Türkiye İşçi Sınıfına Selam

“Türkiye işçi sınıfına selam”..
Bu dizeyi yinelemek gerekli ve yararlı.
Ancak bu “selam”ı verdikten sonra,
eski yanılgıları yinelemek,
eski yanılgıların yinelenmesi şöyle dursun,
işçi sınıfına bu kez çok daha geri
bir konumdan hareketle yaklaşmak, büyük suçtur.
Bu suçtan kaçınılmalıdır.
Gelenek 22.04.1987

 

Türkiye işçi sınıfı kimi zaman keşfedildi, kimi zaman anımsandı, kimi zamanda selamlandı. En çok selamlanmayı haketti.

Türkiye işçi sınıfını selamlayanlar; onu anlamaya çalışmadı. Geleceği yakalama sevdalarının içine yerleştirdi.

Türkiye işçi sınıfını selamlayanlar; ona methiye düzmedi. Geleceği onunla gördü, onunla kurmaya ant içti.

Türkiye işçi sınıfını bir kez daha selamlyyoruz…

Türkiye işçi sınıfı bir “muamma” mı? İlişkili bir dizi durum veya olguyu yanyana getirdiğimizde belki böylesi bir nitelemeye ulaşmak zor olmayacaktır.
Biribirini dışlayan o denli şeyin yanyana durabilmesini açıklamak için ya at gözlüklerini takmak ya da sınıf mücadelesine ilişkin bir berraklığa sahip olmak
gerekiyor.

Türkiye işçi sınıfının tarihini incelemek, bugünkü durumuna dair kimi saptamalar yapmak ve geleceğine dair kestirimlerde bulunmak doğal olarak tek başına bir inceleme konusu olamaz. “Kendinde sınıf”ı “kendisi için sınıfa” sıçratmaya dönük yaklaşım bütünlüğüne, daha doğrusu bir iddiaya ihtiyaç var. Türkiye işçi sınıfının durumuna ve yapısına ilişkin bir bütünlüğe ulaşmak için “muamma” olduğunu reddedip, at gözlüklerini de takmayacaksak kesinlikle ihtiyaç var.

Marksist sınıf anlayışı, sınıfı bir ilişki olarak ele alır. Bu ilişki antagonist bir ilişkidir. Antagonist ilişki üretim süreci içinde şekillenir. Nihayetinde sınıf, nesnel bir ilişki olarak karşımıza çıkar.

Türkiye işçi sınıfı söz konusu olduğunda, 150 yıla ulaşmyı tarihi içinde, üç nesnel dinamiğin sınıf yapısının bir bütünlüğe ulaşmasına ve durumunun şekillenmesine güçlü bir biçimde etkide bulunmuş olduğunu görürüz: Geriden gelmişlik, uluslararası bütünleşme ve krizler.

Söz konusu dinamiklerin etki düzlemleri tarihsel bir sıralamaya tekabül etmiyor. 150 yıllık tarihin neredeyse her kesitinde yeniden üretilerek Türkiye işçi sınıfını karşımıza çıkarıyor. Bu “makus” talihin değişmesi için gerçekten önemsenmesi gereken bir birikim oluşmuş durumda. Sınıf mücadelesinin her iki unsuru bu -burjuvazi ve proletarya- “makus” talihi kyrmaya dönük potansiyel bir iddia taşıyor. Burjuvazi açısından toplumsal dokunun yeniden örülüşü, işçi sınıfı açısından ise nesnel dinamiklerden “bağımsızlaşma”, hatta o nesnelliği dönüştürme zorunlululuğu bu birikimin geleceği ne ölçüde şekillendireceği ile ilgili.

 

“Geriden gelmiş”lik ve sınıf

Pierre Salama, azgelişmişliği gelişmişliğin bir alt aşaması olarak kabul etmenin güçlüğüne işaret ederken, azgelişmişlik kavramının bir durum değil, bir süreç olarak kavranması gerektiğinin altını çiziyor.

Türkiye kapitalizmi, “geriden gelmiş”liğini bir durum olarak değil, hep bir süreç olarak yaşadı. Sürecin herhangi bir momentindeki değişim ve dönüşümler
doğal olarak sürecin bir parçası olarak karşımıza çıktı.

“Geriden gelmiş”lik Türkiye kapitalizmi tarihinde belirgin iki iz bırakmıştır. İlki bağımlılıktır. Geriden gelmişlik bağımlılığı her düzeyde yeniden üretmiştir. İkincisi , devlet mekanizmasının fonksiyonelliğine dairdir. Devlet adeta geriden gelmişliğin tezahürüdür.

Geriden gelmişliğin kırılmaya çalışıldığı her süreç, bu iki durumun etkilerinin zayıflatılmasına dayandırılmak durumundaydı. Nitekim, bu doğrultudaki her girişim dışa açılma ve devletin ağırlığının azaltılmasına endeksli olmuştur. Ancak, bu türden girişimlerden çıkan sonuçlar ise tam tersine her fırsatta dışa açıldıkça bağımlılığın pekişmesine, devlete müdahale edildikçe daha çaplı devlet fonksiyonelliğinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bugün denenen de budur aslında, yine dışa açılma ve yine devletin küçültülmesi geriden gelmişliğin kırılmasının araçları olarak formüle edilmektedir.

Türkiye işçi sınıfı yapısal bir bütünlüğe ulaşırken, toplumsal ilişkileri içinde sınıfsallığını yüklenirken bu nesnelliğin dinamikleriyle yoğrulmak durumunda kalmıştır.

“Geriden gelmiş”liğin en etkili unsuru bağımlılık. Türkiye işçi sınıfı, geriden gelmişliği ağırlıklı olarak bağımsızlık unsuru üzerinden yaşadı. Üretim süreci bağımlılık ekseni üzerinde yükseldi. Üretim ilişkileri yine bağımlılık zemininde yeniden üretildi. Bu bağımlılık nesnelliğinden Türkiye işçi sınıfının payına düşenler, “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf”ı birer olgu olarak yeniden şekilendirdi.

Yabancı sermayenin ülkeye girişi ve üretim alanlarını büyük ölçüde ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırması, ulusal sermayenin dayatma ve işbirliği zemininde hegemonya altına alınması, üretim sürecine dair toplumsal organizasyonların bu durumların ürünü olarak biçimlendirilmesi ve toplumsal dönüşüm sürecinin tahkim edilmesi bağımlılığın sınıfa yüklenmesinin kanalları oldu. İşçileşme bu bağımlılık ilişkilerinin basıncı altında gerçekleşti. Sektörel yönlendirmeler yapıldı, işçi sınıfı uluslararası rekabetin tüm acımasızlığına ucuz işgücü olarak olarak mahkum edildi. Aslında içinde bulunulan bir toplamdı.

” (…) Böylece dünyanyn bir bölümü bir endüstri gücü olma yolunda öne geçerken, öteki bölüm geride kalmış oldu. Ne var ki, bu iki olgu birbirleriyle bağımsız şeyler değildir. Ekonomik durgunluk, ağır gelişme hatta geriye gidiş ekonomik ilerlemenin ürünleriydi.” 1 [HOBSBAWN Eric]

Üretim sürecinin şekillenmesinde bağımlılık faktörünün taşıdığı ağırlık, bir taraftan işçi sınıfının diğer sınıf ve katmanlardan ayrılmasını, dolayısıyla işçileşmenin karakterini bu nesnelliğe teslim ederken, diğer taraftan da sınıfın örgütlenme pratiğini basıncı altında tuttu. Türkiye işçi sınıfının “kendisi için sınıf” olmaya açılan yönlerini sermaye lehine daha denetimli kıldı.

İşçileşmenin karakteri doğal olarak çözülen bir sistem ve yerine yeşeren bir başka sistemin toplumsal niteliklerini taşımıştır. Türkiye’de çözülen ve yeşeren
sistemin her ikisinin de taşıdığı “devletçi” karakter , bağımlılık ilişkisinden kaynaklanabilecek olası çıkar çatışmalarını silikleştirmiştir. Birileri gelip ülkeyi
açıktan talan etmiş ama herhangi bir karşı koyuş dinamiği bir mücadele geleneğine dönüşememiştir.

Bağımlılık ilişkisi bizzat devlet tarafından toplumsal yapının toplamına taşınmıştır. Böylelikle devlet işçileşmeyi de bütünsel bir dönüşüm olarak yayabilmiştir. Devletin bu çerçevede oynadığı rolde az çok bir süreklilik söz konusudur. Osmanlı’dan devralınanlar devlet, mekanizması üstünden üretim sürecinin emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde hayata taşınmasını pekiştirmiştir.

Osmanlı’da sanayileşme süreci büyük ölçüde askeri-teknolojik gereksinimlerin karşılanması doğrultusunda bir rota tutturmuştur. Osmanlı devletinde sanayinin gelişmesinde en büyük tüketici ordunun önemli rolü olmuştur. Ordunun silah, cephane, giyecek ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu silah, maden, dokuma, dericilik ve gıda sanayiinde işletmelerin gelişmesine ve ticaretin canlanmasyna büyük olanaklar sağlamıştır. 1840’larla birlikte ordu ve saray için üretim yapan fabrikalar, Osmanlı sanayiinde önemli bir yer tutmaya başladı. Tersaneler, baruthaneler, kundura, fes ve çuha fabrikaları kalabalık işçi çalıştıran devlet fabrikalarının başlıcalarıydı. Devletin üretim sürecini yönlendiren ağırlığı Türkiye Cumhuriyeti’ne de büyük ölçüde taşınmıştır.

Türkiye sanayi proleteryasını 60’lı yıllarda inceleyen Y.N Rozaliev, Türkiye
proleteryasının dokusunu şöyle ortaya koyuyordu:

“Türkiye işçi sınıfı safları, üç kaynaktan meydana gelmektedir. İlk ve temel kaynak; iflas etmiş, işletmesi yıkılmış köylülerdir. İkinci kaynak ise iflas etmiş ufak imalathane sahipleri ve esnaftır. Ve nihayet Türkiye işçilerinin üçüncü grubunu kuşaktan kuşağa geçen proletarya meydana getiriyor.”2 [ROZALİEV]

İlk kaynağın ağırlığı oldukça uzun süre varlığını hissettirmiştir. Türkiye işçi sınıfının diğer sınıf ve katmanlarla ayrışması süreci, gelenekselliğinden türeyen gücünü de arkasyna alarak geriden gelmişliğin itkisiyle bir ağırlık olarak devlet eliyle işletilmiştir. Daha doğrusu adeta teamüller oluşturmuştur. Geriden gelmişlikten ve dolaylı olarak da geleneksellikten güç alan olguların değiştirilmesi somut “Başka Toplum Hedefi” ile hayata geçirilmeye çalışılabilecekti. 1908’ciler, Menderes ve Özal bunun tipik girişimcileri olmuştur. Ancak geriden gelmişliğin kırılmaya çalışıldığı her süreç, bağımlılık ilişkilerinin yoğun biçimde yeniden üretilmesini beraberinde getirmiştir. Geleceği dışarda arayanlar, dışarıya açıldıkça dışarıyı içeriye taşımışlardır.

Geriden gelmişliğin sınıfın yapısına yansıyan bir diğer boyut ise işgücü fazlasıdır.

“(…) Sonuç olarak, gelişmekte olan ülkelerde işgücü piyasasında açık işsizlik ve tam olarak ölçülemeyen işgücü fazlası birlikte varolmakta, çalışanlar arasında işgücü piyasası içinde büyük ayrımlar oluşmaktadır. Örneğin, en başta, informel sektörün istihdam içinde büyük bir yer tuttuğu bir çalışma yaşamı ile karşılaşılmaktadır.” 3 [KORAY Meryem]

Geriden gelmişliğin kırılması çabaları, söz konusu işgücü fazlasının oluşturageldiği ve artık kendi başına dinamikler haline gelen olgulara müdahaleyi de zorunlu kılmaktadır. Bu ihtiyacı her geçen gün daha fazla yakıcı bir biçimde hisseden sermaye, başta işsizlik sigortası olmak üzere sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılanmasını mutlak bir biçimde dayatmaktadır. İşsizlik sigortası gibi uygulamaların başka konuların dolaylı bir sonucu olarak değerlendirilmesi eksikli olacaktır. Türkiye’de işgücü fazlası kapitalizmin vazgeçemeyeceği bir olgu olsa da, sermayenin hareket alanındaki serbestliği azaltır ve bu dağınıklığı içinde de bir takım siyasi dinamiklere bütünleşme potansiyeli ile düzen açısından sürekli tehdit unsurlarından birisidir. İşsizlik sigortası bu dağınıklığa bir son vererek, toplumsal akışın sermaye açısından daha denetimli kılınmasını sağlamak için tasarlanmıştır.

Böylesi bir nesnellik, sınıf yapısını da sarsan boyutlarıyla birlikte, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde sınıf-politika, sınıf-sosyalizm ve sınıf-parti bağlantıları daha somut bir ihtiyaç olarak öne çıkardı. Türkiye topraklarındaki işçi sınıfının mücadelesi aşağı yukarı bu bağlantıların kurulmaya, korunmaya çalışılmasının tarihidir.

Söz konusu ihtiyacın somut olarak hissediliyor olması kendi başına bir avantaj anlamına gelmedi. Hatta kimi zamanlar tersinden işlev gördü. Türkiye topraklarynda işçi sınıfınınn topyekün ya da önemli bir kütlesiyle kendiliğinden harekete geçişine nadiren tanık olundu. 15-16 Haziran ve 1989 Bahar eylemleri gibi çaplı olanlarında bile, iradi müdahalelerin ya da iradi varoluşun hazırladıkları önemli rol oynadı. Bu, işçi sınıfını zaafları kendinden menkul bir sınıf yapmadı ama işçi sınıfının gündelik hak arama ve koruma mücadelesinde bile siyasi örgütlülüklerin, bu örgütlülüklere duyulan ihtiyacın kapladığı alanın sürekli geniş tutulmasına neden oldu. Böylesi bir birikim hem işçi sınıfınınn mücadele pratiğini toplamında daha fazla politik müdahalelere mahkum kılarken, diğer taraftan politik mücadeleyi de halkçılık ve uvriyerizm ekseninde önemli ölçüde beslemiş oldu. Üstelik bu beslenme ilişkisi ağırlıklı olarak işçi sınıfına biçilen rolden bağımsızlaştırılarak hayata geçti.

Bağımlılık olgusunun bu denli etkin olması, bu etkinlikten sürekli zarar gören emekçileri bu bağımlılığın reddi mücadelesine sürüklemesi beklenir. Oysa bu topraklarda kök salmış bir anti-emperyalist mücadele birikiminden söz etmek de kolay değildir. Bunu bir paradoks ya da arızi bir durum olarak değerlendirmek yerine sınıf mücadelesinin bu topraklardaki karşılığının bir sonucu olarak kabul etmek daha sağlıklı olacaktır.

Yine aynı şekilde geriden gelmişliğin kırılması hedefiyle de örtüşen devletin küçültülmesi hesapları işçi sınıfı açısından başta eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi olmak üzere, sosyal güvenlik sisteminin iğdiş edilmesi ve özelleştirmeler kanalıyla işten çıkarmalar olarak yansımış olsa da, işçi sınıfı hareketi içinde kamucu anlayışın yeşermesi için bir potansiyeli ifade etse de, bu bağlamda da güçlü bir birikimin olduğu söylenemez.

Öyle görünüyor ki, her iki başlıkta da bir birikimin şekillendirilememesi sınıf-siyaset-parti üçgeninin kurulmasındaki yetersizlikler ve boşluklardır.

 

Uluslararası bütünleşme ve sınıf

Türkiye kapitalizmi uluslararası bütünleşme ihtiyaçlarını karşılamaya dönük birikimini uluslararası kapitalist sistemin zayıf halkası olarak biriktirdi. Türkiye işçi sınıfı da zayıf halkanın işçi sınıfı oldu. Zayıf halkanın işçi sınıfı olmak en çok çelişkilerin yanyana duruşunu anlattı. Her an ters yüz edilebilecek değişimler, dönüşümler birikti durdu.

Uluslararası bütünleşme Türkiye işçi sınıfı için üç ayrı düzlemde önem taşıdı. İlki, sermayenin birikim ihtiyaçları doğrultusundaki yönelimlerinin uzantısı olarak; ikincisi, iki sistem arası rekabet koşullarının karşılığı biçiminde ve sonuncusu ise kapitalist/emperyalist sistem içinde yer arayışı içinde gerçekleşti.

Türkiye’de kapitalist sistem toplumsal bir sistem olarak ortaya çıkarken uluslararası kapitalist/emperyalist sistemin içine doğmuş oldu. Karakterini ve kaderini büyük ölçüde bu bütünlüğün içinde şekillendirmek durumunda kalan sistem toplumsal yapısını da bu doğrultuda örmek durumundaydı.

Bir taraftan emperyalist hesaplar cirit atarken, diğer tarafta eski sistem çözülüyordu. 1838 ticaret anlaşması ile başlayan kapitalistleşme süreci, eş zamanlı olarak yabancı sermayenin ülkeye hammadde ve pazar arayışları içinde girmesini getiriyordu. Batı kapitalizminin ülkeye girişi sonrasında, yabancıların denetiminde tersaneler geliştirilmiş, demiryollarının yapımı hızlanmış ve maden ocakları etkin bir biçimde işletilmeye başlanmıştır. Yabancı sermaye işletmeleri ise, emperyalizme adım adım teslim olan Osmanlı ekonomisinin başlıca sürükleyici gücü haline gelmişti. Limanlar, demiryolları, madenler ve ticari tarım ürünleri Avrupa şirketlerinin göz diktiği başlıca yatırım alanlarıydı.

Türkiye işçi sınıfı ağırlıklı olarak bu alanlarda yoğunlaşırken, sınıf mücadelesinin yeşerdiği zemin uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin bu bütünselliği olmuştur.

Bu topraklara özgü dinamiklerin ortaya çıkışını sağlayan bir ikinci etmen ise, sistemin kuruluşunun aynı zamanda hemen kuzeyinde yeni bir toplumsal sistemin, sosyalizmin kuruluşunun gölgesini taşıması oldu. Emperyalist kuşatma altındaki tek ülkede sosyalizmin varlığı ve ardından iki sistem arası rekabet koşullarında toplumsal örgüsünü biçimlendirdi. Artık sermaye birikim sürecinin kendi dinamikleri yeni bir siyasal ihtiyaçlar silsilesi ile karşı karşıya kalmıştı. Tek ülkede sosyalizmi kuşatmaya çalışan emperyalizm, söz konusu kuşatmanın en kritik coğrafyasında bulunan Türkiye’yi yeni siyasi bağımlılık ilişkileri ile yükleyecekti.

Her iki olgu, gerek üretim sürecinin çerçevesi, gerekse üretim ilişkileri bağlamında Türkiye işçi sınıfının toplumsal bir kategori olarak şekillenmesinde belirleyici faktörler oldu.

Böylesi bir birikimin üzerinde yükselen toplumsal yapı ile geçtiğimiz 20 yılın “yeni” durumlarına giren sistem, arayışları ve sıkışmaları ile birlikte yeniden yapılanma ihtiyacı ile karşı karşıya kaldı.

Zayıf halka içinde biriktirilenler, sınıf içi eşitsiz gelişim dinamiklerinin önünü sonuna kadar açmıştı. Sektörel sıkışmalarla da güçlenen dinamikler, işçi sınıfının içinde farklı niteliklerin yeşermesini kolaylaştırmıştı. Süreç, gelinen noktası itibariyle sermaye açısından birikenlerin topyekün düzlenmesine olan ihtiyacı öne çıkarıyor.

Kapitalist sistemin uluslararası işleyişinde kendi payına düşenleri pek de ayıklama şansı yakalayamamış olan Türkiyeli sermaye, bütünleşmenin önündeki yapısal engelleri kaldırmayı önüne koydu. Hedef çok açıktı; toplumsal yaşantı içinde biriktirilmiş eşitsiz gelişim dinamiklerini düzlemek ve yeniden kurmak için harmanlamak. Politik potansiyeli oldukça yüksek istikrarsızlık unsurları, yine politik dozu oldukça yüksek müdahalelerle dağıtılacaktı. Süreç akmaya başladı ve sermaye arayışları sınıf içi eşitsiz gelişim dinamiklerinin biriktirdiklerini önemsizleştiremedi ama farklı anlamlarla yüklemeye başladı.

Sınıfa saldırılar tam boy ve tam kararlılık içinde hayata geçmeye başladı. Sermayenin hareket yeteneğini azaltan her türden kontrolsüz gelişim budanmaya başladı. Sınıfa ve istikrarsızlık kaynağı unsurlara yönelik müdahaleler kimi noktalarda başarılı olsa da, çıkış kapısını ciddi biçimde zorlayacak bir bütünlüğe oturamadı.

Sermaye zorlamalarına devam ediyor ve bu müdahaleler Türkiye işçi sınıfının zayıf halka pozisyonunda biriktirdiklerini de ters yüz etmeyi amaçlıyor. Her geçen gün, Türkiye işçi sınıfının bütünlüklü hareket edişine olan ihtiyacı belirginleştiriyor. Türkiye işçi sınıfını, sınıf çıkarları üzerinde yükselen bütünlüğü içinde toplumsal yaşantının uzanılabilen tüm noktalarına taşımak, bu bütünlüğün sistemin gediklerinden beslenmesini sağlamak ve sınıf-siyaset bağlantısının akışkanlığını güvence altına almak daha politik ama daha da önemlisi daha atak olmayı dayatıyor.

 

Krizler ve Sınıf

Kapitalizmin krizlere mahkum olduğu sürekli koltuğumuzun altında tuttuğumuz bir tezdir. Krizlerin ne ölçüde sistemin geleceksizliğini anlattığı, ne ölçüde yeniden yapılanma dinamiklerini barındırdığı, biri diğerinin önüne geçirilemeyecek denli yerinde tartışmalardır. İşçi sınıfının ve onun öncüsü devrimci partinin konumlanışından bağımsız olarak krizlere bakmamak ise neredeyse kimliğimize içkin bir alışkanlığımızdır.

Krizlerin sınıfa saldırıda sınır tanymayan dağıtıcılığı ile sistemin zayıf noktalarını belirginleştiren açıcılığının biraradalığı krizlere yaklaşımdaki farklılıkların sınırlarını çizmektedir.

Her aşırı üretim krizi, daima sermayenin ücretli emeğe karşı giriştiği kitlesel bir saldırıya yol açar. Kriz, işsizliği ve işsizlik korkusunu arttırarak işçileri, gerçek ücretlerdeki düşüşleri, çalışma koşulları ve sosyal güvenlik alanlarında daha önceden kazanılmış hakların kaybını ve refah dönemi sırasında en bariz yoksulluk ve adaletsizlik durumlarına karşı sağlanan korunma önlemlerinin azaltılmasını kabul etmeye zorlama eğilimleri taşır. 4 [MANDEL Ernest]

Mandel bu saldırının sonucunun olası dört faktörün etkileşimine bağlı olduğunu ekliyor. Sınıf güçleri arasında nesnel ilişkiler, saldırının başladığı sırada proletaryanın örgütlenme, mücadelecilik ve sınıf bilincinin derecesi, sendika/parti gibi örgütlerin durumu ve devrimci önderliğin gücü…

Türkiye işçi sınıfı krizleri hep “ayakta kalma” boyutuyla karşıladı. Gerek, kapitalist sistemin tümünü etkileyen çaplı bunalımlarda, gerekse de hızla siyasal ve ideolojik olarak sarmalanan iç toplumsal sıkışmalarda karşı koyuşlarını refleks tepkilerden öteye taşıyamadı.

Andre Günder Frank kapitalist sistem açısından bunalımı şöyle tanımlıyor:

Hastalıklı bir toplumsal, ekonomik ve politik varlık ya da sitemin önceki gibi yaşamaya devam edemediği ve ölüme mahkum iken kendisine yeni bir yaşam şansı verecek değişiklikler geçirmeye zorunlu olduğu dönemdir… Bu bunalım dönemi, sistemin gelecekteki gelişimini (eğer olacaksa) ve yeni toplumsal, ekonomik-politik temelini belirleyen önemli kararların alındığı ve dönüşümlerin gerçekleştirildiği tarihsel bir tehlike ve belirsizlik uğrağıdır. 5 [FRANK Andre Gunder]

Krizler işçi sınıfı adına sadece işten çıkarmalar, sıfır zamlar, sendikasızlaştırma olarak yaşanmıyor, krizler aynı zamanda sistemin yeniden yapılanmasının üretim sürecindeki karşılıklarıyla da işçi sınıfını sarıp sarmalıyor. Özelleştirme, uluslararası tahkim, esnekleştirme üretim sürecinin yeniden yapılanmasının kanalları oluyor.

Bir DPT Araştırması, Türkiye İmalat Sanayiindeki Sermaye ve İşgücü (TİSSİ) başlığını taşıyan araştırmada sunulan öneriler, geriden gelmişliğin, emperyalist
bağımlılık ilişkileri temelinde dışa açılma ve bu tarzın oluşturacağı yeniden kurulma ile kırılması amaçlanıyor. Sermaye açısından da yeni bir Türkiye hedefleniyor:

1. Türkiye imalat sanayiinde bugünkü düşük kapasite kullanımı gözönüne alındığında bu konuda atılması gereken adımların önemi ortaya çıkar. Vardiya sayısını arttırmak, aynı zamanda sermaye mallarının fiziki ağınmasını arttıracağından sermaye stokunun yenilenme hızı zorunlu olarak artacaktır. Böylece, sırf gümrük duvarları ve kotalarla korunduğu için yaşayan, aslında teknolojik aşınmaya çoktan uğramış sermaye mallarının bir an önce üretim dışına çıkarılması kolaylaşmış olacaktır.

2. İmalat sanayiinde alınması gerekli en önemli önlemlerden biri de işletmelerin büyük ölçeklerde kurulmalarını ya da yeniden örgütlenmesini tekelci eğilimlerden
korkmadan özendirmektir.

3. Türkiye imalat sanayii ile ilgili yönlendirme çalışmalarında şimdiden gündeme alınması gereken noktalardan biri de, sanayiinin yavaş, seçici ama kesin bir biçimde dışa açılmasıdır. Korunmaya değer üretim alanları dikkatle seçilmeli, ekonomiye yükü yararından fazla olan ithal ikamesi alanlarında ise işletmeler dış pazarlara ve yurt içi pazarda fiyat, kalite etkinlik yarışmasına yöneltilmelidir.

Öyle görünüyor ki, sermaye açısından “Yeni Bir Türkiye” daha fazla “Dışa Açık Türkiye” anlamına gelmektedir. Ancak söz konusu dışa açılma Türkiye sermayesinin bir buluşu değildir.

Fark gözetmeksizin tüm azgelişmiş ülkelere önerilen “dışa dönük model”, Batı sermayesinin kaynak ihtiyacına cevap veren çözümlerden biri olarak ortaya çıktı… Dışa dönük model uluslararası işbölümüne uyum sağlamayı ön plana çıkaran bir modeldir. 6 [BAŞKAYA Fikret]

Başkaya’ya göre 60’dan fazla ülkeye “dışa dönük büyüme modeli” önermelerinin çok açık iki gerekçesi var. Birincisi; kriz koşullarında, korumacılık ve tarife dışı uygulamaların da etkisiyle iyice daralan batı pazarından pay almak isteyen bu ülkeler arasında rekabeti daha da kızıştırmaktı. İkincisi ise, borç ödemelerini güvence altına almak. Başkaya, bunlara bir de üçüncü bir amacın eklenebileceğini düşünüyor: Çok uluslu şirketlerin ve bankaların hareket alanını genişletmek, yayılmanın önündeki engelleri aşmak.

Kuşkusuz sözü edilen adımların atılabilmesinin olmazsa olmazı kararlılık ve toplumsal istikrardır.

Sürekli istikrarsızlık kaynağı işlevi gören toplumsal süreçler yüklerinden arınılmış bir biçimde yeniden kurulmalıdır. Geçtiğimiz yılların akışına damgasını vuran etkili dışa açılma sürecinin engellerinden kurtulmak olmuştur.

Akan süreç toplamında Türkiye işçi sınıfının sermaye açısından sürekli tehdit kaynağı haline gelen dinamiklerinden uzaklaştırılmasına yönelik işletilmeye çalışılmaktadır. Öyle görünüyor ki, en çok önemsenen sınıf-siyaset bağlantısının güdükleştirilmesi, bir adım sonrasında da tanımlı-denetimli alanlara hapsedilmesidir. Tanımlı-denetimli alanların eklenmesi baskı koşullarını da daha tanımlı hale çekebilecek ve başarılacaklar üzerinden sistem topyekün yenilenme şansı elde edebilecektir.

Sıralananların tümü sermaye hesaplarıdır, sermaye hedefleridir. Sermayenin, zayıf halka sermayesi olma koşullarının ters yüz edilmesi çabası, sürecin diğer

noktalarından da tahkimini zorunlu kılmaktadır. Eşitsiz gelişim dinamikleri büyük ölçüde törpülenmiş bir Türkiye işçi sınıfı sermayenin hayallerini süslemeye başlamıştır.

Geriden gelmişliğin daha tanımlı uluslararası bütünleşme üzerinden kırılması, başarılabilenler üzerinden geliştirilecek sıçrama nesnelliğinin sistemin yeniden
kuruluşu anlamına getirilmesi çabaları, kriz koşullarından çıkışın da anahtarı olarak görünmektedir. Fikret Başkaya’ya göre ise; emperyalist ülkelerin yaşam tarzı tekrarlanamaz, taklit edilemez.

 

Sınıf nereye?

İşçi sınıfının politik davranışlarının 1945’den bu yana diğer sınıfların politik davranışlarından pek az ayrılık gösterdiği düşünülmektedir. Almanya’da yapılan
sosyolojik bir araştırmada işçilere sorulmuş:

“Durumunuzu düzeltmek için ne yapabilirsiniz?” İşçilerin büyük çoğunluğu, hemen hemen yarısı teşebbüse geçmek için hiçbir imkan görmemektedir. Birçoğu işletmede daha çok çalışarak durumlarının düzeltmeyi düşünmektedir ancak işletme içindeki yükselixe dair de dar sınırlar koymuşlardır” 7 .

Söz konusu araştırma, 60’lı yılların içinde ve gelişmiş bir ülkede yapılmış. Böyle bir araştırmayı günümüz Türkiyesi’nde yapmış olsak yine tam bir geleceksizlik ve mahkumiyet elde edeceğimizden hiç kimsenin kuşkusu yoktur herhalde.

Gülnur Savran bir çalışmasında, işçi sınıfının herhangi bir verili anda, sadece tekil üyelerinin toplamı olarak ve burjuvazi karşısındaki zorunlu tabiyeti dolayısıyla kapitalist toplumun uzlaşmaz yapısal antagonizmasının bir parçası olarak ikili niteliğine dikkati çekiyor. İlkinin oluşumsal durumuyla ilgili olarak parçalanmış çıkarlara dayalı mevcut psikolojik bilince, ikincinin nesnel çıkarının tarihsel gerekliliğine ilişkin bilincine tekabül ettiğini belirtiyor. İkisi arasında bağlantı kurulması “sınıf bilinci”nin bir tarihsel gerçeklik sürecini ifade ettiğini ekliyor. Ulaştığı sonuç ise bu bilincin oluşturulmasının ancak politik bir süreç olabileceğine dairdir. Aracını ise politik örgütler aracılğıyla taşınan ortak bilinç ve stratejik olarak anlamlı olan eylem programlarının üretilmesi olarak ortaya koyuyor.8

Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde mevcut psikolojik bilince tekabül eden ve parçalı çıkarlar üzerinde yükselen bir mücadele pratiğinin de kök salmışlığından
söz etmek mümkün değil.

İşçileşmeyi ve örgütlenmeyi bir bağımlılık kıskacı içinde geliştirmek durumunda kalan Türkiye işçi sınıfı için biçilen misyonlar da sürekli geride tutulmuştur.

Biçilen misyonların geride ya da ileride olmasını belirleyen kuşkusuz tek başına örgütsel tercihler değil. İşçi sınıfının mücadele tarihinde birikenler gerek teorik
düzlemdeki karşııklarıyla, gerekse ürettiği kalıplarla birlikte işçi synyfy mücadelesinin ihtiyaçlaryna dair önermeleri belirliyor.

İşçi sınıfının devrimci potansiyelinin belki de gereğinden fazla tartışılma ortamı bulduğu günümüzde bu tartışmaların kendisini gerçekten önemsizleştirmek gerekiyor. Tartışmaların ağırlık ekseninin işçi sınıfının devrimci potansiyelinin açığa çıkarılması oluşturulmalı. Bu konuda bir ısrarın vazgeçilmezliğinin altını çizdikten sonra, buradan sonrasında karşımıza çıkanlara bakalım. Doğal olarak karşımıza yaklaşım farklılıkları çıkıyor. İşçi sınıfının gündelik ve tarihsel çıkarlarının bilincine ulaştırılması temel sorun olarak dikilince, işçi sınıfının neyi ne şekilde yapabileceğine dair kestirimlerde bulunmak esas olarak politik kimliğin bir yansıması oluyor. Politik kimlik, yaklaşımlar kadar örgütlü pratiğini de bu kimlik üzerinden geliştiriyor.

Söz konusu yaklaşım ve politik kimlik farklılıklarının oldukça dağılmış olduğu düşünülürse, teorik bir bütünsellik içinde bu farklılıkları bir yere oturtmak daha yol açıcı olacaktır diye düşünüyorum.

İşçi sınıfının devrimci potansiyelinin açığa çıkarılmasına ilişkin yaklaşımlardaki farklılıkların oturduğu teorik zemini Rosa Luxemburg, Gramsci ve Lenin özelinde ayrıştırarak ele alan şu yaklaşım çerçevesinden hareket ederek yol almak mümkün görünüyor.

1. yaklaşım: İşçi sınıfının devrimci potansiyeli, ekonomik ilişkilerden siyasal-ideolojik ilişkilere geçişi ifade eden örgütlü mücadele pratiğinin ürünü olabilir (sendika, dernek, parti vs…) Bu yaklaşımın sahibi Rosa Luxemburg’tur.

2. yaklaşım: İşçi sınıfının devrimci potansiyeli üretim süreci içindeki iktidarını anlatan ve kavratan örgütlü pratiğinin ürünü olabilir (işçi konseyleri). Bu yaklaşımın sahibi Gramsci’dir.

3. yaklaşım: İşçi sınıfının devrimci potansiyelini harekete geçirecek olan siyasal dinamiklerdir ve bunun aracı öncü devrimci partidir. Bu yaklaşım ise Lenin’e aittir.9

Sözü edilen temel yaklaşım farklılıklarının günümüzde de karşılık bulduğunu ve farklılıkların esas olarak bu tür bir ayrışmanın içinde geliştiğini düşünürsek, bu ayrışmanın temel niteliklerini güncel karşılıklarıyla da birlikte ele almak gerekiyor.

Gülnur Savran’ın yaklaşımı ve yukarıdaki ayrıştırmanın Leninist olma mahkumiyetinin bir kanıtı olduğunu düşünüyorum. Siyasal dinamiklere ve öncü devrimci partiye yapılan vurgu işçi sınıfının da nereye gittiğine, gidebileceğine dair soruları gerçek bir soru haline getiriyor.

Sendika ve dernek nereye kadar?

Nereye kadar sorusu bir yakarma olarak algılanmamalı. Gerçekten de gidilebileceklerin sınırı vardır ve soru, bu sınırlılığa işaret etmek için sorulmuştur. İşçi sınıfının mücadele araçlarının zenginliği bilfiil hayatın zenginliği ile ilişkili bir şeydir. Yalıtılmış çerçevesi ile de bir o kadar tartışılamazdır. Mücadele hayatımıza yeni ve etkili zeng2inlikler katmaktan vazgeçmek gerekmiyor ancak siyasal dinamiklerin öne çıkardıklarını atlayan, onunla bütünleşmeyi bir gidişat olarak dahi hesaplamamış ve siyasi dinamiklerin aracı olarak öncü partiye kapılarını sonuna kadar kapatmış bir “zenginlik” bırakalım meraklılarının olsun.

Bir hak arama ve koruma aracı olarak bile, yapısal niteliklerini ağırlıklı olarak siyasal dinamiklere yaslanmasından alan sendika, dernek türü mücadele araçları, yaslandığı dinamiklerin ve bunun taşıyıcısı öncü devrimci partinin toplumsal konumlanışına adeta mahkumdur. Gerçek bir sendikacılık, gerçek bir dernekçilik hatta gerçek bir hak avcılığı gerçek siyasal dinamiklerin ürünü olabilir.

İşçi sınıfının mücadele örgütleri ortaya çıkar ve gelişirken her zaman şu ikilem içinde bir sıkışma yaşanmıştır. İşçiler önce makinalara kızmış onları parçalamıştır. Daha sonra işyerlerindeki patronları karşılarına almış ve patronlarına karşı haklarını korumaya çalışan bir örgütlülüğe yönelmişler. Deneyimleri ile açığa çıkardıkları ilk şey, karşı karşıya olduklarının sadece kendi işyerlerinden ibaret olmadığıdır, üstelik işten çıkarıldıklarında yedekleri hazırda beklemektedir. Bu nedenle haklarını koruma kavgası içinde hemen yanı başlarındaki sınıf kardeşleriyle dar bölgesel örgütlenmelere gitmişler. Ancak tablonun çapı hiç de öngördükleri gibi değildir. Bu kez şu gerçeği görmüşlerdir. Ne yaparlarsa yapsınlar, isterse ekonomik taleplerini söke söke almış olsunlar, karşılarına her zaman yasalar çıkmıştır. Onları patronlardan çok, yasala engellemektedir. Bu nedenle kavgalarını yasaların değiştirilmesi için vermeye ve örgütlülüklerini bu yaklaşım üzerinden geliştirmeye başlamışlardır. Ancak her yenilgi koşulları onları daha korunmacı örgütlülüklere sürüklemiştir.

Makine kırıcılıktan tradi-unionizme, çartist hareketten Fabianizme kadar tüm deneyimlerde açığa çıkan trend bu olmuştur. Bu trend bir taraftan kendisini siyasallaştırarak kalıcılaştırırken, diğer taraftan da işçi sınıfının hangi düzeyde ve inatçılıkla yapılırsa yapılsın, kendi mücadele zemini ve dinamikleriyle gidebileceği yeri göstermektedir.

Marx, sendikaları her zaman için “örgütlü teşvik araçları” olarak görmüştür.

Sendikalar, bilincinde olmaksızın – nasıl ki ortaçağda belediyeler ve komünler burjuvazi için örgütlenmenin odak noktası oldu ise – işçi sınıfının örgütlenmesinin odak noktası olmuşlardır. Sendikalar, nasıl sermaye ile emek arasındaki gündelik gerilla savaşı için vazgeçilmez hale geldiler ise, bizzat ücretli emek sisteminin ortadan kaldırılmasının örgütlü teşvik araçları olarak çok daha fazla önemlidirler. 10 [MARX Karl]

Siyasal dinamiklerin işçi sınıfının mücadelesine güç katmasının koşulu elbette ki sınıfa taşınmasının mümkün olduğunca güçlü ve yaygın olmasıdır. Sendika ve dernek zemininde yürütülecek faaliyetin esas yüzünü de bu oluşturmalıdır. Sendikaların ya da benzeri araçların toplumsal ağırlıklarının azalması, etkisizleşmesi, güçlerini yitirmeleri, adeta dibe vurmaları, bu taşıma kanallarını bloke etmesi nedeniyle önemlidir.

Devrimi potansiyelin gelişmesi, sınıflar arasındaki kutuplaşmanın artmasına bağlı olarak, şu koşulların varlığını gerektirir: İkili sınıf yapısının kesinliğini bozan ara ya da alt sınıfların ortadan kalkması, işçi sınıfı içindeki bölünmelerin ileriye dönük olarak ortadan kalkması ve sermaye ile ücretli emeğin maddi zenginlik açısından iyice farklılaşması.

Devrimci bilince yol açacak önemli bir başka koşul, belirli bir üretim sistemi düzeninin meşruiyetini yitirmesi ve bunu böyle algılayan insanların, düzeni yeniden kurmak için harekete geçmeye yönelmeleridir. Ancak sınıfsal oluşumu tamamlayan en önemli unsur, sınıf bilinci olgusundan kaynaklanan ve belli bir siyasal hedefe yönelik örgütlü siyasal eylemdir.

Sendikalar ya da benzeri faaliyet alanlarının aslında bir hiç olduğunu filan iddia etmiyorum. Bu alanlardaki deneyimlerin, kat edilecek mesafelerin siyasal dinamiklerin, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda yüklenmesini de pekiştirmektedir. Yazının başında 1987 yılındaki bir Gelenek gündeminden alınan paragrafta Türkiye işçi sınıfına biçilen rollerin geriliğinin suç olduğuna dair altı kalınca çizilmiş bir vurgu var. Ne yazık ki, bu suça ortak olmanın araçlarından en sık kullanılanı sendikalardır. Sınıfın verili pozisyonunu gözeten bir yaklaşım doğal olarak sendikaların işlevlerini de güdükleştirmektedir.

Hiç kimse sendikaların, iyi sendikacılık yapılmadığı için dibe vurduklarını falan iddia edip iyi sendikacılığa soyunmasın. Sendikacılığı iyi ya da kötü yapan, sendikaların toplumsal süreçlerde mücadeleleri ile kazandıkları konumdur. Toplumsal ağırlık, sınıfın siyasal etki ve hareket alanının genişliğini ifade eder ve her ne türden gerilim kaynağı olursa olsun, bu ağırlık içinde iyi ya da kötü sendikacılık adına söylenebilecek tek şey becerikliliktir. Bu ülkede ne yazık ki, Payidar romanında geçtiği biçimiyle, namuslu beceriklilerden çok namussuz becerikliler vardır, bunlar çok da iyi sendikacılık yaparlar

Ancak tüm bu gelişmelerin varlığı sendikaların bunlara yanıtlarını gölgelememelidir, çünkü karşıt sınıf olan burjuvazinin sınıfsal çıkarları doğrultusunda işçi sınıfı örgütlerinin geriletilmesine dönük müdahaleleri mutlak bir süreklilik taşımaktadır. Bunun sınırını ise çoğunlukla işçi sınıfı örgütlerinin verdiği yanıtlar belirlemektedir. Bu nedenle sendikal krizin nedeni tek başına bu saldırı nesnelliği değil, bu nesnelliğe yeterince güçlü müdahalelerle yanıt verilememesidir 11 . [ATAY Önder]

Türkiye işçi sınıfı adına sendikal mücadelenin ifade edeceği en güçlü yaklaşım, sendikaların siyasal dinamiklere kapatılmasının önüne geçilmesi ve bu açıklığının ısrarlı bir biçimde korunmasıdır. Yoksa mücadele ne türden bir kavga gerektiriyorsa önemini ölçmeden de verilir. En güçlü yaklaşımın parçası olmak ise mutlaka hedeflenmelidir.

Özörgütlenmeler bir alternatif midir?

İşçi sınıfının özörgütlenmeleri başlığında Sovyet, komite, konsey, komisyon gibi örgütlenmelerden söz edilir, Farklı tarihlerde farklı ülkelerde, farklı özgünlüklerin ürünü olarak şekillenmiş oldukları belirtilse de, özörgütlenmelerle gündeme getirilenler ağırlıklı olarak özgün bir perspektifin ürünüdür.

Partinin yönlendirici bir güç olarak, sendikalarınsa sınırlı refomların gerçekleştirilmesi ve gözetim araçları olarak iş gördüklerine inanan Gramsci, işçi konseylerini işçi sınıfının tümünü kucaklayıp disiplin altına sunacak bir zenginlik olarak önemsemiştir.

İşçi konseyleri, sınıfın mücadelesinde bir araç olarak değil, sosyalist demokrasi tartışmalarının zenginleşmesi ekseninde dillendirilmiştir. Ragıp Zarakolu da bunu açık bir şekilde ifade etmektedir.

Türkiye’de sosyalist demokrasi tartışmasının zenginleşmesi işçi konseyleri, işçi komiteleri, direniş komiteleri gibi deneyimlerin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi ve tartışılmasını gerektirmektedir 12 .[ZARAKOLU Ragıp]

İşçi sınıfının özörgütlenmelerine biçilen rol, günümüz işçi sınıfının hem durumunu tarif etmek hem de geleceğini göstermek adına oldukça iddialı da olabilmiştir. Sendikalar tüm kokuşmuşluğuna rağmen, partilerin kendi kabuklarına çekilmesi ileri sürülerek alternatif araç olarak öne çıkarılmıştır.

Bu örgütlenmeler aracılığıyla her işçi çalıştığı fabrikanın yönetiminden başlayarak, sosyal yaşamın en karmaşık sorunlarına kadar her alana müdahale edebilen bir kimliğe kavuşmuştur… Yaşamın ekonomik ve toplumsal alan ayrımı gözetmeden bir bütün olarak kavranmasını sağlayan özörgütlenmeler, bu işleyişi ile bürokratik formaliteleri ve kısıtlamaları da fiilen ortadan kaldırmıştır 13 . [YARAŞIR Volkan]

Gramsci, daha çok partinin düzene tepkileri açığa çıkan kitleleri kucaklamakta yetersiz kalabileceği kaygısını taşımaktadır. Ortaya çıkan boşluğun 1920 İtalya deneyimlerinin taşıdığı özörgütlenmeler ile kapatılabileceğine inanmaktadır. Ciddi bir toplumsal altüst oluş yaşanmadığı koşullarda da işçi sınıfı adına yabancılaşma olgusunun sonuçlarına yönelmektedir. Yabancılaşmanın sınıfı hareketsizleştirici etkilerinin bertaraf edilmesi için de özörgütlenmeleri önemsemektedir.

İşçi sınıfının mücadeleciliğinin aşındırıldığı, sendikaların işçisine yabancılaştığı, partilerin kabuklarını çatlatmakta ciddi biçimde zorlandıkları bir süreçte “olmayana ergi metodu” üzerinden arayışlara girmek doğal karşılanabilir. Ancak herhangi bir mücadele aracını baştan reddetmeden, sınıf mücadelesinin bütünsel ihtiyaçlarının içine yerleştirildiği bir eksen üzerinden yol almak durumundayız. Verili tabloyu ters yüz etmenin önsel koşulu kabullenilmemesidir. “Sabır işçiliği” bu zemindeki ısrarı ifade etmektedir. Bir bekleyiş ya da umutsuzluğun ürünü olarak değil, kritik halkaları yakalama ve bırakmama inadı olarak.

Kalite çemberlerinin, esnekleştirmenin ve sendikasızlaştırmanın dayatıldığı bir süreçte, işçi iktidarını gündelik mücadelede de somutlayacak olan işçi sınıfının çıkışlarının akacağı mecralar ve bu akışın ortaya çıkardıkları olacaktır.

İşçi konseylerinin gerçekliği, ne Türkiye topraklarına uymaması ile ilgilidir ne de işçi sınıfının bu tipte deneyimlerinin yok denecek kadar az olması ile. Sendika ve partili mücadelenin dışındaki tüm sınıf örgütlenme deneyim ve modelleri de en başından bir tarafa konulamaz. Tümü önemsenmeli ve önemsendiği oranda da hakkı verilerek tartışılmalıdır. Türkiye işçi sınıfının kavgasında zerre kadar emekleri olmayanların, tek ülkede sosyalizmi mahkum edebilmek, Stalin’e küfretmek ve sınıfın tüm bu sıkışmışlığını geleneksel solun partili mücadelesine yıkmak için bu deneyimleri gündeme getirenler, bu deneyimlere ilişkin tartışmaların da hakkını veremezler.

Öncü devrimci partinin taşıyıcılığında siyasal dinamiklerin ters yüz edebileceklerinin açığa çıkarılması, zorlanması ve dayatılması ile gerçekliğini yakalayabileceği için sorgulanmalıdır. İşçi konseyi deneyimlerinin salt işçi demokrasisi, sosyalist demokrasi tartışmalarına meze yapılması ise mutlaka yargılanmalıdır. Parti ve siyaset düşmanlığı üretmelerine prim verilmemelidir.

Tüm bu deneyimler ve modeller de tartışılmalı ve güncelliği içinde ifade edebilecekleri belirginleştirilmelidir. Ancak unutulmamalıdır ki, bunun da hakkını verebilecek olanlar bizzat partili mücadelenin içindeki iradeler olacaktır.

İşkolu mu? İşyeri mi? Varoşlar mı?

Sınıf içinde çalışma ya da örgütlenme söz konusu olduğunda birkaç yüzyıldır yaşanagelmekte olan deneyimler bize gösteriyor ki, çalışma zemini ya işkolu, ya işyeri ya da işçilerin ikamet ettiği yerleşim yerleri olmuştur. Yine deneyimler öyle gösteriyor ki, biri diğerinin önüne ilk çırpıda çıkarılamıyor. Her biri zemindir, her biri önemlidir.

Bugün işçi sınıfının durumuna, örgütlülüğüne ve mücadelesine baktığımızda ise hiçbiri bir kanal sunmuyor, ufkumuzu açmıyor. Bu sıkışma bir taraftan kimi tartışma başlıklarını yeniden canlandırırken diğer taraftan da bir takım yeni arayışları gündeme getiriyor.

KESK 2. Genel Kurul çalışma raporunda işkolu çalışmasına ilişkin şu saptama yer alıyor: “Öte yandan işkolu tanımlaması giderek belirsiz hale gelmiştir. Sermayenin yoğun saldırıları, üretim sürecinin yeni tarzda örgütlenmesi ve özellikle de kamunun yeniden yapılandırılmaya çalışılması emekçilere de yeni örgütlenme formlarını dayatmaktadır. Çalışanlar yaşadıkları dönüşüm ve değişimden doğrudan etkilenmekte, buna uygun yeni örgütlenme arayışlarına gitmektedir. Hollanda örneğinde görüldüğü gibi klasik işkolu dışında birleşmeler yaşanmaktadır. 14

KESK’in değerlendirmesi esas olarak saldırılara karşı birleşik bir gücün önemine işaret ediyor. Ancak birleşik güce yüklenen anlam oldukça tartışmalı. Temel dayanak üretim sürecinin yeni tarzda örgütlenmesi ve saldırıların yoğunlaşması. Öneri ise “birleşebildiğin kadar birleş”.

İşçi örgütlenmesi söz konusu olduğunda, birlikte duruşun gerçekten işçilerin gücüne güç katıp katmadığı şüphelidir. Bugün Türk-İş bünyesinde yoğunlaşmış en büyük işçi kitlesinin bir arada oluşunun hiç de faydasını göremedik. Yine KESK bünyesinde gündeme gelmiş aynı işkolundaki sendikaların birleşme süreçleri sonrasında yeni bir mücadelecilik ruhu ürettiklerine de tanık olmadık.

İşkolları yasalar üzerinden fiili tanımlarına kavuşur. Emekçilerin örgütlü mücadelesini iğdiş etmeye yönelik sermaye saldırısı, işkolu karmaşası yaratarak da ete kemiğe bürünmüştür. Özellikle güçlü toplumsal etkilere sahip üretim alanlarının aynı işkolunda sermayenin eline koluna bağlayacak tarzda etkin bir çıkış üretmeleri sermayenin her zaman için kabusu olmuştur. Bu durum aynı zamanda da sendikal rekabeti de emekçi mücadelesine zarar verecek düzeyde olumsuz olarak perçinlemektedir. Sermayenin bu dayatmalarına karşı sınıfın gücünü açığa çıkaracak bir perspektifle yaklaşılması gerekir. Ancak ileri sürülen argümanlara temel dayanak olarak yerleştirilenler tümüyle korunmacı ve şekilsiz bir nitelik taşımakta.

İşyeri çalışması hem komünist partilerin çalışmasındaki vazgeçilmez niteliği hem de işçi sınıfı mücadelesinde işyeri-meslek-işkolu trendinin ilk aşaması ifade etmesi nedeniyle sıkça tartışma konusu oluşturmaktadır. Sermayenin tercihleri söz konusu olduğunda ise işyeri-işkolu başlıkları tam bir çifte standar7t niteliği kazanmaktadır. Aslında sermayenin işçiyi işyerine hapsetme hülyası hiç değişmemiştir ancak sermaye de sendikalaştığı ve bu yapısını güçlü kılabildiği oranda işkolunda grup toplu sözleşmelerini yeğler olmuştur.

İşyerlerinde ve sendikalardaki müdahale kanallarının daralması kimi zaman işçilere ikamet ettikleri yerleşim yerlerinden ulaşmayı bir model olarak ortaya çıkarmıştır. Diğer taraftan zaten işçilerin ikametlerinde yoğunlaştığı yerler potansiyel bir sınıf hareketi ortamıdır. Ancak şekilsiz bir arada yığılmışlığın harekete geçirici potansiyeli kadar, bir araya gelme sorunu da vardır. Üstelik bu mekansal alanlar sınıf kimliğinin dışında kimlikler üretmeye oldukça yatkındır, dolayısıyla bir sınıf hareketi niteliği kazanması özgün süreçlerin ürünü olabilmiştir.

İşçi örgütlenmesini yaşam çevresi üzerinden tasarlayanlar yaşam çevresindeki örgütlenmenin somut aracı olarak “işçi evleri”ni önermektedirler.

İşyerleri ile sınırlı kalmayan bir örgütlenme anlayışı, sadece işyerlerinde örgütlenmesi zor olan işçilere oturdukları bölgede sınıf bilincini götürmek gibi pratik bir çözüm sağlamak. İşçilerin sürekli olarak iş ve meslek değiştirdiği, yani çalışmakla işsiz kalmak arasında yüksek duvarların olmadığı koşullarda işçi sınıfının mücadelesinin sürekliliğinin sağlanması ve eyleminin gücünün artırılması bakımından da önemli bir olanak yaratır. 15

İşçi sınıfının sınıf kimliğini hangi zeminde daha etkin bir biçimde ürettiği, ürettiği kimliği sınıf mücadelesine hangi araçlarla daha kolay taşıyabileceği tartışmaları bir noktadan sonra afaki tartışmalar olmaya mahkumdur. Verili durumun “işi zorlaştıran” boyutlarından hareket etmek ise oldukça sakıncalıdır ve bir dizi ikamenin üst üste yığılmasından başka bir şey ifade etmez.

Bir modellemeye gitmektense, sınıf mücadelesinin toplamının ortaya çıkardıklarının her bir zeminde yeniden üretilmesinin zorlan8ması mutlak bir ihtiyaçtır ve bu bütünlük ise siyasi bir zeminde kurulmak zorundadır.

Siyasal dinamikler, öncü parti ve sınıf


Sözün dönüp dolaşıp siyasal dinamikler ve öncü partiye gelmesi tesadüf değildir. Sınıf-kadro-sosyalizm arasındaki mesafelerin kapatılması örgütlü siyasi pratiğin işidir.

Siyaset ve öncü partiyi yan yana getirmek her daim mümkündür. Ancak bu ikilinin “yanına” sınıf nasıl yerleştirilecek?

Leninist yaklaşım işçi sınıfına ilişkin şu saptamayı öncelikli olarak v eri alır: İşçi sınıfı kendi içinde de eşitsiz gelişim dinamiklerine tabidir. Bu durum işçi sınıfı içinde farklı bilinç düzeyleri ve dinamikleri yaratır. Öncü devrimci parti, iktidar mücadelesinde işçi sınıfının bu eşitsiz gelişmiş ve farklılaşmış dinamiklerine, bu dinamikleri ortadan kaldırmak için yaslanır.

İşçi sınıfı içindeki bu farklılaşma ve eşitsizliğin önünü açan, esas olarak üretim sürecinin örgütlenmesinin güncel tezahürleri ve sermaye saldırılarıdır. Bu tablo kendi içinde farklı sıkışma alanları yaratır. Bu sıkışmaların ürünü dinamizm ise ancak örgütlü bir gücün müdahalesi ile bir akışkanlık kazanır. Öncü örgütlü güç, politik kavgası üzerinden ekonomik ve ideolojik karşı karşıya gelişleri de biçimlendirir.

Sosyalizm mücadelesindeki işçi sınıfına biçilen rol ancak böylesi bir yaklaşımın ürünü olarak sağlık kazanabilir. Bu zemin yakalanamazsa; ekonomizm, reformizm, uvriyerizm (işçicilik), türü teslimiyetçi, ya da kof devrimcilikle bezenmiş apolitizm, işçi sınıfı saflarına taşınacaktır.

Peki politik mücadele sınıf eksenine nasıl yerleştirilmeli? Bu sorunun yanıtını hızla “sınıf siyaseti” olarak veririz. O halde bu “sınıf siyaseti”nden anladığımızın da net olması gerekiyor. Sınıf siyaseti, yanlış bir yaklaşımın ürünü olarak sıklıkla “sınıfın gündeminin toplumsallaştırılması” olarak algılanır. Örneğin işçi sınıfının ekonomik/siyasal taleplerine ilişkin başlıkların tüm toplumu harekete geçirebilecek başlıklar olduğuna inanılır. Bunun dışındaki her türden siyasal/toplumsal karşı karşıya geliş sermayenin oyunudur. Bu bir yanılsamadır.

Dünya Armağan, soL’daki bir yazısında haklı olarak şu soruları, bu yanılsamayı gidermek için sıralıyor: İşçi sınıfının gündeminde yer alacak başlıkların sermaye sınıfının gündemindeki başlıklardan bağımsız olabilmesi mümkün müdür? Sermaye sınıfı kendi gündemini sınıfsal ilişki ve çelişkilerden bağımsız olarak mı belirler? Bu sorulara toplamında verdiği yanıt ise şu: Toplumun diğer kesimlerini etkileme şansı olmayan bir mücadele gündeminin işçi sınıfını harekete geçirmesi olanaksızdır…

Sosyalist hareket kendi yarattığı ya da fiili bir durum olarak karşısında gördüğü toplumsal karşı karşıya gelişleri, sınıfsal içeriği ile yüklü, iktidar hedefiyle donatılmış ve işçi sınıfının örgütlü gücünü arkasına almış bir biçimde topluma taşır. Sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının yeri de bu çerçevede yerli yerine oturur.

Türkiye işçi sınıfının sınıfsallığı toplumsal ilişkileri içinde cisimleşiyorsa, sermayenin sınıfın yapısının yeniden örülmesi doğrultusundaki politikaları her geçen gün daha fazla önem kazanıyor ve kendini hissettiriyor. Sermaye, öncelikle üretim sürekliliğini kesintiye uğratacak her türlü kontrolsüz, kontrolsüz kaldıkça siyasallaşan dinamiği törpülüyor. Sermaye, işgücü fazlasının yeniden organize edilmesini arzuluyor. İşgücü fazlasının kontrolsüz siyasi dinamiklerle buluşmasının riskini bertaraf etmek istiyor. Sermaye; işçi sınıfının mekansal yerleşimini daha denetimli kılmak istiyor. Kendi içinde dünyalar kurmuş olan zeminler ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Sermaye; sendikaların toplumsal işlevini önemsizleştirmek için elinden geleni yapıyor. Nihayetinde Türkiye işçi sınıfı da bu toplumsal yenilenme arayışlarının bir yerine yerleştirilmeye çalışılıyor.

Sorumluluklarımız ağırdır


Bir; Türkiye işçi sınıfına biçilen rol, sınıfın ve sosyalist hareketin verili konumundan hareketle tanımlanamaz. Bu dün de suçtu bugün de suçtur.

İki; Türkiye işçi sınıfı bir “muamma” değildir. Onu muamma yapıp çözmek için yola koyulanlar hep yolda kalmışlar ya da ipin ucunu kaçırmışlardır.

Üç; Her sınıf için geçerli olduğu gibi Türkiye işçi sınıfı da sınıfsallığını toplumsal ilişkileri içinde yüklenir. Sosyalistlerin görevi Türkiye işçi sınıfına sınıf olduğunu hatırlatıp durmak değil, sınıfın toplumsal ilişkilerini onu iktidara taşıyacak bir içerikle örgütlü bir biçimde donatmaktır.

Dört; İşçi sınıfını toplumsal ilişkileri içinde örgütlü kılacak her durum ve her olanak önemsenmeli, değerlendirilmelidir.

Beş; Öncülük, sınıfın yapabileceklerinin sınırını kestirip ötesini bir misyon olarak üstlenmek değildir. Öncülük, sınıfın yapabileceklerini toplumun bütününe taşıyabileceği nesnellik için siyasi kavga vermektir.

Altı; Devrimcilik, sınıfın yapabileceklerine süreklilik mayasını katacak bir ısrardır. Devrimci, bu ısrarın taşıyıcısıdır.

Yedi; Parti sınıfın aklıdır.

Sekiz; Öncü devrimci parti bir iddiadır.

Dokuz; Hepimize kolay gelsin…

Dipnotlar

  1. Erich J. HOBSBAWM, Devrim Çağı 1789-1848, V Yayınları, 1989
  2. Y.N ROZALİEV, Türkiye Sanayi Proletaryası, Yar Yayınları 1978
  3. Doç. Dr. MERYEM KORAY, Endüstri İlişkileri, Basisen Yayınları 1992
  4. Ernest MANDEL, İşçi Hareketi ve Kriz, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz
  5. Andre G. FRANK, İdeoloji Bunalımı ve Bunalım İdeolojisi, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz
  6. Fikret BAŞKAYA, Sömürgecilik, Emperyalizm ve Küreselleşme, Öteki Yayınları 1995
  7. Friedrich WELTZ, Federal Almanya’da Sosyolojik Açıdan İşçi Meseleleri, Sosyal Siyaset Konferansları içinde İstanbul Üniversitesi Yayınları 1969
  8. Gülnur SAVRAN, Özlerin Reddinden Sınıf Politikasının Reddine, Birikim Dergisi Makalesi
  9. Bu çerçevede farklı ayrıştırmalara da gidilebilir. Ancak önümüzü görebilmek ve içinden geçtiğimiz süreci yerli yerine oturtmak amacıyla en sağlıklı ayrıştırmanın Murat Akıncılar’ın bu ayrıştırması olacağına inanıyorum.
  10. A.S. LOSOVSKY, Marx ve Sendikalar, İnter Yayınları 1993
  11. Önder ATAY, Dünyada Sendikal Kriz, Sınıf Tavrı Sayı 7
  12. Ragıp ZARAKOLU, İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi içinde Önsöz, Belge Yayınları 1989
  13. Volkan YARAŞIR, Uluslararası İşçi Hareketleri Deneyimler, Bibliotek Yayınları 1997
  14. KESK 2. Olağan Genel Kurul Çalışma Raporu
  15. Toplumsal Hareket Sendikacılığı, YÖN EĞİTİM DİZİSİ
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×