Türkiye’de Sivil Toplumculuk (1981-86)

Giriş: İki Tipoloji

Bu yazıya Türkiye’nin 70’lerde yaşadığı toplumsal-siyasal hareketlenme içerisinde biçimlenen iki insan tipolojisinden söz açarak başlamak istiyorum. Birincisi, politikaya uzaktan ve soğuk bakan aydın, diğeri gündelik bir pratikte sürüklenirken bilgilenmeye zaman ayıramayan sade militan- kadro… İkincisi, devrimci demokrat ve sosyalist gençlerde vücut buldu; geride bıraktığımız altı yılda da toplumun sorunlarının en pahalı faturaları bu insanlara kesildi. Diğer kesim ise, bu yazının asli konusunu oluşturan sivil toplumcu bir operasyon girişimine maddi temel oluşturdu.

Siyasallaşmanın yaygınlaştığı bir süreçte teorisiz mücadeleci tip, depolitizasyon döneminde ise siyasetten arınmış bir tevekkül düşüncesinin taşıyıcıları ağır bastılar. İlginç olan, toplumsal yaşantıda kısa sayılacak bir süreden sonra sürecin tekrar değişmesidir. Sol siyasete verilen kesintinin “sona ermesiyle”, hatta yalnızca sona ereceğinin anlaşılmasıyla beraber sivil toplumculuk da süratle demode oldu.

Bir parantez açılması gerekiyor: Burada sözü edilen insan tipolojileri birer soyutlamadır. Her soyutlama gibi bunlar da somutun anlaşılmaz ve çok yönlü kalabalığını ayıklamak, egemen yönleri vurgulamak kalabalığı zenginliğe dönüştürmek işlevi yükleniyorlar. Somuta bakıldığında, siyasetsiz aydınların, siyasete ve mücadelecilere karşı kızgınlık ve küçümsemeden sempati ve öykünme beslemeye kadar geniş bir yelpazede gezindikleri görülecektir. Aynı şekilde sıradan militan tipolojisinin kapsadığı kesim içinde de, cehaletten rant toplayan kimi “eski tüfeklerle”, çıkış yolunun mücadeleye teoriyi, bilgiye siyaseti katmak olduğunu sezenlerin yan yana sıralandıkları hatırlanmalıdır. Somutun bu karmaşıklığı unutulmamalı. Aksine çizilen tiplerin ölü donuk kalıplardan çıkarak yeniden somutu aydınlatabilmeleri için gereken kanallar genel niteliklerden sapmalarda temsil edilen geleceğin işaretçilerinde bulunabilecektir. 80 öncesinde, genel nitelikten sapan, teori ve siyaseti eşanlı olarak ciddiye alabilen mücadeleci aydınların marjinal bir mevcudiyet alanı buldukları reddedilemez.

Yakın tarihe bakarken, eksikli tipolojiler arasında bütünlüklü bir tercih yapmak durumunda değiliz. Siyasal terminolojiyle anoloji kurulduğunda, popülist-elitist kutuplaşmasına benzeyecek bir ortam için sosyalistlerin ilk akıllarına gelmesi gereken, herhalde üçüncü bir safın açılması gereği olmalıdır. Ancak dönemsel vurgular koymayı yine de mümkün görüyorum: 1986’da vurgunun mücadelecilikten yana konması gerekiyor. 80’li yıllar boyunca mumla aranan bu özelliğin önceki dönemin eksikli bir tipolojisinde içerilmiş olması, değerinden bir şey kaybettirmiyor. Bu vurgu, mücadeleciliği çerçevelemiş olan siyasal perspektiflere itibar tanıma anlamına da gelmiyor.

80 öncesinde iktidar hayalleriyle ya da hayal göremeyecek denli gündelik mesaiyle yüklü solcu, büyük bir kesimiyle sivil toplumculuğun politika düşmanlığına merak ve ilgiyle bakar hale geldi… Bu dönüşümün yaşanması için iki-üç yıl yeterli oldu. Bilinç ve siyasal gelenekten yoksun kitlelerin özelliği olan unutkanlık Türkiye solunu da etkisi altına aldı. Sivil toplumculuk solcuya ve aydına geçmişteki değerlerini unutturma operasyonu olarak yükseldi, sonra belki daha büyük bir hızla inişe geçti. Sınırlı sayıda onurlu başkaldırının etkisini reddetmeden, düşüşün belirleyici yönünün kendiliğindenlik olduğu söylenebilir. Kendiliğindenlik, niteliksiz bir niceliğin sürüklenişi olarak tanımlanabilir.

Büyük bir olasılıkla sivil toplumculuğun yükseldiği ve düştüğü dönemden geriye, ara sıra hatırlanan birkaç makale ya da imza, bir iki kitap ismi ya da sözcük kalacak. Ama yine bir olasılıkla, Türkiye solunun yaşayacağı bir başka süreçte, benzer bir sağa kayışın başını, ters yüz edilmiş giysileri ve yeni “orijinaliteleriyle” çekmeye aday olanlar çıkabilecek. Aynı 60’lı yıllarda “ATÜT”, “ceberrut devlet” diye sahnelenen kötü oyunun yirmi yıl sonra “önce sivil toplum!” ya da “katil Jakobenler” çığırtkanlığıyla yeniden senaryolaştırılması gibi. Bu işleve adaylığını koymak kişisel bir seçim, bireysel bir sorun olarak görülebilir. Önemli olan, benzer bir oyunun yeniden tutup tutmamasını, sosyalist hareket ve aydınlarının olgunluk düzeylerinin belirleyecek olmasıdır.

Unutkanlık Üzerine

Sivil toplumculuk kısa süre önce revaçta olan değer ve pratiklerin unutturulması ile gelişti. Bizi burada kitlelerin unutkanlığı pek fazla ilgilendirmiyor. Sorunun bu yönünün çözümü toplumun en ileri unsurlarının uzun süreli ve aralıksız bir müdahaleyle, kültürel-siyasi geleneklerin somut örgütlenme biçimleri altında sosyal bilince kazınması ile mümkün olacak. Oysa aydın kavramı müdahalesizlik ve kabullenmenin karşıtı bir içeriğe sahip; bilinç ve mücadeleyi kapsıyor. Unutkanlık aydınların bir davranış temeli olarak ortaya çıktığı zaman özellikle hesap sorulmayı, bunun yanı sıra açıklanmayı gerektiriyor.

Türkiye’nin siyasi panoramasında değişiklikler süratli yaşanıyor. Bu hareketliliğin seçmen davranışlarında ve kitlesel ideolojilerde paralellerini gözlemleyebilmek pek mümkün değil. Şu denebilir: Türkiye’de son on beş yılın siyasi süreçlerinde çok farklı dönemler, zengin dinamikler var olmasına karşılık seçim sonuçlarından okunan genel eğilimlerin geçici sapmalar dışında aşağı yukarı sabit kaldıkları görülüyor. Siyaset alanındaki canlılık yalnız ideolojik olanı değil, iktisat alanını da geride bırakıyor: Türkiye’de aynı ekonomik politika programlarına farklı siyasi oluşumlar aday olabiliyorlar.

Burjuvazi, evrensel olarak ve elbette Türkiye’de de, hep durağan bir statükonun partizanlığını üstlenir. Sarsıcı dönüşümler, radikal adımlar, hele kapitalizmin doğumundan iki yüz yıl sonra burjuvazinin sürekli kaçındığı şeyler olarak beliriyor. Kapitalizm toplumu durağanlaştırabildiği ve merkez-kaç güçleri de aynı armoninin parçası haline getirebildiği ölçüde güçlü oluyor ya da güçlü olduğu ölçüde bunu başarabiliyor.

Gerek iktisadi açmazlarının yoğunluğu, gerek siyasi manevra alanının darlığı nedeniyle, gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş kapitalist ülkelere göre daha istikrarsız yapıları olduğu biliniyor. İstikrarsızlık, burjuvazi açısından toplumsal dinamikleri denetim altında tutamamak hatta kendi girişimlerinin ürünlerini dahi zaman zaman elinden kaçırmakla sonuçlanıyor. Toplumsal koşullardan rahatsız güçler düzenin kendini yenileme yeteneğinin sınırlı oluşuyla düzen dışına savrulma potansiyeli taşıyorlar. Toplumu saran bu dengesizlik, Türkiye’de siyasal alanın hızlı değişiklikler yaşamasında ifadesini buluyor.

Bu hareketlilik ve sarsıntı, Türk aydınını da etkilemekte. Ya işin kolayı siyasal hareketlilik iktisadi nesnelliklere tercüme ediliyor ya da gündelik kovalamaca içerisinde teorileştirme çabası tümüyle terk ediliyor. Siyaset, ilkinde ekonomiye, diğerinde politikacı kaprislerine indirgenmiş oluyor. Ve her iki durumda da gündelik yaşayan sol aydınların hafızalarında her yeni dönem bir öncekini silikleştiriyor. Oysa kumu akıp gitmeye bırakacak değerli taşları ise üzerinde tutacak bir süzgeç gerekiyor. Geçmişini anlamadan geleceğini tasarlamadan yaşayan aydın güncelliğin sarsıntılarının üstüne çıkmasına elverecek bir teorik araçtan yoksun görünüyor.

Aydın sarsıntıdan çıkıp durularak, Türkiye’nin yaşadığı hareketliliğin düzenin kapatılamayan çatlaklarına işaret ettiğini görebilmelidir. Dengeye kavuşamama, sosyalizmin geleceği açısından umut ışıkları yakmaktadır. Somuttaki hareketlilik kendinde yalnızca bu yönde potansiyeller taşıyor: Karmaşaya da, zenginliğe de açılma olasılığı mevcut. Hangi olasılığın nesnelliğin ifadesi haline geleceği yine büyük ölçüde aydının yorumu ve müdahalesine bağlı olacaktır.

Teorik gelenek yoksunluğunun unutkanlığa dönüştüğü bir kültürel ortam, reddi miras ve likidasyon projelerine kapıları ardına kadar açık tutacaktır. Yukarıda değinildi, 60’ların “ATÜT” ve “ceberrut devlet”i vardı; yankı uyandırdıkları dönem solun bir dizi arayış ve ayrışma yaşadığı yıllara denk düşmüştü. 60’lar için 80’lerde söz konusu olan demoralizasyon ve çöküntüden söz etmek pek mümkün değil… 80’lerin öz itibariyle öncekilere pek benzeyen sivil toplumculuğu farklı bir konjonktüre bir yıkıntının üzerine doğdu. Bu uyuşmazlık sonucunda orjinalite arayışlarının hapsedilebilecekleri zaman sınırlarını keşfetmek ve onun dışında iç huzuru duymak da mümkün değil. Bir diğer örnek şimdilerde Yeni Solun yükselişinde yaşanmakta. 1980’den sonra politikadan uzaklaşırken sivilleşen aydın 85-86’da siyaset sahnesinin içine çekilmesiyle bu kez görece daha politize Yeni Sol gruplaşmaların -Birleşik Sosyalist Parti tartışmalarında göründüğü gibi- etki alanına girebilmektedir. Karşı önlem Türk aydınının bir misyon bilinci ve teorisiyle donanmasından geçiyor. Aksi takdirde aynı süreçlerden defalarca geçilmek zorunda kalınacak.

Kısa Süreli Modalar

Sivil toplumculuk özünde bir tepkidir. Tepkinin tanımında karşı çıkmak var; yalnızca yapıcı olma perspektifini kesinlikle barındırmıyor. “Sivil Toplum ve Devlet”in yazarı Kürşat Bumin kitabını “… Elimizde olan, hepimizin bir kez yaşayacağı tek bir yaşam. Önemli olan onu bu cennetlere (politik-dinsel cennetlerden yani siyasal program teorik model ya da tarihsel misyonlardan söz ediyor – A.G.) ipotek etmek değil de zaten ipoteğinde olduğu birçok kurumdan kurtarmak” 1 diyerek bitiriyordu. Bu açık “siyasete reddiye” sivil toplumculuğun, her versiyonunu birleştiren ortak paydadır. Depolitizasyon önerilerinin, siyasetin zaten olmadığı zaman dilimlerinde onay görmesi mümkün olabiliyor. Siyaset sahnesi, insanların hareket kabiliyetlerini iade ettiğinde ise hemen unutuluyorlar. Teorik geleneksizlik ortamına reel politik değil teorik bir kisve ile hitap edebilmek ancak geçici olabiliyor. Kitleye dal budak salmak söz konusu olamıyor. Sivil toplumculuğun kısa süreli bir moda olmayı aşamamasının bir nedeni de bu. Diğer yönünde ise Türkiye’nin politik zenginliği var. Apolitik bir söylemin sol kesimde tutmasının genel bir süreç zarfında pek şansı bulunmuyor. Bir parça daha açık ifade edilirse Türkiye’de ortalama solcu tipinin teorik yoksulluğu nedeniyle teorik savrulmalara açık olmasını pratiğe bağımlılığının getirdiği var olan siyasi mücadele araçlarından kopamama olgusu sınırlıyor. Sivil toplumculuğun “bekleyin ki sivilleşelim” ya da “hayatın her alanında özyönetim organları” perspektiflerinin Türk solcusuna hitap yeteneğinin olmadığı söylenebilir. Üstelik söz konusu akımın temsilcilerinde ortak paydanın umutsuz ve köksüz yarı-aydın nitelikleri olması akımın öznel kapasitesinin sınırlarını da oldukça daraltmıştır.

Hitap gücü sınırlı olmasına rağmen, Türkiye’de “özgünlük” arayışlarının neredeyse bir süreklilik kazanmaya başladığını ifade etmek gerekiyor. Yıldızı kısa sürede parlayan, sivil toplumculuktur. Ama yansıttığı eğilimlerin yukarıda söylendiği gibi değişik biçimlenmeler altında yaşam şansı olabiliyor. Bu süreklilik ifadesini kişilerde de bulabilmekte. 1981’de basılmış olduğu taktirde belki de K. Bumin’in ödülünü elinden alabilecek olan “Düzenin Yabancılaşması”nın yazarı İdris Küçükömer, 82’de ANAP’ın heyecanına kapılmıştı 2 3, sosyal demokraside yoluna devam etti. A. Savaş Akat ve Seyfettin Gürsel sivil toplumculuklarını DSP popülizmine angaje ettiler. Rahşan Ecevit’in basın toplantılarında ve uluslararası platformlarda biri “tok sesi” diğeri “iktisadi konulara hakimliği” ile dinleyenlerin takdirlerini topluyorlar. Yılların M.A. Aybar’ı ise bürokrasi düşmanlığını bir parti girişiminin başında sürdürüyor.

Bağlamak istediğim nokta şu: Örnekleri verilen “tepkisel” söylem sol hareketin marjlarında da olsa bir süreklilik taşıyor. Değişik konjonktürlerdeki biçimlenmelerinin bazıları basit ve düzeysiz tepkiler olarak görülebilir. Ama Türk sol aydınının yaşamakta olduğu kimlik edinme sürecinde tavizsiz mücadele edilmesi gereken bir kanat olarak kendilerini dayatmış bulunuyorlar.

Bu anlamda “tepki” deyip geçmemek gerekiyor. Evrensel düzeyde bir Geleneksel Sol-Yeni Sol ayrışmasının teorik derinliğiyle Türkiye’de de netleştirilebilmesi sosyalist gelecek için önem taşıyor.

Sivil Toplumculuktan Bir Tezler Demeti

Sivil toplumcu tezler bir dizi tepkiselliği yansıtıyorlar: Devlete, geleneksel sola 4, politikanın saf insanlara sevimli gözükmeyen reel yönlerine, yerleşik sınıfsal analiz yöntemine… Devlete ve devlet bürokrasisine tepkinin ilk belirdiği yer sivil toplum-politik toplum çiftinin kullanımı oluyor. Tarihte ilerletici güçler sivil topluma maledilirken devlet sivil toplumun içerdiği nice güzelliğin serpilip boy atmasına engel olan sürekli sınırlar koyan bir mekanizma olarak beliriyor. Devlete bu düşmanlık özünde devletin politik üstyapısının en etkin ve büyük kurumu olması sıfatıyla bizzat politikaya dönüktür. Çoğu zaman politikayı ya da yaşamı değiştirme faaliyetini kuramsal kısıtlamalardan kurtarmak için politika yaşamın her alanında mümkün ve gerekli kendi özerk alanı olmaması gereken bir yaşam felsefesi düzeyine indirgeniyor. Politikanın böylesine genişletilmesi toplumları yönetmek yönlendirmek toplumun bütününe müdahale edebilmek gibi motiflerle kısaca iktidar perspektifini bireysel karar süreçleri ve gündelik hedeflerle aynı düzleme indirmek oluyor. Politika her yana yayılınca artık hiçbir yerde olamıyor; kendi hayat alanını yitirmiş oluyor.

Tarih ve topluma, sivil toplum prizmasından bakıldığında, sınıfsal analize de rahmet okumak gerekiyor. Türkiye’nin 20’lerde yaşadığı bir süreçteki sınıfsal kopuşun önüne kurumsal süreklilik, baskıcı devlet aygıtının varlığını devam ettirmesi vs. geçiriliyor. Kurumsal bakış açısının bu gölgeler oyunu ancak, perdenin ardına bile gizlenmemiş hemen oracıkta açıkta cereyan eden sınıflar mücadelesine gözlerini bilinçle kapatarak sürdürülebiliyor. A.S. Akat “Türkiye çok uluslu bir tarım imparatorluğundan çağdaş bir sanayi toplumuna giden sancılı geçiş döneminin sonuna gelmiştir” 5 sözlerini 1980’leri göz önüne alarak sarf etmekte. Akat, yaşanan sürece ileri “sanayi toplumu” noktasından bakmaktadır. Arzuladığı oluşum serbest rekabetin ve liberalizmin yaşayabileceği 19. yüzyıl piyasası ve yalnızca liberal düşünürlerin eserlerinde var olabilmiş sınıflar üstü bir demokrasidir. Her şeye rağmen kendini sol “cenaha” yerleştiren yazar, kendi kişiliğinde sanayi toplumunu özelde kapitalizmi bir bütün olarak “solcu” saymış da oluyor. Akat devletin kapitalizme geçiş ve kuruluş dönemindeki önemli rolünü bir kenara bırakırken Türkiye’deki bütün sosyal sınıfları da küçümsemiş oluyor. Devlet sultasında yaşayan piyasasını ve demokrasisini bir türlü gerçekleştiremeyen bir ezilen burjuvazi bunların sanayi toplumunun yerleşmesiyle yerli yerine oturacağı günleri özleyen biçare işçiler…

Sınıfsallığın yerine kurumların ve biçimlerin geçirilmesine başka bir alanda K. Bumin malzeme sunuyor: “M. Rubel’le birlikte şimdilik şu kadarını söyleyebiliriz: ‘olanları oldukları gibi söyleyelim: üreticilerden koparılan artık değerin vaftiz adı ‘sosyalist’ artık değer olsa da devlet devlettir, ordu da ordu'”6 ve “… çarlık ordusunun mareşallarıyla, Kızıl Ordu’nun mareşalları sonuç olarak aynıdırlar. Yani mareşaldırlar” 7. Alıntılar yalnızca hatırlatmak için yapıldı. Bu kolaycı ve biçimci bakışın sığlığını yazarın bilimsel kavrayışa giden yolda edinilmesi gereken en ilkel özellikten, soru sorabilmek ve görüngülerin ardına merak duymak niteliklerinden, yoksun olduğunu hatırlatmak için…

Entelektüel görüntü inanılmaz bir teorik cehaleti gizlemeye yaramaktadır. Burjuvazi ve çeşitli Yeni Sol oluşumlar bu arada sivil toplumculuk Geleneksel Marksist düşüncenin tepki duyulan altyapı-üstyapı tahlilini de kaba olmakla üstyapı kurumlarının etkileme gücüne yeterince önem vermemekle iktisadı tek bağımsız değişken saymakla eleştiriyor. El çabukluğuyla ekonomist Marksizm yorumları Marksizmin tümüne ve özüne eşitlenip eleştiri nesnesi tek boyutlu ve basit bir hale sokulmuş oluyor. Bu sahtekarlık bir yana sivil toplumculuk bir “tepki” olduğunu yine belli ediyor. Eleştirinin negatif yönünü pozitif yeni bir sistem kurucu yapıcı hiçbir tez izlemiyor. Her alanda tekrarlanan bu yöntem altyapı-üstyapı ilişkisini bir ilişkisizliğe dönüştürmüş oluyor; kuralsız devinen birbirleriyle bağlantıları anlaşılamayan bir dinamikler karmaşası ortaya çıkıyor…

Aynı sığlık “batı”ya bakışında da görülüyor. Arzu edilen “Batı tipi” bir toplum modelidir. Ama sözü edilen tip yalnızca kapitalizm tarihinin bir döneminin ideolojik söyleminde yaşam bulmuş motiflerden oluşmaktadır. Türkiye’de eksik görülen sivil toplum serbest rekabetçi liberalizmin ideologlarının çizdiği bir mutluluk tablosundan ibaret. Saf liberalin kendi egemenliğini önceleyen dönemlerin maddi ve ideolojik öğelerini kendisine rakip seçmesi ve nesnel mirası reddetmesinin nedenlerini anlamak zor değil. Ama bir buçuk yüzyıl sonra daha teorik bir bakışa sahip olmak mümkün olsa gerek. Liberalizmin de kapitalizmin de ebesi merkantilizmdir. Merkantilizm ise yoğun devlet müdahalesi yasaklama yönlendirme ve monarşik yönetimlerle bir arada tanımlanıyor.

Bu gerçeği ve liberal söylemi bir yana koyarsak, geriye sivil toplum kavramının piyasa ve serbest rekabetin birer soyutlamadan ibaret oldukları kalıyor. Analize yol göstermek için yönelinilen bir soyutlama ile somut durumu karşı karşıya getirip bunları birbirlerine vurmak da pek akıllıca değil. Bu soyutlama somutla örtüştürülmeye çalışıldığında mükemmelden çok uzak ama yine de tatminkar sayılabilecek tek sonuç İngiltere’nin birkaç on yılında bulunabilecektir.

Bir yandan Türkiye’nin geleceğinde Batı sivil toplumu şekillensin isteniyor bir yandan da Türkiye ile Batı arasındaki güncel farka dayanılarak “biz bize benzeriz” temalı kahve sohbetleri açılıyor. Türkiye’yi hayallerindeki Batı’ya benzetememekten duydukları kompleksi bu kez “ama biz başkayız” avuntusuyla Doğu’ya dönerek bastırmak istiyorlar.

Hiçbiri, belli tipte bir “sivil toplum”un ve kurumlarının kapitalizmin gecikerek ve ağır gelişiyle açıklanabilirliğini akıl edemiyorlar. Devletin ne kadar çok ve zararlı müdahalelerde bulunduğu ballandırılarak anlatılırken Türkiye’deki devlet aygıtlarının mı, yoksa gelişmiş kapitalist ülkelerdekinin mi daha yetkin ve vatandaşlarını denetlemekte daha uzman olduklarını sorgulamak gerekiyor. Türkiye’nin gecikmiş süreçlerde yaşamasının devletini de daha verimsiz ve sorunlu kıldığı açık olmalı…

Yok eğer, sözü edilen devletçiliğin, A.S.Akat’ın vurguladığı gibi, devletçi bir iktisat ideolojisi olduğu belirtilecek olursa, bunun da Türkiye’nin özgüllüğü anlamına gelmediğini anlamak için çok büyük bir performans gerekmeyecektir. Kapitalizm devletçi ideolojisiyle doğduktan uzun süre sonra liberalizme, sonra tekrar devletçiliğe yüzünü dönmedi mi? Tarihin her ülkede aynı basamakları tırmanması gerektiğine inanmak, ve 1980’lerde oturup sivil toplum beklemek yalnızca cehaletin ifadesi olabiliyor.

Türkiye’de sivil toplumculuk deneyimi, değerlendirmesini bilecekler için zengin bir malzeme birikimi bırakmıştır. Bu birikim, orijinalite özentisi her tür reddi miras düşüncesine karşı bir bağışıklık kazanılmasına yeterli. Türkiye’de şu sözler açıkça söylenebildi: “Ayrıca bir sosyalist parti çok önemli bir reddi miras sorunuyla karşı karşıyadır. Bunu açıkça koymak lazım. Kendimize İttihat Terakki’den, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan, Atatürkçülükten arınmış bir geçmiş aramak mecburiyetindeyiz. Bu geçmişle ben sosyalist mücadelenin bağdaştırılabileceği kanısında değilim. Ve geçmiş bana göre kişilerde ve kurumlarda değil ama kitlelerde halk hareketlerinde aranmalıdır.” 8 Türk aydınının tarihinde mücadeleye ve ilericiliğe ait ne varsa toptan reddedildi. Sivil toplumculuğun en depolitize, en anti-sosyalist, siyasal miyopisi en yüksek ve akademik açıdan en ilkel örneği Bumin’e, bu ülkede Yazko Ödülü verilebildi. Sivil toplumculuk sosyal demokrasiye kaçanlar da dahil olmak üzere politika üretememeye mahkum oldu… Bu çirkinlikler birikiminden bir panzehir yaratabilmek için unutulmalarına engel olmak, teorik bakışın yaygınlaşmasını körüklemek gerekiyor.

Popülizm – Sivil Toplumculuk Çifti

Teorikleştirme çabası, bugün sol hareketten bir kez daha dıştalanmaları gereken kimilerinin elinde sivil toplumculuktan da sığ, ama daha beceriklice örtülmüş ilkellik manifestoları yaratabiliyor. Söz konusu olan, bir bütün olarak Saçak Dergisi’dir. Örneği ise, eski TİKP Başkanı ve Saçak yazarı Doğu Perinçek’ten seçiyorum: “Türk toplumunun ‘Asyatikliği’ teorileri ‘toplum’cu değil devletçidir… Devleti bütün tarihi sıçramalarda toplumsal gelişmenin biricik itici gücü olarak gördükten sonra ‘sivil toplum’ ‘demokrasi’ ‘halk’ yandaşlığı ile ‘aşağıdan’a övgü ve ‘yukarıdan’a sövgülerin hepsi temelsiz kalmakta yerçekimi yasasına meydan okuyarak havada durmaktadır.” 9 Sivil toplumculuğun devlete yüklediği despotik güç ile devletçiliğin kendi kendisine yüklediği misyonun sınıflar üstülükle ortaklaştıklarını yazan Perinçek sunduğu alternatifinde “halk insiyatifi” ve “aşağıdan”a övgü düzüyor. Sivil toplumculuk devletin tarihsel rolünü abartır ve olumsuzluk yüklerken bir yönüyle de “sivil toplum güçlerinde” halka ait olan ilericilikler keşfetmeye çabalar. Perinçek aynı işi adını koyarsak, popülizmi devletin sınıfsallığına ses çıkarmadan yapıyor. Üstelik, sivil toplumun burjuva toplumunun doğumunda yükselen bir olgu oluşu sivil toplumcuların popülizmlerine malzeme arayışlarını, bir tarih dilimiyle sınırlarken, Perinçek tüm tarih boyunca serbestçe dolaşabiliyor. Halka ait olana ilerici damgasını vurmak ilerici olanı halka maletmek için zaman sınırı tanımıyor. Sivil toplumcuların beceremediğini iddia ettiği “aşağı övgü düzmek” işine kendisi aday oluyor.

Aralarında anlaşmazlıklar ve uyuşmazlıklar da mevcut. Üç noktadan söz etmek istiyorum. Sivil Toplumculuk için Jakobenizm bir şeytan, Saçakçılar için sahiplenilecek bir miras. İkincisi, Kemalizmin -sivil toplumcular için bütünüyle net olmamasına rağmen- her iki kesim için genel olarak Jakoben sayılması… Bunları aşağıda açılmak üzere bırakıp üçüncü noktaya değinelim. Bu benzerlerinden öte bir özdeşlik olarak karşımıza çıkıyor: D. Perinçek “Yüzyıllık anayasa tarihimiz demokratik güçlerle karşıtları arasındaki çelişme ve mücadelenin tarihidir” 10 ve “Türkiye 2000’e doğru büyük bir demokratik atılımın eşiğine gelmiştir.”11 diye yazıyor. Akat’ın ve yukarıda aktarılan görüşleri ile Perinçek’in sınıfsal analizi reddetmekte ve Türkiye’nin yararını sosyalizmin değil “çağdaş demokrasinin” hanesine yazmakta tamamen anlaştıkları görülüyor.

Jakobenizm Üzerine Bir Not


Burjuva devriminin yükselişi her alanda bir patlamaydı. Bireyin yaşam biçiminde de, o güne dek var olanlar arasında mücadele hırsı, ilerleme, elde etme arzularının doruğa ulaşmasını simgeledi. Jakobenizm bu yaşama tarzının ve felsefesinin toplumsal ideal modellerle bezenerek siyasete taşınmasıdır. Burjuvazinin statükocu eğilimlerini, burjuva devriminin önderi Jakobenizm aştı; önderlik ihtilal sürecinin doğurganlığında, burjuva ufkunun ötesine sıçradı, bizzat burjuva sınırlarını zorladı.

Jakobenizm bir insan tipini, bir ihtilalci psikolojisini anlatıyor. Her ihtilal süreci bu tipten ve psikolojiden payını alıyor, ama her ihtilal önderi bir Jakoben olmak durumunda değil. Her burjuva devriminde demokrat önderler sürecin taşıdığı ruhun eşitlikçi ve hümanist ideolojinin ve hareketlenen radikal sosyal kesimlerin dalgasına oturup burjuva ufkunu aşmıyorlar. Her bir öğeden birer parça doğal olarak gündeme gelse de ortaya çıkacak ürünün Jakobenizm olması için mutlaka belirli bir kıvamın tutturulması gerekiyor… Gelişmiş kapitalizmin tarihinde bunu Fransa kadar iyi başarmış bir örnek herhalde yok. Kapitalizmin gecikerek geldiği toplumlarda ise böyle bir radikalizmin taşıyıcıları köken olarak burjuvaziden çıkmıyorlar. Mülk sahibi sınıfların statükocu eğilimleri bu ülkelerde ancak başka toplumsal sınıfların ve temsilcilerinin doğrudan müdahalesi ile aşılabiliyor.

Saçak’a göre Kemalizm Jakobenizmin Türkiye patentlisinden başka bir şey değil. Çünkü Jakobenizm yalnızca her burjuva devriminde parlayan döneminin koşullarında devrimci bir hareket olarak değerlendiriliyor. Bir özelliği de kitle desteğinin tam anlamıyla mevcudiyeti. Bu dergi yazarlarının dergide ve başka yerlerde çeşitli defalarda sergiledikleri tutumları. Şu çok net olarak ifade edilmelidir: Sivil toplumcu sözcülerin Jakobenizmi düşman ilan ederken ona yükledikleri anlam Saçakçılardan çok daha fazla doğru içeriyor. Sivil toplumcular Jakobenizmi yapılmaması gereken bir iradeci-örgütlü müdahalenin taşıyıcıları tarihi biçimlendirmeye çalışan zorbalar olarak tanıyorlar. Zorbalık motifi ve politikasızlık önerisi bir yana Jakobenizmin sosyalistler için taşıdığı önem tam da bu değiştirme tutkusunda gizli bulunuyor. Jakobenler burjuva devriminin koşullarında burjuvazinin durağanlaştırıcı sınıfsal eğilimlerine teslim olmadılarsa bu tutkularına daha fazla bağlı oldukları içindir. Tutkularıyla sosyalizm mücadelesi verenlere pek yakışan bir biçim ve öz yaratıp, devrettiler.

Jakobenizmden bugüne devrolunan mirasın birincil niteliği, bir sınıftan kopup başkalarına angaje olmakta, halka yakınlaşmasında veya burjuva devriminin yaratabileceği radikalizmin öncüsü olmasında değil. Jakobenizmi bugüne taşıyan özelliği nesnel kısıtlamaları aşmayı dönüştürmeyi hedefleyen mücadeleciliğidir. Bir siyasi hareket olarak Jakobenizmin ciddi kitle bağları kurmuş olduğunu reddetmek söz konusu olamaz. Ama önemli olan bu bağların varlığından ziyade, nesnelliği değiştirmeye uğraşan bir siyasi öznenin müdahalesinin, gerektiğinde her sınıfsal kütleyi karşısına alabileceğidir.

Jakoben nitelikleri, bir bütün olarak her burjuva devrimine yaygınlaştırmanın, söz konusu mirası yok saymaktan bir farkı kalmıyor. Her burjuva devriminde olan dolayısıyla burjuva devrimine özgü olan bir niteliğe ancak döneminin koşullarında bir anlam verilebilir bir tarih belgecisinin ruh ve heyecandan değer bahşetmesi gibi… Tekrar edilmesi gerekiyor, Jakobenizmin gücü Robespierre ve arkadaşlarında simgelenen egemenliğe gelmekte olan sınıfın tutuculuğunu ihtilalci bir hümanizma uğruna aşma mücadelelerinden kaynaklanıyor.

Jakobenizmin bu gücünden korkanlara nazaran, Jakoben özü bir kitlesel hareketliliğe, yığına gömmeye çalışanlar çok daha tehlikeli ve düşmanca bir işlev görmekteler.

Türkiye’de bunun yolu Kemalizmi Jakoben saymaktan geçiyor. Çok kısa olarak, 20. yüzyılda gecikmiş bir devrim sürecinde, manevra alanı çok dar toplumsal ve uluslararası koşullar içerisinde, üstelik yanı başında işçi sınıfı ilk iktidarını sağlamlaştırma mücadelesindeyken, bir burjuva devrimine Jakoben önderlik oturtmak mümkün değil…

Burjuvazi ve Sivil Toplumculuk


Sivil toplumcu düşüncede ise, bu kez Kemalizme bakışta, resmi ideolojiye karşı tepki üretilmektedir. Cumhuriyetin önemini yadsımayla beraber kurumsal süreklilik tezleri bu kez “ha TC bürokrasisi ha Osmanlınınki” şeklinde gündeme getiriliyor. Oysa Kemalist atılımın siyasal kadro yönü ve İttihat Terakki başta olmak üzere Osmanlı yenilikçilerinden devraldığı çok yönlü miras anlamında bir süreklilikle damgalanmış olması aynı atılımın bir değişim ve kopuş sürecinin doruğunu temsil etmesiyle neden çelişsin Ama Türkiye tarihinde “Batı tipi” bir demokratik kopuş arayanları kitle katılımı demokrat kadrolar demokratik hedeflerin seçilmesi ve gerçekleştirilmesi gibi açılardan sakatlıklar taşıyan 1923 tatmin etmiyor. İlginç olan tüm bu eksikliklerin giderildiği bir toprağın o pek korkulan Jakobenizmin yükselişine çok daha elverişli olacağının anlaşılmamasıdır.

Tatminsizlik, umutların Serbest Fırka’ya DP’ ye AP’ ye yönelmesine neden oluyor… Siyasi gericiliğin ile arkasında bir kitle mevcudiyeti sempatiyle bakılması için yeterli sayılıyor. Sivil toplumun bütünüyle burjuvazinin malı olduğu düşünüldüğünde bu konumlanışı yadırgamamak gerekiyor.

Türk burjuvazisi, solun sivil toplum macerasında kendisinden beklenecek siyasal olgunluğu fazlasıyla göstermiş bulunuyor. ANAP’ın ’83 seçimleri söylevlerini ciddiye almak mümkün değil; ancak DYP ve RP kanallarıyla verilen somut mesajlarla sivil toplumcuların Türkiye’de projelerine uygun bir nesnellik olduğu inançlarının kuvvetlendirilmesi amacı güdülmüştür.

Projenin özü olan sınıf uzlaşmacılığı, yani “concensus”un herhangi bir nesnelliğinden söz etmek mümkün değil. Düzenin manevra alanlarının dar, merkez-kaç güçleri eritecek kanalların yetersiz olmasıyla burjuvazi sık sık kendi hukukunu ve kurallarını aşmaktan kaçınmayacağı yollara yöneliyor. Bu olgu takviye edilme şansı uzun vadede pek zayıf gediklerin varlığına işaret etmekte ve “concensus”un ciddiye alınabilmesini olanaksızlaştırmaktadır. Ciddi olduğu görülen tek şey burjuvazinin sivil toplumcu ruh halinden, siyaset dışında, sivil iktisat kadrolarına soldan eleman devşirmek için faydalandığıdır.

Burjuvazi 80-86 döneminde siyasal yeteneklerinin derinliğini sergilerken, sivil toplumculuk miyopi ve cehaletini açığa vurdu. Kitlesellik merakının, popülizme hiçbir maddi temel sunmayan Türk toplumunda yaratabildiği en somut sonuç, bir kaç aydının DSP popülizmine cila çekmeleri olmuştur.

Popülizme her uzanış, beraberinde bilimden soğumayı taşıyor. Bilim kökenli sivil toplumcular teorik kisve hazırlama girişimlerinde bulundular. Akat, concensus’un yani tarihsel ilerlemenin iki koşulu olarak piyasa ve halkı keşfetmiş bulunuyor.12 Halka ilişkin söylenecekler söylendi. Piyasanın ilericiliği ise yaratıcı sınıfınki ile beraber çoktandır boğulmuş bulunuyor. Siyasi ilericiliğin konjonktürel olarak burjuvaziyle birlikte yükselmiş olduğu durumlarsa bir iktisadi kategori olan ve dolayısıyla ilerici özelliklerini daha burjuva devrim sürecinde ve siyasal kategorilerden çok daha önce yitiren “piyasa”ya bir olumluluk tanımanın vesilesi olamazlar. Sosyalist ülkelerin reel iktisat politikası sorunlarında piyasa-planlama dengesinin tartışılmakta oluşu “piyasa” kavramını teknik bir içeriğe indirgemenin aracı yapılmaktadır. Bir teorik-pratik tartışmanın zenginliği piyasayı sınıflar-üstü ve üretim ilişkilerinden bağımsız bir kurum olarak aklamak amacına feda edilmektedir.13

Bilim kökenli olmayan serbest araştırmacılar daha açık sözlü olabiliyorlar. Bumin açıkça Marksizm ve bütün bilimlerin halk yığınlarının bilgi dağarcığından daha hacimli olmalarından şikayet ediyor. Bilim ve politikanın halka ulaştırılmaya ve aracılara ihtiyaç duymasını kabul edemiyor.14

Bir Kez Daha Türk Aydını


Türkiye’nin sol aydını 1980’e yaklaşırken, teorik zenginleşme ve mücadeleciliği kişiliğinde birleştirememenin bunalımını ve çıkış yollarının mümkün olduğu umudunu yaşamaktaydı. Kesintiye uğrayan süreçte müdahale yeteneğini ilk kazanan odak sivil toplumculuk oldu. Mücadeleci devrimci demokratların fiziki yok oluşları ve geleneksel solu sessizliğe mahkum eden koşullar, yalnızca Türkiye burjuvazisi ve aydınına ortak bir gelecek projesi çizmek isteyen bu akıma bir takım “kolaylıklar” sağladı. Yukarıda değinilen çeşitli kanallardan beslenen sivil toplumcu düşünce bağrında taşıdığı kişiliksiz ve çiğ entellektüelizmi çözümsüz aydına alternatif olarak dayatmayı denedi.

Alternatifin tutması için gerekli politik doz giderek netleşen bir popülizmde arandı. Aydına kendi kendisine bir değer tanımayan, geçmişine saygısız, geleceğini niteliksiz kalabalıklara ipotek eden bir kişilik yaratmak üzere, teorik deformasyon, politikasızlık ve bir türlü gelemeyen burjuva demokrasisine angajmanlar önerildi. Türkiye’nin yolunu bulamamış ama sağlam bir perspektif için yeterli birikime sahip aydınının buna layık olduğuna inanmıyorum… Türk sol aydınının birikiminde “Türkiye çağdaş bir sanayi toplumuna mı gidiyor?” sorusuna olumsuz yanıt üretilmesini sağlayacak zenginlikler mevcuttur. Bu birikimin işlenip net ifadelere ulaştırılması gerekiyor. Türkiye toplumunun önünde sosyalizme açılan bir yamacın bulunduğu ve bu yolu kat etmenin de her şeyden önce aydının bu olanağa ve kendi gücüne inanmasına bağlı olduğu açıklığa kavuşturulmalıdır.

Dipnotlar

  1. Bumin Kürsat; Sivil Toplum ve Devlet Yazko Yay. Ist. 1981 s:175
  2. Ayni pasajı daha önce Sungur Savran 11. Tez’de yayınlanan “Sol Liberalizm” yazısında aktarmış bulunuyor. Tekrar etmekten kendimi alamıyorum: “Batı’da liberal radikal ve soldur… Libere etmek demek toplumu baglayan durduran ilişkilerden kurtarmak demektir… ANAP liderinin seçim konuşmaları karşısında heyecanlandığımı ifade etmeliyim.”
  3. Küçükömer Idris; “S.Gürel’le Görüsme” Yeni Gündem 3 Haziran 1984
  4. Sungur Savran sol liberalizm eleştirisinde (3) önemli ve değerli saptamalarını araya karışmış bir tezle sakatlıyor. Yazar sol liberalizmin dünya ölçeğinde yükselişinin konjonktürel nedenleri olarak 70’lerin başından bu yana yaşanan kapitalizmin iktisadi bunalımını bu bunalımın doğurduğu yeni liberalizm ideolojisinin gösterdiği atılımı ve 70’lerin ikinci yarısında sol dalganın sönmesini saydıktan sonra asli nedeni “kapitalizm-sonrasi geçis toplumlarinin bürokratik yozlaşması”nda buluyor. Sol liberalizmi “Stalinizm ve çeşitlemelerine” bir tepki şeklinde tanımlıyor. Sosyalist toplumların sorunlarını tartışmak bu yazının konusu değil. Ama bu saptama nın olağandışı bir zorlamayı yansıttığını ifade etmek gerekir. Sol içinde her sapmanın sorumluluğunu solda egemen çizginin eksikliklerinde aramak hiç de verimli bir yöntem sayılamaz. Sosyalizm kapitalist toplumda yaşayan ve biçimlenen bir soldan sapmalara karşı ancak bir etki yaratabilecektir. Asli dinamik kapitalizmin sol aydın üstünde oluşturduğu çekimde aranmalıdır. Kaldı ki geleneksel solun pratiği itici etki yaratabilecek eksikliklerden çok daha fazla göz kamaştırıcı çekicilikler taşımaktadır.
  5. Akat Asaf Savas; Alternatif Büyüme Stratejisi Iletisim Yay.Ist.1983 s:37
  6. Bumin Kürsat; a.g.e; s:68
  7. Bumin Kürsat; a.g.e; s:75
  8. Köymen Aydin ; “Sosyalist Parti ve Seçimler Paneli” Saçak 34 Ist. Kasim 1986 s:4
  9. Perinçek Dogu ; Toplum ve Devlet; Kaynak Yay. Ist.1986; s:30
  10. Perinçek Dogu; a.g.e; s:280
  11. Perinçek Dogu; a.g.e; s:306
  12. Perinçek Dogu; a.g.e; s:38
  13. Gürsel Seyfettin; “Yasasin Piyasa”; Yeni Gündem 3; Haziran 1984
  14. Bumin Kürsat; a.g.e; s:70 ve 86