Teori Nedir?

Gelenek 100. sayısını çıkartmanın gururunu yaşıyor. Yuvarlak rakamlara olan düşkünlüğümüz olarak algılanmasın bu… 100. sayı teorik bir dergi için Türkiye’de uzun sayılabilecek bir ömrü gösterdiği için önemlidir.

Elbette kimse bir derginin başarısının ömrüyle doğru orantılı olduğunu söyleyemez. Gelenek’in yüz sayı çıkmış olması da onun başarılı olduğunun bir ispatı sayılamaz. Ayrıca teorik bir dergi için başarının ne olduğu da bir teorik tartışma konusudur. Ancak tarihte kısa ömrüyle kıyaslanamayacak büyüklükte etki yaratan dergiler olduğu gibi, uzun yıllar ve çok sayıda nüshadan geriye pek bir şey bırakamayan, şu anda arşivlerde tarihçilerin ilgisine bile belki mazhar olamayan dergiler de mevcuttur.

Gelenek teorik bir dergi olma iddiasındadır. Teorik bir dergi nedir sorusuna verilecek en kestirme yanıt da, Gelenek’in doksan dokuz sayılık birikiminin bizzat kendisidir. Ancak o birikimin kendisine bakılarak çıkartılabilecek mütevazı sonuçlar yalnızca teorik bir derginin anlamına dair değil, teorinin kendisine dair de olduğu için manidardır.

İddialı değil mütevazı sonuçlar, başından bu yana iddia üreten Gelenek için geri adım sayılmamalıdır. Çünkü teorik üretim konusunda iddia sahibi olmak ile bizzat teorinin kendisi hakkında konuşurken iddialı olmak arasında dağlar vardır. Üstelik teorik üretim konusunda iddialı olmak belki de teori hakkında konuşurken alçak gönüllü olmayı gerektirir. Teorik bir dergi nedir ve dahası teori nedir sorularına yanıt aramak için çıkılan yolculukta eldeki ilk ipucu da bu olmalıdır.

Teori çok genel anlamda, sosyal ve hatta ahlaki bilimleri konu alır. Gelenek, görenek ve değişik sanat dalları hakkında üretim de yine kabaca kültür olarak adlandırılabilir. Ama teorinin asıl gerilimi siyasetledir. Teori ve siyasetin karşılıklı duruşlarına bakış, herhangi bir özne veya kişinin teoriye bakışını belirler. Örneğin, teorinin ve hatta kültürün ele alınmasını bizzat siyaset olarak görenler dahi vardır. Bu bakış açısının teori ve kültürü bir düzlemde siyasetle eşitlemek anlamına geldiği gerçeği onlar için rahatsız edici değildir. Tam tersine, bu siyaset yapmanın bir yoludur.

Oysa teorik veya kültürel üretimin kendisi tek başına siyaset olamaz. Siyasetin bir parçası olabilirler, ama siyasetle eşitlenemezler. İlk bakışta iddialı ve yerinde gibi görülecek bir niteleme, teorinin alanını genişlettiği için sempatik görülmemeli, tam tersine siyasetin alanını daralttığı için mahkûm edilmelidir.

Teori, dünyada ve ülkede belirli bir konjonktürün genel anlamda ifadesidir. Bir genelleştirme girişimidir. O konjonktürü soyutlama çabasına girdiği için mekandan ve zamandan bağımsızlaşmaya çalışır. Bu çaba, aynı zamanda o verili anı tarihsel bir zemine oturtma çabasıdır. Bu girişim doğal olarak bunları bir kurala, daha doğrusu sistematiğe oturtma iddiasını içerir.

Teori, son an itibariyle konjonktürden ve verili andan bağımsız olma iddiasını taşısa da çıkış noktası olarak o ana bağlıdır. Dahası, teori “o an”ı yaratan tarihsellikten de bağımsız olamaz. Bu nedenle teorik üretim ne tarihsellikten ne de o verili andaki koşullardan kopartılabilir. Son çıktısı ne olursa olsun… Burada bir çelişki yoktur. 

Teoride Üç Dönem

Marksist teorik üretimi zamansal olarak üç ayrı dönemde inceleyebiliriz. İlki kuruluş dönemidir; Marx ve Engels’in, kurucu iki ustanın teorik üretimiyle aslında Marksist teori kurulmuş olur.

İkinci dönem ise, 20. yüzyılın başına denk gelir. Bu dönemi iki ayrı geleneğin kendini ilk kez belirginleştirdiği dönem olarak da görebiliriz. Lenin, Troçki, Luxemburg ve daha batıdan Gramsci gibi teorisyenler aynı zamansal dönemi paylaşırlar. Bu dönem ikinci bir kuruluş ve zenginleşme dönemidir. Dönemin en öne çıkan imzası kimilerine göre basbayağı bir siyasetçi olan Lenin’dir. Lenin hem kendi ürettikleriyle, hem de onun ürettikleri hakkında ve karşısında başkalarının ürettikleriyle, 20. yüzyılın başında teori denince ilk akla gelen merkezi figürdür.

Üçüncü dönem ise esas olarak İkinci Savaş’ın ardından başlar. Başlangıcına Soğuk Savaş damgasını vurmuştur. Bu dönem tüm arızalarıyla Batı Marksizminin boy attığı dönem olmuştur. Marksist teorinin seyri de, bugün hâlâ etkisini hissettiğimiz gibi, Batı Marksizmi ile Leninizm arasındaki gerilim tarafından belirlenmiştir. İkinci kuruluş döneminde ortaya çıkan Marksist- Leninist gelenek, kendisine yapılan tüm haksızlıkları bir kenara koyup olumlu taraflarını hiç unutmasak dahi, Batı merkezli üretimin karşısına gerektiği gibi dikilememiştir. Bunun Sovyet siyasetinin Avrupa’yı terk etmesiyle uyumlu olduğu söylenebilir. Siyasi olarak Batı Avrupa’yı kapitalizme bırakan Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve teorik olarak da geri çekilmesi kaçınılmazdır. Bunların acısını hâlâ çekiyoruz.

Bugün teorik üretimimizi çevreleyen faktörlerden bir tanesi hâlâ budur.

Sol, entelektüel olarak 20. yüzyılda kalıcı bir ilerleme gösterememiştir. İlerlemeler geçicidir. Bu nedenle solun etkilediği kitle küçüldükçe, entelektüel şiddeti de azalmıştır. Aynı dönemde, teorik üretimin de 20. yüzyıl boyunca geriye gittiği gözlenir.

Bu önermeyle 20. yüzyılın ikinci yarısına haksızlık ettiğim düşünülmesin. Ancak Marksist teorik üretim düşünüldüğünde, bir bütün olarak 20. yüzyılın başıyla -yine ikisi dönemsel bir bütün olmak üzere- Batı Marksizminin önde gelen isimlerini ve bir başka kampta Leninist okulun takipçilerini karşılaştırmak asıl haksızlık olacaktır.

Kuruluş dönemini bir kenara koyduğumuzda, hâlâ tartışılan ve üstelik tartışılmak zorunda olan metinlerin 20. yüzyılın başında üretilmiş olmasını neye bağlayabiliriz? Marksizmin en üretken aydın kuşağının bir daha gelmemek üzere o dönemde ortadan silinmiş olmasına mı? Yoksa Marksist teorik üretimin 20. yüzyılın başında sınırlarına dayanmış olduğuna mı?

İki yanıtın da kendine göre tehlikeleri var…

Ama kuruluştan sonra Marksist teori anlamında bir sıçramanın yalnızca 20. yüzyılın başında yapıldığını söylemek kimseye haksızlık olmayacaktır. Buradaki gaye Lenin’i tüm diğerlerinden ayrı bir yere koymak değil sadece… O döneme has özellikleri, örneğin devrimci atmosferi takip eden dönemlerden ayırt etmeye çalışmak bu çaba için daha doğru bir adlandırma olacaktır. Üstelik Lenin’in yaratıcılığında dönemin tüm önemli Marksistlerinin payını da kabul etmek şarttır; Lenin şimdi bize kızacak ama Kautsky’den Luxemburg’a, herkesin o müthiş atılımda payı vardır.

Bunun nedeni o dönemin kadrolarının kendilerine has müthiş entelektüel özellikleri midir? Sanmıyorum…

Öncelikle o kadroların ortaya çıktığı dönemi diğerlerinden farklı kılan yanları ayırt etmemiz gerekiyor. Devrimler çağı galiba gerçekten 20. yüzyılın başında Büyük Sosyalist Ekim Devrimi ile kapanmıştır. Teoride büyük atılımlar da devrimler çağının kapanmasıyla bitmiştir.

Bu noktadan Marksist teorinin kendisine dair sonuçlar çıkartmak mümkün müdür?

Marx ve Engels’in kuruluş aşamasında izledikleri yöntemin belirgin bir özelliği vardır. Onlar bir ilişkiyi incelerken o ilişkiyi tarihsel bir zemine oturtarak, bir başlangıç ve son da tarif etmiş oluyorlardı. Örneğin, Marx, kendi sözleriyle, sermayenin hem nasıl ürettiği hem de nasıl üretildiği üzerinde çalışırken, kapitalist ilişkilerin yeniden üretilirken kendi çözülüşlerinin maddi koşullarını nasıl yarattığı üzerinde duruyordu. Varoluşla yok oluş birlikte inceleniyordu; varolan bir ilişki, varolmaya devam etmek için kendi yok oluşunu hazırlayacak dinamikleri harekete geçiriyordu.

İşte bu yöntem, devrimci yöntemdir. Marksist teorinin büyüsünün kaynağında bu vardır. Bu bilinçli tercih, doğal olarak teori ve devrimci siyaseti yan yana, aslında daha doğru bir ifadeyle iç içe bir hale getirir.

Ancak yine aynı yöntem, teori ile siyasetin asla eşitlenemeyeceğini gösterir, çünkü teori üretmenin kendisi, malum örnekten devam edersek, kapitalist ilişkinin kendisini yeniden üretirken, yok oluşu için gereken zemini hazırlamasını incelemek, onun yok olması için yeterli değildir. Teoriyi nihayete erdirecek olan siyasettir. Siyasi eylem olmaksızın, teori yarım kalmaya mahkûmdur. Bu düzey veya dünya değiştirme Marksist teoriye içsel hale gelmiştir.

Marksist teori aslında bütünsel bir analizi mümkün kıldığı için, kendisini siyasetle tamamlanmak zorunda bırakarak sakatlar. Marksist teori doğası gereği aslında eksik ve sakattır. Tek başına anlamsızdır.

Örneği geliştirirsek, kapitalist üretim tarzının bütünsel analizi, kapitalist üretim ilişkilerinin üretimi ve yeniden üretimi konularına yoğunlaşılmasına sebep olunca, tarihsel bakış açısı olağanüstü gelişmiş, yalnızca ardışık değil, senkronik olguların da anlaşılabilmesini mümkün hale getirmiştir. Sakatlık burada da açığa çıkacaktır. Farklı zamansallıkları kavramak zorunda kalan Marksist yöntem, insanın şeylere ilişkin deneyimlerini, onlara dair edindiği bilgiyi ve dolayısıyla bilimleri, kendi kronolojisine ve zamanına göre sıraya sokma eğilimiyle karşı karşıya gelir. Bunu aşmanın yolunun teoride eşitsiz gelişim yasasını geliştirmek olduğu doğru ama eksik bir yanıttır. Farklı zamansallıkların aynı tarihsel zaman içinde varolabilmesini çözümleyen ve formüle eden teori, tanımlı bir toplumsal ve tarihsel bütün çerçeveyi ortaya koyar ama bu bütünün hareket yasalarını kavradığı için sakatlıktan kurtulamaz. Gelişkinlik sakatlığın başlangıcıdır. Başka bir bilimsel yöntemin hayal bile edemeyeceği bir düzey, o gelişkinlikle uyumlu bir boşluk da yaratmaktadır. Bunun siyasi karşılığı kapitalizmin sonradan gelişen coğrafyalarda daha büyük devrimci olanaklar barındırmasıdır. Bu bilginin siyasi olarak kullanılmıyor oluşu, Marksist teoriyi bir spekülasyon seviyesine indirir. Lenin ve arkadaşlarını teorik olarak büyüten işte bu risktir.

Bu yaklaşımla teorinin yüzeyinin ne kadar genişlediğinin farkında mısınız?

Teorik üretim ile siyaset yapmanın eşitlenebilmesine olanak tanıyan da aslında bu genişliktir. Marksist teorinin gücü ya da büyüsü, meseleye iyi niyetle yaklaşılacak olursa, bu entelektüel doyum için gerekli koşulları sağlamaktadır. Teori o denli güçlüdür ki, o güçten kaynaklanan sakatlığı dahi gölgeleyebilmektedir.

Ancak teorinin ikinci kuruluş döneminden bugüne uzanan tarihi, ne yazık ki yalnızca bu iyi niyetle açıklanabilir olmaktan çok uzaktır.

Teori nedir sorusuna verilen yanıt, doğrudan siyasi uzantılar taşıdığı için, işçi sınıfı siyasetini bir bütün olarak etkilemiştir. Sınıflar mücadelesinin dinamikleri gereği ilişki tersinden de kurulmuş, siyasi saikler, bilinçli olarak bu sakatlığın gölgesine sığınılmasına yol açmıştır. Teorik taşeronluk iddiasında olanlar, siyasetten kaçışı bir teori olarak sunmuşlardır.

20. yüzyılın kalanında ve bugün üretilen teorinin, ikinci kuruluş dönemiyle kıyaslanamayacak olmasının belirgin nedeni bu sakatlığın giderilememiş olmasıdır. Bu sakatlık yalnızca teorik alanda giderilemez. Bir büyük devrim çağının kapanmasının yapısal sonuçları vardır. Aynı çağın teorik düzlemde açılabileceğini düşünmek ise büyük saflıktır. Teoride yeni bir çağı açmak, ancak aynı zamanda siyasette yeni bir çağ açmak ile mümkündür.

Öncelik hangisindedir sorusu ise bir anlamda Marksist yönteme haksızlık olur. Önceliği Marksist yöntem kendi içinde tarif etmektedir. Teori kendi içinden yeni bir atılımın dinamiklerini, açık ki, çıkaramayacaktır. Bugün her zamankinden şiddetli bir biçimde daha fazla siyaset demenin vakti gelmiştir.

Marx’ın bilimi, tarihi olarak geçici bir nitelik taşıyan toplumsal biçimlerin varoluş ve çözülüş koşullarını çözümlediği için, siyasal iktisatla veya başka bir disiplinin yalnızca kendisiyle sınırlandırılamaz. Onun teorisi insana ait tüm olguların genel teorisidir. Liberal düşünürlerin tüylerini diken diken eden bu genel yaklaşım ve genel teorinin elbette bahsedilen tehlikeleri olacaktır.

Ancak o tehlikeyle birlikte, Marksizmin tüm bilimleri birleştiren, onları deyim yerindeyse bir çatı altında toplayan bir sistem olmadığını söylemek gerekir. Marksizmin genel bir sentez olma iddiası da yoktur. Marksizm tüm bilimlerin asıl özünü kendisinde toplamak iddiasında olan ve bu bağlamda kendisini metafizik bir düzlemde ifade etmeye başlayan bir sistem değildir.

Esas olan, değişik bilimsel disiplinlerin neden ve nasıl bir arada kullanılması gerektiğidir; Marksizmin formüle ettiği, bu disiplinlerin hangi alanlarda iç içe geçebildikleri, hangi alanlarda birbirlerine doğru salınımlar yapabilecekleri ve tüm bu ilişkilerin dinamiğidir. Gücünü de tüm disiplinleri kapsamak gibi biraz hayalci bir hedefe sahip olmasından değil, bu kategorilerin arasındaki ilişkileri ve salınımları tarif edebilmesinden alır. Marx’ın bilimi işte bu nedenle insani olguların genel bilimidir; yoksa tüm bilimlerin sentezinden yola çıkılarak üretilmiş ve her soruya yanıt verebilecek büyülü bir genel formül önermesinden dolayı değil…

Marksizm için devrimci eylem ile düşünce arasında kesin ve değişmez sınırlar yoktur. Marksist teori devrimci bir bilimsel sistemdir ve bu nedenle devrimi bilim için feda etmediği gibi, bilimi de devrim için feda etmez.

Bu noktada tekrar teori ile siyaset arasındaki ilişkiye ve teori nedir sorusuna geri döneriz. Devrimci düşünce ve eylem arasına kesin ve değişmez sınırlar çizmeyen, devrimi bilim için, bilimi devrim için feda etmeyen Marksizm, bilim ile ideoloji arasına aşılmaz sınırlar çizmeyi seven pozitivistler için değildir.

Dahası bilimin sınıflar mücadelesi ile ayrılmaz ilişkileri olması teoriyi yalın ve kendinden menkul bir hal olarak tanımlayanlar için kabul edilemez bir durumdur.

Bilgiyi sonsuz bir görelilik içinde ve olumsal bir yüzeyde kavramaya çalışanlar için bilgiye devrimci eylemle ulaşılabileceği gerçeği kavranılabilir bir olgu olamaz.

Bu eğilimlerin hepsi kendisini solda tanımlayanlar arasında mevcuttur.

Marksist sistematik içinde teori ve siyasetin arasında kurulan ilişki, sınıflar mücadelesi ile bilim arasındaki bağ, Marksist teorinin değiştiren ve dönüştüren bir yapı olarak özneyi içermesine neden olur; özne devrimci teorinin bir parçasıdır.

Bu bağlamda Marksist literatürün içinde bu kavramın çokça tartışılmasına şaşırmamak gerekir; hatta keşke daha fazla tartışılsaydı demek doğrusudur.

Temelde bir aydınlanma dönemi kategorisi olarak özne, insanın kendi kaderine sahip çıkma iradesini gösterdiği anda ortaya çıkar. İnsanlık kendi kendini değiştirmekte, kendi yasalarını koymakta, kendisini eğitmekte, cehaletten, baskıdan, yoksulluktan kurtulmaya çalışmaktadır. İnsanın bu çabası hem pratikte hem de teoride bir özne fikrini içerir. İnsanın bilimsel alanda bu düzlemde ortaya çıkışını burjuva devrimlerine bağlamak yanlış olmaz. İnsan, tarihin bu en büyük dönüşüm anlarında inşa ettikleri arasına kendisini de katacaktır. Bu yaratış modern bir özne tanımına da içkindir zaten.

Ancak bu dönemde insan bir bilgi için nesne, bilen için de öznedir. Öznellik bu haliyle deney ötesidir çünkü bir özne olarak insanın ortaya çıkışında tarihsel ve toplumsal süreçlerin etkisi henüz ortada yoktur. Bu ilişkinin açığa çıkması için Marksizmi beklemek gerekecektir.

Toplumsal koşulların etkisi altında ancak aynı toplumsal koşulları değiştirme güç ve iradesine sahip bir özne tanımı… Bu tanımı yapmak için o toplumsal koşulların nasıl olup da kendilerini değiştirecek bir dinamiğe sahip olduğunu açıklamak zorunludur. Marksizmin teoriden bunu anladığını, devrimci eylem ile teori arasındaki ilişkiyi böyle kurduğunu biliyoruz.

Özne, Marksizme kadar ya idealisttir ya da mekanik bir materyalist tanımın elinde esirdir. Özneyi özgür bırakan Marksizm, toplumsal pratik ve siyasi mücadele ile bilim arasındaki ilişkinin önünü açmış, bir sınıfın iktidara yürüyüşünün bilimsel zeminini de eksiksiz bir şekilde tarif etmiştir. Öznenin içinde hareket ettiği toplumsal formasyonu bir bütün olarak ele almak, bu yapıyı yalnızca ekonomik olarak veya sadece ideolojik olarak tanımlamakla değil, ancak disiplinler arası salınımları ve ortak hareket alanlarının kullanarak, aynı yapının tüm veçhelerini çözümlemenin bir parçası haline getirmekle mümkündür.

Böylece tarihselciliğin, tarih ile insan arasındaki ilişkiyi yalnızca pozitiflikler düzeyinde kurmasının da önüne geçilir ve insan hakkındaki bilgi, bilen öznenin pozitifliğinden özgürleşir. Mekanik bir tanıma esir olmamak teorinin alanını yeniden genişletecek ve teori, ne kuralları hiçbir şekilde esnemeyecek ve içinde nefes bile alınamayacak bir yapısallığa, ne de ucu bucağı açık bir iradecilikle sulandırılmış öznelliğe feda edilecektir. Devrimci öznenin bilimsel düzeyde tanımlanmasının ilk adımı atılmış, özne yalnızca teorinin bir konusu olmaktan kurtulmuştur artık. Gerisi ise yine bilimin ve devrimci eylemin ortak çabasının sonucu olacaktır.

Bilimsel Zeminde Devrimi Aramak

20. yüzyıl başında Marksizmin ikinci kuruluş dönemi, Marksist teorinin bu özellikleri nedeniyle derin ve renklidir. Yine bu özellikler nedeniyle, Marksizmin 20. yüzyıldaki yolculuğunu kendisiyle ve karşıtlarıyla birlikte temsil edecek ana kol o yıllarda doğmuştur. Marksizm- Leninizm her şeyden önce muzaffer bir teorik- siyasi akımdır. Teorize edilen bir sosyalist devrimdir; temelde cevap aranan soru neden ve hangi koşullarda devrimin nasıl gerçekleştiğidir…

Devrimden önceki tartışmalar artık kaçınılmaz bir şekilde devrimin gölgesinde okunacaktır. Üstelik bunun şikâyet edilir bir yanı da yoktur. Devrimle taçlanan bu üretkenliğin devrim öncesi dönemindeki tartışmaların derinliğinden kim şüphe edebilir? Aranan yine devrimin kendisidir.

Oysa 20. yüzyılın kalanı, bir türlü olmayan devrimin neden olmadığı sorusuna yanıt aramakla geçmiştir. Marksizmin üçüncü dönemine ne yazık ki bu siyasi psikoloji damgasını vurmuştur. Yenilgiden büyük teori çıkmamış, yenilgiden çıkan teori bu kadar olmuştur.

Bu kadar olur derken o üretimin küçümsendiği sonucuna varılmamalıdır. Ortada devasa bir literatür vardır, böylesine büyük bir yığının içinde çok faydalı açılımlar bulunduğu, Marksizmi incelten, detaylara inen yaklaşımların da yine bu yığın içinde mevcut olduğu bir veridir. Ama tüm bunlar bu literatürün ortak özelliğini değiştirmemektedir.

Biz teori nedir sorusunun yanıtını arıyoruz. Bu sorunun yanıtını teorik üretimin koşullarını belirginleştirmeden, verili bir dönem için teori- siyaset ilişkisi hakkında düşünmeksizin vermek imkânsızdır. Bu koşulları belirginleştirmek, teori ile siyaset arasındaki gerilimi çözümlemek, o dönem için teorik üretimin sınırlarını da açığa çıkarmak anlamına gelir.

Bir bütün olarak 20. yüzyıl Marksizminin teorik üretim sınırlarını sosyalizm ile kapitalizm arasındaki evrensel mücadele belirlemiştir. Referans olarak bambaşka yerlere bakanlar dahi, aslında bu mücadelenin o bakışı belirlediğini fark edememişlerdir. Sovyet Marksizmi ve geleneğine sırtını dönenler o mücadelenin belirleyiciliğinden kaçtıklarını belki düşünmüşlerdir, ama kaçamadıkları açıktır. Batı Marksizminin büyük trajedisinin başlangıcı da burasıdır zaten. Bittiği yer ise liberalizm olmuştur. Trajedinin sonunun komedi olması belki de Batıya has karakteristik bir durumdur.

20. yüzyılın başında kapitalizmin ideal siyasi kabuğu o günleri bizzat yaşayan ikinci dönemin büyük ustasının deyişiyle demokratik cumhuriyetti. Demokratik cumhuriyetin 21. yüzyılın içinden geçtiğimiz günlerinde ne denli ideal bir kabuk olduğu tartışmalıdır, ancak 20. yüzyılın son döneminde demokratik cumhuriyetin ideolojik olarak en fazla liberalizmden beslendiği açıktır.

İşin en acıklı tarafı liberalizmin ideolojik gücünü sol sayesinde sürdürmeyi başarmasıdır. Reel sosyalizmin çözülüşünden sonra yaşanan büyük geri çekilişle birlikte, liberalizm solla daha fazla melezlenmeyi başardı ve gücünü arttırdı. Liberal sol olmaksızın, kapitalizm bugüne kadar başardıklarının önemlice bir bölümünün altından kalkamazdı.

Üçüncü dönemin hâlâ nihayete eremiyor oluşunun bugün en önemli nedeni liberalizmdir. Yenilginin teorisi teslimiyetin teorisine dönüşmüştür.

İkinci dönemi sosyalist devrim takip etmiş, bu döneme sosyalist devrim damgasını vurmuştu.

Üçüncü dönemi ise çözülüş takip etti ve bu döneme reel sosyalizmin çözülüşü, sosyalizmin büyük yenilgisi imzasını attı.

O ana kadar neden devrim olmuyor sorusuna tekil yenilgiler vesilesiyle bakanlar, bu büyük yenilgi aracılığıyla teslimiyetin teorisini yapmaya başladılar. Çünkü onlara göre kapitalizm kalıcı olduğunu ispatlamıştı ve kapitalizmle barış yapmanın bir yolu bulunmalıydı.

Bu barış genel olarak iki yolla yapıldı; ya açıkça kapitalizm ve onun dayattığı sömürü ve mülkiyet ilişkileriyle uzlaşıldı ve onlar yokmuş gibi davranıldı ya da ufak ihtimaller, kapitalizmin içinde kazanılan küçük mevziler fazlasıyla abartıldı. Yenilgiler başarılarla anlamlandırıldı.

Oysa teorik üretimin esas şartı, bu dünyanın veya ülkenin doğru ve tam bir tarifini yapmaktı. Teorik üretimin belki de başlangıç yeri burasıydı. Ancak bu doğru ve tam tarif mutlak surette bir hedefle bağdaştırılmak zorundaydı. Marksist teorinin doğası gereği bu hedefle birlikte hareket etmek, siyasi eylemin teorinin önünü açmasını beklemek gerekiyordu. Tersi umutsuzluktan başka hiçbir şey üretemezdi ve umutsuzluktan teori çıkmazdı.

Marksist teori bilimsel bir zeminde devrimi aramak demektir.

1989’dan sonra görülen dibin ardından yaşadığımız kımıldanmaların üzerinde dururken dahi ihtiyatlı bir yaklaşım zorunludur. Örneğin Latin Amerika deneyimleri üzerine hep ihtiyat telkin etmek ne siyasi, ne de teorik olarak yanlış değildir. Doğru ve tam bir tarifi aramak esastır.

Kapitalizm farklı dönemlerde farklı silahlara başvursa da, örneğin bazı dönemlerde olağandışı bir baskı ve zor rejimi uygulasa dahi, esas gücünü baskıdan ve zordan almaz. Kapitalizmin uzun vadeli ve etkili gücü, tarafsızlaştırma ve çürütme yeteneğinde yatar. 21. yüzyıla damgasını vuracak olan da, oldukça karanlık baskı ve zor dönemlerinden geçmemiz ihtimal dâhilinde olsa da, kapitalizmin tarafsızlaştırıcı ve çürütücü etkisi olacaktır. Çünkü sosyalizmin yokluğunda solun ve işçi sınıfının siyaset sahnesinde en etkisiz günlerini geçirdiği böyle bir dönemde, kapitalizm geçmişte hiç olmadığı kadar hızlı tarafsızlaştırabilmekte, tarafsızlaştırdığı kitleleri çürüterek kendi yanında konumlandırabilmektedir.

Zaten zor ve baskının uygulanabilmesinin temel şartı tarafsızlaştırılmış ve çürütülmüş büyük kitlelerin varlığıdır.

Bu gidişe direnmek zorundayız.

Üçüncü dönemi kapatmak, yeni bir dönemi açmak için bilimsel zeminde devrimi aramak durumundayız.

Kolay olduğu söylenemez. Şayet kolay olduğu söylenebilseydi, ikinci dönemin üçüncü döneme göre avantajlı olduğu da iddia edilemezdi.

İşçi sınıfının bu denli hareketsiz olduğu, solun bu kadar geri çekildiği bir dönemde bilimsel zeminde devrimi aramak, teori üretmek zordur. Çünkü kapitalizmin bugünkü gelişmişlik düzeyinde işçi sınıfı ve solun siyasi hareketlenmesi olmaksızın teorinin bir atılım yapamayacağını bilmemiz gerekiyor.

Teorik üretim yıllarca zaten varolan siyasi hareketlere sırtını dayadı, onlardan ilham aldı.

İlham kaynağı bazen Sovyetler Birliği oldu, bazen Batıdaki işçi sınıfı hareketleri… Bir dönem üçüncü dünyanın kapitalist olmayan yolu gözdeydi, bir dönem Latin Amerika’nın gerilla hareketleri… Köylü ülkesi Çin’in dahi Avrupalı Marksistlere yol gösterdiği çok oldu.

Şimdi bunların tamamının öyle ya da böyle tükendiği, ilham kaynağı olmaktan uzaklaştığı bir dönemdeyiz.

Teorinin kendi kendisine bir yol açamayacağını, teorinin ufkunu siyasetin açacağını söyleyenler için kolay zamanlar olduğu söylenemez.

Ancak siyasi hareketlerin gücünü kaybettiğini tespit etmek, siyasi hareketlerin ömrünü tamamladığı anlamına gelmez. Siyaset yaşıyor. Siyasi hareketler de…

İşaret edilmesi gereken yer de hâlâ orası. Üstelik geleneğin Leninist kanadından gelenler için örgütün bizzat kendisinin de bir siyasi mücadele biçimi olarak geçerliliğini ve etkisini sürdürdüğünü de belirtmek gerekiyor.

Teorik üretimi canlandırmak ve derinleştirmek için siyasete ve örgütlü mücadeleye işaret etmek, kimileri için, yalnızca Leninizme özgü teorik bir ihtiras olarak görülebilir. Bu ihtirasın uzun vadeli sorunlarından bahsedilebilir. Bunların hepsi tartışılır. Ancak bu tür bir üretimin yanlışları ve eksiklikleri yalnızca Marksist teorik üretimin bir dönemi kapatılırsa inceleme ve çözümleme konusu olabilir. O dönemi kapatmak için ise tek şans budur.

Tersinin tercih edilmesi, teorinin siyasetle ilişkisinin tamamen kesilmesi ve dolayısıyla Marksizmden uzaklaşan ama sol iddia taşımaya devam edecek bir teori, teorik üretimin kolayca içine kapanan döngüsünde kaybolmak anlamına gelir. Bunun tarih boyunca çok örneği vardır. Ancak geçmişte bu örneklerin nispeten önemsizleşmesinin nedeni de yine reel sosyalizmin ve bir büyük odağın varlığıdır. Artık bu şansımız da kalmamıştır.

Leninizm Kaybederken…


Marksist üretimde yeni bir dönemin referans kümesi ne olabilir? Bu küme bugün örneğin 20. yüzyılın başındaki dönemle aynı mıdır? Ya da içinden çıkmak için çaba harcadığımız üçüncü dönemin sonunda yine aynı kümeyi mi kullanacağız?

Solun tüm izlerinin silinmeye çalışıldığı bir ortamda bu soru üzerine düşünmek gereklidir. Ama işin ilginç yanı bu soru üzerine daha çok düşünmesi gerekenlerin reformistler olmasıdır. Çünkü eğer bir eskimeden söz edilecekse, bu eskimeden en çok etkilenenler onlar olmuştur.

Kimilerine şaşırtıcı gelecek olan şudur; reel sosyalizme sahip çıkmayı başarmış geleneksel okulun referans kümesi hâlâ gerçek bir tarihsel mirasa dayanmaktadır. Bunun üzerine inşa edilmiş entelektüel miras, not edilebilecek pek çok zayıflığına karşın, bu referanslar sayesinde daha kolay ayağa kalkabilecek durumdadır.

Oysa reformizmin böyle bir şansı yoktur. Batı Marksizmi bundan sonra yalnızca liberalizme koltuk değnekliği yapabilir. O referans kümesini yeni nesil nezdinde tekrar canlandırmanın gerçekçi bir yolu kalmamıştır. Sınırları psikiyatriden yapısalcılığa, oradan mikro-tarih okullarına dayanan uçsuz bucaksız bir tartışma ortamında kullanılan kümenin gelecek yıllarda çekiciliğini daha da kaybedeceğini söylemek kâhinlik değildir. İsteyen tabii hayal kurmakta serbesttir. Ama bu okulun büyük isimlerinin zamana karşı direnmekte ikinci dönemin kurucuları kadar başarılı olamayacakları tekrar görülecektir. Hem de aralarındaki bazı isimlerin zaman zaman karşımıza liberaller tarafından farklı niyetlerle parlatılmak istenerek çıkarılacak olmasına rağmen…

Üçüncü dönemin Batılı temsilcilerinin de hakkının geleneksel okulun öğrencileri tarafından verileceğini söylemek aslında yanlış olmaz. Siyasetin gerçek gündemlerine dair incelikli tartışmalarda, elbette doğru referanslarla, bu aydınları kullanacak olanlar yine onlardır. Ama sosyalist devrimin kanadında duranların değer ve referans kümelerinin yeni gelen işçi ve öğrenci kuşağına Batı Marksizminin entelektüellerinden daha çekici gelmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Batı Marksizminin bu konuda şansı zaten yoktur. Ama onlarla aynı kaderi paylaşmamak için bir olanağa sahip olan devrimci sosyalizm, yeter ki bu olanağı iyi kullansın; liberalizmin her türüne karşı mücadeleyi elden bırakmasın…

Bugün Batı Marksizminin teorik üretiminden geriye kalan yalnızca siyasetle ilgisi olmayan kısımlardır. Bu kalıntı, teorik üretimin doğası hakkında çok şey söylemiyor mu? Ya da yapılması gerekenler hakkında? Artık Batı Marksizmi diye bağımsız bir alandan söz etmek mümkün değildir. Bu alan tüm türevleriyle birlikte tamamen liberalizme kaybedilmiştir. Kaybeden Batılı Marksistler, kazananlar ise Fukuyama ve Friedkin gibi adamlar olmuştur.

Bugün tüm dünyada bu tür referanslarla yapılan açıklamaların tamamı Marksizmin kesin olarak dışında ve hâlâ liberalizmin sınırları içerisindedir.

Zaten böylesi bir yenilgiyi tersine çevirecek mekanizmalar yalnızca teori ve ideolojiler dünyasında mevcut değildir. Bu muharebeyi, siyaseti işin içine katmadan teori ve ideolojiler dünyasında kazanmanın bir yolu yoktur.

Bu konjonktürde Leninizmin konumu, tıpkı referanslar söz konusu olduğundaki gibi, ilginçtir. Çünkü Leninizm kaybetse dahi muharebeden daha az yara alarak çıkmıştır.

Leninizm, çok açıktır ki, 20. yüzyılı kazanarak kapatmadı. Herkes manzaraya baktığında en açık ve büyük yenilgiyi Leninizmin aldığını söyleyebiliyordu. Zaten eleştirel bir akım olan, reel pratiklere sırtını dönmenin ötesinde, bu pratiklerle arasını uzun zaman önce kapatmamacasına açmış olan Batı Marksizminin bu yenilgiden daha az etkileneceği düşünülüyor ve bu gayet sesli biçimde iddia ediliyordu. Hatta bazılarına göre bu, sosyalizmin değil, Leninizmin ya da genel olarak sosyalizmin belirli bir yorumunun yenilgisiydi. Dolayısıyla Batı Marksizmi tüm söylediklerinde haklı çıkmış ve bir zafer kazanmıştı.

Önemlice bir çoğunluk durumu bundan ibaret sandı. Oysa bu söylemin, safları hızla terk edenlerin mottosu olması belki bazılarını uyandırmalıydı. Gidenlerin neden gittiğini anlamaları için değil, aslında kaybedenin kim olduğunu görmeleri için…

Reel sosyalizmin çözülüşü, tüm solun yenildiği anlamına geliyordu. Yalnızca Leninizmin veya sosyalizmin bir yorumunun ve onun reel pratiğinin değil…

Zaten neredeyse bunu zafer olarak gören Batı Marksizminin haklılığı da zaman içinde Marksizmin bu yorumunun peşine takılan milyonlar sayesinde görülmeliydi! O milyonlar, o adamların peşine takılmadılar. O yorumları daha ciddiye alıp kendilerini başka yollara savuran sol partiler güçlenmediler. Hepsini bekleyen son aynıydı. Komünistler güç kaybetmişlerdi ama kendilerini onlardan farklı tanımlamaya çalışan, bu konuda özel hassasiyet gösterenler de güçlenmemiş, tersine aynı kaderi paylaşmışlardı.

Üstelik zaman Leninistlerin biraz olsun lehine, reformistlerin ise aleyhine çalışacaktı. En azından toparlanma işaretleri gösteren Leninistler vardı; reformistler ise liberallerin himayesinde ve onların bir bileşeni, ama güçsüz bir bileşeni olarak hareket etmeye başladılar.

Teori cephesinde de durum farklı olmadı. Batının Marksistleri bir daha hiçbir zaman, Sovyetler Birliği’nin ayakta olduğu dönemki üretimlerine ulaşamadılar, o dönemki ilgiyi canlı tutmayı da başaramadılar. Onlarla ilgilenenler yalnızca farklı saiklerle her zamanki gibi liberaller oldu. Bu ilginin yavaş yavaş sonlarını hazırladığını göremediler. Yaşadıklarını düşündükleri bu zamanda da görmemeyi sürdürüyorlar.

Reel sosyalizm kaybetti ve belki de en çok Leninistler kaybetti.

Leninistlerin bugün şansının sürüyor olması, Leninistlerin o zaman kaybetmemiş olduğu, krizden az etkilendiği anlamına gelmiyor.

Bir dönem, Leninizm açısından Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün yalnızca siyasi ve ideolojik düzlemde kaldığı, teorinin hâlâ tüm ihtişamıyla ayakta olduğu iddia ediliyordu. Marksizm- Leninizm teorik olarak yaşıyordu. Bu sav bir yanıyla doğru, ama aslında bir o kadar da yanlıştı.

Böyle olmadı çünkü… Böylesi soyutlanmış bir teorik yapı iddiasının Marksizmde yeri olamazdı. Bu pozisyonun o dönem için anlaşılır bir yanı olmasına rağmen, bugün hâlâ aynı tezleri savunmanın pek bir manası yoktur.

Çöküş ve çözülüş bütünseldir. Marksist teori kendisini her şeyden koruyabilecek, ilahi dokunulmazlığa sahip bir fanusun içinde büyümedi. Bu teorinin kuruluşundan sonra uzandığı her nokta çözülüşle büyük bir yara aldı. Deyim yerindeyse ağacın o dallarının hepsi kesildi. Bugün elimizde kökleri sağlam, ama çırılçıplak bir ağaç var. Teorinin yaşadığı iddiasının doğru olan kısmı, teorik üretimin ve düşüncenin doğası gereği yok edilememesidir.

Marksist teorinin bugünkü avantajı, artık çöken ve çözülenin ne olduğunu somut olarak bilmesidir. Neyin çökmediğini de…

Üstelik muharebeden kaybederek çıkan, ama bugün liberalizmin olağanüstü yükselişi nedeniyle avantajlı konuma yükselen Leninizmin varlığı da teorik bir umut kaynağıdır. Leninizm bu avantajını doğası gereği liberalizmle barışamamasına borçludur. Leninizmin içinde özellikle Batılı Marksistler bir dönem otoriterlikten milliyetçiliğe kadar her türlü yönelimin izlerini bulmuşlardır. Ama onların dahi bulamadığı iz, liberalizmin izidir. Leninizm tarihi boyunca liberalizmle hiç yan yana gelmedi ve bu nedenle onun çürütücü etkisinden kendisini kurtarmayı başardı. Kimine göre kuru kaldı, kimine göre ise pek çok alanda yeterince derinleşemedi; ancak bazı alanlar için bu eleştiriler haklı olsa da, bazı alanlar için de son derece haksızdı, çünkü o alanlara girmek Leninizmin doğasına aykırıydı.

Solun teorik ihtiyacı bugün de örneğin etik bir silkiniş ya da ahlak üzerine kurulmuş bir çözümleme yöntemi değildir. Solun probleminin zaten olağanüstü geniş olan konvansiyonel sınırlarının ötesine taşamamak olduğunu söylemek basbayağı cahilliktir.

Teorik üretim sınırları çizilmemiş bir alanda serbest bir muhayyilenin çalışması olarak tarif edilemez. Hiçbir amaca hizmet etmeyen düşünsel fırtınaların estirilmesi, en iyisi şirketlerde yöneticilik oynayan küçük burjuvalara bırakılmalıdır. Üstelik o düşünsel fırtınalar bir yere varmadığı zaman, onların dahi başı belaya girmektedir. Patronların boşa para vermeyi sevdiği görülmemiştir.

Teorik üretimin sınırlarının çizilmesi mutlak bir zorunluluktur. Bu sınırları çizecek olan da teorik üretimin yalnızca kendisi değildir. Teorik üretim böylesi bir bağımsızlığa sahip olamaz. O sınırlar hem siyasetin gerekleri hem de teorik üretimin yaşam alanı bulduğu o geniş dünyanın kendi dinamikleri tarafından çizilecektir.

Akademik Etkiler

Marksist teorinin üçüncü dönemi için belirleyici özelliklerden birisi de akademi ve üniversite çevrelerinin teorik üretim bağlamındaki konumudur.

Teorik üretim yenilgiden sonra değil, aslında yenilgiden önce, büyük üretim döneminin İkinci Savaş’tan sonra etkisini yitirmesiyle birlikte tedrici bir biçimde akademide kendine yer edinmeye başlamıştır. İşte bu yönelim döneme damgasını vuran karakteristik bir yön haline gelmiştir.

Çözülüşten sonra ise akademi ağırlığının muazzam ölçüde arttığını tespit edebiliriz.

Özellikle son on, on beş yıl içerisinde üniversitelerde yürütülen Marksist çalışmaların, teorik sorunları çözebilecek bir olgunluğa ulaştığını, hatta tek kurtuluş yolunun bu olduğunu söyleyenler dahi çıktı.

Konuyu üniversitelerin kapitalizm koşullarında oturdukları yerden, bu yerden kaynaklı yapısal sınırlardan bağımsız incelemek mümkün değildir aslında. Örneğin üniversitelerdeki siyasi mücadelenin hareket noktası da genel olarak bu yapısal sınırlardır.

Bu yapısal sınırların belirleyiciliğini, akademi içindeki siyasi mücadelenin önemini bir kenara koysak dahi, Batının birtakım üniversitelerinin kurtarılmış adacıklarında teorik üretim yapmanın teorik sınırları vardır. O sınırları da Marksist teorinin doğası koyar. Marksizm farklı bilimsel disiplinleri birleştiren, onları bir çatı altında toplayan bir sistem değildi; Marksizm bu disiplinlerin neden ve nasıl bir arada kullanılması gerektiğini açıklıyor, hangi noktalarda iç içe geçebildiklerini, hangi alanlarda birbirlerine doğru salınımlar yapabileceklerini anlatıyor; tüm bu ilişkilerin dinamiği hakkında fikir veriyordu. Dahası bu karmaşık ilişkiler sistematiğini belirleyen en önemli olgulardan birisi, Marksizmde devrimci eylem ile düşünce arasında kesin ve değişmez sınırların çizilemez oluşuydu.

Akademik Marksizm işte tam bu noktada, yalnızca akademik kaldığı sürece, yapısal sorunlardan kendisini kurtaramaz. Akademik bağımsızlık adı altında siyasetten kopuk bir Marksist üretim savunusu, tamı tamına akademik Marksizmin kendisinin ölüm fermanıdır aslında.

Akademik Marksizmin varolan üniversite yapısı gereği, disiplinler arası ilişkiyi nihai olarak çözmesi mümkün değildir. Üstelik akademik alan ile siyaset arasında üretilen ve üretilmeye devam edilen doğal mesafe üniversitenin sınırları içerisinde kalınarak çözülemeyecek sorunlardır.

Dolayısıyla akademik Marksizm ancak ismindeki “akademik” sözcüğünden kurtulduğu zaman, bir başka deyişle kendisi olmaktan vazgeçtiği anda sağlıklı bir üretim yapmanın yolunu açacaktır. Ama zaten o noktada akademik Marksizmden söz etmek mümkün değildir.

Yeni bir dönemde hem Türkiye’de hem de dünyada Marksizmin çıkışını akademiden bekleyenler boş yere beklemeye devam edecektir. Dahası, bu bekleyenlerin arasında siyasi hareketler de varsa, durum onlar için pek vahimdir. Geçmişteki kötü örnekler de, görünen o ki, pek çabuk unutulmuştur.

Akademikleşmenin biçimsel görünen zararlarından söz etmek dahi sayfalar alacaktır. Üstelik bu biçimsel görünen etkilerin, yalnızca biçimsel olduğu düşünülmemelidir. Tamamının öze dair etkisi vardır. Bunların her biri hakkında ayrı ayrı yazılar yazılabilir: Entelektüel kaygıları aşan isim yapma niyetleri, şirketlerde görülenden hiç de farklı olmayan kapitalist bir kariyerizm, alanlardaki otoritelere itaati mutlaklaştıran bir güce tapma duygusunun aynı otoritelere yapılan gereksiz göndermelerle açığa çıkışı, referans ve alıntı çılgınlığı ve daha onlarcası…

Teorik üretimin kendisini ciddiye alması, bir bilimsel biçime de sahip olması elbette bir gerekliliktir.

Ancak birilerinin de en azından bir dönem boyunca bu baskıya boyun eğmemesi anlayışla karşılanmalı, bu biçimselliğe karşı, zaman zaman bilimsel ciddiyete zarar veren ölçüde bile olsa farklı bir biçim geliştirmeye çalışması hoş görülmelidir. Bu karşı çıkışın bu dönemde bir anlamı vardır.

İçerik olarak ise ne yapılacağı açıktır. Teorik üretimi akademik zindandan kurtarmanın vaktidir.

Akademik alan, elbette, merkezinde siyasi hareketlerin durduğu bir teorik üretim için mükemmel bir destek noktasıdır. Ancak asla bağımsız kurgulanacak bir teorik merkez değildir. Bu tutumun kendisi, siyasi mücadele içinde, üniversitelere, onurlu akademisyenlere yapılmış büyük bir haksızlıktır.

Son yıllarda akademi kaynaklı üretimin büyük bir bölümü ne yazık ki, tam da belirtilen nedenlerden dolayı, amaçsız, dağınık ve sonuç olarak işlevsizdir. Az sayıda nitelikli ürünün yanında akademik disiplinlerin kuralları içinde boğulup kalan, mikro ölçekli sorunların abartıldığı, ağır bir ideolojik tahakküm altında “bilimsellik” kaygısıyla yazılmış, yöntemsel olarak sorunlu pek çok ürün büyük bir zaman ve emek kaybının ispatıdır.

Dahası, bugün, akademinin “sol” kanadının belki de en ağır toplarının ABD üniversitelerinde toplanmış olması bir rastlantı mıdır? Peki, Avrupa’da kalanların AB fonları olmaksızın adım atamıyor oluşu… Avrupa Birliği Türkiye üniversitelerinde 12 Eylül’ün bıraktığı yerden işe koyulmamış mıdır?

Akademik alanın kendisi, Marksizmi kurtaracak alan olmasını bir kenara bırakalım, teorik olarak toparlanabilmek için siyasi bir müdahaleye muhtaçtır. Bu müdahalenin de öznesinin dışarıdan olacağı açıktır. Teorik üretimde yeni bir dönem için üniversiteye dışarıdan bir müdahale zorunlu ve gereklidir.

Marksist üretimin temel yolu yazılı üretimdir. Üniversitelerin ağırlığının belirgin ölçüde artmasının bir diğer nedeni, yazılı üretim konusunda –nedeni ne olursa olsun– onların daha atik ve üretken davranıyor oluşudur.

Sol daha fazla yazılı üretimde bulunmak zorundadır.

Bu yazılı üretimin dili de önemli bir problemdir. Solun bu dili iyi kullandığı ne yazık ki söylenemez. Bu yalnızca Türkiye’de rastladığımız bir sorun değil, dünya solunun genel problemidir. Ancak dil konusunda son dönemde kontrolden çıkan sorunlarımızın, akademik eğilimlerden beslendiği görülmelidir.

Bu problemi düzeltmek için uğraşmak da temel görevlerimizden birisidir. Yine bu problemi düzeltmeye gayret ederken, dengeyi biraz olsun kaçırmak da büyük bir sorun olmayacaktır. Yeter ki neyin niye yapıldığı biliniyor olsun…

Yazı, dilin ve düşüncenin somut aklıdır aslında. Teorik üretim, ortak bir mekân ve zaman içinde yazı ile ortaya çıkmış olur. Bu bağlamda yazı, zaten doğası gereği ayrıcalıklı bir kategori, bir yaratım sürecidir.

Ama bu ayrıcalık gerçekliğe dair bir yanılsamayı da içinde barındırır.

Çünkü yazma eyleminin kendisinin bir teorik üretim süreci olması, bu üretimle bağlantılı olmak üzere, üretimin nesnesi olan bilginin geliş mekanizmasını ve yine ortaya çıkan bilginin kullanılışını gölgeleyebilir.

Yazının gücü, yazının kendi başına varolabilecek olmasından gelir. Ancak teorik üretim kendi başına varolamaz. Teorik üretimin bir öncesi ve sonrası vardır. Yazı, aslında bunları içerir ama açık etmez. Bu da bilincinde olunmadığı zaman sorun yaratan bir haldir. Çünkü devrimci düşünce ile eylemin arasına bir bağlantı olarak girmesi gereken yazı, ayrıcalığı nedeniyle kendisini kategorik olarak bağımsızlaştırdıkça, düşünce ile eylemin gerçekten arasına girmeye başlar ve onları birbirinden uzaklaştırır. Oysa yazının görevi, düşünce ve eylemi birbirinden uzaklaştırmak değil, onları birbirine bağlamaktır.

Bu bağlayış çok farklı biçimler alabilir. Bu biçimler aynı zamanda bilginin elde edilişi ve kullanılışı ile de ilgilidir. Çünkü bu bilgi bir eylemin sonucu olduğu gibi, bir eylemin konusu haline de gelebilir. Teorik üretim ve yazı da buna bağlı olarak biçim değiştirecektir.

Ama tüm bu biçimler aynı hastalıktan muzdarip olabilir. Yazı bu biçimler vesilesiyle kendisini apayrı ve ayrıcalıklı bir yerde konumlandırabilir.

Oysa yazının kendine has gücü, ancak gerçekliğe dair bu yanılsama bertaraf edildiğinde teorik bir şiddete dönüşebilir.

Devrimci eylem ile düşünceyi birbirine bağlayan yazı artık o andan sonra yalnızca eylem ve düşünceyi birbirine bağlamaz; özgürce, devrimci bir eylem olmanın tadını çıkartabilir, kendisi hakkında daha fazla düşünmeye zaman bulabilir.

Çünkü yazı bizzat kendi haliyle ve olduğu gibi eylem ile düşünce arasındaki bağı kurar hale gelmiştir. Ama bu zaten teorinin temel sorunsalı değil midir?

O halde iyi yazı, iyi teoriyle çok yakın akrabadır.

Ütopya, Kahramanlık ve Sıradan Devrimci

Teori, ütopya olmaksızın varolamaz. Teorinin üretim dönemlerini ütopya karşısında aldıkları konum vesilesiyle de ayrıştırabilirsiniz. Birinci ve ikinci kuruluş dönemlerinin ütopyayla kurdukları ilişkiyi üçüncü dönem kuramamıştır.

Ütopya, teori ile siyaset arasındaki dilin bir biçimi olduğu gibi, teori ütopyanın siyasete taşınmasının da bir yoludur. Ütopyayı günlük siyaset içinde bir kavrama dönüştürebilecek tek güç teoridir. Bu nedenle devrimci siyaset de ütopyayı dışlayarak varolamaz. Çünkü devrimci teori olmaksızın, devrimci siyaset olmaz. Tersinin de doğru olduğunu Marksizmin teori ile siyaset arasındaki ilişkiye nasıl baktığından hareketle biliyoruz

Sefalet, yoksulluk, işsizlik, açlık, pislik, şiddet ve ölümün kol gezdiği bir dünyada ütopya saçma ve gereksiz olamaz.

Tam tersine ütopya en çok şimdi bizler için gereklidir. Her türlü lükse kavuşmuş, tüm gereksinimlerini hiç sorunla karşılaşmadan gidermekten öte, hayatta neyi istiyorsa o istediğine o anda ulaşabilen sermayedarın hemen yanında sefalet, yoksulluk ve ölümle çizilen bu tablo ve bu tablonun yaşanmasına neden olan sistem olarak kapitalizmin hükümranlığı bizi ütopyayı siyasi tartışmanın ayrılmaz bir parçası yapmak zorunda bırakır. Ütopyayı siyasi tartışmanın bir parçası haline getirmek ise teorinin işidir.

Bugün, “ütopyacı” ya da “ütopik” solculara yöneltilen bir hakaret haline gelmişse, bunda solun da payı büyüktür. Her şeyden önce ulaşılamaz bir hayalin peşinde koşan bir sol tasvir edilmektedir. Ancak solu hayalcilikle suçlamanın ötesinde asıl başarılan, solu insan doğasına ters ve bu yüzden imkânsız bir sistemi kurma çabası içinde göstermektir. Bunu sağcı teorisyen ve ideologlar başarmıştır.

Başarı yalnızca bununla da sınırlı değildir. Sol, doğal olanın yerine tabii olmayan, insan doğasına ters bir sistemin peşindedir. Kapitalizm ve serbest piyasa, bu doğaya uygun oldukları için kendiliğinden varlığını sürdürebilir. Oysa sol, kapitalizmin yerine koyacağı sistemi doğal olmadığı, insan tabiiyetine ters olduğu için zor kullanarak ayakta tutmak zorunda kalacaktır. Ütopya böylece bir tür totaliterlik ve şiddetle eşitlenmiştir bile… Solcular da artık zararsız hayalciler olarak görülmeyecek, totaliter ve şiddet meraklısı tipler olarak tasvir edilecektir.

Teorinin devreye girmesi gereken yer burasıdır. Teori ütopyayı insanla tekrar barıştırmayı başardığı ölçüde siyasetin ve dolayısıyla insanın kendisinin önünü açacaktır.

Ütopya, Marksist literatürde bir tarih-sonrası toplum biçimidir. Bugünün en temel özelliği ise kapitalizmin insanların tarih duygusunu ve tasavvurunu zayıflatmasıdır. Tarih tasavvurundan uzaklaşan insan kapitalizmin ezeli ve ebedi bir sistem olarak kurgulanmasından rahatsız olmaz. Çünkü sistemlerin bir başı ve sonu olduğunu düşünmek tarihsel bir kavrayış gerektirir. Tarihsel kavrayış, devrimci düşüncenin temel taşıdır. Sınıflı bir toplumun başlangıç ve sonu olabileceğini düşünemeyen hiç kimse devrimci düşünceyi benimseyemez. Bu nedenle başka bir toplum düşüncesine giden yol ütopyayı dışlayamaz. Bizim sosyalizm fikrimiz aslında tarihin sonuna doğru giden bir geçiş toplumu düşüncesine dayanır. Sosyalizm için siyaset yapan her özne bunu ciddiye almak durumundadır.

Teori bu tarihselliği kurmak için tek yoldur. Bu tarihselliği kuramadığımız ölçüde insanlar zamanla sosyalizm fikrine dahi doğal olarak yabancılaşacaktır. Bu yabancılaşma, Marksist üretimin üçüncü döneminde, reel sosyalizm için çözülüş, kapitalist ülkelerde ise sosyalizm mücadelesinden uzaklaşma anlamına gelmiştir.

Ancak tam bu noktada aynı vurguya ihtiyaç vardır. Ütopyayla uğraşmak her durumda biraz hayalle uğraşmaktır. Buna biçim verecek, bu hayalin gerçekle bağını kuracak teoriye yol gösterecek olan ise günlük siyasettir. İnsanın açgözlülüğünden, doymak bilmez hırslarından kaynaklandığı düşünülen sorunlarla bizzat karşılaşan siyasettir. Bu noktada ihtiyaçları belirleyecek olan siyasete, ütopyanın desteği teori vesilesiyle gelecektir.

Marx’ta can alıcı olan, onun insan doğasına da bir tarihsellik biçmesidir. Marx için tek bir insan doğası olamaz, ama çok sayıda insan doğası mevcut olabilir. Çünkü her toplum kendisine has bir insan doğası yaratacaktır. Bu nedenle insan doğası ne bir mahvoluş sebebi, ne de bir kaderdir; tam tersine insanın kendi pratiğinin tarihsel bir sonucudur. Teori bunları çözümlemek ve siyasete servis etmekle mükelleftir. Ütopyanın insan doğasıyla barışık olduğunu anlatmanın bir yolu bulunmalıdır.

Zaten ütopyacı söylem genel bir lafızdan ibaret kalamaz, öyle de anlatılamaz. Devrimci siyasetin her veçhesine sinmesi gereken bir yaklaşım olarak ütopyacılık somut talepler aracılılığıyla da siyasetin doğal bir parçası haline gelmelidir.

Örneğin devrimci siyasetin her zaman kullandığı ve kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmemesi gereken tam istihdam talebi yalnızca geçiş toplumuna ve sosyalizme ait olmayıp, aynı zamanda ütopyacı bir talep değil midir? Barış mücadelesi yine buna bir örnek olarak verilemez mi?

Kapitalizm dinamiklerine göre tam istihdam veya barış içinde birlikte yaşamak hiçbir zaman gerçekleşemeyecek taleplerdir. Tam istihdamın veya mutlak bir barışın sağlanması sistemi dönüştürmeyecektir. Tersine, tam istihdamı ve barışı sağlamak için tüm sistemi dönüştürmek zorunludur. Bu teorik bir paradoks değil, teorinin tam da kendisidir.

İşte şimdiki zamana dönülen yer burasıdır. Tam istihdam ve barış talepleri, günümüzün en yakıcı sorunları hakkında yükseltilecek mücadele başlıklarıdır.

Tam istihdamı, barış isteğini veya başka benzer başlıkları bu şekilde, ütopya ve başka bir toplum tasavvuru ile ilişkisini koruyacak biçimde öne çıkarmak teori ile mümkündür. Ama güncel sorunlardan hareketle bu ihtiyaçları dayatan siyasetin kendisidir.

Her teorik çıkış eleştiriyi barındırdığı gibi kurucu yaklaşımı da içermelidir. Kurucu yaklaşım doğal olarak bir iktidar perspektifini içinde barındıracaktır. Ancak bu perspektifi de canlandırıp zenginleştirecek olan yine kuruculuğun ütopya ile ilişkisinin kurulmasıdır.

Ütopyacılık ya çok siyasaldır ya da yeterince siyasal değildir. Bizim tercihimizin ilkinden yana olması gerekir.

Ütopyanın en vahşi özelliği onun aslında insanoğlunun taleplerinin devrimci bir altüst oluş yaşanmadan ifade edilebildiği dönemlerde filizleniyor oluşudur. Çünkü devrimci dönemlerin kendisi teori ile siyasetin arasının olağanüstü bir şekilde kapandığı, ütopyanın ikisinin arasına yerleşemediği çok kısa dönemlerdir. Halkın talepleri örneğin ekmek, toprak ve barış gibi net ve vurucu bir listeye odaklanmışken siyasette böylesi bir boşluk yoktur. Burada esas olan bu görevlerin nasıl yerine getirileceğidir. Ütopya siyasetle fazlasıyla eşitlenmiş ve aslında bu bağlamda doğasını kaybetmiştir. Ancak bu durum ütopyanın devrimci zamanlarda boy atmayacağı anlamına gelmez. Ama böylesi zamanlarda ütopya ancak devrimin hayaletlerinde kendisini bulabilir. Geçici bir geri çekiliş yaşanır. Devrimin kendi heyecanı tüm ütopyalardan daha şiddetlidir. Bunda yanlış olan hiçbir şey yoktur.

Ütopya bize devrimci olmayan zamanlarda devrimci siyaset yapmanın yolunu açar. Bu zaten teorinin en temel görevlerinden birisidir.

Birinci ve ikinci kuruluş dönemlerinde teorinin yaptığı budur. Bu yol somut bir devrimci çıkışla taçlanmış, ütopyanın kısa da olsa geri plana düştüğü bir dönem yaşanmıştır. Ancak hata ütopyayı gerisin geri mücadelenin içine katmamakla yapılmıştır. Ütopya, kendiliğinden bırakılan yerden geri gelemez. Bu yine teorinin işidir ve eksik bırakılmıştır.

O halde şunu söylemek de mümkündür; siyasetin tıkandığı yerde ütopya da tıkanabilir, hatta tıkanacaktır. Ancak siyasetin ihtiyaç duyduğu zaman ütopya onun yolunu açacak önemli bir silahtır. Teori işte burada devreye girer.

Günümüzde insanlar dünyanın sonunu hayal etmeyi, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay buluyor. Çürümeyi bundan daha iyi ne anlatabilir?

Bu ütopyaya karşı distopyanın zaferi olarak da okunabilir ya da tarihe karşı tarihsizliğin veya teoriye karşı dogmatizmin… Teori insanlara kapitalizmin sonunu anlatmaktan bıkmamalıdır. Bu sondan ütopyaya gidecek yol olan alternatif bir toplum projesinin ne denli gerçek ve ulaşılabilir olduğunu somutlamak teorinin görevidir.

İnsanların umutsuzluktan çürüyor olduğu hep söylenir. İnsanların harekete geçmek için umuda ihtiyaç duyduğu hiç düşünmeden kabul ettiğimiz olgulardan bir tanesidir.

Oysa umut aslında gizli bir tehlikeyi kategorik olarak içerir. Bu bağlamda umut naif bir iyimserliğin ve konformizmin zıddıdır.

Umutla ütopya hep akrabadır. Umut dahi insanları korkutabilir. Çünkü umudun varlığı öyle ya da böyle bir harekete geçme çağrısı, varolan durumu reddetmeye davettir.

Bu nedenle yalnızca umudun varlığı insanların mücadele etmesine yetmeyecektir.

Marksist teori devrimi ararken, bu umudu anlatmanın yolunu da bulmak zorundadır.

Umudu ve ütopyayı kahramanlarla anlatmak işin en kolay yanıdır. Sol, tüm tarihi boyunca kahramanlarıyla, sembol isimleriyle anılmıştır. Bu böyle de devam edecektir. Ancak umudu ve ütopyayı anlatmanın yalnızca bundan ibaret kalmasında artık ciddi sakıncalar vardır.

Umudun tüm topluma mal olması ve insanları korkutmaması için umut ve ütopyanın sıradan insanla barışması gerekir. Bunun aynı zamanda bir tipolojinin toplumla barışması anlamına geleceği atlanmamalıdır.

Türkiye’de dahi, pek çok kimsenin solun topluma mal olmuş kahramanlarıyla bir derdi yoktur. Onlar zaten ispat ettikleri karakterleri gereği geniş kesimlerden kabul görmüş insanlardır. Bu simge isimler, solun aynı kesimlerle barışması için önemli bir tutamak noktası olmalarına rağmen kesinlikle yeterli değildirler.

Solun kendi kahramanları kadar sıradan insanlarını, gazete satan, bildiri dağıtan, toplantı düzenleyen, mitinglere katılan sizin ve benim gibi insanları da topluma anlatmaya ihtiyacı vardır. Çünkü bu insanlar birer kahraman olmadan, umut ve ütopyayla barışmayı başarmışlardır. Geniş kitlelerin önündeki örnek yalnızca kahramanlar olamaz. Onlara hep ihtiyacımız var; ama kendimizi de anlatmanın bir yolunu bulmazsak, kendimiz gibi sıradan insanlar değil kahramanlar aramaya devam ederiz. Kahramanlar arayarak toplumsallaşmanın kolay olduğunu kimse söyleyemez.

Marksist teorinin büyüsü sıradan insanı, sizi ve beni umut ve ütopyayla barıştırmasından, bizi kahraman olmadan dünyayı değiştirmeye sevk edebilmesinden gelir. İşte bu düşüncenin gücüdür. Aramızdan kahramanlar çıkartan da aynı güçtür aslında.

Teori bu güç üzerine düşünmeyi asla bırakamaz.

Çünkü teorinin insanla kurduğu en sahici ilişki budur. Teori insanı kendisini ve dünyayı değiştirmeye çağırır ve bazı örneklerde bunu başarır. İnsan kendisini ve dünyayı değiştirmek için bir fikrin peşinde muhteşem bir yolculuğa çıkar.