Sosyalist Türkiye Partisi Kurulurken…

Bu kitabın 41. kez okuyucusunun eline ulaştığı ve 7. yayın yılına girdiği günler başka bir gelişmeye daha tanıklık ediyor. Gelenek’in ilk sayılarından itibaren tartışmasına katıldığı ve geliştirilmesine katkıda bulunduğu “legal sol parti” projesi, Sosyalist Türkiye Partisi olarak projelikten çıkıyor. Bu yazı, Gelenek’in bugüne dek izlediği yayın politikası ve tarzına uygun bir Kuruluş Kutlaması sayılabilir. Altı yıl sonunda Gelenek okuru bu tarzı tanır durumdadır. Dolayısıyla partinin kuruluşunun heyecanına eleştirel ve sorumlu olmaya çalışan değerlendirmelerin eşlik etmesi, heyecanın bunların yanısıra tüm sarsıcılığıyla varlığını sürdürmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Duygusallıkla dopdolu ve yalnızca “sarsan” bir heyecana da kupkuru nesnelci değerlendirmelere de Gelenek’i kapatmaya çalıştık. Bundan sonra da her alanda böyle devam etmemiz gerekiyor.

STP Nasıl Bir Atmosfere Doğuyor?

Türkiye solu 1984-85’ten beri ufak tefek adımlarla başlayarak 12 Eylül’ün ağırlığını üzerinden atmaya uğraştı. Glasnost ve çözülüş bu çabaları boşa çıkartan önemli geri çekici etkiler yaratmıştır, bu doğru. Ancak Türkiye’de sosyalizm ve sol adına bir önceki politizasyon dönemi kalıplarının dışına -ve elinde yeni bir modelle- çıkabilen kimseciklerin bulunmamasının sorumluluğunu da tümden 12 Eylül generalleriyle Sovyet hainlerine yüklemek ne derece haklıdır?

Bunlar gerek fiili gerekse ideolojik tahribatlar yoluyla Türkiye solunu tam anlamıyla köşeye sıkıştıran baskınlar oldu. Ama sosyalizm adına dış baskınlara suçu yüklemek sorunu çözmüyor. Sol, kendisine saldıranlardan daha fazla suçludur; suçumuz apansız yakalanmak olmuştur. Sosyalistlerin buna hakları yok…

Bundan daha önemli bir suç daha var Türkiye solcusunun omuzlarında: Söz konusu çaresizlik ve çözümsüzlük konumu neredeyse on yıldır sürüyor. Böyle durumlarda birileri çıkar, yanlış yolları dener, açıkçası mücadele eder… Solun asıl suçu mücadelenin yerini dejenerasyonun almasına göz yummak, bu süreci fark edememek olmuştur.

Dejenerasyon… Ahlaki bir dekadans olması gerekmiyor bunun. Fazla uzağa gitmeden sosyalist politika için yola çıkanların politikasızlığa düşmeleri dejenerasyonun kaynağı, bu konumda sabitlenmeleri ve buna alışmaları dejenerasyonun dik alasıdır!

Sosyalist Türkiye Partisi’nin birinci düşmanı bu olacaktır. “İşimizin” bir yönü sosyalist politikanın öznesini ortaya çıkarmak ve güçlendirmek is bu konuda devlet ve burjuvaziden daha büyük engelleme solun üzerine çöken dejenerasyondan gelecektir.

Ancak Türkiye’de bir siyasi çıkışın önünde bizzat yukarıda değinilen konumun açacağı avantajlar da bulunuyor. Neler mi?

Bir kere genelde toplumun bütünü için politikaya katılımın düştüğü bir dönemde Türkiye’de sosyalizm iddiasını taşıyan nicelik azımsanacak boyutta değildir. Geçmişten kalan kadrolar ya da yeniden kadro kimliği edinmeyi bekleyenler önümüzdeki siyasi çıkışla bu iddialarını realize edecekleri bir zemin yakalayacaklar. 12 yıl sonra ilk kez…

Ancak 12 yıllık “ara” başlı başına bir sorundur. Eski kadroların yaşadığı erozyon ve seleksiyon her zaman solu ve politikayı açıktan terk etme biçimini almıyor. Başka ve bir arada yaşanabilecek, dahası ancak örgütlü politika içinde çözüm yaratılabilecek biçimler de var. Sonuç olarak bu insan malzemesi geleceğe yönelen bir hareket için asla “elde var bir” değildir. 12 yıllarını kimi zaman örgütlülüklerini eksiltseler de iddia ve kararlılıklarını yitirmeksizin yaşayanlardan söz etmediğim açık olmalı. Bu insanlar sosyalist siyasi çıkışın, zaten asıl mimarlarını oluşturuyor.

“Elde var bir” denilecekse, sosyalizme, sosyalizmin hiçbir çekiciliğinin kalmadığı dört bir yandan kara çalındığı bir dönemde yönelen ve bugün birkaç yıllık sınırlı bir deneyimle bir siyasi çıkışın ara ve taban yükünü sırtlamaya adaylığını koyan insanlar vardır. Böylesi bir genç kuşak, başka türlü bir dönemden çıkıyor olsaydık, “sınanmaya muhtaç” kategorisine alınırdı. Oysa ’80’lerin karanlığından sosyalizmi seçenler ilk adımlarında kimi testleri de vermiş oldular… Bu genç yoldaşların bir önemli özgünlüğü daha bulunuyor: Böylesi bir malzeme bugünün Türkiye solunda Sosyalist Türkiye Partisi’ne özgüdür. STP’ye akan damar gençliğe musallat olan kısa ömürlü politik yaşantı hastalığından kurtulmuş tek örnektir. Partimizde dışarıdan gözlemcileri şaşırtacak bir olgu budur.

Bu insanlarımız yukarıda sözü edilen dejenerasyonu yaşamadılar ve bilincindeler. Bu durum hareketi büyük bir müdahale gücüyle teçhizatlandırmaktadır.

Türkiye toplumunun sunduğu nesnel dengesizlikler, sınıf mücadelesinin olanakları… Bunların bu yazının konusu çerçevesinde, yani siyasi çıkışa sağlayacağı ek avantajlar açısından değerlendirilmesine girmiyorum. Ve daha fazla, öznenin kendisine ilişkin bir tartışmayı sürdürmek istiyorum.

Dejenerasyona bağlı olarak üçüncü avantaj,mevcut tıkanıklıklar ve değişik sol kesimlerin yanıt ararken içine düştükleri trajik durumlardır. Türkiye’de üniversiteli solcu genci izolasyondan, gruplar arası kısır yarışmalardan ve -hem üniversite hem de politika içinde olmasına rağmen yaşadığı- kültürsüzleşmeden kurtarmak gereğinin bile sol yapıların ne denli “derdi” olduğu kestirilemiyor. Türkiye’de işçi sınıfını red ve ihanet ile sınıfa tapınan bir tür anarko-sendikalizmin çizdiği sınırlar içinde didinip duran bir sol vardır. Örnekler arttırılabilir. Varmak istediğim sonuç değişmeyecek: Bunlar, nesnel yanları pek düşük öznel yetersizliklerle belirlenmiş sorunlardır. Dejenerasyondan payını almamış ve dejenerasyonun üzerine çıkabilmiş bir özne bu sorulara yanıt üretme gücüne de sahiptir.

Yenilenmenin Boşalan İçi

Uluslararası komünist harekette “yenilenme”, SBKP’nin ve öteki partilerin hain değilse mediokr yöneticilerinin dillerinde çok kısa süre içinde anlamsızlaşmıştı. Uzunca bir süre gündemi “sosyalizmin yenilenmesine ihtiyaç var mı? Nasıl?” soruları ile doldurdular; hiçbir yanıt önermeksizin ve mediokr görüntüsüyle… Yanıt önerdiği anda ise mediokr, haine dönüştü. O zamanlar yenilenmeciliğin pro-restorasyoncu ve “devrimci” kanatları da vardı. İkinciler hem yenilenmeci hem devrimci olmanın keyfini fazla süremediler. Kendilerini komünist hareketin bütünü için nimet zannedenler, neyse ki o bütün için değil yalnızca kendileri ve çevreleri için felaket olmakla yetindiler…

Bunlar geride kaldı. Geride yenilenme lafızı ile birlikte tükenmiş gelenekler de bırakıldı.

Maoculuk tartışmasız tükenmiştir. Troçkizm 85-89 arasında ölüm öncesi o kısa canlanışı yaşamıştır. Devrimci demokrasi güvenmediği reel sosyalizmi yitirince marksizme duyduğu güveni de yitirme noktasına gelmiştir. Ulusal kurtuluşçuluk, şu dünyada kendisini “sol” kılan sosyalist kutuptan yoksun, sınıf analizinin yasalarının işlemesine tabi: Ya burjuvazi ya proletarya!… Bir sol kanal olarak ulusal kurtuluşçuluk, orijinal anlamını kaybetmiş bulunuyor.

Ve elbette geleneksel sol…

Tükenen ve gerçekten yenilenmesi gereken, marksizmin siyasi yapısının bütünüdür. Marksist politika teorik, ideolojik, örgütsel yönleriyle artık tüm eski versiyonlarından bağımsızlaşmış, tüm geleneklerden arta kalan sağlıklı unsurların katkılarıyla yeniden yapılandırılmayı bekliyor. Bu beklentinin tatmin edilebilmesi için her bir kökenin yapabileceği katkılar var. Birincisi, böylesi katkıların yapılabilmesi için karşılıklı tanımların ve konumlanışların kalkması gerekirdi. Bunlar kalkmıştır. İkinci olarak da, aklı başında herkes, ister yeni solcu, ister devrimci demokrat, ister geleneksel kesimden, kendi tıkanmışlığını görebilir.

Ancak bu durum tüm katkıların derhal aynı kanaldan organize edilebileceği anlamına gelmiyor. Pekin’in açık karşı-devrimci “taktiklerinin” dışında kalmış bir Arnavutlukçu hareket ile geleneksel sol kökenli devrimcilerin diyalog kurma olanakları geçmişe oranla daha zengindir. Ama bu veri, ne halk savaşı tezlerini popülist, ileri demokrasi programlarını reformist olmaktan kurtarabilir ne de işçi sınıfını temel alan anti-kapitalist bir perspektifi sulandırmaya mazeret teşkil edebilir. Halk savaşı ile ileri demokrasi “uçları”nı birer kenara bırakırsak ve sağlıklı yönelimleri kalkış noktası alırsak bile, şunu ifade etmek durumundayız: Farklı kanallardan gelen ve arkalarında birer göçük bulunan devrimcilerin önünde bir red-i miras ve acele birlikçilik kesinlikle olmamalıdır. İlk ve sağlıklı adım herkesin kendi geleneğinin verilerini geliştirmesi, bir süreyi olgunlaşmayı tamamlamak için “ayırmasıdır.” Marksizm adına politik bir çıkışın tek kanallı olması hâlâ bir hayal olmaya devam etmektedir.

Sosyalist Türkiye Partisi de bu genel görünümün dışında kalmayacaktır… Bunu açmak gerekiyor.

Türkiye’de açık parti biçimini almayan hareketlerin büyük çoğunluğu için herhangi bir siyasi yükseliş gündemde olmamıştır ve olmayacaktır. Bu hareketlerin kimileri, tükenişlerinin bir başka siyasi çıkışla tescil edilmesini bekler durumdadır. Kimileri Kürt hareketinde bu tescili zaten buldular… Bir bölümü de yukarıda tarif edilen tükenişin farkında, kendi kanallarından bir yeni kimlik zorlayışı içindedir.

Kurulmuş iki açık parti girişimine gelirsek SP/İP birlik ve “yeni kimlik” iddialarından sınıfta kalmıştır. Ortada yalnızca eski ve kirli PDA/TİKP geleneğinin restorasyonu çabaları vardır o kadar… SBP ise yakın da olsa farklı geleneklerin, bir potada yaratıcı bir yönde eritilmeye kalkışılmasının iflası olmuştur. Başka bir sürü iflasın yanısıra… SBP’de gerçi politika yapma niyeti olanlar fazla değillerdir; ama az sayıdaki sosyalist kadronun o mekanda niyetlerini gerçekleştirme olanaklarının olmadığı kanıtlanmıştır.

STP’nin faaliyetinin içeriğiyle getireceği yenilikler olacak mutlaka. Ancak yalnızca mevcut yapısıyla sağlaması gereken önemli katkılar da var:

(1) Sosyalist Türkiye Partisi tekil bir kanalın genişleyip kendi legal temsilcisini ya da yükselişini sağladığı bir örgüt olmamalıdır. STP’de buna elverişli bir kanal mevcuttur. Ancak bu kanal bilinçli olarak böylesi bir konumun ötesine geçmeyi önüne koymuştur. Bu anlamda belirli avantajlar da mevcuttur. Örneğin geçmişten kalan bir zedelenmişlik, kirlenmişlik sözkonusu değildir. Ya da solun herhangi bir kesiminin, geçmiş legal partilere -haklı, haksız- yapıldığı gibi, STP’yi “soldan” eleştirme şansı olmayacaktır.

(2) Buna karşılık STP, kendisini programatik açıdan oldukça net, istenirse köşeli bir çerçevede tanımlamaktan kaçınmamıştır. STP programıyla önüne çok net bir biçimde sosyalist devrim koymaktadır, uluslararası sosyalist harekete belirli bir bakışı vardır, devrimin ittifakları konusunda özgün bir konum almıştır, kadro yapısıyla belirli ve ayrı bir niteliğe oturmaktadır… Bütün bunlar STP’yi Türkiye solunun öteki kesimlerinden ayırmakta ve araya mesafe koymaktadır. Ancak tüm bunlar, son yılların ideolojiler üstü birlikçi ideolojisi bir kenara bırakılarak yapılmak zorundadır. Türkiye’de bu ve başka bir dizi alanda net perspektiflere oturmayan bir hareketin politika üretme olanağı da, hareket etme gücü de bulunmamaktadır.

(3) Solu dağınıklıktan kurtarmak hedefi STP için bu son söylenen kanaldan geçmektedir: Politika üretmek ve bir siyasi çıkışı örgütlemek. Türkiye solunun tıkandığı yerlere müdahale etmeksizin dağınıklığa son verilemeyecektir. Daha doğrusu ancak buralara başarılı müdahaleler aracılığıyla sol dağınıklıktan kurtarılabilir.

STP Türkiye sol politikasına neler katmayı hedeflemeli?

Bu sorunun, başlarken olsa olsa perspektif ve iddia düzeyinde yanıtları verilebilir. Perspektif olarak yeni bir hareketin ayrıksılığını ifade edecek yön aslında bugün şunlardan ibarettir: İşçi sınıfı söz konusu ise, bugün Türkiye’de sol adına işçi sınıfına bu kitleyi dönüştürme misyonu ile yaklaşan bir kesim yoktur. Kimi sendikaya, kimi anarko-sendikalizan yapılara, büyük çoğunluğu sınıfın epey uzağına sıkışmış durumdadır. Eğer gençlik söz konusu olacaksa, kapılmaya ve marjinal örgütlerin parçası kılınmaya çalışan “dinamik” gençler siyasi kadro haline getirilmelidir. Türkiye solunun köylülük ve köycülükle damgalı kültürel havası dağıtılmalıdır.

STP hareketinin iddiası ise, elbette, belirli bir vadede Türkiye’de sosyalist birikimin asli taşıyıcısı ve temsilcisi haline gelmek olacaktır. Türkiye solunun birçok kesimi ve aydını, çaresizliğin egemenliği altına girdikleri son yıllarda, böylesi bir taşıyıcılık ve temsilciliğin tartışma tezlerinin ortalamasının alındığı bir dizi toplantıyla tesis edilebileceğini düşünür hale geldi. Bundan daha büyük bir yanılgı olabilir mi! Temsilcinin ortalamayı ve asgari müşterekleri kimlik edindiği nerede görülmüş?

Tam tersine, temsilci, taşıyıcı, öncü… adına ne dersek diyelim, birikimin en ileri noktasına ayaklarını basar, basmalıdır. Bu yüzden net olmalıdır, bu yüzden zorunlu olarak nicel sınırlılıkla yola koyulur…

Üstelik Türkiye’de ortalamalar razı gelinemeyecek denli düşmüş durumda. Örneğin bugün ortalama solcunun ya da devrimcinin parti adında “Türkiye” sözcüğünün geçmesine bile tepki duyması muhtemeldir… Ortalamanın bugün bütünü çektiği nokta işçi sınıfı ve sosyalizm dışı demokratik ve ulusal dinamiklerden ibarettir. Ortalamanın Türkiye soluna kazandırabileceği çehre Batı solunun kişiliksiz üçüncü dünya destekçiliğine benzer bir iddiasızlıktır. STP böyle komikliklere prim vermeden yol alacaktır.

Hayali Ve Gerçek Sorunlar

STP’ye kendi dışından atfedilen bir dizi “sorun” var. Önceki sayılarımızda kimi program eleştirilerini yanıtlamaya çalışmıştık. Bunlara yeniden dönmek anlamlı değil, ancak burada değineceklerimin kimileri için çakışmalar söz konusu olabilir…

Bir bakış açısı STP hareketinin kendi dışındaki solu “kaale almadığı” ve bunun kaçınılmaz bir yalnızlık ve izolasyon anlamına geleceği yönünde… Açıkçası bu yaklaşımın ne yukarıda tarif edilen ve tam anlamıyla leninist olan politika tarzı ile ne de solun gerçekleriyle bir ilişiği bulunmuyor. Biraz üzeri kazındığında altından muhtemelen soyut birlikçiliğin çıkacağı bu yaklaşım, herşey bir yana, Türkiye solunun bütününün izole ve marjinal olduğunu görememekte, dahası herbir hareketin bu konuma ya da toplu harekete mahkum olduğunu söylemiş olmaktadır… STP’ye giden süreçte ise “kaale almamak”tan söz edilmesi mümkün değildir; bu hareket diğer sol kesimlere dönük yeterince yapıcı ve ortak üretime dönük çaba içinde fazlasıyla bulunmuştur.

İkinci bir eleştiri, reel sosyalizm ile hesaplaşma konusuna ilişkin… STP’nin program ve başka metinleriyle “çözülüşün hesabını vermediği” fazla telaffuz edildi. Türkiye solunun teorik performansı belliyken, son yıllarda sol politikada kimin ne ürettiği biliniyorken, bu ifade edilebiliyorsa, bir başka anlamı gizliyor olmalıdır.O da şudur: geleneksel sol kökenden gelen bir hareketin malum konuda tatminkar üretimde bulunamayacağı bir önkabul olarak ortaya konulmaktadır. Bu saplantıyı dikkate almayacağız tersini de üretmeyeceğiz.

Ancak belirli hatırlatmalara ihtiyaç duyuyorum: Birincisi Türkiye’de herhangi bir geleneksel sol kökenli hareket, reel sosyalizmin içine düştüğü bunalımın ne sorumlusudur ne de konuya “yeterli açıklama” getirmeye memurdur. Teorik açıklama söz konusu olduğunda herkesin olduğu kadar sorumluluk sahibiyiz. Bu alanda “eşitlikçi” davranmayanlar, sonuçta kendilerini yıkımlardan etkilenmedikleri bir adada zannetmekte ve “dışarıdan” yöneltilebilecek soruların geçersizliğini görememektedirler. İkincisi, Türkiye’de veya bir başka bölgede, ülkede, sosyalist politika yapmanın komünist hareketin bunalımına tahlil getirmekten geçeceğini iddia etmek boş laftır. Tahlil ve sosyalist politika; bu ikisi birlikte gider. Yeter ki, tahlilin şimdilik eksik kalan yanları, mücadeleyi perspektifsiz, fenersiz bırakacak denli kritik önemde olmasın…

Başımızı ağrıtacağı düşünülen bir diğer konu Kürt sorunudur. Kürt hareketi söz konusu olduğunda destekçilikten ve alkışçılıktan öteye gidemeyenlerden daha büyük sorunlarımız olduğunu sanmıyorum. Sorunumuz pek yok; çünkü STP global süreçlere en büyük katkının kendi ayaklarını basmakta olduğu zeminde sosyalist mücadeleyi yükseltmekten geçtiğini bilerek yola çıkıyor. Asıl başları ağrıyacak olanlar devrimci durumun doğudan gelmesini beklemeye karar vermiş olanlardır…

Bir sonuncusu, Türkiye solunun Leninizm deyince zihninde canlanan kalıplarla ilişkili. STP’nin devrimci ve Leninist olduğu söylenince çoğu solcumuz müstehzi bir ifadeyle “hani esas parti” diyebilmektedir. Nerede olduğunu bilen varmış gibi!… STP esas parti olduğunu düşünüp dağa küsenlerden, esas partiyi buluncaya dek herşeye burun kıvırmayı devrimcilik zannedenlerden, yine o ana kadar herşeyi, sendikalizmi, teorisizmi, demokratlığı, burjuvazinin mekanlarında politika yapmayı mubah ve Lenincilik sayanlardan kendisini ayırmaktadır, ayıracaktır.

Ama dost düşman bir noktayı görmelidir: “Esas oğlan” saplantıcıları, açık siyasi faaliyeti, devlete teslim edilen, burjuvazinin istediği an fethedebileceği bir alan olarak görüyorlar. Türkiye’de bu işin o kadar kolay olmadığı sosyalizm adına kanıtlanması gereken bir iddiadır. STP bu göreve de adaydır ve bu iddiasıyla geçmiş açık partilerden çok farklı bir tarz sergileyecektir.

Bunları, başkaları bizim açmazlarımız zannediyor. Oysa STP’nin ciddi ama bilincinde olduğumuz sorunları vardır.

Bir kitlesel depolitizasyon ortamına doğmak başlı başına büyük bir ayak bağıdır. Sosyalizmin gündem dışı olması, mücadeleyi zorlaştıracaktır. Üstelik burada söz konusu olan, yüzü dışarı dönük bir aygıttır. Depolitizasyon ortamı ile bu nitelik yan yana geldiklerinde kadroların konsolidasyonu diye bir başlık önem kazanacaktır. Geçmiş parti ve hareketler bu sorunu pek fazla yaşamamışlar ve fark etmemişlerse, bunun nedeni kısa vadeli kazanımlar beklentisi ve geniş politizasyon ortamı olmuştu. TKP’den Dev-Yol’a kadar herbir hareket çok değil üç-beş yıl içerisinde en hafifi “sınıfın önderlik sorununu çözmek” olmak üzere bir dizi beklentiyle yola çıkmışlardı. Beklentilerin vadesi ve çapı ile kadro niteliğine verilen önem ters orantılıdır. Geçmiş deneyimlerde beklentilerin “tutmaması” niteliksiz niceliğin çabuk çözülmesini, yaygın ve yüzeysel etkinin çabuk süpürülmesini getirdi. Bugün bu hatanın tekrar edilmesi durumunda çözülme ve süpürülme on yıllarla değil aylar, hatta haftalarla hesap edilebilecek bir vadede yaşanabilir.

Yukarıda yeni bir kimlik ve açılım için arınmanın gereği bol bol vurgulandı. Açıkçası STP’nin üzerinde kimi “kirlenmeler”in gölgesi bile olmamalıdır. Türkiye solu Kemalizm’le, burjuava milliyetçiliğiyle, vb. belirli hesaplaşmalar yaşadı. STP bu hesaplaşmaların en duru ve ileri mevzisinde tutunmalıdır.

Solda yaşanmamış kimi hesaplaşmalar var ise, dolayısıyla örneğin ezilen ulus milliyetçiliğine karşı belirli sosyalist bariyerler oluşturmak, kadın sorununu kadınlara ayrıcalık tanımak olarak yorumlayanlara karşı sosyalist kimlik ve kişilik vurgusunu arttırmak gerekiyorsa, STP tartışmasız bu görevleri yerine getiren hareket olacaktır. STP bu tür ayrılığı garantı ettiği sürece, iç konsolidasyonu sağlayabilir, hedefleri ve yöntemleri belli bir sınıf mücadelesi yürütebilir.

Yeni bir parti için olmazsa olmaz yoldaşlık duygusu da ancak bu temeller üzerinde yükselebilir. Gündelik mücadelenin 15-20 yıl öncesinin canlılığından uzak olması, iğneyle kuyu kazılmasının revaçta olması hem bir olumsuzluk hem de bir avantaj sayılmalıdır. Biraz da o canlılık tarafından içi boş bırakılan bu yoldaşlık duygusu çok soruna kaynaklık etmedi mi? Örneğin şu konsolidasyon ve yoldaşlık duygusu, nitel formasyonu esas alan bir heyecan yoluyla değil, biraz da lider fetişizmi aracılığıyla “halledilmeye” çalışılmadı mı? Bugün aynı zaafları tekrarlamak için şansımız olmayacaktır.

Bu avantaj keşfetme mantığı, aslında tüm alanlara uzatılabilir. Tıkanmalar ileri atılım için tanınmış bir olanaktır. Olanaklar değerlendirildiğinde, sosyalizm mücadelesi çok şey kazanacak!