Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün nedenleriyle ilgili tezler – Revizyonizmlere Karşı

Komünist ve İşçi Hareketi Tarihinde Revizyonizm

Geçen yüzyılımızın başlarında emperyalizm tarafından çıkarılan kanlı dünya savaşı sonrasında, insanlığın savaş ve emperyalizmden kurtuluşunu sağlayan kuşkusuz Rusya’daki Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’dir.

İtalyan işçilerinin bir şarkısında bu umut ifadesini şöyle buluyordu:

“Doğuda yükselen ışık, aydınlığı ile gitgide her yeri parlatıyor. / Batı’nın ufku dahi kızıla boyanmaya başladı. / Ve halklar ezenlere karşı ayaklanmaya başlıyorlar. / Sahte ve gerçek birbirinden ayrılıyor, köleler savaşmaya hazır”.

Ve bu yüzyıl 75 yaşına girdiğinde bu umut gerçekleşmeye çok yakındı:

Sosyalizm beş kıtadan dördüne ayak basmış ve insanlığın üçte biri gerçekleşmesi için mücadele ediyordu. Üstelik bununla da sınırlı değildi. En yoksul ve en küçük sosyalist ülkelerden birisi olan Vietnam’da halk on yıllık bir savaşın ardından emperyalist süper güç olan ABD’ye varoluşunun ilk yenilgisini tattırarak onu savaşı bırakmaya zorlamıştı.

Bundan sadece 15 yıl sonra sosyalizmin çekirdek ülkesinin ve Avrupa’nın sosyalist ülkelerinin kızılı da birdenbire haritadan silinmişti!

İşçi sınıfı, hatta insanlık, bundan daha korkunç, süregelen sarsıntılarının ve geleceğinin öngörülemediği böylesine bir felaket,  geri adım görmemişti.

Ancak:

Sosyalizm veya barbarlık için de yok oluş seçeneği, başka bir seçenekle daha da keskinleşti:

Sosyalizm veya insanlık soyunun sonu!

Karşı devrimin geçici olarak kazandığı zaferden sonra, başarıyla bu felaketin girdabından çıkarak yeniden başlamak için ve emperyalizmin ilerleyemediği noktada tutunabilmek amacıyla mücadeleye devam edebilmenin önkoşulu ise, alınan darbenin nedenlerini iyi anlamak ve ondan dersler çıkarmaktan geçmektedir.

Nedensellik sunumları gerçekten de çok fazla. Ancak büyük bölümü memnuniyet verici değil, hatta saçma.

“Sosyalizm Stalin adında bir tek kişi tarafından yok edildi”, diyor birçok kişi.

Marksist-Leninistler olarak tarihin kişiler tarafından yapılmadığını, tarihin sınıf savaşımlarının tarihi olduğunu biliyoruz.

Tarihi kişilikler, sadece sınıfların veya toplum kesimlerinin temsilcileri olarak etkili olabilirler, bireyler olarak değil.

Bu yüzden Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliğinde sosyalizmin çözülüşü, birey olarak ne bir Stalin, ne bir Hruşçov, ne de bir Gorbaçov’un omuzlarına yüklenebilir. Onların oynadıkları rolleri anlayabilmek için, hangi sınıfın veya toplumsal kesimin çıkarlarını temsil ettiklerinin, hangi toplumsal akımı içselleştirdiklerinin anlaşılması gerekir.

Sovyetler Birliği, DAC (Demokratik Almanya Cumhuriyeti) ve diğer sosyalist ülkelerin demokrasi eksikliğinden dolayı yıkıldığı savını ileri sürenlerin de sayısı da hiç az sayılmaz.

Demokrasi eksikliği devletlerin yok oluşları için bir neden olsaydı, o zaman hiçbir emperyalist devlet olmazdı yeryüzünde.

DAC’ın emperyalizm tarafından işgalinden sonra, çalışma ve oturma gibi insan haklarının mülk sahiplerince gasp edilmesi, işçilerin işlerinden ve evlerinden edilmesi, kirada oturanların evsiz bırakılmaları yoksa bu hakların DAC’da gerçekleştirilebilmesinden daha mı demokratikti?

Burada bu saçmalıklara ayırılacak vakit yok.

Ancak bir şey kesin:

Marx ve Engels’ten bu yana sosyalizm bir bilimdir. Lenin’den beri de bu temelde sosyalizmin inşası bilimsel zeminde bir gerçekliktir.

Bunun anlamı:

Sosyalizm, inşası bilimsel temellere dayandığı sürece başarıyla kurulabilir ve emperyalizme üstünlüğü ispatlanabilir tabii ki genel sosyalist inşa yasaları izlendiği sürece.

Ancak bu yasalar göz ardı edilir, bilimsel sosyalizmden sapmalar olursa, o zaman “kim – kime” bir anlayış başlar ve mücadelenin sonucu emperyalizm lehine sonuçlanır.

Bu hiçbir marksistin aksini iddia edemeyeceği bir tanımlamadır.

Bu tartışılmaz gerçeklik ise Avrupa ve Sovyetlerdeki sosyalizmin başına gelen felaketin nedenlerinin araştırılmasında hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken bir anahtardır.

Sovyetler Birliği’nde ve sosyalist ülkelerde sosyalist inşanın ve sosyalizmin kapitalizm karşısında üstünlüğünün kanıtlandığı herhangi bir zaman dilimi oldu mu acaba?

Tabii ki, böylesi bir süreç olmuştu:

Kapitalizm dünya ekonomik kriziyle sallanırken, Sovyetler Birliği’nin ilk beş yıllık kalkınma planını gerçekleştirdiğinde.

Sovyet planlı ekonomisinin başarısı öylesine etki göstermişti ki, kapitalist menajerleri dahi dört yıllık kalkınma planları ve “new deal” ile bunu kopyalamaya başlamışlardı.

Ve gırtlağına kadar modern silahlarla donanmış dünyanın en güçlü emperyalist ordusu, neredeyse Avrupa kıtasının tamamını işgal eden faşist Almanya, henüz sınırlarını tahkim edememiş ve modern silahlarını yeterince donatamamış Sovyetler Birliği’ne saldırdığında, Kızıl Ordu ve ülke halkları faşistlere karşı koymakla kalmayıp, onları inlerine kadar kovalayarak, müttefiklerle birlikte darmadağın edebilen kıtanın yegâne ülkesi olma sıfatını taşımıştı.

Sovyet düşmanlarının; Sovyet sisteminin cephelerdeki yenilgilere ve baskılara karşı dayanamayacağına yönelik umutları, tüm yoksulluklara ve zorluklara göğüs geremeyecekleri hakkındaki öngörüleri, buradan faydalanarak Rus olmayan milliyetlerin bu fırsatı kollayarak birlikten ayrılacaklarına yönelik beklentileri, köylülerin kolektif ekonomiye sırtlarını dönecekleri savları, “Sovyet Halkları” adını boşuna almamış olan bu toplumun siyasi ve ahlaki birlikteliği karşısında tuzla buz olmuştu.

Bu anlayışın dışında kalan her şey – nasıl başka türlü olabilirdi – marjinal olarak kaldığı gibi genel gelişimi etkilemekten de uzaktaydı.

Sovyetler Birliği’nin sosyalist düzenini savunurken gösterdiği bu olağanüstü güç erimi sadece karşıtlarını hayretler içinde bırakmakla kalmamış, dostlarının da tüm beklentilerini ve umutlarını aşmıştı.

Yüzyılın bu devrimci hareketinin ikinci zirvesine kara leke çalmak, ellili yılların ikinci yarısından sonra bazı yeni SBKP sekreterlerinin dramatik işlevleri sonucu mümkün olmuştu.

Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan bazı kimselerin kalemlerinden, otuzlu yılların ekonomik başarılarını “öncelikle ‘Gulag sistemi’nin başarısı olmuştur” şeklinde yazıları okumak ise beni en çok üzen şeylerden biri olmuştur.

Böylesi sosyalistler için, sosyalizmin ölüm tohumları Sovyetler Birliği’nde ilerlemenin durduğu, aşağılara doğru inildiği ve sona yaklaşıldığı dönemlerde değil, savaş ve iç savaştan çıkıldığı bir süreçle tamamen yakılıp yıkılmış bir ülkeden dizlerinin üzerine doğrulup, Avrupa’nın siyasi ve ekonomik en büyük gücü olduğu bir döneme rastlıyordu.

Buna karşın, marksist kalmak isteyenler, en temel gerçeklere sıkı sıkıya tutunmak zorundadırlar:

Sosyalizmin başarılı bir şekilde inşa edilebilmesinin önkoşulunun Marksizm-Leninizm’in nesnel yasallıklarına göre gerçekleşebileceği nasıl biliniyorsa, duraklama ve gerilemenin de bilimsel sosyalizmden ve onun yolundan sapmalardan dolayı ve yasallıklarının göz ardı edilmesinden kaynaklı meydana geldiğinin de bilinmesi bir o kadar zorunludur.

Bu sapmaların hangi yönde olduğuna ise, komünist dünya hareketi 1957 ve 1960’da Moskova’da yaptığı danışma toplantılarında dikkat çekmiştir.

1957: “Komünist partiler güncel koşullar altında en büyük tehlikeyi işçi sınıfının devrimci enerjisini donduran veya kapitalizmin restorasyonunun korunmasını savunan burjuva ideolojisinin kendini ifade etme biçimi olan revizyonizmde görmekteydiler. Devamında: Modern revizyonizm, Marksizm-Leninizm’in büyük öğretisine çamur atmaya yeltenmekte ve onu çağı geçmiş, toplumsal gelişme için önemini yitirmiş olarak yaftalamaya çalışmaktadır.

Revizyonistler Marksizm’in devrimci ruhunu yok etmeye ve işçi sınıfıyla emekçi halkın sosyalizme olan inancını sarsmaya çalışmaktadırlar.

Onlar, proleter devrimin gerekliliğine ve kapitalizmden sosyalizme geçişte proletarya diktatörlüğünü inkâr etmekle kalmayıp, aynı zamanda Marksist-Leninist partinin rolünü görmezden geliyorlar. Proletarya enternasyonalizmini reddediyorlar. Parti inşasında temel Leninist prensiplerin gereksizliğinden ve en önemlisi de demokratik merkeziyetçilikten vazgeçilebileceğini, hatta komünist partinin bir mücadele örgütü olması yerine bir nevi tartışma kulübüne dönüştürülebileceğinden dem vurmaktan kaçınmıyorlar”.

1960: “Komünist partiler uluslararası oportünizmin Yugoslav oyun biçimini, modern revizyonizmin odaklanmış bir ifadesi olarak oybirliğiyle kınayıp karara bağladılar.

Yugoslavya Komünistler Birliği’nin liderleri, Marksizm-Leninizm’e modası geçmiş tanımını yakıştırarak, ona ihanet ettiklerinde karşısına da 1957’de anti-Leninist programlarını koydular.

Böylece Yugoslavya Komünistler Birliği’ni tüm komünist dünya hareketinin karşısına çıkardılar, ülkelerini sosyalist bloktan kopararak, Amerikan ve diğer emperyalist yardımlara bağımlı kıldılar ve böylece Yugoslavya halkının kahramanca mücadelelerle elde ettiği devrimci kazanımları tehlikeye attılar.

Yugoslav revizyonistler sosyalist birlik ve komünist dünya hareketine karşı alttan oyma politikası izlemekteydiler. Yugoslav revizyonist liderlerinin gerçek yüzlerinin ortaya çıkarılması ile komünist dünya ve işçi hareketinin bu anti Leninist fikirlere karşı perdelenmesi, öncesinde olduğu gibi, şimdi de Marksist-Leninist partilerin kaçınılmaz görevi olmalıdır”.1

Açık, net ve hedefini bulan sözcükler!

Bu iki danışma toplantısının ifadelerini detaylı olarak işlememin sebebi, o dönemde dünya komünist hareketinin sosyalizm için varoluşçu tehlikenin nereden geldiğini çok iyi bilmesi ve bunu da en açık biçimde ifade etmesiydi:

Revizyonizmden.

Bu tehlike Marksist işçi hareketini başlangıçlarından beri tehdit etmektedir. Marx ve Engels, ta başından itibaren bilimsel sosyalizmin öğretisine burjuva ideolojisinin uzlaşma fikrini gizlice sokmak isteyenlere karşı tavizsiz bir mücadele vermişlerdi ki tam da bu uzlaşma, revizyonizmin ana çekirdeğini oluşturmaktadır.

Marx ve Engels 1879 ‘da August Bebel ve Karl Liebknecht’e yazdıkları o ünlü mektupta, Alman sosyal demokrasisinin içerisindeki revizyonizmin kurucusu Eduard Bernstein ve fikirdaşlarına yönelik: “Sınıf savaşını hareketimizden silmek isteyenlerle bizim bir araya gelmemiz olanaksızdır”, demişlerdir.2 Marks ve Engels gibi, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg da Alman partisinde ve II. Enternasyonal’de revizyonizmin kök salmasına karşı mücadele ettiler; ancak maalesef sonuç alamadılar.

Revizyonizmin II. Enternasyonal partilerinde elde ettiği kaçınılmaz zaferinin sonucu Lenin liderliğinde yürütülen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SDAPR -Sozialdemokratische Arbeiterpartei Russlands) haricinde 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışında çöken II. Enternasyonal, Marx ve Engels ‘in yarattığı işçi hareketine vurulan ilk felaket darbesiydi.

Tarihin bu acı deneyiminden sonra anti-revizyonist ve devrimci gereksinimlerden kaynaklı komünist hareket doğdu ki temel dayanağı proleter devrimin ocağı Sovyetler Birliği ve Lenin’in partisiydi.

Devrimci ve anti-revizyonist bir hareket olarak doğan bu komünist partiler revizyonizm görüntüsüyle içlerine sızan burjuva ideolojisine karşı korunaklı değillerdi.

Revizyonizmin işçi hareketinin içerisindeki gücü, ödünç alınmış bir güçtür. Zira bu güç emperyalizmin gücünün bir refleksidir.

Emperyalizm ne kadar güçlü olursa, onun işçi hareketi ve sosyalist ülkeler üzerine olan ekonomik, siyasi ve ideolojik baskısı da o ölçüde güçlüdür. Buralarda sapmalara ve yorgunluk belirtilerine girilmesi, ideolojik ve siyasi yumuşamaların oluşması tehlikesi de o ölçüde kaçınılmaz olur; Emperyalizme diverziyon için üsler kurabilmesi için olanaklar yaratır.

Komünist hareketin içerisindeki revizyonizm, sosyal demokrat hareketin içerisindekinden nasıl farklılıklar gösterir?

Savaş öncesi revizyonizm, sosyal demokrat partilerin kapitalizmi yıkmak isteyen devrimci partiler durumundan kapitalizmi devrimden korumaya yönelik reformist partilere dönüştürmek için mücadele ediyordu.

II. Enternasyonal partilerine karşı Revizyonizmin zaferi ile bu partiler 1918 ‘de Almanya’da ve 1974’te Portekiz’de kapitalizmin son savunma hatlarının temel direkleri haline geldiler.

Komünist partilerdeki revizyonizm ise reformizme karşı verilen mücadelenin yumuşatılması, sosyal demokrat çizgilere yaklaştırılması ve devrimci politikalar ile reformist politikalar arasındaki ayrım çizgisinin silikleştirilmesini sağlamaya yönelik bir mücadele içerisindeler.

Bu emperyalizmin yengisini engellemeye yöneliktir.

Böylesi bir tavır da genellikle sosyal demokrat işçilerin birlik cephesinin sağlanmasının gerekliliği ile açıklanmaktadır.

Ancak böylesi bir cephe birliğine sosyal demokrat liderler zorlanmak durumundadırlar. Bunu yapacak olanlar da bunu ilkelerine bağlı komünist bir partiyle gerçekleştirilebilirler. Tıpkı tarihin de bize öğrettiği gibi.

Sosyalist ülkelerdeki revizyonizm, emperyalizmle olan uzlaşmaz çelişkiyi sümen altı etmeyi veya bunu tamamen inkâr etmeyi, emperyalizmle işbirliği içerisinde “insanlığın genel çıkarları” ve barış için mücadelenin propagandasını yapar. Kapitalizmin devrimci yıkımının çağdışı olduğunu ve parlamenter demokrasi yoluyla sosyalizme barışçıl bir geçişin gerekliliğini öne sürer. Ayrıca Marksist-Leninist bir parti önderliğinde proletarya diktatörlüğünün ayakta tutulmasını inkâr eder. Sosyalist devletin bir halk devleti, komünist partinin ise bir kitle partisi olması gerektiğini savunmakla kalmaz, aksine her ikisinin de proleter karakterini çalmaktan geri durmaz.

Kısacası kapitalist ülkelerdeki komünist partilerdeki revizyonizm proleter devrimi engellemeye ve kapitalist düzenin korunmasına yöneliktir.

Sosyalist ülkelerdeki revizyonizm ise sosyalist düzenin parçalanmasını ve kapitalist düzenin yeniden yapılandırılmasını hedeflemektedir.

Revizyonizm nasıl zafer kazanabildi?

Esas sorun, revizyonizmin ne olduğu ve komünist hareketin içerisine nasıl yerleştiğinden ziyade, Marksist-Leninist güçlere karşı nasıl oldu da zafer kazanabildiğidir.

Bu esas ayırt edici soruya yanıt verebilmek, marksist bir yanıt verebilmek, çoğu kez denendi.

Oysa sorun öylesine çok yönlü ve kapsamlı ayrıca şu ana kadar bilinmeyen gerçekler öylesine keşfedilmeyi bekliyor ki, gerçek bir yanıt bulabilmek imkânsız hale geliyor. Çünkü halen birçokları sadece zanlardan ve hipotezlerden faydalanarak bir sonuca varmaya çalışıyorlar.

Gorbaçov ve ondan önce de Hruşçov’un utanılacak rolleri göz önünde bulundurulduğunda, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da sosyalist devlet yapılarının çökertilmesi onların eserleri gibi görülmektedir.

Böylesi bir saptamanın haklılığı var; ancak onların bu hıyanetlerinin neden bu sonucu getirdiği bu şekliyle açıklanamaz.

Burada da 150 yıl önce Friedrich Engels’in “Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim”de yazdıkları geçerlidir: “Karşı devrimin başarısının nedenlerini araştırdığınızda, bay X veya yurttaş Y halka ihanet etmiştir şeklinde kolaycı bir yanıt almak olasıdır”.

Bu yanıt ister doğru ister yanlış olsun, hiçbir şekilde “halk”ın nasıl olup da kendisine ihanet edilmesine izin verdiğini açıklayamaz. “Esas nedenler, birkaç liderin tesadüfi ereklerinde, yetkinliklerinde, hatalarında, yanılgılarında veya ihanetlerinde değil, ulusu sarsan bu felakete giderken, her bir bireyin yaşam durumları ve genel toplumsal koşullarında aramak gereklidir”, diye yazıyor Engels.3Engels’in gösterdiği bu istikamet doğrultusunda Hans Heinz Holz okunmaya değer “Sosyalizmin yenilgisi ve geleceği” adlı çalışmasında sosyalist toplumların birinci deneyiminin yenilgiyle sonuçlanmasına giden üç unsurdan söz etmektedir:

1.

“Ekonomik koşulların” yetersiz olgunlaşması; 2. “Bürokrasi meselesi”; 3. “Teori”nin yoksullaşması.

KPD’nin (Almanya Komünist Partisi) ”Kızıl Sabah” grubu sorunu değişik şekilde ele alıyorlar.

Revizyonizme karşı komünist hareketin içerisinde bir tek parti olarak başından itibaren taviz vermeksizin mücadele ettiğini iddia eden Arnavutluk İşçi Partisi’nin görüşüne göre, Sovyetler Birliği ve Avrupa sosyalist devletleri, Arnavutluk haricinde 1956’dan itibaren ve SBKP’nin XX. Kongresi akabinde sosyalist devlet olma niteliklerini yitirmişlerdir.

“Sovyetler Birliği’nde sosyalizm ne zaman ve neden yenildi”4.adlı kitaplarında, tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir ve sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde sekteye uğraması da sınıf mücadelesinin bir sonucudur.

Buraya kadar iyi, ancak sonrasındaki açıklamalar sorunlu.

Sovyetler Birliği’nde yeni bir sömürücü sınıf oluştu ve bu Stalin’in ölümünden sonra ve XX. Kongre ile birlikte gücü elinde toplayarak yeni bir sömürücü toplum inşa etmiştir.

Bu iki sömürücü sınıf birbirine iki rakip gruptan oluşuyordu; bir tarafta devlet ve parti bürokrasisi, diğer yandan işletme müdürleri.

Böyle bir sınıfın sosyalist toplumun kucağında oluşabilmesi sosyalizmin bir geçiş toplumu olarak kapitalist toplumun ana benleriyle göbek bağlarından bağlı olmasıydı, “örneğin yönetici ve uygulayıcı arasındaki iş bölümü fonksiyonları”.

Sovyet işçi sınıfının ve partisinin sosyalist üretim koşullarında köklerini bulan sınıfsal farklılıkları bilimsel olarak analiz edecek bir teorisi eksikti.

Bu da, Stalin’in Sovyetler Birliği’nde direnişi örgütleyebilecek arta kalmış sınıfların olmadığı, şeklindeki yanılgısını açıklamaktadır.

Hem “çökertilmiş olan sosyalist toplumda, hem de şimdikinde” karşıtlıkların analizinin gerekliliğine değinmek hem yararlı hem de haklı bir nedene dayanmaktadır.

Ancak “Kızıl Sabah”lı yoldaşların açıklama denemeleri XX. Kongre akabinde 1956’da sosyalizmin bir sömürü toplumunca alt edildiği şeması genel anlamda üzgünlük vericidir.

Gerçekler açıklamalara uygunluk gösterdiğinde bu kalıpların içerisine sıkıştırılmakta, uygun hale getirilebilecekler ise bu şemada yer bile almamaktadır.

Bu şematik açıklama ile kendilerinin de nasıl bir zorlanmanın içerisine girdikleri görülmektedir. Özellikle 1956’dan itibaren Sovyetler Birliği’nde sömürücü bir toplumun var olduğu, ancak bunun kapitalist bir toplum olmadığı tezi; bu da demek oluyor ki, Sovyetler Birliği’nde 1956’dan sonra da kapitalist bir toplumun tüm özelliklerine rastlamak mümkün değil.

Bu toplum, feodal ya da köleci bir toplum da olmadığına göre, yeni tarz bir sömürü toplumuyla karşı karşıyayız demektir. Bunun özelliklerini ise “Kızıl Sabah”lı yoldaşlarımız bir türlü açıklayamıyorlar. İçine daldıkları bir diğer zorluk ise, 1989/90’da gözlerimizin önünde gerçek bir karşı devrim ile Sovyetler Birliği’nde ve Avrupa’da var olan sosyalist ülkelerde tüm yıkıcılığıyla sömürü toplumunun yeniden yapılandırıldığı, sosyalist toplumun likidasyonu ve sömürü toplumunun geri dönüş özelliklerini taşıdığı gerçeği ile yüz yüze kalmalarıdır.

Bu da doğal olarak şu soruyu doğuruyor:

1989/90’da yaşadığımız eğer 1956’da olmuşsa, o zaman bugün çöküşün göstergeleri olan unsurlar neden yoktu ve niçin ikinci bir karşı devrime ve restorasyona gereksinim duyulmuştu?

Ancak, revizyonizmin nasıl kazandığı sorusuna geri dönelim.

Kaynakları neydi ve koşullar nelerdi?

Birincisi:

Lider emperyalist devletler beş yıl boyunca Sovyetler Birliği’nin en zor savaşında kader ortaklarıydı ve bu da düşünceleri ve hissiyatları üzerine etkisiz kalamazdı.

İkincisi:

Atom çağına giriş, emperyalizme Sovyetler Birliği’ni etkisi altına almada çok yeni olanaklar sağlamaktaydı.

Üçüncüsü:

Büyük savaşta 25 milyon insanın kaybı savaş sonrası yıllarla olan mücadelede etkisiz kalamazdı.

Dördüncüsü:

Savaş ve savaş sonrası süreçte milyonlarca Sovyet yurttaşı kapitalist ülkelere, özellikle de Almanya’ya geldiklerinde kendi ülkelerinin gelişimi beklentisi içerisinde dünya görüşlerinin devamlılık arz eden bir etkileşimle yüz yüze gelmişlerdi.

Beşincisi:

Savaştan sonra, Sovyetler Birliği sosyalizmin yegâne ülkesi olma özelliğini yitirmiş, yepyeni sorunlarıyla ve şekillenmesi gereken karşılıklı ilişkilerin yapılandırılması gibi kapital problemler ortaya çıkmıştır.

Tüm bu değişimler tamamen farklılık arz etmekte ve görece olarak da çelişkilerle doluydu.

Bunların bazıları burjuva ideolojisinin sızmasını oldukça kolaylaştırıyordu.

DKP’nin (Alman Komünist Partisi) sosyalizmin çözülüşünü açıklama denemelerine gelince: “Kapitalizme karşı tarihi bir seçenek sosyalizm”5.adlı dokümanında DKP de ”Reel sosyalizmin başarıları ve yanlış gelişimi” bölümünde sosyalizmin çöküşünün nedenlerini açıklama denemesi yapmaktadır.

Her ne kadar bu doküman ile DKP, kapitalizmin sosyalizm tarafından yıkılması ve onun yerini almasının aleni toplumsal bir tartışmaya kazandırılmasını görsek de, söz gelimi “yanlış gelişim”in yenilginin nedenlerini ne denli bir açıklıkla ortaya koyabildiğini o ölçüde yetersiz bulduğumuzu da belirtmek durumundayız.

Çünkü bu bölümde gerçek bir analiz yerine, SBKP’nin 20. Kongresinden sonra Hruşçov’un inkârcı eksikler ve yanlışlar kataloğunun tekrarını buluyoruz.

Ki bunlar SBKP’nin doğrultusunda giden partiler tarafından alınmış ve Gorbaçov’un derinleştirmesiyle içselleştirilmiştir.

Bu bölümün DKP’nin tarih komisyonunun 12.5.1994’te yaptığı anti-Stalinizm-önergeleriyle karşılaştırılması yapıldığında, “yanlış gelişimler” bölümünün büyük çapta DKP’nin bu tarih komisyonunun nedenselliğine dayandığını görmemek mümkün değil.

Bu “yanlış gelişim” bölümünde hiçbir şekilde 20. Kongreden bahsedilmediği gibi, hiçbir kelimeyle “revizyonizm”den dem vurulmuyor.

İki buçuk sayfanın en sonunda tamı tamına yedi satır ile “sonunda oportünist konumlanmalar üstünlük kazandılar” şeklinde bir değerlendirmeye rastlamak mümkün oluyor.

O zamanlar tarih komisyonunun açıklamasında yazılanları hatırladığımızda, hayretimiz sona eriyor: her defasında tartışmada SBKP’nin 20. Kongresi ile komünist dünya hareketinin komünist politikayla olan bağının çözüldüğünü duyuyoruz.

Ve bunu doğru bulmuyoruz. Bunun yerine kökten araştırmalar yapılacağına yanlış gelişim olarak sayılanların 20. Kongre tarafından yaygınlaştırılan yanlış ve önyargıların bu bölüm için bir ön hazırlık olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bunu ayrıntıyla inceleyelim:

1. İşçi sınıfının öncü rolü bu koşullar altında büyük çapta Komünist Parti tarafından üstlenilmek zorundaydı. Ve esas şimdi “Yanlış gelişme” olarak tanımlanan mesele geliyor: ”Koşullar değişince de, bu anlayış devam ettirilmiştir”.6                                       

Bununla şu söylenmek isteniyor:

Sosyalist devlette işçi sınıfının öncü rolü işçi sınıfının partisinin öncülüğüyle telafi edilemez, işçi sınıfının kendisi tarafından doğrudan üstlenilmek ve gerçekleştirilmek durumundadır.

Bu satırların yazarı yoldaşlar maalesef bunu nasıl uygulamayı düşündükleri konusunu açıklamaktan aciz kalıyorlar.

Belki de, Monaco veya San Marino gibi şehir devletleri haricinde bir sınıf öncü rolünü onun sınıf örgütü dışında gerçekleştirebilir.

Yoldaşlar bunu aslında Marx, Engels ve Lenin’den hafızalarından hatırlamalıydılar.

Ancak anlaşılan, bu görüşler yerine tarih komisyonunun III AL/1 sayılı önergesinin “Yanlış gelişim” üzerine olan partinin avangart tanımından, yani işçi sınıfının önünde gitmesi ve ona yol göstermesinden vazgeçilmesi anlayışı bu işin kökeninde yatmaktadır.7

Parti ve sınıf arasındaki bu ilişkinin Marksist-Leninist karikatürü anlayışına karşıt olarak manifestoda ve Lenin’de bu hususta söylenenlere kulak verelim:

Komünist Manifesto’da komünistlerin avangart rolü şöyle tanımlanmıştır: Komünistler tüm ülkelerin işçi partilerinin pratik olarak en önemli parçasıdırlar; yani teorik olarak diğer proleter kitlelerden önce gidişat ve genel sonuçlarla ilgili tüm koşulları görebilirler.8

“Sol Komünizm” isimli eserinde Lenin’de şunları okuyoruz: Sovyetler tarafından örgütlü proletaryanın gerçekleştirdiği proletarya diktatörlüğü Bolşevik Komünist Parti Liderliğinin öncülüğüyle hayata geçirilir.

Genel anlamda komünist olmayan, elastiki ve görece geniş kapsamlı kitlesel proleter bir aygıt söz konusu ki, parti sınıf ve kitle ile sıkı sıkıya bağlantılı ve partini öncülüğünde sınıfın diktatörlüğü gerçekleştiriliyor.9                                            

Eğer bu artık doğru bulunmuyorsa, o zaman bu “Stalinizm”e sırtını dönmek değil, bu Manifesto’ya ve Leninizme veda etmek anlamına gelmektedir.

Marksizm-Leninizmde hiçbir yerde “Avangart-Talebi”nden söz edilmemekte, bilimsel sosyalizmin partisinin proletarya hareketine ve diğer proleter kitleye göre öncelikli gidişat ve genel sonuçların koşulları ile ilgili teorik bir gözlemden bahsedilmektedir. Bu ise sınıf mücadelesinin ve sosyalizmin inşasının başarısının göz ardı edilemeyen gerekliliğidir.

Partinin hangi koşullar altında sınıfın ve kitlelerin öncülüğünü yapabileceğini ise, Lenin’de bulabilmek mümkün:

“İlk etapta proleter, ancak proleter olmayan emekçilerle de, yani geniş emekçi kitleleriyle bağlar kurmak, onlara yaklaşmak, hatta deyim yerindeyse belirli ölçülerde onlarla kaynaşmak suretiyle ve bu avangartın öncülüğünün doğruluğuyla, politik, stratejik ve taktik bir doğrulukla perçinlenmiş bir liderlikle geniş kitlelerin kendi deneyimleri ile bu koşulların doğrulanmasıdır”.10

Bu eleştirdiğimiz bölümün yazarı yoldaşlar, eğer sosyalizmde yanlış gelişimlerin sosyalizmin hangi aşamasında ve hangi sosyalist ülkelerde bu koşullara en fazla uygun düştüğünü, hangilerinde ise daha az uygun düştüğü sorununu önlerine koymuş olsalardı, XX. Kongre sonrası gelişmelerin ciddi eleştirel bir araştırmasından da kaçamazlardı, şüphesiz.

2.

DKP dokümanında bir diğer “yanlış gelişim” olarak: “Parti ve devletin gitgide yönetsel-bürokratik bir aygıt olarak birbirinin içerisinde eridiğinden” söz edilmektedir.11   

Bu konuda iki şey söylenebilir.

Birincisi:

İşçi sınıfının hâkim sınıf olduğu bir devlette Parti ve işçi sınıfı arasında ve devlet kuruluşlarında koordinasyon ve işlerliğin rasyonalizasyonu amacıyla bazı noktalarda kaynaşmaların olması başından itibaren olumsuz olarak değerlendirilemez.

Bu konuda değişik zamanlarda Lenin fikrini söylemiştir: “Yöneten bir parti olarak, Sovyet’in zirvesinin partinin zirvesiyle kaynaşmasının kaçınılmaz olduğunu ve bunun da böyle kalacağını göz önünde bulundurmak durumundayız”12ve “Az Olsun, Öz olsun” isimli çalışmasında Lenin şunlara dikkat çekmekteydi: “Parti kurumları Sovyet kurumlarıyla nasıl birleştirilir?

Burada kabul edilemez bir şey var mı? Ve gerçekten de, birini diğeriyle birleştirmek eğer sorunun özünün gereği ise niçin doğru olmasın? Sovyet’ in ve Parti’nin bu elastiki birlikteliği bizim politikamızın olağanüstü gücünün kaynağının bir ürünü değil midir?

Dış politikamızda kendisini kanıtlayan ve temellendiren şey, öyle sanıyorum ki, devlet aygıtında da en az bunun kadar yerinde olacaktır”.13.

İkincisi:

Devlet ve parti kurumlarının “yönetsel-bürokratik bir aygıt” içerisinde kaynaşması, zorunlu bir kaynaşma sürecinin sonucu olarak değil, daha çok parti ve devlet liderliklerini uygularken kendilerini kitlelerin sosyalist devrimin daha ileriye götürülmesi ilkesi nedeniyle bir kaynaşma olmamasından ve dolayısıyla kitlelerin kendilerine olan güvenlerini telafi etmek için gerçekleştirdikleri bürokratik-yönetsel bir kaynaşma olması gerçekliğidir.

DKP dokümanını yayınlayan yoldaşların, Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde gerçekte meydana gelen gelişimle ilgili, yaptıkları araştırmaların temelinde parti ve devletin yönetsel-bürokratik bir aygıtta kaynaşması şeklinde saptadıkları bu “yanlış gelişim”in temelinde esasen XX. Kongreyi takip eden sürecin belirleyici olduğunu yadsımalarıdır.   

3.

DKP dokümanının bir diğer yanlış gelişme olarak saptadığı: “Sosyalist demokrasi az gelişmiş olarak kalmak dışında, sosyalist hukuk devleti kurallarının çiğnenmesiyle yara almıştır.”14 “Az gelişmiş sosyalist demokrasi”?

O zaman bu yazar yoldaşlar, bu “az gelişmiş sosyalist demokrasi”nin sadece bir sayfa önce değindikleri sosyalist demokrasinin demokratik kazanımlarını nasıl elde ettiklerini nasıl açıklayabilirler acaba: Sosyalizm, gelişmiş emperyalist merkezlerde dahi ulaşılamayan kazanımlar elde etmiştir:

“Evsizlik ve işsizlik sorunu aşılmıştır, herkes için eşit eğitim koşulları sağlanmıştır, kadınlar için gelişmiş iş olanakları temin edilmiştir, ücretsizlik, sağlık hizmetlerinden herkesin yararlanması güvence altına alınmış ve yüksek gelişmiş düzeyde bir kitle kültürü sağlanmıştır.

Sosyalizmin varlığı ve onun kazanımları gelişmiş kapitalist ülkelerde de sosyal ve demokratik reformların gerçekleştirilmesi mücadelesinin koşullarını azımsanmayacak ölçüde iyileştirmiştir.

Burjuvazi ve hükümetleri önemli tavizler vermek zorunda kalmışlardı”.15                                                              

Peki, öyleyse bu ön plana çıkarttıkları kazanımların demokrasiyle bir alakası yok muydu?

4.

Bir diğer yanlış gelişim olarak: “Yalnız sade bir devletleştirme yerini gerçek bir kamulaşmaya bırakıyordu.

Bunun sonucu sosyalist mülkiyetin yabancılaşmasıydı. ‘Gerçek bir kamulaştırmanın sade bir devletleştirmenin yerini alması’ ne demek oluyor?

Bu soruyu editör yoldaşlar taslaklarının ‘ekonomi’ başlıklı bölümünde şöyle yanıtlıyorlar: Sosyalimin ilk adımlarının gerçek içeriği ‘sosyalist bir otonom yönetim’in inşasını içermektedir”, bu da aslında şu anlama gelir: “Büyük holdinglerde, bankalarda, sigortalarda, toprak ve arsalarda, işletmelerin etkin olduğu her alanda eski iyelik sıfatları tamamen silinecektir.

Ürünleri ve hizmetleri üretmek ve onları yönetmek hakkı ve sorumluluğu üreticilerin kendilerine verilecek.

Bunun için merkezi ve demokratik olarak belirlenecek bir planlama ve yönetim kaçınılmazdır.

Bu da genel olarak finans kurumlarının ve büyük holdinglerin (aynı zamanda hem üretim işletmeleri hem de dağıtım organizasyonlarında) bunların tamamen kamulaştırılmasında uygulanır.”16

“Sade bir devletleştirmenin yadsınması, devletin rolü hakkında hiçbir biçimde söz edilmemesiyle sağlanıyor; geleceğin sosyalizmi için devletin bir plan komisyonu hiç öngörülmüyor.

Tüm ‘ekonomi’ bölümünde devletin sorumlulukları ve ödevleri konusuna hiçbir şekilde değinilmiyor!

Devletsiz bir plan ekonomisi ne kadar gerçekçi değilse, “sosyalist mülkiyetin yabancılaştırılması”nın temel nedeninin de “sade devletleştirme”de olduğu ileri sürülmekte.

Hiçbir sosyalist ülkede sosyalist mülkiyetin yaratılması “sade bir devletleştirme” değildi, tam tersine işçilerin ve hizmetlilerin konumunun devrimci bir dönüşümü, emeklerini satan durumdan, çalışma koşullarının belirlenmesinde ve işletmenin planının saptanmasında ve onun hayata geçirilmesinde görev alan bir kolektifin parçaları olmaları ve bu temelde kendi işletmelerine yeni bir konumlanma kazanmalarıydı.

Sosyalist devlet mülkiyetinin bu ortak sahiplerinin sosyalist işletmelerde emekleri sayesinde çalışanların gereksinimlerini kalıcı olarak daha iyi tatmin etmeleri de bu dönüşümün kaçınılmaz önkoşuluydu.

Ve bilindiği gibi, bu gerçekleşmedi.

Eğer yazar yoldaşlar, sadece sosyalist mülkiyetin değil, aynı zamanda sosyalist devletin “yabancılaşmasının büyümesinin” gerçek nedenlerini ararken, sadece sosyalist devletlerde ekonominin çöküşünü incelemiş olsalardı; işte o zaman “sade bir devletleştirme” dışında herhangi bir sosyalist mülkiyet kalmadığını görebilirlerdi.”

5.

DKP’li yoldaşlar bir diğer yanlış gelişim olarak: “Bu ‘sosyalizm modeli’ni, burada ‘sözü edilen Sovyet modeli’, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist bir gelişim yolu izleyen ülkelere, bunlar arasında DAC ve CSSR (Çekoslovakya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti) gibi gelişmiş ülkelere de yayıldığını saptıyorlardı.

Sosyalizmin yönetsel-merkeziyetçi bu tipiyle, başında önemli ekonomik başarılara ulaşıldıysa da, sonraları bilimsel-teknolojik devrimin gereklerini yerine getirebilmek için yeterince esnek olmadığını öne sürüyorlardı.

Bunun sonucu olarak iş üretkenliği ve yaşam standardının maddi temeli gelişmiş kapitalist ülkelerin gerisinde kalıyordu.

Bu da de-stabilizasyonu zorunlu kılıyordu.”17

 Bu açıklamada sosyalist ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkelerin gerisinde kalması ve bu gerçeğin de stabilizasyon yaratması dışında doğru olan hiçbir şey yok.

Buna karşın,  bu “sosyalizm modeli”nin DAC ve CSSR gibi geri kalmış ülkelere aktarıldığı tezi (belirli bir milliyetçi küstahlıktan da uzak değil) söylense de söylenmese de, ortaya konulmak istenmektedir.

“Sovyet modelinin diğer sosyalist ülkelere aktarılmasını”, ‘zorlanarak kabul ettirilme’ olarak okuyan herhangi bir kimse de, yayımcı bu yoldaşları hiçbir şekilde yanlış anlamış olmaz.Buna karşın Lenin’in “Sol Komünizm” adlı eserinde Rus devriminin uluslararası düzlemdeki önemini şu şekilde vurguladığını unutmamak gerekir: “Rus örneği, tüm ülkelere kaçınılmaz ve esas olarak kendi özünün uzak olmayan bir gelecekte nereye ulaşacağını göstermektedir. “Bundan dolayı Sovyet gücünün ve Bolşevik teori ve pratiğinin uluslararası önemini kavramak gereklidir.”18

Faşizme karşı kazanılan zaferden sonra Doğu Avrupa’nın halk demokrasileri oluştuğunda ve kendilerine sosyalizme geçiş gibi bir erek koyduklarında, deneyimlerinden öğrenip faydalanabilecekleri tek sosyalist bir ülke vardı; ve bu en kötü koşullar altında geri kalmış ve az gelişmiş bir ülke durumundan tarihsel olarak en kısa bir süreçte modern bir sanayi ülkesi ve sosyalist bir toplum kurma yetisine sahip olunabileceğini, tüm emperyalist darbelere ve en güçlü emperyalist askeri gücün kalleşçe saldırısına sadece dayanmakla kalmayıp, aynı zamanda onu nasıl yok edebildiğinin iyi bilinmesi gerekmez mi?

Yine de, yeni sosyalist ülkelere Sovyet modelinin ne aktarıldığını, ne de basitçe kopyalandığını söylemek mümkün değildir.

Bu ülkelerin her biri kendi ulusal özgünlüklerini dikkate alarak, kendi sosyalist yollarını kendileri bulmuşlardır.

Örneğin, bu halk demokrasisi ülkeler Sovyetler Birliği’nden, lider Partinin komünistlerin birliği ile sosyal demokratlardan oluşması, çok partili bir sistemden vazgeçmemeleri, genel olarak toprağın kamulaştırılmaması, halkın kendi işletmelerinin ve ticari kuruluşlarının yanında, özel ve karma işletmelerin endüstri, zanaat ve ticarette kendi yerlerini koruduğunu ve tüm yurttaşların başından itibaren eşit oy haklarının olması vb.

Ancak tabii ki, tüm bu devletler Sovyet devleti ile proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının egemenliği gibi temel prensiplerde paralellik gösteriyorlar ve aynı ilkesel birlik içerisinde yol alıyorlardı.

Bu paralellik ancak hiçbir şekilde Sovyetler Birliği’nin bir talebi olarak, ya da onun tarafından aktarılmış değil, tersine tüm komünist partilerde Marx-Engels ve Lenin’in öğretisinin ilkeleri proletarya diktatörlüğünün alfabesini oluşturmasından kaynaklanıyordu; bu maalesef böyle değil.

DKP dokümanının tüm sosyalist ülkelerde ayni yönetsel-merkeziyetçi bir sosyalizm tipinin hâkim olduğu tanımlaması gerçeklikle hiçbir biçimde örtüşmemektedir.

En geç XX. Kongrenin ardından sosyalist ülkelerin benzeşen ilkeleri varlıklarını yitiriyorlar, çünkü SBKP tarafından “Ulusal Komünizm” ideolojisinin yaptırıma (ambargo konulması) uğratılması etkisini gösteriyor.

Bu, Hruşçov’un Tito ile aynı dokümanı imzalamasıyla ta 1955’te gerçekleşmişti. Böylece Komünist Manifesto’nun “Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!” sloganına ve komünist partilerin uluslararası işbirliğine ve tüm sosyalist ülkelerin suratına inen bir şamar şekilleniyordu adeta; burada şöyle bir genel argüman ortaya atılıyordu: “Sosyalizmin gelişim şekillerinin iç düzeni sorunsalındaki farklılıklar” dolayısıyla sosyalizmin gelişimi meselesi, sadece o ülkenin halklarının meselesidir.19

Aslında XX. Kongre öncesinde Hruşçov liderliğinde Sovyetler Birliği ilkesel olarak “Sovyet modelinden vazgeçmişti”.

Hruşçov’un etkisiyle diğer sosyalist ülkelerde XX. Kongre ertesinde devletin ve partinin tepesinde açıkça “Sovyet modeli”ne karşı çıkan, bunun yerine Tito revizyonizminin “Yugoslav modeli”ne kayan kişiler erk sahibi olmuşlardı. Bunlar Polonya’da Gomulka ve Macaristan’da Imre Nagy idi.

1956 Ekim’inde Gomulka henüz Polonya Birleşik İşçi Partisi’nin başına gelmişti ki, Polonya’yı var olan tarımsal üretim kooperatiflerini kapatmak suretiyle, bireysel bir tarım ekonomisi ülkesi haline geri döndürmeye başladı ve devlet arazilerini büyük çiftçilere satmaya başladı.

Basın dünyasında ve kültürel yaşamda batı ideolojisinin ülkeye girebilmesi için ne gerekiyorsa yapılıyordu, ayni esnada anti-Sovyetizm ve antisemitizme geniş alanlar bırakılıyordu.

Köhne “Sovyet modeli”ne karşın, Polonya para birimi kapitalist dış ülkelerde tanınmaya başlamıştı.

Hruşçov’un yardımıyla devletin zirvesine yükselen ikinci aday Imre Nagy idi; ve 1956’da Macaristan’ın Varşova Paktından ayrıldığını deklare ederek NATO’yu yardıma çağırdı ve bir karşı devrim başlattı. Bakanlarından biri Janos Kadar’dı.

Karşı devrimin Sovyet birlikleri tarafından bertaraf edilmesinden sonra yine Hruşçov’un etkisiyle Kadar, re-organize edilen ve Macaristan Sosyalist İşçi Partisi (USAP) adını alan partinin liderliğine getirildi.

Kadar’ın Macaristan’ı dışa doğru NATO’yu emperyalist bir düşman olarak değil, barışın birlikte güvence altına alındığı bir partner olarak gördüğü “blokların yakınlaşması” politikasını, içe yönelik de Batı tarafından sevinilecek bir ehlileşme olarak görülen genel anlamdaki bir liberalizasyon politikası izliyordu.

XX. Kongre sonrası üst yönetimin ve liderliğin değişmesinden sonra, hem Polonya hem de Macaristan, XX. Kongre öncesi Sovyetler yerine daha çok “Yugoslav modeli” etrafında odaklanıyorlardı.

Burada dikkat edilmesi gereken, özellikle bu iki ülkenin, öncelikle de Polonya’nın bu dönemde ekonomisiyle en fazla ve en erken iniş izleyen bir trend içine girmiş olmaları idi.

Bu iniş eğiliminin nedeni “yönetsel-merkezi sosyalizm tarzı” değil, tam tersine enternasyonalist sosyalist işbirliğinin ve RGW’nin20 işbölümünün dağıtılmasıydı.

RGW bileşimindeki devletlerde planlı yönetilen ekonominin büyük bir iktisadi organizmaya dönüştürülmesi yerine 1955’te Tito ve Hruşçov tarafından imzalanan doküman gereği sosyalist ülkelerde ekonominin büyüyen bir dezentegrasyonu meydana gelirken, aynı esnada Avrupa’nın kapitalist ülkelerinde entegrasyon süreci hızlı ilerlemeler kaydediyordu.

Karşılıklı ekonomik yardımlaşma konseyinde DAC hükümeti sürekli ataklar yaparak, RGW’yi ekonomik planlamanın uyumu için etkili bir organ haline getirmeye çalışıyordu.

Bunun için ise RGW’nin sadece öneriler dağıtan bir oluşum yerine, bir planlama merkezine dönüştürülmesi gerekliydi ki, ortaklaşa oluşturulan kararların ulusal plan komisyonlar için geçerliliğinin yanında, tüm ülkeler için de kabul görmesi esası benimsenmeliydi.

Oysa bu, “Sosyalizmin gelişiminin nitel tarzları”nı benimseyen “ulusal komünist” bir pozisyon ile uyumlu olamazdı, çünkü “sosyalizmin gelişiminin nitel tarzları” her ülkenin kendi iç meselesiydi.

Sosyalist enternasyonalist iktisadi planlamanın engellenmesi ile kaynaklara, üretim araçlarına ve üretimin gelişimine hangi büyük zararların verildiğini ölçmek bile mümkün değildir böylelikle.

Buna ek olarak, bilimsel temele dayanan ekonomik planlama yerine, Hruşçov’un öngördüğü gibi, 1970’e kadar ABD’nin kişi başına düşen GSMH’sinin de geçileceği ve 1980’e kadar da komünizmin Sovyetler Birliği’nde temellerinin atılacağı gibi maceraperest bir planlamaya geçilmesi ve bunun da ötesinde Hruşçov tarafından kasıtlı olarak Çin Halk Cumhuriyeti ile köprülerin atılması da dikkate alınırsa, sosyalist ülkelerin geri kalmışlığının nedeninin “yönetsel-merkeziyetçi tarzda bir sosyalizm” olmadığı yeterince anlaşılır, sanırım.

Anlaşılan, editörler 60’lı yıllarda DAC yönetiminin RGW’de bilimsel-teknolojik devrimin harekete geçirilmesi için gerekli olan adımları atabilmek için ne kadar çaba sarf ettiklerini ve kendi ülkelerinde de bu gayretlerinin maalesef bilinen sebeplerden dolayı gerçekleşemediğini de hiç duymamış olmalılar.

6.

Bir diğer yanlış gelişim olarak da: “Sosyalist ülkelerde, sosyalizmin gereksinimlerini karşılayan yeni tarz bir üretim güçleri gelişimi sağlanamamıştır.”21

Bununla neyin söylenmek istendiği hiç de net değil. Sanırım, yazar yoldaşlar burada bilişim teknolojilerine geçişin ve bilgisayar odaklı çalışmanın sosyalist ülkelerin buluşu olması gerektiği, çünkü böylelikle üretim güçlerinin gelişimi ancak sosyalizmde böylelikle tüm insanlığın hizmetine sunulabilecekti.

Eğer, bu böyle olsa bile, bu şaşılası ölçüde bir bilgi eksikliğini veya düşünme yoksunluğunun bir işaretidir.

Stalin’in 1931 yılında yaptığı açıklamalar bilinmektedir: “Biz gelişmiş ülkelerin 50 ile 100 yıl gerisindeyiz. Bu mesafeyi biz on yıl içerisinde kat etmek zorundayız. Ya bunu gerçekleştiririz, ya da un ufak oluruz.”22 Ezilmediler, 50 ile 100 yıllık bir mesafeyi 10 yılda kat ettiler.

Hangi tarz bir üretim güçleri gelişimiyle, sanıyorsunuz?

Henüz hiçbir ülkenin başaramadığı bu gelişimi kapitalist bir üretim tarzıyla mı?

Yazar yoldaşlar Lenin’in “Büyük İnisiyatif” isimli eserini hiç okumadılar mı?

Acaba onlar, üretim kooperatiflerindeki kolektif çalışmayı sosyalizm için gerekli olan bir üretim gücü gelişimi olarak görmüyorlar mı?

Yoksa onlar da mı, ellerinde “Komünizmin kara kitabı” ile 30’lu ve 40’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen ekonomik başarıların sadece bir terör rejimi sayesinde kotarıldığını ileri sürenlerle birlikteler?

Böylesi bir soru sorduğum için özür dilerim, ancak başka türlü bu tespitleri nasıl açıklanabilir?

7. “Sosyalist değer yargıları süreklilik gösteremediler ve kapsamlı olarak kendilerini kabul ettiremediler.” 23

“Sovyetler Birliği’nde ve diğer sosyalist ülkelerde kapsamlı olarak kendisini kabul ettiren değer yargıları kalıcı olarak ayakta kalmayı başaramadılar.” Ancak böyle bir açıklama yenilginin nedenlerinden bir tanesini tanımlayabilir.

Oysa bunu bulmak hiç de zor değil:

Sosyalist değer yargıları, geliştikleri süre içerisinde sadece, kendilerinden başka türlüsü beklenmemesi gereken sınıf düşmanlarınca değil, ‘kendi’ kişileri tarafından on yıllar boyu birbiri üzerine yığılan suçlar olarak tanımlanmışsa, nasıl süreklilik gösterebilirdi?

Dokümanın bir diğer saptaması için de, ya gerçeklikle ilgisi olmadığını veya kendi dış görünümünü dahi tanımlayabilecek bir nedensellikten yoksun olduğunu ileri sürmek olanaklıdır: “Sosyalizmin yenilgisinin temel iç nedenini toplumsal koşulların gitgide donuklaşmasında sosyalizmin ulaştığı gelişim düzeyinde görevlerini yerine getirmek için, devamlı olarak devrimci gelişim iti gücü geliştirememesidir.” Toplumsal koşullar ne zamandan beri gitgide “donuklaşıyor”?

Editörler bu “donuklaşma” ile neyi söylemek istiyorlar?

Savaş öncesi -ve savaş döneminde ne pozitif ne de negatif anlamda hem emperyalist saldırı hazırlığının gergin sürecinde, hem de Sovyetler Birliği’nin savunulması döneminde “donuklaşma”dan söz edilmesi mümkün değildir.

Tam da donuklaşmanın zıddı, yani XX. Kongrenin akabinde sosyalist devlet için yaşamsal bir tehlike arz eden teorik, ideolojik, politik, ekonomik ve kültürel bir yumuşama baş göstermiştir.

Tam da bu nedenle sosyalizm “kendi temelinde”, ayrıştırıldığı ve parçalanmaya başladığı için devrimci olmayan, tam tersine karşı devrimci bir gelişimin itici gücü ile özellikle de 1985’ten itibaren karşı karşıya kalmasında ötürü, açıklanabilir bir nedensellik aranmalıdır.

“Toplumsal teorinin donuklaşması”nın saptanması konusunda da benzer bir şey söylemek olasıdır.

Hruşçov döneminde bilinen ekonomik ve politik yanlış kararların da dogmatik donuklaşmanın sonuçları olmadığı, tersine revizyonist bir yumuşamanın neticesi olduğunu biliyoruz, kuşkusuz.

Sosyalizmin yenilgisinin dış ve iç bir karşı devrimin sonucu olduğu değerlendirmesinin ise doğru bir saptama olduğunu kabul etmek gerekir.

Dış kaynaklı karşı devrimin Sovyetler Birliği’nde iç gelişimi ne kadar dikkatlice okuduğu ve bu gelişime kendini nasıl ayarladığını ve Sovyet hâkimiyetini yok etme amacını güçlendirmeye ne kadar yaklaştığını ise, Churchill ve ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın söylemleri kanıtlamaktadır.

Avam Kamarası’nda başbakan Churchill 11 Mayıs 1953’te yaptığı konuşmada:

“Sovyet bölgesinde özellikle de Kremlin’de Stalin’in ölümünden sonra meydana gelen anlayış ve ruh halinin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.” Yani, demek istiyor ki, her devlet belirli bir değimin sonrasında, belirli bazı şeylere göz atarsa, bu bir işbirliği ortaklığı için faydasızlık yerine mutlaka bir fayda getirirdi (!, K.G.)

Uluslararası politikada genel bir düzenlemeye ulaşmak için doğal bir istencimizin tedavi edici bir evrimleşmenin Rusya içerisinde gerçekleşmesi yolunda hiç de istenmeden yapılmış bir hatamız olmazdı.”24  Bu gerçekten de erken, belki de “Yakınlaşma ile Dönüşüm”ün ‘doğrudan olmayan bir strateji’siydi.

John Foster Dulles’a gelince, basın, Temmuz 1956’da yaptığı bir konuşmada, “Özgürlüğün demir perde ardındaki güçler tarafından artık kaçınılmaz olarak kendini kanıtladığını ve 1965 yılına kadar uluslararası sahnenin bir dönüşümü tamamlayabileceğini” öngördüğü haberini vermektedir.

Sovyet liderleri anti-Stalin kampanyaları ve liberalleşme programlarıyla önlenemeyen ve Gorbaçov’da görüldüğü gibi önlenmek istenmeyen zincirleme bir reaksiyona sebep olmuşlardı.25

Gözlemlerimin son bölümünde DKP’nin dokümanının bu bölümle ilgili şunu söylememe izin verin, bu belgenin okuması beni derinden üzmüştür.

DKP’li yoldaşlar on yıllarca geçmişlerinde Alman emperyalizmine karşı ve antiemperyalist halklarla geleneksel enternasyonalist dayanışmalarında özverili ve taviz vermeyen mücadeleleriyle haklı olarak övünebilirler.

Federal Almanya’da varlıkları bilinen komünist örgütlerden, bana göre DKP gelecekte tüm Almanya’nın Komünist Partisi olmak için içerisinde taşıdığı kristal öz ile en büyük şansa sahiptir; ancak kanımca tek bir koşulla: SBKP’nin kendisine yüklediği XX. Kongrenin kendi benliğini kötürümleştiren yükten kurtulmayı başarabilirse.

Çıkış noktamız, Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkelerinde (Arnavutluk dışında) revizyonizmin nasıl olup da yengi elde edebildiğiydi.

Görüyoruz ki, “Kızıl Sabah”tan yoldaşlarımızın yanıtı çıkmaz bir sokakta son buluyor.

DKP’li yoldaşlarımız ise SBKP’de revizyonizmin Marksizm-Leninizm karşısında bir yengi elde ettiğini üzerine basa basa inkâr etmektedirler.

Benim bu soruna bakış açımda aşağıdaki bakış açılarını ve olguları dikkate almak gerekir:

I. Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkması aynı zamanda SBKP(B)’nin utkusuydu.

Sovyetler Birliği’nin, sosyalizmin ve komünistlerin itibarlarının propaganda sayesinde değil, tersine tüm dünyanın gözü önünde sosyalizmin Sovyetler Birliği’nin ve insanlarının gerçekleştirdikleriyle ve onların performanslarıyla ulaştıklarıyla açıklanmalıdır.

Kim o zaman SBKP(B)’nin ve liderlerinin komünist hareketi felakete sürüklediğini öne sürse, “onun tımarhane için olgun” olduğu iddia edilirdi.

Aynı zamanda, savaşın sona ermesiyle komünist hareketin içerisine revizyonist sızmanın tekrar canlandırılmasının koşulları ortaya çıkmıştı ki, bunların:

Birincisi, anti-Hitler koalisyonu, azımsanmayacak sayıda komünistte emperyalizm ile sosyalizm arasındaki uzlaşmaz çelişkinin zayıflaması, hatta silinmesi gibi bir bilince sebebiyet vermişti.

Emperyalistlerin “işbirliğine uygun”, “iyi ve güven verici anti-Hitler koalisyonu birlik yoldaşlarına ve düşman olarak kabul edilemez olarak görülmeleri” dolayısıyla faşist eksen güçleri kendilerine alan açıyorlardı.

Bu da ABD ve İngilizlerin düşmanca ve parçalayıcı çalışmalarına karşı uyanıklığın zayıflamasına yol açmıştı.

İkincisi, bazı komünist partilerde geniş bir anti-faşist cephe anlayışıyla likidasyon eğilimleri ortaya çıkıyordu, örneğin geniş birlik cephesinin kalıcılığını sağlamak için komünist partinin bu birlik cephesinde erimesi, yani kendisini feshetmesi gibi (bkz. ABD’de Browderismus)

Bu tür eğilimler Yugoslavya Komünist Partisi’nde de görülmüştü.

Üçüncüsü, savaş yıllarında Sovyet halkının maruz kaldığı akıl almaz gerilim ve özveriler sonrasında, anlaşılır olarak, nihayet uzun yoksunlukların ardından zaferin ürünlerine kavuşma özlemi vardı.

Bu da Hruşçov sıkletindeki demagoglar için, yaşamı hızla iyileştirmek ve rahatlatmak için yeni bir rotanın üretimden tüketime giden ekonomik planların ağırlık noktasının kaydırılacağı şeklindeki bir söyleme kitlesel bir taban bulmasını sağlamıştı.

Dördüncüsü, savaş sonrası dışa açılma sayesinde ilk defa yüz binlerce Sovyet insanı kapitalist ülkelerdeki, özellikle de Almanya’daki yaşam koşullarını ve günlük hayatı görme fırsatı buluyordu.

İlk defa konfor ve günlük teknolojik kolaylıklar konusunda kapitalist Batı ile kendi ülkeleri arasındaki farkı, hatta savaşta bombardımana uğramış ve toz duman içerisindeki Alman şehirlerinde dahi gözlenebilen uçurumu.

Sovyet yurttaşları o ana kadar yaşam koşullarını hep devrimden önce atalarının koşullarıyla karşılaştırarak, sosyalizmin gücünü ve üstünlüğünü kavrarken, artık ölçüt kapitalist yaşam veya 1945 kadar kapitalist Batıda var olan yaşam koşulları ile karşılaştırıyor ve acımtırak bir tatla, muzaffer olan kendilerinin savaşı kaybeden Almanlardan daha kötü koşullar altında yaşadıklarının keşfediyorlardı.

Bu da kapitalizme karşıtlığı yumuşatan, kapitalizme yakınlaştıran sloganların ortaya çıkması için gerekli tavlı bir toprağın gelişmesini sağlayan propagandayı kolaylaştırıyordu.

Beşincisi:

Olağanüstü önem taşıyan bir gerçek, dünyanın artık bundan sonra atom çağına girmiş olması ve insanlık üzerinde kendi kendini ortadan kaldırma tehlikesi, bir atom savaşının çıkartılması kafalarının üzerinde tünemişti.

Bu da, “Tito, Hruşçov ve Gorbaçov sıkletindeki revizyonistler tarafından” silahlı halk kurtuluş hareketlerinin emperyalizme karşı savaşımlarının her mücadelenin bir atom savaşına dönüşebileceği inkârcı savları sayesinde durdurulmasını veya yumuşatılmasını sağlamıştı.

Öte yandan atom savaşından korku, halkların kendi barış mücadelesinin antiemperyalist karakterini emperyalizmin tepesinde ABD’nin olduğu ve atom savaşı tehlikesinin çıkış noktası olduğu gerçeğinin inkâr edildiği ve tersine güvenilir, ortaklaşa bir arada yaşanabilir (co-existence) bir partnere dönüştürüldüğü, böylelikle barışın güvence altına alınmasının mümkün olduğu ve atom savaşının engellenebileceği gibi bir yalanla bu tarz bir konumlandırılma ve kendisine böyle davranılmasının gerekliliği empoze ediliyordu.

Altıncısı, özellikle aslında esas görevleri sosyalist yaşam biçimini ve sosyalist kültürü korumak ve geliştirmek olan entelektüel ve kültür-sanat çalışanlarının oluşturduğu kesim, yukarıdaki bu propaganda ne kadar uzadıysa, o kadar Batılı yaşam biçimine karşı düşkün bir pozisyona düşmekten kendilerini kurtaramadılar.

Kapitalist koşullar altında yollarını işçi hareketinde bulmuş olanlar o kadar düşkün olmamıştı, özellikle de devrimin zaferinden sonra doğup büyüyenler kendilerine has bir birey olmaktan, özgür kültürel kişilikten ve “kendini gerçekleştirme” hakkını empoze eden söylemlerden etkilenmemişti.

Onlardan bazıları, henüz kendisini oluşturan toplumdan birey için özgürlük talep ediyorlar, ancak bu onlara kendini var etme savaşımı vermek zorunda olmayan ve gelişimini tamamlamış bir sosyalizm tarafından verilebilirdi. Bunlar yetilerini toplumun hizmetine sunmak yerine, özgürlüklerinin kısıtlandığını sanarak, revizyonist ruh tacirlerinin ünlü kişiler arayışında basit yakalanan avları oldular. Bu isimler de Komünist Parti ve sözde “Stalinizm”e karşı yapılan saldırılarda kolaylıkla kötü amaçlı kullanmak için bulunmaz fırsatlardı.

Sözü edilen bu yeni koşullar, Leninist ilkelerden revizyonist bir dönüşte, kendisini belli etmeksizin sızıyor ve kendisini yeni tarihsel koşullar altında Marksizm-Leninizmin yaratıcı bir gelişimi olarak maskeliyordu.

II.

Ancak revizyonizmin Marksizm-Leninizm üzerindeki yengisi için daha da belirleyici olan, özellikle de Avrupa’da sosyalist ülkelerde başka bir olgu söz konusuydu.

Sunumun birinci bölümünde belirtildiği üzere SBKP’nin XX. Kongresinden sonra komünist hareket içerisinde revizyonist ve Marksist-Leninist güçler arasında amansız bir mücadele cereyan ediyordu.

SBKP’de Marksist-Leninist pozisyonda olanlar bu mücadelenin politik-ideolojik elementer temel ilkelerini (bu ilkelerden daha sonra söz edilecektir) dikkate almadılar ve kaybedenlerin safına düştüler.

Bu temel prensipler şunlardı:

Politik-ideolojik mücadele anonim ve soyut değil, somut ve adres göstererek yürütülmelidir.

İkincisi:

Bu mücadele umuma açık, tüm parti üyelerinin katılımıyla, tüm halkın gözleri ve kulakları önünde tüm halkın katılımıyla gerçekleştirilmelidir.

Ancak, o zaman üyeler ve halk kitleleri, kimin kendi çıkarları doğrultusunda, kimin de çıkarlarına karşı olduğu konusunda kendi kararını verebilir.

Her iki temel ilke de Leninist pozisyonu savunan temsilciler tarafından dikkate alınmadı; “Burada Molotov ve Kaganoviç’i örnek gösterebiliriz”.

Aynı şey Avrupa’nın sosyalist ülkelerinde anti-revizyonist güçler için geçerlidir, en ön planda Walter Ulbricht’in adını saymak olanaklıdır.

1956 sonbaharında Polonya ve Macaristan’da meydana gelen olaylar sonucunda XX. Kongrenin ardından nasıl tüm karşı devrimci güçlerin harekete geçirildiği anlaşılarak, SBKP’de ve uluslararası boyutta Marksist-Leninist güçler karşı saldırıya geçtiğinde bu ofansif saldırının ya toplumdan perdelendiği veya anonim olarak gerçekleştiği anlaşılmıştır.

Buna sadece iki karakteristik örnek:

Birincisi:

Macaristan’da gerçekleşen karşı devrimden sonra SBKP’de anti-revizyonist güçler Hruşçov’un daha fazla partinin başında kalmaması gerektiği konusunda görüş birliğine varmışlardı.

Bununla tüm toplumu bilgilendirerek, bir Hruşçov’un neden daha fazla Lenin’in partisinin lideri olamayacağını açıklamak yerine, Haziran 1957’de Hruşçov’u ani bir komplo ile alaşağı etmeyi denediler, yani SBKP’nin Hruşçov’a muhaliflerin çoğunlukta olduğu merkez komitesinin oturumunda bir görevden alma kararı çıkarma yöntemiyle.

Bu çoğunlukla, “buna Molotof, Kaganoviç yanında Voroşilov, Pervuşin, Saburov ve diğerleri dâhildi”, Hruşçov gerçekten de bu plenumda alaşağı edildi.

Hruşçov’un yakın çevresi hemen yeni bir merkez komitesi toplantısı çağrısı yaparak, Hruşçov’un yandaşlarının çoğunlukta olduğu 1957 Temmuz plenumunda görevden alınmayı revize ederek, Molotov ve Kaganoviç’i parti görevlerinden aldılar (daha sonra ‘parti düşmanı’ ilan edilerek partiden atıldılar).

Revizyonist güçleri umumu vareste tutarak parti yönetiminden indirmek, tam tersine onların pozisyonlarının sağlamlaşmasını sağlamıştı.

İkincisi:

Bu durumda enternasyonalist komünist hareketin Marksist-Leninistleri kendilerine göre gelişimi yönlendirmeye çalışıyorlardı.

Birinci bölümde söz edildiği üzere, 1957 ve 1960’da Moskova’da yapılan uluslararası danışma toplantılarında -burada Çin halk Cumhuriyeti Komünist Partisi ve Arnavutluk İşçi Partisi de katılım göstermiştir- revizyonizm komünist hareketin ve sosyalizmin ana tehlikesi olarak deklare edilmiştir.

Fakat 1957 dokümanında hiç kimse ve hiçbir parti revizyonizmin taşıyıcısı olarak saptanmamış, sadece 1960 dokümanında Yugoslavya Komünistler Birliği için bu saptama yapılmış ve tasfiyesi gerçekleşmişti.

Ancak bu defa da, komünist hareket için revizyonizmin en tehlikeli, taşıyıcısı, yayıcısı ve koruyucusu Hruşçov’un adı dahi geçmemiştir.

Daha çok bu dokümanı birlikte imzalamak yoluyla komünist ve Sovyet toplumu bir kez daha Hruşçov kendi sahnelediği bu rolü ile kandırmayı ve izlerini silmeyi başarabilmiştir.

1957 ve 1960 dokümanları Marksist-Leninistler ile revizyonizmin reisleri arasında bir nevi geçici bir “şato barışı”nın şahididir: Çünkü kabul etmek ve imzalamak aslında kendi politikalarının “anonim” yargılanması; yani Marksist-Leninistler sosyalizme giden parlamenter yolu ve ‘”tarihi XX. Kongre kararlarının kısıtlanamaz kabulü” komünist hareketin Marksizm-Leninizm temelinde gelişimine yaptıkları katkı olarak betimlemekteydiler.

Aynı şekilde, Hruşçov ve Gomulka gibi revizyonist parti liderleri örneğin Walter Ulbricht gibi anti-revizyonist karşıtları ile konferanslarda ya da karşılıklı ziyaretlerde görüştüklerinde hiçbir zaman birbirlerini geleneksel kardeş öpücüğü ile selamlamadıklarını: ancak dışarıya doğru da kardeşlik içerisinde fikir birliği içerisinde oldukları aldatmacasını sahneledikleri görülmüştür.

Molotov gibi, Lenin’in yaşadığı dönemlerde bile parti yönetiminde olan deneyimli bir Bolşevik nasıl oldu da revizyonizme karşı böylesine ağır hatalara düşebildi, anlaşılır gibi değil?

Bu konuda, yazılı kanıtlar olmadığı sürece, sadece tahminler yapılabilir ve farazi fikirler ileri sürülebilir.

Benim bu konuda öngörülerim ve tahminlerin şu doğrultudadır:

Başında, 1953’ten XX. Kongreye kadar tehlikenin büyüklüğü küçümsendi ve Hruşçov’un parti liderliğinden indirilip yerine güvenilir bir Marksist-Leninistin getirilmesinin kolayca çözülebileceği tezi benimsendi.

Ancak, XX. Kongre ve 1956 olayları sonrası tehlikenin büyüklüğü korkunç bir düzeye gelmişti

Aynı zamanda, ülkede ve uluslararası durum kat kat zor bir hal almıştı ki, Hruşçov kişiliğiyle açıktan bir mücadele tahmin edilemez riskler taşıyabilirdi.

1.

XX. Kongrenin tetiklediği anti-Stalin kampanyası Dulles tarafından öylesine saygı ve sevinçle karşılanmıştı ki, bu tüm komünist hareket içerisinde büyük bir şok yaratmış ve onu bir krizin ortasına atmıştı, hatta bazı komünist partiler çöküşün kıyısına gelmişlerdi.

Yeni bir XX. Parti Kongresinin Hruşçov’un alaşağı edilmesiyle daha büyük bir şok dalgası yaratabileceği ve bunun komünist hareket içerisinde geliştirebileceği bir krizin belki de bir varoluş krizine dönüşebileceğinden korkmak gerekmiyor muydu bu durumda?

2.

Churchill’in önerileri uyarınca, Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nde meydana gelen “her tedavi edici evrimsel gelişimin” engellenmemesi, aksine desteklenmesi konsepti çerçevesinde emperyalist güçler kaba cepheleşme rotalarından vazgeçmişler ve 1955’te Cenevre’de yapılan dört egemen güçler konferansında karşılıklı bir yumuşama politikasına geçişe hazır olmanın sinyallerini vermişlerdi.

Bu sinyaller kendi kamplarındaki kitlelerde, ama sosyalist kesimde de sürekli bir savaş ve atom savaşı tehlikesi korkusundan kurtulma doğrultusunda büyük ümitlere sebep olmuş ve yeni ufukları işaret etmişti.

Emperyalist politikacıların ümit taşıyıcısı Hruşçov’un kenara itilmesi ile yönetimin tekrardan kaba bir cepheleşme siyasetine geri döneceğini ve Hruşçov’un karşıtlarının yeniden oluşabilecek bir savaş tehlikesinin sebebi olarak görüleceğini ve “barış mücadelesinin yürütücüsü ve barışın kurtarıcısı” Hruşçov’un kitleler tarafından geri dönmesinin talebi için bir altyapı oluşturduklarını kaçınılmaz bir güvenlikle görmek gerekmez mi?

3.

Parti yönetiminde bir bölünmenin ve açıktan bir liderlik savaşımının partiye ve tüm ülkeye etkisi ne olurdu acaba?

Hatta bu sayede bir iç savaş tehlikesinin meydana gelebileceği, olasılıklar dışında tutulabilir miydi?

Beriya olayında Hruşçov’un silahlı güçlerin belirli bir bölümünü arkasına alabileceği kanıtlanmamış mıydı?

4.

Polonya ve Macaristan’da parti ve devlet Hruşçov ve Tito’nun karşıtlarının ellerine geçtikten sonra, Hruşçov’un devrilmesi tehlikeli etkiler olmaksızın kalabilir miydi? Bu kesinlikle hemen akabinde bir bölünme tehlikesi ve kendi kampında bir çatışma meydana getirirdi ki, dolayısıyla Gomulka ve Imre Nagy kendi konumları ve gelecekleri için endişe etmek zorundaydılar.

5.

Sovyet liderliğinde ve sosyalist kampta böylesine derinlikli bir çatışma durumunda revizyonist liderlerden biri veya birçoğu Kasım 1956’da Imre Nagy’nin gerçekten de uyguladığı gibi “NATO birliklerini kendi tarafına yardıma çağırma” gibi bir alçaklığa düştüğünde NATO-güçlerinin böylesi bir fırsatı nihayet kendi “roll-back” planlarını gerçekleştirmek için kaçıracaklarını mı düşünmek gerekir?

O zaman, Hruşçov grubuna karşı yapılacak bir atılım hatta yeni bir savaşın çıkmasını tetiklemez mi?

Böylesi öngörüler Sovyetler Birliği’nde revizyonizme karşı açıktan bir mücadelenin gerçekleşmemesi için ortaya atılan tahminler olsa da, bu sayılan riskler objektif var olan ve uydurma olmayan risklerdir ve her sorumlu politikacı bunları dikkate almak zorundadır.

Bu risklerin burada dile getirilmesi, birinci bölümde yapılan tanımlamayı desteklemektedir:

Revizyonizmin gücü ödünç alınmış bir güçtür ve emperyalizm’ in gücünün bir göstergesi, görüntüsüdür.

Revizyonizm, emperyalizmin sosyalizme karşı mücadelesinin “yumuşatıcısı”dır.

O, onun için modern kitlesel silahlarından daha etkili ve güvenilir olarak işlemekte ve uygulanmaktadır.

Eğer gizliden sürünerek sızan parçalama mekanizması durdurulamazsa, zaman içerisinde granit bir kaya gibi olan Bolşevik bir partiyi bile, daha sonra bir Pizza-Hut-temsilcisinin ve bir alkoliğin kolayca temizleyebileceği bir puding tozuna dönüştürebilecek güce sahiptir. Tarih acımasız bir öğreticidir.

Revizyonist gaspçı karşıtlarına yönelik mücadelelerini Sovyet liderliği Lenin’in taleplerine göre açıktan sürdürmedikleri ve karşıtlıkları toplumun gözlerinden uzak gizliden yürüttükleri için emperyalizmin “yumuşatıcı”larına partiyi ve Sovyetler Birliği’ni rahatlıkla ve karşı konulmadan parçalama fırsatı verdiler.

Lenin öğretisi diyor ki: “Bizim kavramlarımıza göre, devleti güçlü yapan kitlelerin bilincidir.

O, kitleler her şeyi bilir, her şey hakkında karar verebilir ve her şeyi bilinçli yaparsa, güçlüdür”.26

Her daim ve tutarlı olarak bu ilkeye göre davranılmadığı için, bana göre, “işte bu sosyalizmin yenilgisi için en ayırt edici nedenlerden birisidir.

Gelecekte, her koşul altında Lenin’in bu öğretisi doğrultusunda hareket etmek, bu yenilgiden alacağımız en önemli derslerden birisidir.


İlk yayımlanma kaynağı: Offensiv, Sosyalist Aylık Dergi – 1998 (2): 14-35 Çeviren: Ali San.

Yazar hakkında:

Genç yaşında Gossweiler 1939 yılında imparatorluk ordusunda çalışma görevine (RAD) ve Wehrmacht’a alınıncaya kadar antifaşist direnişte görev yapmıştır. Berlin’de kalan Werner Steinbrink, bu sırada Yahudi-komünist Herbert-Baum grubuyla birlikte anti Sovyet nefret sergisi ”Sovyet cenneti” ‘ne yapılan kundaklama saldırısına katılmıştır. Bu ve bununla bağlantılı tüm direniş gruplarının, bu arada Werner Steinbrink grubunun da neredeyse tüm üyeleri tutuklanırlar. Arkadaşı ve diğerleri 1942 ‘de kurşuna dizilirler. Haberi alan Gossweiler, bunun üzerine ilk fırsatta Kızıl Ordu ‘ya geçme kararı alır. Bu sıralarda, sözüm ona, Fransa Fethi’ni arkasında bırakmıştı. Ardından birliğiyle Polonya’ya sevk edilmişti. Ekim 1940’tan Nisan 1941 ‘e kadar kendisine verilen bir eğitim izninden faydalanarak 1937 ‘de başladığı İktisat eğitiminin sözlü diploma sınavını verme fırsatını bulmuştur. Nisan 1941’de tekrar geri dönen Kurt, ilk gününden itibaren Sovyetler Birliği saldırısına katılan birliğinde yerini almak zorunda kalmıştır. Kasım 1942’de izinli olduğu bir sırada annesine ve nişanlısına -daha sonra karısı olan – Edith Evers ‘e planını açar. 14 Mart 1943 ‘de yaralanır. Sovyet tarafına geçmek için bir fırsat doğar. Sovyet savaş tutsakları revirinde 1943 ‘e kadar sağlığına kavuşur, Rusça öğrenir, Ostaschkow savaş tutsakları kampına gönderilir. Ekim’den itibaren Taliza’da Antifaşist – Okulu 2041’de kursiyerdir. Mayıs 1944’den serbest bırakıldığı 1947’ye kadar ayni okulda asistan, yani öğretmen olarak görev yapmıştır.

5 Kasım 1917 ‘de Stuttgart’da doğan Kurt Gossweiler komünist bir ailede büyümüştür. Annesi Lena Reichle ve ikinci evliliğinden kocası Adolf Reichle 1927’den beri Almanya Komünist Partisi (KPD) üyeleridirler. Anne babası ve kız kardeşi Inge ile birlikte 1928’de Berlin ‘e yerleşirler. Çok erken yaşta politikayla ilgilenmeye başlayan Kurt, arkadaşı Werner Steinbrink ile birlikte ilkokuldan Berlin – Neukölln ‘de bulunan Karl-Marx-Okulu’na başlarlar. Okul, Fritz Karsen tarafından yönetilmektedir. Arkadaşı Steinbrink ile birlikte 1931 yılında komünist öğrenci örgütü Sosyalist Öğrenciler Birliği’ne (SSB) üye olurlar. Sosyal demokrat öğrenci örgütü Sosyalist Öğrenci Birlikteliği (SSG) ile karıştırmamak gerekir. 1934 ‘ten itibaren yine Werner Steinbrink ile birlikte, bu arada illegaliteye geçmek zorunda bırakılmış Almanya Gençlik Birliği’ndedirler (KJVD).

Tekrar Berlin’e dönen Kurt Gossweiler önce Ağustos ‘tan Ekim ayına kadar Almanya Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) Berlin eyalet parti okulunda öğretmenlik yapar; daha sonra Ekim 1948’den Ağustos 1955’e kadar SED Berlin Bölge yönetimi çalışanıdır. Eylül 1955’te Kurt Gossweiler Humboldt-Üniversite ‘sinde bilimsel çalışmalarına başlar. Önce stajyer olarak, daha sonra Alman Tarihi Enstitüsünde asistan olarak çalışır. 1963 yılında ”Röhm Skandalı” konulu teziyle doktorasını bitirir.  1970’den emekli olduğu 1983 yılına kadar Demokratik Almanya Bilimler Akademisi Tarih Merkezi Enstitüsü ‘nün (ZIG) bilim emekçisi olarak görev almıştır. 1988 yılında kendisine Humbold – Üniversitesi’nin onur doktoru sıfatı verilmiştir. Kurt Gossweiler: ”Sovyetler tarafında yaşadıklarım, Sovyetler Birliği’nin Lenin’in gösterdiği doğru yolda ilerlediği konusundaki kanaatimi ve komünist inancımı daha da sağlamlaştırmıştır. Ve çok erken olarak Hruşçov yönetimindeki KPdSU ‘nun (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) sözüm ona, lider kültünden ayrılmak bahanesiyle aslında Marksizm-Leninizm ‘den kopuşu ve kapitalizmin restorasyonu yoluna girdiğini kavramamı da beraberinde getirmiştir. Uzun süre, 1988’e kadar bunun hiçbir zaman olanaklı olmadığı konusunda emindim. Buna rağmen, bunun nasıl gerçekleştiğini yanıtlayabilmek, zarurettir, çünkü emperyalizmi tamamen ortadan kaldırmak, onun insanlığın hayatta kalabilmesinin yegane temelinin üzerinde süreğen egemenliğinin sona erdirilmesiyle olanaklı olacaktır. Bu yüzden 1989/90 ‘daki felaketten sonra eski Faşizm Araştırmalarıma sırtımı çevirdim ve gücüm yettiğince sorumluluğuma düşen bu sorunun yanıtlanması meselesine katkıda bulunmaya karar verdim”. Kurt Gossweiler aramızdan ayrıldığı Mayıs 2017 tarihine kadar eşiyle Berlin’de yaşamış ve yazar olarak çalışmıştır.

Dipnotlar

  1. Komünist ve sosyalist ülkelerdeki işçi partilerinin temsilcilerinin Moskova’da 14-16 Kasım 1957’de yaptıkları danışma toplantısı deklarasyonu, Berlin 1957, S.16/17.
  2. Marx-Engels-Werke (MEW),(Marx-Engels Eserler), Cilt 34, Berlin 1966, S. 407.
  3. MEW, Bd. 8, Berlin 1960, s. 6.
  4. Sosyalizmin geleceği var mı? Cilt 1. Sosyalizm Sovyetler Birliği’nde ne zaman ve niçin başarısız oldu, Stuttgart 1996
  5. DKP’de Sosyalizm Anlayışı, Taslak. Temmuz 97
  6. agy, s.5
  7. “Parti tarih komisyonunun oturumundan sonra, son şekli 12.05.94 Leverkusen”, s.10.
  8. MEW (Marx Engels Eserler), Cilt. 4, Berlin 1959, s. 474.
  9. W.I.Lenin, Werke (LW), Cilt. 31, Berlin 1959, s. 32/33.
  10. a.g.y., s.9
  11. Sosyalizm anlayışları; s. 5.
  12. W.I.Lenin, eserler, 4. baskı (Rusça), Cilt. 32, s. 153.
  13. LW (Lenin Eserler), Cilt. 33, Berlin 1963, s.483
  14. Sosyalizm anlayışları; s.5.
  15. a.g.y., s. 4/5.
  16. a.g.y., s. 5.
  17. a.g.y., s. 5.
  18. LW, Cilt 31, s. 6.
  19. 1871-1964 arası yapılan anlaşmaların el kitabı, yayımcı Helmut Stöcker, Berlin 1968, s. 606
  20. Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi. COMECON kısaltmasıyla da bilinir.
  21. Sosyalizm anlayışları; s.5.
  22. J.W. Stalin, Eserler, Cilt 13, Berlin 1955, s. 36.
  23. a.g.y., v. 11. Juni 1956, s. 5873.
  24. Keesing’in günümüz arşivi, (AdG) v. 15. Mai 1953, s. 3992.
  25. a.g.y., v. 11. Juni 1956, s. 5873.
  26. LW, Bd. 26, Berlin 1961, s. 246.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×