal zorunluluk olarak gördüğü açıktır. Başka kimi eski İttihatçı odaklar için olabilir, ancak Kemal’in bu konuda net olduğunu zannediyorum:

“… hakikaten bolşeviklerin daha etkili bir duruma girmeleri halinde tarafsız görünmek kararıyla İtilaf Kuvvetlerini memleketimizden uzaklaşmağa zorlamak ve aksi halde vatanımızın bolşevik istila alanında kalması tehlikesine sebep olacaklarını iddia etmek … uygun olacaktır” 3 .

Mustafa Kemal bunları 1919’un Haziran ayında Kazım Karabekir’e gönderdiği ve durum değerlendirmesi yaptığı telgrafta yazıyor. Aynı telgrafta, karşı tarafı beklemeden Bolşeviklerle temas kurulması gerektiğini ve “para, silah ve gerekirse insan” yardımı talep edilmesini söylüyor.

“Böylece anlaştıktan sonra kendilerini (Bolşevikleri) sınırda tutmak ve İtilaf Kuvvetlerini memleketi terketmeleri için bir silah olarak kullanmak … uygun olur” 4 .

Mustafa Kemal yine bundan birkaç ay sonra İngilizlerin ve İstanbul Hükümeti’nin Bolşeviklerin Anadolu’ya girdikleri ve kendisi tarafından desteklendiklerine dair iddiaları üzerine Amerikalılara yazdığı bir “teminat” mektubunda:

“Bolşeviklere gelince, bizim memleketimizde bu doktrinin hiçbir şekilde bir yeri olamaz. Dinimiz, adetlerimiz ve aynı zamanda sosyal bünyemiz böyle bir fikrin yerleşmesine hiç elverişli değildir… Türk milletinin bu doktrine karşı hiçbir eğilimi olmadığının ve hatta gerekirse mücadeleye hazır olduğunun en iyi isbatı Ferit Paşa’nın (İstanbul Hükümeti’nin) bolşevizmin memleketi istila ettiği veya etmek üzere olduğu yolundaki aslı olmayan söylentilere karşı milletin duyduğu dehşet hissidir” 5 .

Daha açık söylenmesi gerekmiyor herhalde. Mustafa Kemal Bolşeviklerden faydalanmayı ve bunun için iyi ilişkiler kurulmasını zaruri görüyor. İkincisi; Sovyetler’i İngilizlere karşı bir şantaj aracı olarak kullanmak gerektiğini söylüyor. Ve üçüncüsü de; gerektiğinde Batı’ya sosyalist yolu tercih etmeyecekleri güvencesini veriyor.

Bu politikanın gerçekçi olup olmadığını tartışmıyoruz. Ancak kemalistlerin Sovyet dostluğunun nedenlerini ve sınırlarını göstermek istiyoruz. 1919 yılında söylenenlerin gerekleri yerine getiriliyor. Bolşevikler hayati önemde yardım gönderiyorlar. Bu durum, 1921 başındaki Londra Konferansı’na Ankara hükümetinin de davet edilmesine kadar sürüyor. Bu tarihten sonra kemalistlerin pragmatik tavrında değişme olmuyor, ancak ilişkiler daha önceki yakın dostluk havasından yavaş yavaş uzaklaşıyor; daha mesafeli ve diplomatik bir biçim alıyor. Türk dış politikasında Sovyet alternatifi Batı’ya karşı kullanılmaya devam ediyor. Ama artık Mustafa Kemal Lenin’e “yoldaş” diye hitap eden mektuplar yazmıyor.

İç politikada da “yoldaş”lara pek sıcak bakılmıyor. 20’lerin ortalarından itibaren komünist hareket, kemalist terörü periyodik olarak karşısında görüyor. Ta ki, 51 Tevkifatı’na kadar. Bu tutuklama dalgasıyla TKP tarihinin ilk uzun dönemi sona eriyor ve 73 Atılımı’na kadar sürecek sessizlik başlıyor. Partisiz kalan komünistler, kendi kişisel çabalarıyla ayakta kalmaya çalışıyorlar.

Tereddüt değil, netlik var. Kapitalist yolda net olan kemalistlerin sorunu burjuva devriminin nasıl sürdürüleceği olmuştur.

Yola nasıl devam edileceği sorusundan sonra 1923 yılında cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen süreyi karakterize eden, kemalist hizbin milli mücadelenin niteliği ile ilgili boşluğu siyasi ve askeri bir manevra ile doldurmaları oldu. Siyasal boşluğun bu şekilde doldurulması burjuva devrimin yeni bir kadro toplamı ve siyasal açılımla sürdürülmesinden başka bir şey değildi.

Burada resmi tarihin söylediği kısaca şu:

Mustafa Kemal hareketi 1919’da Samsun’da başladı. Bu başlangıçla ilgili spekülasyonları geçersek, bu adımı Anadolu’nun farklı coğrafyalarında tamamen bağlantısız ve spontane biçimde başlayan lokal direniş hareketlerinin toparlanması ve bir merkeze bağlanması süreci izledi. Bağımsızlıkçı çizgideki bütün eği-limler 1920 Nisanı’nda Millet Meclisi’nde biraraya getirildi. Ulusal hareketin siyasal ve askeri merkezi oluşturuldu ve bunun için Ankara seçildi. Bağımsız-lıkçılık eksenindeki siyasal bir birlikle beraber milli mücadele içindeki dağınık, mahalli güçler düzenli bir askeri güç haline getirildi. Bundan sonrası birtakım askeri başarılar ve işgalci güçlerin ülke topraklarından çıkarılması. Daha sonra Lozan’da kazanılan diplomatik zaferle bağımsız bir cumhuriyetin kurulması…

Bu kadar basit mi? Doğal olarak, hayır. Bu kadar basit ve düz değil. Tarihte hangi burjuva devrimi bu kadar yalın oldu ki. Hele, bir dünya savaşının ardından gelen, ilk sosyalist devrimin etkileriyle karmakarışık olmuş bir konjonktürde ve üstüne üstlük dağılan koca bir ülkenin çok sayıda artığının varolduğu bir ortamda… Kuşkusuz, bu kadar düz ve basit değil.

Tarihin genellikle daha dolambaçlı yolları tercih ettiği biliniyor. Kemalist hareket de daha dolambaçlı yollardan siyasal hegemonyasını kurdu. Kemalist kadro son derece gelişkin ve maharetli siyaset pratiğiyle iktidar mücadelesinde yalnızlaştı. Kurtlar sofrasında en “kurt” olmasını bildi.

Burada ayrıntılı bir tarih anlatımı yapmayacağım. Gerek yok. Ancak konumuz açısından, yani kemalizmin biçimlenmesi ve sol hareketle ilk dönem ilişkilerinin anlaşılması için özel olarak milli mücadelenin ve solun kuruluşunun birkaç kritik dönemeci ile ilgileneceğim. Ama daha önce bir parantez açmak istiyorum.

Buraya kadarki bölümde tanımlamalara ilişkin en uygun seçimleri yapmaya çalıştım. Ancak şunun net olması gerekir: Anlattığım dönemde solun ve ulusal kurtuluş hareketlerinin referans noktası Sovyet Rusya ve bolşevizmdir. Burada bahsi geçen sol hareket de sırtını Sovyet Rusya’ya dayayan komünist harekettir. Özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Asya’daki müslüman karakterli ulusal harekerlerde hakim olan doğucu eğilim siyasal düzeyde Bolşeviklerle çok ciddi ilişkiler kurmuş ve ideolojik düzeyde de Sovyet etkisinde kalmıştır. Avrupa’da ise sosyalist hareketin dengeleri Ekim Devrimi’nin ardından sarsılmış ve şovenist/reformist II. Enternasyonal çizgisinden örgütsel kopuşlar yaşanmaya başlamıştır. 1919’da kurulan Komünist Enternasyonal bir yandan bu kopuşları başka bir örgütsel birliğe yönlendirmiş, bir yandan da Avrupa sosyal-demokrasisini gittikçe daha fazla kapitalist sistemin içine doğru itmiştir. Dolayısıyla bu alanda da komünist hareket sol düşüncenin merkezi hattını işgal etmiştir. Bizim söz konusu döneme dair analizlerimizde de merkezi noktayı işgal edecektir.

Bu önemli kaydı koyduktan sonra konumuza geri dönebiliriz.

Önce yukarıda ifade edilenleri toparlamak istiyorum. Birincisi; Mustafa Kemal hareketi 1919’da Samsun’da başlamıştır. Bu, kronolojik başlangıçtır. Tarihsel olarak ise Mütareke başlangıç noktasıdır. Ve aşağı yukarı 4-5 senelik hareketli bir dönemin sonunda ulusal hareketin hegemon gücü haline gelmiştir. İkincisi; bu hareket gökten zembille inmemiş; İttihat Terakki deneyimini yaşamış ve buradan birtakım dersler çıkarmış millici kadrolar tarafından oluşturulmuştur. Dolayısıyla aynı zamanda İttihatçıların bıraktığı burjuva devriminin bayrağını devralmışlardır. Kemalist hareket bütün anti-İttihatçı görünümüne rağmen İttihat ve Terakki geleneğindendir. Üçüncüsü; Mustafa Kemal ve yakın çevresindeki kadro öbeği çok sayıda siyasi özneyi elimine ederek iktidar mücadelesinde yal-nızlaşmışlardır. Çeşitli araçlarla; siyasal becerileriyle, diplomatik başarılarıyla, terör yöntemleriyle, kişisel manipülasyonlarla vs. Burada önemli olan nokta ulusal ve uluslararası dengelerin iyi hesap edilmesidir. Mustafa Kemal’in bolşeviklerle ilişkilerini de bu çerçevede ele almak gerekmektedir. Son olarak, Türkiye komünist hareketinin ilk dönem örgütlenmeleri ayağını basacak sağlam yer arama çabasıyla geçmiş, soluğu, gücü ve ufku daha iddialı bir konuma gelmesini engellemiştir.

Şimdi, bütün bu süreç boyunca hem kemalistler için hem de sol hareket için birkaç önemli dönemeç vardır.

En önemlisi 1920 sonbaharı ile 1921 başı arasındaki dönemdir. Açmaya çalışalım.

1920 Eylülü itibariyle Anadolu’da durum şudur: Askeri olarak milli mücadele Kuvay-ı Seyyare denilen lokal gerilla birlikleri tarafından yürütülmektedir ve bunun yanında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde emperyalist ülkelerin işgaline karşı direniş hareketleri sürdürülmektedir. Çerkes Ethem ve etrafındaki kuvvetler en ciddi askeri güçtür. Öyle ki, Ethem’in kuvvetleri Batı Anadolu’da bulunmasına rağmen Ankara’nın doğusundaki gerici isyan hareketlerinde bile Ethem’e başvurulmaktadır. Bu dönem Ethem’in prestijinin inanılmaz ölçüde yükseldiği dönemdir. Mustafa Kemal gölgede kalmaktadır. Diğer taraftan Meclis çevrelerinde Sovyet etkisi çok güçlü biçimde hissedilmektedir. Sovyet Rusya ile askeri ve diplomatik temaslar kurulmaya başlanmıştır. Milli mücadeleye ilk ve en büyük askeri destek Rusya’dan gelmiştir. Ortak payda anti-emperyalizmdir. Bolşeviklerle kurulan samimi ilişkiler ulusalcı hareket içinde büyük bir bolşevizm sempatisi yaratmıştır. Dahası, Anadolu orijinli komünist oluşumlar hatırı sayılır bir güce ulaşmışlardır. Dağınık illegal komünist çevreler, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı (THİF) kurmuşlar ve Meclis içinde Halk Zümresi’yle beraber İçişleri vekilliğini belirleyecek ölçüde güçlenmişlerdir. Sadece THİF değil, islamcı/sosyalist karakterli Yeşil Ordu hareketi de büyük bir etki sahibidir. 10 Eylül 1920 tarihinde Bakü’de yapılan kongre ile TKP kurulmuş ve bu örgüt hızlı biçimde yurt içindeki komünist çevrelerle ilişki kurmaya yönelmiştir. Parti Anadolu’ya hem Mustafa Kemal’le hem de diğer solcu çevrelerle ilişki kurmak üzere kadrolarını göndermeye başlamıştır.

Bu gelişmelerin yanı sıra Mustafa Kemal ve arkadaşlarındaki İttihatçı alerjisini kaşıyacak gelişmeler de olmaktadır. Yukarıda değinilmişti; Osmanlı’nın savaştaki yenilgisi Türk burjuva devrimi için siyasal açıdan bir yenilenmeyi zorunlu kıldı. Yenilenmeyi dayatan siyasi otorite boşluğunun doldurulmasıydı. Yine değinildi; Enver Paşa ve arkadaşları bu boşluğu dolduramadılar. Kemalist hareket, işte, bu boşluğu doldurarak bir siyasi parti haline gelmiştir. Fakat bu otomatik bir süreç olarak işlemedi. Enver ve arkadaşları, dramatik bir yolculukla, Alman dostluğundan Bolşevik düşmanlığına vardılar. Ancak hemen değil, bir dizi arayış sonunda. Bu arada bizim yoğunlaştığımız dönemin hemen öncesinde Enver, Rusya’ya geçmiş ve Bolşeviklerin doğucu hareketlere gösterdikleri yakınlığa dayanarak İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı hareketini başlatmış ve Anadolu’da Halk Şuralar Fırkası’nı örgütlemeye yönelmiştir. Enver’in örgütlen-meye başlamasının Mustafa Kemal’i rahatsız ettiği açıktır. Çünkü Kemal ve arkadaşları eski İttihatçıları başından beri önlerinde bir engel olarak görmüşlerdir.

Dönemin siyasal koşulları bunlardır. Peki bu koşullarda oldukça geniş bir siyasal yelpazeye sahip olan Anadolu hareketine yön verecek bir siyaset, ideoloji ve örgüt bütünlüğüne sahip herhangi bir çevre söz konusu mudur? Aslında hayır. Ne Kemal’in ne de komünistlerin dört başı mamur bir hazırlığa sahip olduklarını söylemek mümkün değildir. Diğer bir deyişle Mustafa Kemal’in daha 1918’de net bir programla ve güçlü bir ekiple işe başladığını söylemek ne kadar abartıysa, komünistlerin de aynı nedenle başarılı olmadığını söylemek de o kadar abartıdır.

Bahsettiğimiz dönem tartışmasız tarihin başdöndürücü bir hızla aktığı bir dönemdir. Siyasal özneler bu tür dönemlerde olağanın ve çaplarının çok üzerinde bir siyasal etkinliğe zorlanırlar. Beklenmedik sıçramalar ani geri-lemelere eşlik eder. Çok açık ki, Kemal ve arkadaşları ciddi bir sıçrayışa imza atmışlardır. Fakat bu sıçrama bir siyaset-program bütünlüğü üzerinden değil, nesnelliğin sunduğu olanaklar değerlendirilerek ve daha önemlisi siyasal sezgilerle yapılmıştır.

1920 sonbaharı hızlı değişen bir nesnellikte önemli bir dönüm noktasına işaret etmiştir. Bu işareti gören ve gereklerini yerine getirense ne yazık ki komünist hareket değil burjuva devrimcileri olmuştur. Nedenlerine geleceğiz, ama önce nasıl olduğuna bakmak gerek.

Kritik bir kopuş noktası olarak tarif ettiğimiz anda, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını bir adım öne çıkaran aslında askeri ve ideolojik boyutları da olan bir siyasal operasyondur. Bu operasyonun en önemli yanı bir yandan alternatif siyasal güçleri sindirirken bir yandan da uluslararası dengelerde tercihleri netleştirmiş olmasıdır. İlk olarak, giderek birbirlerine yaklaşmakta olan yerli, İttihatçı kökenli, sosyalizan Yeşil Ordu çevreleriyle Anadolu kökenli komünist oluşumlara müdahale edildi. Müdahalenin bir yanı daha önce Yalçın Küçük’ün de Tezler’in ikinci cildinde üzerinde durduğu “resmi TKP” meselesidir. Uzatmayacağım; bu parti ne samimi komünistler tarafından ne de Sovyetler’e şirin gözükmek için kurulmuştur. Partiyi kuranlar, Hakkı Behiç’ler, Adnan Adıvar’lar, Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarıdır. Asıl niyet, Anadolu’da güçlenen komünist çevrelerin etkisini kırmak ve bu yöndeki ilgiyi yönlendirmek, kontrol etmektir. Bu kısmi olarak başarılı da olmuştur. Ancak yine de böylesi bir truva atını da kontrol etmek mümkün olmamış parti kurulduktan birkaç ay sonra kapatılmıştır 6 .

Operasyonun diğer önemli adımları yine Mustafa Kemal’in arkadaşlarının da içinde olduğu ancak güçlü bir sol rengi olan Yeşil Ordu’nun dağıtılması ve son olarak Anadolu kökenli komünistlerin kurduğu THİF’in kapatılması ve kurucularının yargılanmasıdır.

Bu örgütler ideolojik olarak oldukça bulaşık bir karaktere sahiptirler. Yeşil Ordu çevrelerinde islamcılık, bolşeviklere duyulan sempati ile yanyana durmuştur. THİF’i kuran kadrolarda ise daha net komünist eğilimler vardır. Bu kesim “Anadolu TKP” olarak da adlandırılmaktadır. Öte yandan THİF kapatılmadan önce, Yeşil Ordu ve onun Meclis’teki ayağı Halk Zümresiyle daha yakın ilişkiler kurmaya çalışmıştır.

Peki ideolojik olarak bu kesimlerde yaşanan belirsizlik ne ifade eder? Açıkçası bu çevreleri biraraya getirecek ve ideolojik karmaşayı giderecek ya da tolere edecek bir siyasi proje söz konusu olmadı. Ya da böyle bir birlikteliğe kimse imza atamadı. Asıl yakınlaşmayı sağlayan ve Mustafa Kemal’i sert tavır almaya iten, bu hareketlerin milli mücadelenin askeri ve siyasi anlamda en civcivli döneminde gösterdikleri açık Bolşevik yanlısı tutumları ve Anadolu’da kurulabilecek bir Bolşevik yönetim arayışları oldu.

Tabloyu tamamlayansa, ülkedeki sol hareketlerle henüz buluşamamış, ancak teşkilatını kuran ve bu yönde adımlar atan TKP ve Mustafa Suphi olgusu olmuştur. 10 Eylül 1920’de Bakü’de yapılan kuruluş kongresinden sonra Suphi’nin amacı Anadolu’ya ulaşmaktır. Suphi ile Kemal arasında birtakım yazışmaların olduğu biliniyor. Dostça yazışmalar bunlar. Fakat yoldaşça değil. Mektuplarda “yoldaş” diye hitap edilse bile. Suphi Bakü’de kalmakla yetinse belki “dostluk” sürebilirdi. Fakat Suphi’nin Anadolu’ya yönelişi, bir başka deyişle TKP’yi ülkesine götürme ve olması gereken yerde bir komünist hareket kurma arayışı bu dostluğun bitişinin nedeni olmuştur. Bu nokta çok önemli, hem komünist hareketimizin tarihi hem de burjuva devriminin seyri için. Yeni kurulan partinin sekreterinin ve on dört arkadaşının ülkeye dönüşü henüz beşikte olan kemalist hareket için korkutucu bir etki yaratmıştır. Korkulan şey dağınık durumda olan sol çevrelerin toparlanması ihtimali olmuştur.

Suphi’nin bunu başarıp başaramayacağından bağımsız olarak Kemal ve arkadaşları bu yolculuğu oldukça tehlikeli bulmuşlardır. Suphi’lerin katliyle Mustafa Kemal’in doğrudan ilişkisi hâlâ tartışılıyor. Daha da tartışılacak. Sadece şunu söylemek istiyorum; Suphi’lerin katli, komünist hareketin milli mücadele içindeki etkinliğinin örgütlenebilmesi olasılığını ortadan kaldırmıştır.

Yukarıda bahsettiğim siyasal operasyon bu noktayı da kapsamaktadır. Çok dar bir zaman aralığında gerçekleşen bütün bu gelişmeler hep aynı noktaya işaret etmektedir. Kemalist hizip bir yandan tekleşirken bir yandan da burjuva devri-minin geleceği için belli kararlar almaktadır. Yoksa ne ciddi bir siyasi görüşü bile bulunmayan, naif bir yurtsever olan Çerkes Ethem’in askeri anlamda risk alınarak tasfiye edilmesini ne de M.Kemal’in bir komünist parti kurdurup birkaç ay sonra kapatmasını anlamak mümkündür.

Anti-emperyalizmin sınırları…

Şu ana kadar Türkiye burjuva devrimi sürecinin en önemli kopuş noktasının daha çok ulusal boyutuyla ilgilendik. Oysa içerideki gelişmelerden ayrı düşünülemeyecek bir de uluslararası siyaset var. Yazının başlarında da söylediğim gibi incelediğimiz dönem ulusal ölçekle uluslararası ölçek arasındaki mesafenin fazlasıyla daraldığı bir dönemdir. Ve hem kemalizmin hem de ülke-miz komünist hareketinin emekleme çağını yaşadığı bir zamanda Sovyet Rusya ve emperyalistler belirleyici roller oynamışlardır.

Öncelikle bizim cephemizden şunu söylemek lazım. Bu dönemde devrimci süreçler bir ucunda Sovyet Rusya’nın bir ucunda da ulusal kurtuluş hareketlerin durduğu anti-emperyalist bir hat üzerinde seyretmektedir. Avrupa’da Macaristan ve özellikle Almanya’daki devrim girişimlerinin başarısızlığa uğramasından sonra sosyalist sistemin kıtadaki ilerleyişinin daha uzun bir döneme yayılacağı Komintern önderliği tarafından görülmüş ve Avrupalı komünist partiler böyle bir sürece uyum sağlamaya zorlanmıştır. Bu partiler leninist deneyim çerçevesinde yeniden örgütlenmeye çalışılmıştır. Bolşevizasyon olarak nitelenen bu çabalar, gerçekte Komintern’in geri çekilmeye verdiği bir yanıttı.

Devrimci dalganın Avrupa’daki geriye çekilişi Sovyet Rusya’yı emperyalizm karşısında ulusal kurtuluş hareketleriyle daha ciddi ittifaklara zorladı. “Doğu”nun önemini artırdı.

Arka plandaki gelişmeler bunlardır. Aynı bağlamda, 1920 başında imzalanan Sevr Anlaşması’yla ortaya çıkan siyasi ve askeri destek arayışı Ankara’yı özellikle İngiltere’ye karşı Sovyelere, Asya’daki anti-emperyalist karakterli ulusal mücadeleleri sosyalist devrimin bir ek enerji kaynağı haline getirme çabaları da, Bolşevikleri Ankara’ya yakınlaşmaya itmiştir. İlişkinin belirleyici unsuru ise doğal olarak milli mücadeleye verdiği askeri ve siyasi destekle Sovyetler olmuştur.

Sevr’in hemen ardından diplomatik ilişkiler kurulmuş ve böylece başlayan dostluk havası uzun süre devam etmiştir. Aynı dönem Rusya’da da iç savaşın sonlarına yaklaşıldığı bir dönemdir. Bolşevikler henüz Kafkasya’nın bütününe hakim değildir ve emperyalist İngiltere Kafkaslar’da Sovyetler’le Türkiye arasında bir tampon bölge yaratma arayışındadır. Emperyalistlerin planı budur.

Meselenin önemli yanı, yine 1920 sonu itibariyle Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’daki gelişmelerle Kafkaslar’daki otorite boşluğunun Bolşevikler lehine kapatılmasıdır. Dahası emperyalist planların boşa çıkması Sovyet güçlerinin ilerleyişi dostluk ilişkilerine rağmen Mustafa Kemal ve arkadaşlarında ciddi bir tedirginliğe yol açmıştır. Bu gelişmeler bir yandan da Anadolu’daki komünist çevrelerin ve Bolşevik yanlısı ulusalcı güçlerin etkinliklerini artırmıştır.

Bu noktaya daha önce değindim. Kemalistler için bu bir tedirginlik nedenidir. Diğer nedenlerle birleştiğinde bahsettiğim siyasal operasyonla bir yandan milli mücadele içinde egemen durumlarını pekiştirmişler bir yandan da sosyalist yol ihtimalini elimine etmişlerdir.

Gittikçe önemli bir noktaya geliyoruz: Kemalist hareketin anti-emperyalistliği sorunu. Başta da söyledim; Mustafa Kemal başından beri siyasetini emperya-lizmle Sovyet Rusya arasındaki gerilimler üzerine inşa etmiştir. Bir kopuş noktası olarak tarif ettiğimiz olayların hemen ardından Ankara Hükümeti’nin İngiliz güdümlü İstanbul Hükümeti’yle birlikte 1921 Şubatı’nda toplanan Londra Konferansı’na davet edilmesi tesadüf değildir. Bu davetin iki etkisi olmuştur. Birinci Sovyetler ile Ankara arasındaki ilişkide Ankara’nın eli güçlenmiştir; ikincisi emperyalizmin Anadolu’ya dair planlarında belirli bir yön değişikliğinin de ilk adımı olmuştur. O ana kadar “kemalist çeteler” diye adlandırdıkları Ankara Hükümeti böylece resmi olarak tanınmıştır.

Yön değişikliğinde yani Londra Konferansı’ndan sonra da İngiltere ve Fransa’nın Ankara ile ilişkilerini sürdürmesinde Sovyetler’in önünü kesme hedefi birinci plandadır. Sovyetler’in yanında bir Türkiye olasılığı Ankara Hükümeti’ne sırt çevirmelerini engellemiştir.

Peki bu durum milli mücadele içindeki güçler için ne anlam ifade etti Aslına bakılırsa tüm bu uluslararası ilişkilerde kemalist politikanın merkezinde hem emperyalistlerden hem de Bolşeviklerden bağımsız bir siyasi yapı hedefi oldu. Bu perspektif hem bir dönem Sovyetler’le kurulan çok yakın ilişkinin hem de milli mücadelenin önderliğini oluşturan kemalist hizbin Londra’da Lozan’da giriştikleri diplomatik çabaların nedenini oluşturmuştur. Dolayısıyla birkaç sene içine sığan bu olaylarda bir tavır değişikliği olsa da temelde bir çelişki yoktur.

Bu çerçevede Mustafa Kemal’e mutlak bir anti-emperyalizm atfetmek mümkün değil. Olan biten şey daha çok bağımsızlık ve üniter bir burjuva cumhuriyeti arayışının özgün bir konjonktürde emperyalizmin karşısına sosya-lizmin de yanına düşmesidir. Türkiye burjuvazisinin emperyalizm karşıtlığından daha mesafeli ilişkilere oradan da bugün emperyalist sistemin göbeğine çe-kilişi sürecinde bir siyasal mantık vardır. Kırılma noktaları ve çelişkiler yok değilse de daha önemli olan Türkiye burjuvazisinin ve onun temsilcilerinin ciddi bir yön değişikliği yaşamamış olmaladır.

Özetle burjuva devrimcilerinin siyasal tercihleri onların anti-emperyalizmlerinin de sınırlarını fazlasıyla belirlemiştir. Hep söylüyoruz: Burjuva devriminin yurtseverliğinin emperyalizme mutlak olarak sırtını dönmesi mümkün değildir.

Görkemli açılış dramatik çözülüş…

Değerlendirmeye kemalist hareketle ve bu hareketin ortaya çıkış koşullarıyla başlamamızın nedeni şu: Türkiye’de sol hareket burjuva devrim sürecinin içine doğmuştur. Bu olguyu bir kronolojik çakışmadan ibaret görmekse olanaksızdır. Sol hareketimiz bu olgudan kaynaklanan nedenlerle siyasal ve örgütsel olarak bir dizi sorunla karşı karşıya kalmıştır. Ve ne yazık ki, bu sorunları aşacak bir siyasal ve örgütsel yetenek gösterememiştir.

Konunun diğer boyunda, bu dönemin sadece sorun yarattığını söylemek ise devrimci siyasetin mantığı açısından yanlıştır. Çünkü devrimcilik çoğunlukla sakin sularda yapılmıyor. Çok canlı ve hareketli bir zamanı verimli kılabilmek içinse devrimci olmanın ötesinde şeyler gerekiyor.

Her şeyden önce birkaç hatırlatma. Birincisi, Türkiye’de bilimsel olarak sol hareketin iki kaynağı var ve bunlar bizzat burjuva devrim sürecinin kendisi ile Ekim sosyalist devrimidir. İkincisi, bu iki kaynaktan politik olarak belirleyici olanı Ekim Devrimi’dir. Üçüncüsü bu iki kaynağın ortaya çıkardağı kadroları, çevreleri mutlak olarak birbirinden ayırmak çok zordur. Çünkü bu hareketler için cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen süre bağımsız çabaların yanı sıra biraraya gelme çabaları ile de geçti.

Şimdi dönemin komünist hareketine dair kabaca bir tablo çizmeye çalışalım.

Yukarıda da söylediğim gibi özellikle 1920 başlarında yaygınlaşan Anadolu’daki komünist hareket İttihatçı kökenlidir. Ve bolşevizmin anti-emperyalist karakterinden etkilenerek komünizme yönelmişlerdir. THİF üzerinden denedikleri partileşme hareketini ise, başaramamışlardır. Genel olarak bir halk hareketinden ziyade bir aydın çevresinden ibaret kalmışlardır. Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla her zaman mesafeli olmuşlar, toparlanmaya ve Bakü’deki TKP’yle bağlantı kurmaya dönük çalışmaları çok uzun sürememiştir. Diğer taraftan islamcı/solcu Yeşil Ordu çevresiyle yakınlaşmalarına da izin verilmemiştir. İlginç olan TKP’nin daha sonraki dönemlerinde, bu çevreden gelip de parti içinde etkin olan kimse yoktur.

Bir diğer grup, Alman spartakist hareketinden esinlenen Şefik Hüsnü ve Aydınlık Dergisi çevresidir. Bu ekip işçi sınıfının daha yoğun olduğu İstanbul ve etrafında örgütlenmeyi hedeflemiş, milli mücadele döneminin en işçici modelini sahiplenmiştir. Aynı zamanda klasik marksist literatüre en yakın olan bu kadrolardır. TKP’nin Bakü Kongresi’ne temsilci göndermişler (Ethem Nejat) ve partileşme hareketinin içine dahil olmuşlardır. Bu kongrede Şefik Hüsnü, gıyabında merkez komitesi üyesi seçilmiştir. Ancak, ardısıra gelişen olaylar TKP’nin örgütlü çalışmasına izin vermemiş ve Aydınlık kendi bağımsız çalışmalarına devam etmek zorunda kalmıştır. TKP’nin sonraki dönem faaliyetlerinde Şefik Hüsnü başta olmak üzere bu ekol belirleyici olmuştur.

Bu arada Anadolu’daki irili ufaklı sol çevreleri geçiyorum ve son olarak, Komintern’e örgütsel olarak en yakın ve Sovyet politikalarından en fazla etkilenen çevre olan Mustafa Suphi ve Bakü TKP’ye geliyorum. Bilindiği gibi Suphi’lerin katli bu çevrenin ayrı bir siyasal merkez olarak sivrilmesini engellemiştir. Yukarıda kemalist hareketi ele alırken değinmiştim: Suphi ve arkadaşları Ankara tarafından İstanbul’da ve Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki komünist hareketleri biraraya getirebilecek bir tehlike olarak görülmüşlerdir.

Bu çevreler faaliyetlerini, bir örgütsel birliğe vardıramadan kesintili biçimde 1924’e kadar sürdürmüşlerdir. 1925’te Şefik Hüsnü’nün İstanbul’daki evinde yapılan İkinci Kongre ile TKP bir merkez yapılanmasını kurmuş, ancak yine aynı yıl Takrir-i Sükun kanunuyla başlayan kemalist terör dalgasından ciddi bir darbe almıştır. Daha sonra canlandırılmaya çalışılan örgüt, bu kez de içeriden ciddi bir likidasyon yaşamıştır. Bilindiği gibi parti genel sekreteri Vedat Nedim’in 1927 yılında, elinde belge ve bilgilerle polise gitmesiyle yeni bir tevkifat yaşanmıştır. Vedat Nedimlerin ihanetiyle aslında TKP tarihinde bir dönemin sonlandığını söylemek de mümkündür. Böylece, dönemin ulusal kurtuluşçu ideolojisi kanalıyla komünist hareket içinde yer bulan kadrolarla TKP’nin yolu ayrışmıştır. Bir başka deyişle, kemalizm ödünç verdiği Vedat Nedimleri, Şevket Süreyyaları yeniden kendi sahasına çekmiştir.

Bu kısa bilgilerden sonra, dönemin komünist hareketiyle ilgili daha ayrıntılı değerlendirmelere geçebiliriz.

Birincisi, şunu cesaretle tespit etmek gerek; Türkiye’de burjuva devriminin içine doğan komünist hareket anlamlı bir siyasal varlık gösterememiştir. Ekim Devrimi’yle ortaya çıkan devrimci dalganın yarattığı bir dizi olanağa rağmen.

İdeolojik olarak komünizm ezilen, sömürülen yığınların gerçek özlemlerini ifade eden bir dalga olarak bütün görkemiyle ortadadır. Ulusal kurtuluşçuluk, bolşevizmle birlikte anılmakta ve ciddi bir aydın dinamizmi ortaya çıkarmaktadır. Boşevikler komünist partilere önemli örgütsel ve siyasi kanallar açmaktadırlar. Bunlar olanaklardır. Peki Türkiye’deki komünist çevreler bunları ne kadar değerlendirebildiler? Kuşkusuz bu teknik değil, tamamiyle siyasal bir sorudur. Cevabı da açık olmalıdır: Ne yazık ki, 20’li yılların tüm uygun koşullarına rağmen Türkiye komünist hareketi örgütsel olarak güçsüz, zayıf, dağınık ve siyasal olarak da dışsal olmaktan kurtulamamıştır. Siyasal düzeyde gitgide otoritesini ve gücünü ortaya koyan bir alternatif olarak kemalist harekete göre sinik ve dışsal kalmıştır. Evet bir aydın tabanına sahip olmuştur, fakat sosyalizan ve halkçı bir kitlesel dinamizm yaratamamıştır. İlginçtir, kemalist hareketin yukarıda anlattığım solu budamaya dönük hareketi tam da böylesi bir kitle tabanı ilişkisine müdahale etmiş komünistleri savunma pozisyonuna itmiştir.

Kuşkusuz, meselenin bir de ideolojik yanı var. O da şudur: Belirli bir toplumsal hareketliliğin içine doğan Türkiye solu, sosyalizm ile yurtseverlik arasında etkili ve geçerli bir ilişki de kuramamıştır. Etkinliğin ölçüsü kuşkusuz toplumsal düzeyde anlamlı olabilmesidir. Komünist hareketi eklenti olmaktan çıkaracak olan böylesi bir ideolojik temasın önkoşulu, bir örgütsel ağırlığı ulusal kurtuluş mücadelesini ileriye doğru itecek siyasal hamlelerle biraraya getirebilmekti. Bir önceki bölümde önemle üzerinde durduğum mesele tam da budur. Milli mücadelenin kaderinin henüz belirsiz olduğu bir dönemde, Anadolu’daki cılız sol çevre-ler bir bolşevik alternatifini ortaya koymaya kalkışmışlar, ancak karşılarında Mustafa Kemal ekibini görmüşlerdir.

Söz konusu dönemde bu kesimler ne kadar örgütlüydü, bir programları var mıydı, siyasal ufukları neydi gibi sorular sorulabilir. Cevapları da son derece kuşkulu sorulardır bunlar. Ancak bu çıkış denemesinin öznel olarak o dönem sol cenah için en anlamlı olasılık olduğunu da düşünmek gerekir.

Anlamlı bir çıkışın diğer koşulu da hiç kuşkusuz, diğer siyasal güçlerle ilişkinin tarif edilmesidir. En başta da Mustafa Kemal’le. Bu açıdan sol cenahtaki en marksist ekip olan İstanbul TKP’nin, Şefik Hüsnü çevresinin kemalist hareketle ilişkisini klasik eski düzene karşı burjuvazi-proletarya ittifakı sınırları içinde algılaması bu kesimi siyasal açıdan oldukça etkisiz kılmıştır. Bir tarafta işçi sınıfı eksenli bir komünist siyaset bir tarafta da ulusal kurtuluş mücadelesini veren burjuva kadrolar… Bu yaklaşımın marksist teori içinde bir karşılığı mutlaka vardır. Dahası, tarihsel olarak yanlış da değildir. Ancak, dönemin siyasal koşulları düşünüldüğünde edilgenleştirici bir uca götürdüğü farkedilir. İlginç nokta ise, bu çevrenin 1923 yılında maruz kaldıkları ilk tevkifata kadar Mustafa Kemal hareketine en olumlu bakan çevre olmasıdır. TKP’nin uzun süre yükünü çekense yine bu kesimden gelen kadrolar olmuştur.

Diğer taraftan Anadolu’daki komünistler, ulusal hareket içinde etkin olmaya dönük cılız adımlar atmışlardır. THİF üzerinden partileşme, Yeşil Ordu ile beraber hareket etmeye çalışma, Meclis’teki çabalar… Bu yüzden de en erken bu çevre tutuklamalara maruz kalmıştır. Bu yaklaşımın içine Mustafa Suphi’yi de dahil etmekte fayda var. Yukarıda da söylediğim gibi Suphi’nin Anadolu’ya geçmesinin amacı, milli mücadeleye sol bir müdahale yapmaktır. Dahası, bunun olanaklı olmadığını söylemek de mümkün değildir. Çok açık olarak, Suphiler işçi sınıfının olduğu İstanbul’u değil, milli mücadelenin ve bu anlamda iktidar mücadelesinin sürdüğü Ankara’yı tercih etmiştir.

TKP’nin ilk dönem kadroları arasında bir ayrışmanın da ipuçlarını görebili-yoruz burada. Yaşayanlar tarafından hiçbir zaman belirtilmese ve program düzeyinde Komintern’in ulusal hareketlere karşı takındığı tavırdan ayrılmasa da iki ayrı tarzı siyaset var ortada. Mustafa Suphi ve Şefik Hüsnü’yü bu iki tarzın temsil edildiği isimler olarak görmek mümkün. Birincisi reel politiker, diğeri doktriner. Reel politiker olan kemalizme uzak iktidara yakın; doktriner olan kemalizme yakın iktidara uzak. Doktriner olanın daha uzun soluklu olması ile iktidar perspektifine uzak olması arasında bir neden sonuç ilişkisi yoktur. Ancak bu durum, daha doğarken önemli olanakları elinde bulunduran sol hareket için büyük bir talihsizliktir.

Yazının başında Türkiye solunun tarihinde siyasi iktidar fikriyle barışık olmadığını yazmış ve kemalizmi doğru değerlendiremeyişini bununla iliş-kilendirmiştim. Talihsiz olansa bu sorunun bir çocukluk hastalığı olarak görülmesidir.

Peki nasıl olabilirdi? Burjuva devrimi sürecinde komünist hareket kendine, muhaliflikten ya da destekçilikten öte nasıl bir yer bulabilirdi? Spekülasyona yer bırakmadan cevap verilebilir. Açıkçası, bunun tek yolunun partileşmiş bir komünist hareketin ideolojik olarak kapsayabileceği bir halkçı damar bulması olduğunu düşünüyorum. Ulusal kurtuluşçuluğun sosyalizmle kader birliği ettiği çok uygun bir coğrafyada, TKP’nin etrafında bir kitlesel dinamizm üretmesinin imkanları vardı. Ve önceki bölümde de söylediğim gibi böylesi olasılıkların belirdiği durumlarda kemalist kadrolar ciddi önlemler almışlardı.

İdeolojik olarak sol eğilimli bir ulusal hareketin içinde, mutlak Sovyet dostu, kritik dönemeçlerde askeri ve siyasal olarak inisiyatif alabilen, kemalist hareket karşısında zayıf kalmayan ve burjuva devrimcilerini ileri adım atmaya zorlayabilecek bir komünist hareket… Evet, kastettiğim aşağı yukarı bu.

Dönemin TKP’sinin böylesi bir misyonun altından kalkmasının zaten mümkün olmadığını, dolayısıyla bu tartışmanın da beyhude olduğunu söylemek tümüyle apolitik bir yaklaşımdır. Sonuçta anlamlı bir toplumsal zemin yaratılamamasını politik beceriksizliklerle açıklamak ve bu birkaç yıllık dönemin olanaklarına takılıp kalmaksa marksist bir yaklaşım olmayacaktır.

Yukarıda söylenenleri dengelemek değil fakat açıklamak için şunu görmek önemli: Türkiye’de komünist hareket ciddi deneyimler oluşturabileceği bir ilk birikim ve olgunlaşma dönemi yaşamadan, herhangi bir radikal aydın geleneğine ya da bir halk tabanına sahip olmadan, büyük sorumlulukların altına girmiştir. Sorumluluk hem bağımsız bir komünist siyasetin yaratılması hem de bu siyasetin iddialı bir çıkış yapabilmesiydi. Bir de bu iki hamlenin dar bir zaman aralığında yapılması gerekiyordu.

Sosyalist hareketin, başarılı ya da başarısız sıçrama gerçekleştirdiği Rusya, Almanya gibi ülkeleri düşündüğümüzde bu son noktaların değerini daha da iyi anlayabiliriz.

Özel olarak sınırlı bir tarih kesiti üzerinde durdum. Yani, 20’li yılların başları. Gerçekten bir kopuş noktası olduğu için. TKP’nin özellikle 1925 ve 1927 yıllarındaki toplu tevkifatlar sonrasında ciddi bir etkinliği kalmamıştır: İdeoloji dozajı yüksek kişisel girişimlerin dışında, kemalist terörü ensesinde hisseden, cılız ve kesintili örgütsel denemelerin ötesine gidemeyen bir sol hareket.

Kaçınılmaz olarak “iki Hikmet” öne çıktı. Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı, tarihimizin bu iki onurlu mücadele adamı, partinin içinde bulunduğu çıkışsızlıktan, partiden atılmayı da göze alarak ama komünistliklerinden taviz vermeden, tamamen kişisel yeteneklerine ve inatçılıklarına dayanarak çıktılar. Çıkabildikleri kadar ve bedelini ödeyerek. “İki Hikmet” ömürlerinin biri 17 yılını diğeri 24 yılını hapiste geçirdiler. Nazım sadece şiirleriyle değil bir bütün olarak kişisel ağırlığıyla, Kıvılcımlı ise tek başına ve zor koşullarda giriştiği teorik çalışmalarla (Marksizm Bibliyoteği, Emekçi Kütüphanesi) yeni kuşakları etkileyen iki kaynak oldular.

Özellikle Nazım; gizliden, elden ele dolaştırılıp okunan şiirleriyle koca Nazım… Faşizmin karanlığının bütün dünyada ve sosyalist ülkede bilfiil, Türkiye’de ise gölgesiyle hissedildiği zamanlarda siyasal olarak değil belki, ama bir simge olarak Türkiye komünist hareketinin onuru olan Nazım…

Ve görkemli başlayan ancak çözülmeyle biten bir doğum…

Bir yanda illegaliteye itilen ve çok zor koşullarda partili mücadeleyi sürdüren devrimciler, bir yanda da kemalizmin şemsiyesi altına sığınanlar… Kadro Dergisi ve arayışı, iktidar mücadelesinde kenarda kalan bir komünist hareketin, ideolojik olarak kemalizmle aynı kökleri paylaşan ulusalcı kadrolarının iktidara ricat etmelerinin sonucu ortaya çıktı. Kemalist iktidarın devletçi-planlamacı bir arayış içinde olduğu 30’lu yılların başında sahneye çıkan Kadrocular, kemalizmin biçimsizliğinden bir ideoloji ve sistem çıkarma arayışına girdiler. Önce hoşgörüyle karşılandılar, sonra ise tehlikeli bulundular. Ve dergi kapatıldı. Şevket Süreyyalar, Vedat Nedimler de kemalizme, memuriyet hayatları içinde hizmet etmeye devam ettiler.

Kadro, kemalizme yapılan ilerici bir zorlamaydı. Aynı zamanda komünist hareket için bir iç likidasyon girişimi anlamına geldi. Böylesi bir çakışmanın yaşanması ise, kuşkusuz bu ülkedeki ulusal kurtuluş sürecinin özgünlükleriyle ilgilidir.

Komünist hareketimizin doğduğu, geliştiği ve sonuçta uzun dönem etkisizliğe mahkum kaldığı dönemin dinamiklerinden bahsettik. Şimdi de, hem kemalizmin hem de sol hareketin ülke siyasetinde belirleyici roller oynadıkları, kronolojik ve siyasal nedenlerle “yakın tarih” diyebileceğimiz yıllara geliyoruz.

2) İkinci yükseliş

Söz konusu yakın tarih 27 Mayıs’la başlıyor. 27 Mayıs’ın kendisini de bir sonuç olarak ortaya çıkaran, Türkiye’nin 50’li yılların özellikle ikinci yarısında yaşadığı siyasal ve toplumsal kriz oluyor. Demokrat Parti (DP) iktidarı, CHP ve İnönü, ordu, muhalif aydın çevreleri, siyasallaşmış gençlik kesimleri… Bunların hepsinin söz konusu krizde payı vardır.

Çok partili hayata geçiş, hem kapitalist gelişmenin siyasete yansıması şeklinde hem de Soğuk Savaş konjonktürüne uyum çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Savaş sonrası anti-komünist blokta yeralmayı tercih eden burjuva iktidarı bir iç konsolidasyona yönelmek zorunda kalmıştır. Konsolidasyonun en önemli boyutu ise burjuva iktidarının toplumsal dayanaklarını, kitle tabanını sağlama alma, güçlendirme ihtiyacıdır. 20 küsur yıllık CHP iktidarı bu anlamda otoriter çizgisinden bir şey kaybetmese de, giderek genişleyen burjuva siyaset zeminini kapsayabilme özelliğinden yoksun kalmıştır. Çok partili sistem, daha önceki Terakkiperver, Serbest Fırka denemelerindeki gibi düzenin toplumsal meşruluğunu test etme amacıyla değil, toplumsal tabanını genişletme arayışının ürünü olmuştur.

Bayar Menderes ve arkadaşları, bu eski CHP’liler Demokrat Parti’yi kurarak kapitalist Türkiye’nin ilk ciddi siyasal bunalımının fitilini tutuşturmuş oldular. Bunalımın kaynağında ise, kemalist iktidar döneminde bastırılan ancak yok edilmeyen gerici toplumsallığın, DP destekçiliği ile açığa çıkması vardır. Başlangıçta saf bir “demokrat” kimliği ön plana çıkaran DP liberalizmi kaçınılmaz olarak gerici kimliğiyle sivrilmiştir. Bu nokta önemlidir; çünkü, düzenin çözülme mekanizmasını işleten de bu gerici kimliğin burjuva cumhuriyetinin iç dengeleriyle fazla oynaması olmuştur. Orduyla mesafenin gittikçe açılması, faşizan uygulamalara karşı yükselen toplumsal muhalefet, düzen içi gerilimlerin bile kasıtlı olarak kaşınması (Vatan cephesi denemesi) dengeleri fazlasıyla sarsmıştır. DP siyaseti ve gericiliği burjuva düzeninin hassas yapısını bozmuştur.

Evet, orduda, Kıvılcımlı’nın deyişiyle “inkılapçı genç subaylar” var. Bu su-bayları siyasete ve topluma müdahale etmeye zorlayan nedenler ise farklı.

Burada burjuva devriminin tercihleriyle ilgili bir sorun var: Kemalist aydınlanmanın korkak ve güdük yapısı gericiliğin kökünü kazımayı değil, bu dinamiği ancak kaynaklarında tutmayı becerebilmiştir. Tabii, gücü yettiğince. Toplumsal tabanı geniş olmayan, sınıfsal dayanakları son derece güçsüz ve siyaset yeteneği ile iktidarı elinde bulunduran kemalist iktidarın moderleşmeci yanı da çok kısır kalmış ve statükoyu bozmaktan çekinmiştir. Statükoda ise, ne yazık ki gericilik baskın tondur. Toplumun büyük çoğunluğu köylüdür; ancak Türkiye burjuva devrimi, milli mücadele dönemi de dahil olmak üzere kayda değer bir köylü dinamiğine sahip olamamıştır. Anadolu köylüsünü aktive etmek için Baltalık Kanunu gibi girişimlerin olduğu biliniyor. Oysa geç kapitalistleşen ülkelerde yaşanan klasik burjuva devrimlerinde, devrimin kitlesel tabanı önemli oranda köylüdür. Siyasallaşamama problemi, kırda, geleneksel hakim sınıflarla kemalizmin kader birliği yapmasına yol açmıştır. Geçici ittifak, bu yerel iktidar odağının, büyük ölçüde Demokrat Parti’de karar kılması ile bozulmuştur.

50’li yılların ikinci yarısında ortaya çıkan krizin kaynağında böylesi bir sınıfsal mantık vardır. Dolayısıyla, çoğu kez yaşandığı gibi, krizin kaynağında yine egemen düzenin kendi içindeki çatlaklar belirleyici olmuştur.

Kriz kemalizmi yardıma çağırmıştır. Bu çağrıya icabet edense zaten DP ile kan uyuşmazlığı yaşayan ordu içindeki devrimci demokrat ögeler olmuştur. 27 Mayıs ordu içindeki bu kesimlerin tepkisinin ve inisiyatifinin ürünüdür. Son derece tutarlıdır: Düzen gericiliğine tepki yine kapitalist düzenin içinden gelmiştir. Düzen dışı bir alternatif olmadığı için…

27 Mayıs’ın gerçekten bir devrim olup olmadığı gereksiz yere çok tartışıldı. Tartışma gereksiz yere uzatıldı; çünkü 27 Mayıs kendisine “devrim” dedirtecek pek fazla bir şey yapamadı ve bu yüzden gerçek anlamda bir siyasal devrim olamadı. Düzen içi bir müdahalenin sınırları içerisinde ilericiydi ve gerici iktidara son verdi. Yine bu bağlamda, alternatif bir siyasal programa sahip olmayan bir müdahale olarak kaldı. 27 Mayıs’ın ilerici subayları ise tepkilerini sistematize edecek bir birikime zaten sahip değillerdi. Gerçi göreceğimiz gibi akıl hocalığına soyunanlar oldu. Ama, hocalık yapanlar “sabık” komünist olunca pek etkisiz kaldılar.

Dolayısıyla, krizi çözmek açısından anlamlı olmuşsa da yerine ne koyacağı konusunda kararsız kalan Milli Birlik Hükümeti, darbenin meşruiyetini sağlamak anlamında da sıkıntı yaşamıştır. Daha çok aydın, öğrenci çevrelerinde ve kentli kesimler arasında destek bulan darbe hükümeti darbe öncesi yapıyı değiştirmekte aciz kalmıştır. Örneğin, 61 Anayasası için yapılan halk oylamasında “hayır” diyenlerin oranı yüzde 40’ı bulmuştur. Bir dahaki seçimlerde ise DP’nin ardılı partilerin toplam oy oranı yüzde 48 civarındadır. Bu rakamlar, 27 Mayıs iktidarının toplumun ideolojik eğilimlerinde pek de öyle müdahaleci olamadığını gösteriyor.

Bir ara sonuç şu: 27 Mayıs, kemalizmle birlikte onun zayıflıklarını da devralmıştır. Liberaller tarafından jakoben olmakla suçlanan kemalizm, gerçekte, kapsamlı bir toplumsal müdahale programına sahip olmadığı ölçüde müdahaleciliğinin de, tepeden inmeciliğinin de hakkını verememiştir. Sosyalist hareketin bu konuda hiçbir tereddüte sahip olmaması gerekir: Jakobenizm burjuva siyasetinin ilerici ya da gerici hiçbir koluna nasip olmayacak kadar devrimci bir geleneğe sahiptir. Jakobenizm, bu anlamda bizim geleneğimizdir.

27 Mayıs ordu içindeki saf anlamda devrimci demokrat subayların ürünüdür; bunu söyledik. Devrimci demokrasi tüm dünyada olduğu gibi bizde de, gerici statükoya teslim olan burjuva iktidarına tepki olarak doğmuştur. 27 Mayıs devrimci demokratizminin bu tepkiyi çok ileri götüremeyecek olan kemalizme hapsolması ise, bir tarihsel anakroni olarak görülmelidir. Ancak, bu dönemde başka bir olasılığın olduğunu söylemek de mümkün değildir. Kemalizmi aşan sol bir aydın hareketinin ya da bir işçi dinamizminin olmadığı koşullarda, genç askerler ancak kendi devletli geleneklerine sahip çıkmışlardır. Orada da kemalizm vardır.

Evet, 27 Mayıs yukarıda değindiğimiz haliyle programsızdır. Ancak tümüyle, siyasetsiz değildir. Birincisi; 61 Anayasası’yla Türkiye kapitalizmi yeni bir döneme girmiştir. İçe dönük sanayileşme işçi sınıfını nicel olarak büyütmüş, buna paralel olarak, ortaya çıkan demokratik ortam, sınıfın bilinç ve örgütlülük düzeyinde cumhuriyet tarihinin en büyük sıçramasının yaşanmasına imkan vermiştir. İşçi sınıfının gelir ve yaşam koşullarındaki düzelme, darbenin değil, kapitalist gelişmenin doğal sonucudur.

İkincisi; 60’lı yıllarda ilerici ve sol hareketin yayın ve örgütlenme alanlarında yaşadığı gelişme de darbenin doğrudan bir sonucu değildir. 27 Mayıs’ın yolaçtığı kemalist rönesans toplumda ilerici düşüncenin önünü açmıştır. Bu doğrudur. Ancak, ilericiliğin sol kemalizmle başlayan ve sosyalizme varan yolculuğu bütünüyle sol hareketin kendi iç dinamikleriyle alâkalıdır.

Tümüyle siyasetsiz olmayan 27 Mayıs, iktidarda pek kalıcı olmadıysa da, solun tarihimizdeki en özgün ve kitlesel çıkışına vesile olan bir politik atmosferi yarattı. Bu anlamda tarihin, bu genç ilerici subaylara, belirli bir imtiyaz tanıması kesinlikle fazla görülmemeli. Ve unutulmamalı: Ordunun bugünkü emperyalist merkezlerle içiçe olması ve bizzat bir sermaye halini alması, egemen sınıfların 27 Mayıs’tan aldığı dersin eseridir; geçtiğimiz 40 yıl, ordunun yapısal olarak ciddi dönüşümlerden geçirilmesine tanıklık etmiştir.

Bu imtiyazı tanırken kuşkusuz elimizdeki tarihsel birikimi veri alacağız. Eninde sonunda bizim için bir yaşanan ve yaratılan tarih var. Bu tarihte, eğer bugün 27 Mayıs’a, bununla birlikte örneğin bir Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP), bir Dev-Genç’e yer açılabiliyorsa, burada 27 Mayıs’ın genç devrimci demokratlarına da bir bir köşe ayıracağız. Ve kuşkusuz hak ettikleri kadar.

Sol içinse sanırım biraz daha acımasız olmamız gerekiyor. Çünkü, imtiyazın ölçüsü değişiyor.

60’ların solu, siyaseten sol kemalizmden sosyalizme yönelen bir devrimci demokrasinin belirleyiciliğini yaşamıştır. Bu dönemin hakim ideolojik teması ise üçüncü yolculuktur. Emperyalizmin ve Sovyet sosyalizminin dışında bir üçüncü yol arayışı, bağımsızlıkçı ve kalkınmacı bir ideolojiye sahip olmuştur. Tam da bu kesişme noktası kemalizmle sosyalizmi biraraya getirmiştir. O dönemin popüler deyişiyle sosyalizm, kapitalist olmayan bir kalkınma yoludur. Devrimci demokrasinin programı burjuva devriminin kaldığı yerden sürdürülmesidir.

Burada tabloyu bozan ancak dönemin sol kadrolarının idrak edemedikleri başka bir öge vardır: İşçi sınıfı politik hareketiyle beraber ağırlığını koymaya başlamıştır. Sol kadrolar bunu idrak edememişler ve dolayısıyla stratejik yaklaşımlarında işçi sınıfına önemli bir yer tanımamışlardır. 15-16 Haziran bile birkaç kişi dışında politik körlüğün kurbanı olmuştur.

Kadro ve Yön: ‘Yolunu kaybeden aydın’dan ‘son perdeyi oynayan aydın’a

Şevket Süreyya Aydemir, anılarını yazdığı kitabı “Suyu Arayan Adam”ı, Nazım’ın gençlik arkadaşı Vala Nurettin’e gönderiyor. Kitabın ilk sayfasına şöyle bir not düşüyor: “Suyun bulunuşu yolun kaybedilişi pahasına oldu. Bağışlayın” 7 . Nazım’ın da KUTV’dan arkadaşı olan Aydemir, yurda döndükten sonra TKP içinde merkezi görevler alıyor, ancak tutunamıyor. Ne konformizm, ne de korkaklık… Aydemir’in kişiliğini çok iyi tanımıyorum, ancak bunların Aydemir’in geriye düşmesinde belirleyici olduğunu sanmıyorum. Daha önemlisi şu: Aydemir ve benzerleri, kelimenin gerçek anlamıyla “ulusalcı”lar ve bunun karşılığını kemalizmde buluyorlar. TKP’den edindikleri marksist formasyonla, Kadro’da kemalizme bağımsızlıkçı, kalkınmacı ve planlamacı bir şekil vermeye çalışıyorlar. Bir dönem kemalist politikaların da bu çerçeveye yakınlaşması, Kadrocuların önünü açıyor. Ancak çok uzun sürmüyor ve Kadro’nun yayınına son veriliyor.

Kadrocu üçüncü yolcular büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar; tıpkı cami avlusuna bırakılmış bir çocuk gibi.. Öyle anlaşılıyor ki, “yolu kaybetmenin” acısını uzun süre hissediyorlar. Bağışlanmayı bekliyorlar.

Burjuva cumhuriyetin 30’lu yıllarda attığı kalkınmaya dönük adımların çeşitli nedenleri var. Bunlara girmeyeceğim. Ancak şunu söylemek mümkün Kadro hareketi burjuva ilericiliğinin sınırlarını görmüş ama kabullenmek istememiştir. Yakup Kadri’nin ve Şevket Süreyya’nın bu döneme dair romanlarında bu hissi-yat fazlasıyla vardır. Bu isimlerin yaşamlarının kalan bölümlerinde politikanın dışına düşmeleri, gerçeklerin dışına düşmelerindendir.

Asıl gelmek istediğimse şu: Kadro hareketi burjuva ilericiliğinin tıkanmasına tepki gösteren bir devrimci demokrat aydın hareketidir. Yüzüstü bırakılan bu aydın tepkiselliği, 27 Mayıs’ın önünü açtığı kemalist yükselişle yeniden ortaya çıkmıştır. Çerçeve aşağı yukarı aynıdır: Bağımsızlık, kalkınma, planlama… Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal gibi isimlerin başını çektiği, binin üstünde aydının imzaladığı bildiriyle çıkış yapan Yön hareketi, bir aydın koalisyonu görünümüne rağmen Kadro’nun bıraktığı yerden devam etmiştir.

Yön hareketi en çok aydın ve öğrenci çevrelerinde etkili oldu. TİP’le beraber dönemin siyasal havasını belirleyen bir odak oluşturdu. Sol kadrolarının ideolojik olarak ilk eğitimlerini aldıkları Yön, kesinlikle alternatif bir toplumsal projeye sahip değildi. Avcıoğlu ve etrafındaki sınırlı sayıda aydın 27 Mayıs’ta gördükleri çıkışın bir kez daha ve çok daha güçlüsünün peşine düştüler: Akıl hocalığını kemalist aydınların yapacağı, ilerici ordu darbesi. Ordunun azgelişmiş ülkelerdeki devrimci misyonu Yön sayfalarında bol bol işlendi. Aynı dönemde giderek ivme kazanan işçi ve öğrenci hareketleri ise, en fazla cuntanın kitle tabanı olarak görüldü. Avcıoğlu, 67’de sonlanan Yön’ü bu kez çok daha net bir çizgide Devrim Dergisi’yle sürdürdü. Bundan sonrası bizzat sol cuntanın örgütlenmesi çabası ile geçti.

Sonuç biliniyor: 9 Mart sol darbe denemesi açığa çıkarılıyor. “Solcu” generallerin bir kısmı 12 Mart faşist darbesine katılarak ordunun bizim gibi ülkelerdeki ilerici misyonunun sınırlarını gösteriyorlar! 9 Mart fiyaskosu, kemalist stratejiye büyük darbe vuruyor.

Gelenek’te çok sık tekrarlanan bir saptama var: Türkiye’de sol hareket sağlam teorik geleneklere sahip değil. Başta da söyledim, teorik bakamayınca, güncelin sürprizleri de kaçınılmaz oluyor. Sürprizler ise her zaman sevimli değildir. Türkiye solu, sanki kaderiymiş gibi, perspektifsizliğinin bedelini hep çok ağır ödüyor. 12 Mart, kemalist cunta projesini bitirirken acı da veriyor.

Şimdi bir diğer önemli siyasal merkeze, Yön’ün kurulduğu zaman “ölü doğmuştur” dediği Türkiye İşçi Partisi’ne gelelim ve TİP’in nasıl ölü doğduğunu hep birlikte görelim!

Kaçırılan fırsat: TİP

1960-71 döneminin sol atmosferiyle ilgili yukarıda çizdiğimiz tablo kuşkusuz TİP’i de içine alıyor. TİP geleneksel bir işçi sınıfı partisi olarak doğmadı. 1961 yılında politik hedefleri oldukça geri, bir sendikacı girişimi olarak ortaya çıktı. 12 sendikacının kurucusu olduğu parti, kurulduktan bir yıl kadar sonra partiyi aydınlara açarak, TİP’in geniş bir siyasal yelpazeye seslenmesinin adımını attı. Bahis konusu olan aydınlar da tahmin edilebileceği gibi sol kemalist bir çizgideydiler.

Bir ayrım koymak gerekiyor. TİP’in içinde daha sonra da etkin olacak olan bu aydınlar, kemalist bir bağımsızlıkçı anlayışa sahip olmakla beraber, Yön’ün siyasal projesi içinde anılamayacak isimlerdir. İçlerinde kişisel tarihlerinde komünist hareketle zayıf da olsa bağları olmuş Behice Boran, Sadun Aren gibi isimler, Yön devrimci demokratizminin cunta arayışının dışına çıkabilecek bir marksist birikime sahiptirler. İşin diğer tarafındaysa, bu aydınlar arasında daha sonra giderek büyüyecek yaklaşım farklılıkları vardır. Örneğin, uvriyerist/liberal tonlar taşıyan bir Aybar’la, leninizme hep yakın olmuş Boran’ı aynı kefeye koymak mümkün değildir. Öte yandan TİP toplumsallaştığı ve beklenmedik bir yaygınlığa kavuştuğu oranda bu tip farklılıkları birarada tutabilmiştir.

Bu yıllarda sol hareketimizin yaşadığı en büyük talihsizliklerinden biri, toplumda giderek derin etkiler bırakan anti-emperyalist bir sol politizasyonun devrimci demokrasinin kıskacından kurtarılamaması olmuştur. Bu anlamda farklı bir yerde duran TİP ise, sol düşüncenin kazandığı kitlesellikte en büyük pay sahibi olmasına rağmen bu kitleselleşmeyi sağlıklı bir kanala akıtamamıştır. TİP, tarihimizde sol aydın hareketiyle işçi sınıfını politik bir zeminde biraraya getirebilen en kritik deneyimdir. Ancak sorun şu ki, bu zemin gerçek anlamıyla örgütlenememiştir. Ya da başka bir deyişle TİP’i böylesi bir evrime zorlayan öznellik yaratılamamıştır.

İdeolojik olarak kemalizmin etkisini en az hisseden TİP, kemalist stratejilerin altından kalkamadı. Önce Yön’le daha sonra da MDD çevresiyle gerilimler yaşayan TİP yönetimi, önüne devrimci bir atılımı değil, elde ettiği mevzileri koruma tercihini koydu. Oysa politik konjonktür siyasal mücadelenin gittikçe sertleştiği bir sürece işaret ediyordu. İşçi hareketi daha da militan bir karakter kazanıyor, 1960’ların ikinci yarısından itibaren öğrenci hareketi kitlesel düzeyde radikal arayışlar içine giriyordu. TİP oluşumunda çok büyük katkısı bulunan kitlesel politizasyonun önünde değil arkasında durmayı tercih etti. Böylece tarihimizin en çarpıcı partileşme deneyimlerinden biri 1970’e gelindiğinde kıyıda bir yerlere itilmiş oldu.

Söz konusu dönemde Türkiye solu içinde kemalizmden arınmış bir sosyalist hareketin önemini mutlaka anlamak gerek. Bu açıdan TİP başından beri bir sahip olduğu bir olanağı kullanamamıştır. O da partinin sahip olduğu işçi dinamizmidir.

Yön ve MDD stratejilerinin en çok zorlandığı alan da kuşkusuz burasıdır. Mi-litanlaşan gençlik hareketleri içinde taban yaratmak konusunda çok da zorlanmayan devrimci demokrasi, bu noktada pek söz sahibi olamamıştır.

Yazının 20’li yıllara yoğunlaşan ilk bölümünde belirtmiştim: 51 Tevkifatı’ndan sonra 1973 Atılımı’na kadar TKP, siyasal olarak kayda değer bir varlık gösteremedi. TKP’nin kendisi değil fakat, TKP kökenli kadroların 60’ların dinamikleri içinde etkinliklerinin olduğu biliniyor. Bunlardan özellikle Kıvılcımlı ve Mihri Belli öne çıkıyor.

Bu iki ismin çabaları tartışılabilir, doğru ya da yanlış bulunabilir. Ancak şu da mutlaka kabul edilmelidir: Partinin örgütlü çıkış yapamadığı, öte yandan kitlelerin sola açıldığı böylesi bir ortamda kimi komünistlerin kendi kişisel çabalarını ortaya koymalarında ve hareket içinde belirleyici adımlar atmaya çalışmalarında meşru olmayan bir yan kesinlikle yoktur. Günahıyla ve sevabıyla…

Daha çok da günahıyla. Kıvılcımlı için değil. Kıvılcımlı, 12 Mart’ın hemen öncesindeki birkaç yılda gösterdiği çabalarla kendi ekolünü sürdürecek bir kadro yaratmayı başardı. Bu kadro, Doktor’un 27 Mayıs’ı selamlayan İkinci Kuvayı Milliye bayrağının değil, daha sınırlı örgütsel iddiaların altına girebildi.

Belli içinse bu kadar olumlu konuşamayacağım. Yön’ün devrimci demokrat stratejisine marksist bir aşı yapan Belli, marksizm-leninizmin program tartışmaları içine girerek, bir aşamalı devrim modeli yaratmıştır. Milli Demokratik Devrim (MDD) stratejisi tam da TİP’in iç tartışmalarının ve örgütsel sorunlarının içinde ortaya çıkmış, bağımsız bir politik proje olmaktan çok sol içi tartışmalarda işlev görmüştür. Aslına bakılırsa, birkaç cılız girişim (Dev-Güç) dışında MDD sadece gençlik kesimleri içinde etkin olabilmiştir. Sonuç olarak TİP’in ayak uyduramadığı gençlik hareketine MDD de dayanamamış, Belli hızla üniversite çevrelerindeki etkinliğini yitirmiştir.

Belli, TİP’le taşınan örgütlü mücadele geleneğine sonuçları bir sonraki yıllarda hissedebilecek ağır darbeler vurmuştur. Dikkatle bakıldığında ‘68 içinde sivrilen, FKF’de, Dev-Genç’te yöneticilik yapan pek çok genç devrimcinin ilk siyasal deneyimlerini TİP içinde yaşadıkları görülecektir. Ne yazık ki, MDD kökenli devrimci demokrasi, TİP’le birlikte partili geleneği de reddederek, dolaylı sonuçlarını şu an bizim de görebildiğimiz bir örgüt düşmanı gelenek yaratmıştır. MDD alternatifi üretken bir alternatif olmamıştır. Daha doğrusu ise sonun başlangıcıdır.

Kuruluş ve ikinci yükseliş dönemi diye kodladığım dönemler bütünüyle iki ayrı tarih midir?

Sanıyorum meselenin teorik olarak en hassas noktalarından birisi bu sorunun cevabında gizli.

Bu haliyle biraz çetrefilli bile görünüyor.

Biraz kapsamı daraltırsak, sol ve kemalist hareketler için ayrı ayrı bu iki dönemin iki ayrı tarihi ifade edip etmediği sorulabilir. Ancak, cevap önemini korumaya devam ediyor.

Sorunun anlamı ise, şuradadır: Sosyalist hareket bağımsız bir toplumsal/siyasal alan oluşturma kavgasında kendisine rakip, alternatif ya da düşman eğilimlerle hesaplaşmak zorundadır. Kemalizm için bu daha da fazla önemlidir. Çünkü, ideolojik yakınlıklar aynı zamanda siyasal ayrımların belirginleştirimesini de gerektirir. Bu alanda kadro, deneyim ve birikim aktarımı merkezi bir rol oynar. Bizim örneğimizde söz konusu iki dönem arasında komünist hareketin sürekliliğinin sağlanamaması, kanımca, çok büyük bir eksikliktir.

Yazının başlarında solu kemalizme iten unsurların nesnel olarak da ortadan kalkmakta olduğunu, ancak tümüyle ortadan kalkmasının beklenmemesi gerektiğini söylemiştim. Bunu da Türkiye’de kapitalist gelişmenin iç dinamiklerinin, düzen içi bir kalkınmacı ya da ulusal bağımsızlıkçı çizgiyi zorladığı şeklinde açmıştım. Bu noktayı tekrarlıyorum.

Ancak daha önemlisi şudur: Ülkemiz tarihinde yeni bir sol yükselişin işaretlerinin birikmekte olduğu bir dönemde elimizdeki en güçlü silah bu olasılığın öznel olarak ortadan kalkmış olmasıdır.

Hep beraber göreceğiz.

Kemalizmin komünistlikle itham edileceği bir dönemi hep birlikte, yaşayarak göreceğiz.

 

Dipnotlar

  1. ÇAKIR Ruşen- CİNEMRE Levent, Sol Kemalizme Bakıyor, Murat Belge ile yapılan röportaj içinde, Metis yay., s.119.
  2. GÜLER Aydemir, Son Kriz, Gelenek yay., Mart 1998. Bu çalışmada kemalizm çeşitli boyutlarıyla ele alınıyor. Cumhuriyet tarihi için bir kriz çetelesi çıkaran Güler bu kriz dönemlerinde kemalizmin düzenleyici rolüyle nasıl ortaya çıkarıldığını anlatıyor.
  3. İLERİ Rasih Nuri, Atatürk ve Komünizm, Sarmal yay, s.66
  4. a.g.e., s.66.
  5. a.g.e., s.69.
  6. TUNÇAY Mete, Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925, AÜSBF yay., s.125.M.Kemal’in bizzat kurdurduğu resmi TKP’nin kapatılması ise çarpıcıdır. Ocak 1921’de Partinin merkezi organı olan Yeni Dünya gazetesinde tasfiye edilen Çerkes Ethem’e karşı asker gönderilmesi protesto edilmiş ve demir-yolu işçileri greve çağrılmıştır. Ardından gazete kapatılmış ve parti de dağılmıştır.
  7. NURETTİN Vala, Bu Dünyadan Nazım Geçti, Cem yay.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×