Türkiye’de Sol Düşünce: “Diz Çökerek İsyan”

Türkiye solunun bir bütün olarak otuz yılı aşkın süredir bariz bir gerileme içinde olduğunu söylemek çok da matah bir tez olmasa gerek. Yenilgi ve gerileme birer vakıa olarak ortadayken, bu uzun süreli gerilemenin kendisinin solun üzerindeki bozucu etkisinin hakkıyla analiz edilmediği kanaatindeyim. Bu yazı, üzerinde fazlaca durulmamış bu noktayı kendisine başlangıç noktası edinerek yola çıkıyor ve Türkiye’de ortaya çıkmış olan yeni sol tarifinin izini buradan hareket ederek sürüyor; bu yeni sol söylemin temel argümanlarını ortaya sererken aslında bunun solun büyük gerilemesinin bir kabulü, bir eklemlenme çabası olduğunu göstermeyi umuyor.

Tam bu noktada çok önemli iki soruyu yanıtlama gereği ortaya çıkıyor. Bir tanesi şu: Böylesi bir çaba çok mu gerekli? Türkiye’de yapılmaya çalışılan yeni sol tarifine karşı durmanın önemli bir ayağının bu tarifin siyasal ve entelektüel kökeninin “deşifre” edilmesi olduğunu düşünüyorum. Elbette bu yeni sol söyleme ilişkin mücadelenin sadece bu hareket ve söylemin siyasi ve entelektüel kalkış noktalarını hedef alması gibi naif denebilecek bir önermede bulunmuyorum. Demek istediğim şu: Marksistlerin bu siyasi ve entelektüel kalkış noktalarına ilişkin eleştirisini sağlam zeminler üzerinde, retoriğin ötesine geçen bir tarzda hayata geçirememiş olması, bu yeni sol söylemin kolay nefes alıp vermesinin önemli nedenlerinden bir tanesidir.

İkinci soru ise adlandırma ile ilişkili. Söz konusu akımın yeni olarak adlandırılması doğru bir tercih mi? Yurdakul Er, soL İnternet gazetesi ve Haber Portalı’nda bilebildiğim kadarıyla 2006’dan bu yana bu akımı hem aşılmış olma anlamında hem de Türkiye solunun uzun süren çocukluğunun hastalıklarını bütünüyle devralması anlamında “eski sol”olarak niteliyor. Bu tanıma bir itirazım olmamakla beraber, burada bu akımı yeni olarak adlandırmamın arkasında hem pratik gerekçeler hem de gerçekten bir yenilik görmem yatıyor.

Gördüğüm yenilik özet olarak şudur: Türkiye’de sınıf mücadelesini, devlet­sivil toplum, elit-halk ve merkez-çevre gerilimleri ile ikame eden bir sol anlayış elbette yeni değil. Yeni olan bu sol anlayışın, daha önceki deneyimleri aşan bir biçimde bir siyasi program olarak netleşmesi; bu siyasi programın Marksist solun kuramsal ve siyasal referanslarından çok büyük oranda arındırılmış olmasıdır. Bu anlamıyla Türkiye’de liberal sol, 1980’lerin sonundan başlayarak 1990’ların ortalarına uzanan süreçte yaşadığı ilk doğumunun ardından, özellikle 2007’deki üç gelişme eşliğinde yeniden doğmuştur. Bu gelişmeler kronolojik olarak söyleyecek olursak şöyledir: Hrant Dink’in katledilmesi, solun bağımsız aday stratejisi (Ufuk Uras-Baskın Oran vakası) ve tek bir bütün olarak görmemiz gereken 27 Nisan muhtırası ile AKP’nin 22 Temmuz Genel Seçimleri’ndeki ezici üstünlüğü.

Türkiye’nin 1990 dönemecinde ölü doğan ve o günlerde bugünkü kodları ve söylemi ile dar bir akademik çevreye sıkışmış olan liberal sol bu üç gelişme ile birlikte “yeni” sıfatını hakedecek biçimde ete kemiğe kavuşmuş ve nefes alıp verecek bir ortam bulmuştur. Daha kısa bir biçimde ifade edecek olursak “yeni” sıfatı, söz konusu söylemin bağımsız bir siyasi hat olarak şekillenmesine ve bu siyasi hattın Türkiye’de sol ile ikame edilmeye çalışılmasına atfen kullanılmaktadır.

Yazının selameti açısından yaptığımız bu iki açıklamanın ardından devam edebiliriz.

Yenilgi üzerine: Öğretmen mi, bozucu mu?

Yalçın Küçük, modern Türkiye tarihi özelinde bir imparatorluğun çöküş öyküsü ile el ele giden modernleşme serüveni esnasında ortaya çıkan “aydın” ve yenilgi arasındaki ilişkiyi, yenilgiyi öğretmene benzeterek açıklıyordu. “En pahalı” ve “en inatçı” öğretmen olan Yenilgi Öğretmen, Türkiye aydınına dersini “döne döne” öğretiyordu. 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonra Yenilgi Öğretmen’in okulunda tahsil gören Türkiye aydını sonuçta bu öğretmene bir yandan sevdalanmakta, bir yandan da bu öğretmenin iç içe geçmiş iki süreçten oluşan (çöküş ve modernleşme) sınıfında “Türk eyleminin hep çocuk kalmış bir çocuğu” olmaktaydı. Sol aydının da Yenilgi Öğretmen’in sevdalı öğrencisi olduğunu söyleyen Yalçın Küçük, solun bu öğretmenden aldığı dersi kendisi üzerinden “yenile yenile yenmeyi öğrenmek”olarak tarif ediyordu. Kısaca söyleyecek olursak, Küçük’e göre Türk aydını ve solu, toplumsal süreçlerin özel bir veçhesi olan Yenilgi Öğretmen tarafından şekillenmiştir. Burada sorulması gereken, her öğretmenin başarılı olup olmadığı sorusudur.1

Yenilgi Öğretmen’in yüzyıllara yayılan derslerinin tek tek üzerinden geçemeyecek olsak da bu derslerin iki esas sonucundan bahsetmek mümkün görünmektedir.

Bir tanesi, Türkiye aydınının (ve solunun) düşünce ve bakış açısına içkin başarı ethosudur.2 Türkiye aydını ve solunun bu ethos ile olan ilişkisi birbiri ile çelişki arz eden iki hat ortaya çıkarmıştır. Bunlardan bir tanesi “başarı”dan doktrinerlik türeten hattır. Örneğin, Türkiye solunun başarıya ulaşmış devrimci mücadelelerden ülkenin özgül dinamiklerinin hiçbirini dikkate almadan “model” türetmek konusundaki büyük istek ve gayreti bu başarı ethosunun pratik boyutu ile yakından ilişkilidir. 1980’de Türkiye devriminin boğulması, dünya solunun 1968’le birlikte tattığı büyük yenilginin3 ortaya çıkardığı anti-devletçi, işçi sınıfından büyük oranda ümidini kesmiş, Marksizm ile mesafe ayarı yapmaya çalışan eğilim ile harmanlanmıştır. Söz konusu etkenlere bir de Sovyetler’deki karşı-devrim sürecinin –başka bir şekilde söyleyecek olursak sosyalist iktidar deneyiminin başarısızlığı/yenilgisinin– çok boyutlu tahrip edici yanlarını eklersek, başarı ethosuna tutunan ikinci hattın ortaya çıkış öyküsünün temel belirleyenlerini sıralamış oluruz. İlginç olan nokta şudur ki; bu ikinci hat ilkinin içinden çıkmıştır. İlk tepki, önceki dönemin “yenik” modellerini terketmek olmuştur. Terkedilen modellerin ortak noktası iktidardır. Türkiye solunun ve solcu aydının iktidar ile olan ilişkisine burada uzun uzadıya değinemeyeceğiz, ancak solun ve solcu aydınların özellikle 1961-1978 döneminde özgül bağlamlı bir devrim kuramı çerçevesinde olmasa da hiç değilse söylemsel düzeyde iktidar için mücadele ettiğini söyleyebiliriz. Yenilgi ertesinde solcu aydınlar yenilmek zorunda olmadıkları ve kendilerini iktidar talebinden çok uzakta bir noktada sabitleyen bir alana çekilmiştir: Teori. Meselenin bu kısmına devam etmeden önce diğer sonuca değinebiliriz.

Yenilgi öğretmenin sınıfındaki tedrisatın bir diğer sonucu, Türkiye soluna ve aydınına sirayet etmiş olan sosyal Darwinist bakış açısıdır. Bu bakış açısına göre kendi haline bırakılması durumunda toplum, güçlenerek “yetişmesi gereken” “muasır” medeniyetler düzeyine ulaşabilecektir. Metin Çulhaoğlu, solcu kadroların 1960’lar ve 1970’lerde sosyal Darwinist bakış açısını nasıl içselleştirdiği hususunda şu gözlemi yapar: “[…S]osyalizmin sınıflar mücadeleleri uğrağından hiç geçmeden gerçekleşecek bir kalkınma, sanayileşme, modernleşme ve elbette güçlenme projesi olarak görülmesi, ilk sosyalistlerden Kadro Hareketine, oradan 1960’ların MDD ve Yön hareketlerine uzanan yerleşik bir ideolojik konumdur.”4 1960’ların sosyalist devrimci kanadının parlamentoya ve parlamenter mücadeleye biçmiş oldukları ikameci rolün, legalite ve meşruiyet arasındaki dengeyi legaliteden yana bozması arkasında toplumsal gelişmeye zarar vereceğinden sınıflar mücadelesinin bypass edilmesi ihtiyacı yok mudur?

1980’lerin “büyük dönüşümünün” ertesinde, sosyalizm yerine kapitalizmin başarıları tarafından büyülenen solcu aydının ajandasında sınıflar mücadelesi tümden gereksiz hale gelmiş, kapitalizmin evrensel/küresel normlarına ulaşması gereken aydınlarımız için sosyalizm olsa olsa bir anomali halini almıştır.

Yenilgi öğretmenin yalnızca Türkiye’ye, Türk aydınına ve Türk soluna mahsus olmadığını gösteren bir gözlem ile devam edelim. Özür dileyerek uzun bir alıntı yapmak durumundayım:5

“Bir bütün olarak Batı Marksizminin gizli alameti farikası şudur: Batı Marksizmi, yenilginin ürünüdür. Sosyalist devrimin Rusya dışına yayılmasındaki başarısızlık, ki bu sosyalist devrimin Rusya’da çürümesinin neden ve sonucudur, bu dönemin [1924-1968 kastediliyor, GM] tüm teorik geleneğinin ortak arkaplanıdır. Bu akımın belli başlı çalışmaları, istisnasız, siyasi tecrit ve çaresizlik içinde üretilmiştir. Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci (1923) Macar Komünü’nün bastırılmasından sonra Macaristan’da beyaz terör fırtınasının estiği günlerde Viyana’da sürgünde yazılmıştır. Gramsci’nin Defterleri Bari yakınlarında bir hapishanede İtalyan işçi sınıfı hareketinin faşizmin zaferi tarafından kesin biçimde yenilgiye uğratılmasının ardından kaleme alınmıştır. Frankfurt Okulu’nun iki en önemli çalışması savaş sonrasında Batı Almanya’da ve ABD’de siyasi baskının en ağır koşulları altında; Adorno’nun Minima Moraliası (1951) Alman Komünist Partisi’nin Batı Almanya’da resmi olarak yasaklanması sürecinin başladığı yıl, Marcuse’nin Eros ve Medeniyeti (1954) ise Amerika’da McCarthyizm histerisi esnasında basılmıştır. Fransa’da Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi (1960) adlı çalışması 1958’deki Gaullist darbenin zaferinden sonra, Cezayir Savaşı’nın en hareketli günlerinde, FKP tarafından yönlendirilen işçi sınıfı tepkisiz ve güçten düşmüşken savaşa aktif biçimde direnen birkaç kişi OAS’ın [Organisation de l’Armée Secrète – Gizli Ordu Örgütü, GM] terörist saldırıları sonucunda suikaste kurban gittiği esnada basıldı. Althusser’in ilk ve en orijinal çalışmalarını yayımladığı yıllar da aynı yıllardı. […] Siyasi yenilginin –işçi sınıfı ve sosyalizm adına– bu kırılamaz rekorunun bu dönem geliştirilen Marksizmin doğası üzerinde muhakkak etkisi oldu.”

Anderson’un biraz zorlanarak okunduğunda tümüyle bir Trotskiy güzellemesi olarak görülebilecek kitabındaki Batı Marksizmi üzerine gözlemleri bu saptamanın sonuçları ile devam etmektedir. Önemli sonuçlardan bir tanesi işçi sınıfı hareketi ile aydınlar arasındaki mesafenin görülmedik oranda açılmasıdır. Komünist partilere farklı mesafelerde dursalar da bu aydınların ortak özelliği “Marksist teori ile kitle mücadelesini birleştirmek konusunda eşit derecede aciz olmaları”dır.6 Frankfurt ekolünden Marcuse (Tek Boyutlu İnsan) ve Adorno’nun (Negatif Diyalektik ve Horkheimer ile birlikte Aydınlanmanın Diyalektiği) işçi sınıfının devrimci potansiyelini ve örgütlü mücadeleyi reddeden bakış açısının altı özellikle çizilmelidir. Bu yazarlara göre, artık “burjuvalaşmış” ve kapitalist sisteme entegre olmuş işçi sınıfının yerini toplumun marjinal unsurları (örneğin, azınlıklar, dışlanmış sosyal kimlikler) ve radikal entelektüeller almıştır. Pratik, örgütlü mücadele, teori lehine terkedilmiştir. Bourg’un detaylı incelemesinde tespit ettiği gibi 1968’in kalbi olan Fransa’da 1968-sonrası dönemde devrim talebi ve hedefi yerini bir “Etik” arayışına bırakmış, başta hapishane ve akıl hastanesi gibi kurumlara yönelen etik duyarlılık zamanla arzu, cinsel özgürleşme gibi bireysel başlıklara, ardından da yeniden devlete, ama bu kez hukuk ve yasallık gibi temalara yönelmiştir.7

Değerlendirmeyi burada bırakmamak gerekiyor. Filmi biraz hızlı oynattığımızda Batı Marksizminin yenilgisi ile Rus Marksizminin tarihi başarısının birbirine o kadar da uzak mesafelerde olmadığı görülecektir. Bu ikisini ayıran hat Ekim Devrimi’dir. Batı Marksizminin şekillenmesinde bu durum da büyük önem taşımaktadır. Leninizmin zaferi ile Batı Marksizminin yenilgisi birbirine koşut olmasa da aynı tarihsel sürecin iki ürünü olarak ortaya çıkmıştır.8 Bu tarihsel karşıtlık, kendisini bugün bile yeniden üretmektedir.

Buraya kadar yaptığımız değerlendirmeleri toparlayacak olursak şöyle bir görüntü ortaya çıkmaktadır:

20. yüzyılda Türkiye’de ve Batıda solun ve solcu aydının kuruluşunda yenilgi kurucu temalardan bir tanesidir.

Yenilginin önemli tezahürlerinden bir tanesi solun ve solcu aydınların sosyalist iktidar perspektifi ile kurmuş olduğu bağlantıyı deforme etmesidir.

Sosyalist iktidar deneyimleri ile bir kavram ve siyasi bir hedef olarak sosyalist iktidara bakışın bozulmasındaki önemli bir uğrak, “sınıflar mücadelesi” fikrinin ve Marksist tarih felsefesinin reddidir.

Türkiye özelinde sınıflar mücadelesi ve Marksist tarih felsefesinin reddi sosyal Darwinizm biçiminde tezahür ederken; Batı Marksizminde süreç, işçi sınıfının başka kimlikler tarafından ikame edilmesi biçiminde olmuştur. Her iki durumda da radikal bir dönüşüm projesi gündemden düşmüştür.

Başarı ethosu, dünya devrimi dalgasının görünür biçimde geriye çekilmeye başlaması ile birlikte sosyalist ideallerin ve Marksizmin sorgulanırlığını artırmıştır.

Başarı ethosu, Türkiye özelinde Marksizmin özgül gelişimine ket vurmuştur. Ardından tıpkı Batı solunda olduğu gibi Türkiye solunda da siyasetten teori alanına geri çekilmek haline gelmiştir.

Bu tablodan görülüyor ki yenilginin tecrübe anlamında kattıklarının tahrip ettiği çerçeveye eklemlendiği düşünüldüğünde, yenilgi, öğretmen misyonundan çok kuruluştan bu yana büyük bir bozucu olarak işlev görmüştür. Yenilginin yanlış kavramsallaştırılmasını bu durumun en önemli nedeni olarak görüyorum. Yenilgi (tabii ki başarı ve zafer de) kendi başına anlam ifade eden bir durum veya olgu değildir. Kuramsal ya da siyasal bir sistemin yanlışlığını sadece pratik düzlemde aldığı yenilgi ile kanıtlamak olanaksızdır. Dolayısıyla, yenilgiye (ve başarıya) ithaf edilen anlam(lar), mutlaka belli bir biçimde işlenmiş olmalıdır. Oysa Türkiye solu ve solcu aydını, başarıyı ve yenilgiyi kerameti kendinden menkul bir biçimde ele almış, düşünce sistematiğinde bir yere yerleştirmiştir. Bu nedenle, örneğin, sosyalist hareket ve aydın ricat ettiği teori düzleminde de “’ilk birikim” sürecindeki bu sakatlık nedeniyle sabit kalamamış, daha geriye düşmüş, olmayacak “düzeysiz birlikteliklere” imza atmıştır. Çulhaoğlu’nun şu söyledikleri bu bağlamda değerlendirilebilir:9

“Marksizm, ancak, kendi dağarcığında olanlarla, kendine dışsal genel paradigmalar arasında kuramsal bir hesaplaşmanın gerçekleşmesi sonucunda belirli bir olgunluğa ulaşabilir. […]Esasen, siyasal hareketin bu tür paradigmaların özel temsilcileri ile siyasal düzlemde sağlıklı bir ilişkiye girebilmesi, ancak bu ön kuramsal hesaplaşma ile mümkün olabilir. Kuramsal (tarihsel de denebilir) hesaplaşma, karşı tarafın ‘hesabının görülmesi’ demek değildir. Kendini, karşı tarafın temsil ettiği haliyle belirli bir paradigmayı içerip aşacak biçimde konumlandırmaktır.”

Sol ve aydınları, pratik alanda geri çekilmiş ve yenilmiş olsalar bile içerip aşamadıkları, aynı anlama gelmek üzere hesaplaşamadıkları söylem ve paradigmaları kollarına takmışlardır. Zira pratik düzlemde kendi modelleri iflas ederken, diğer modeller onların defterini dürmüştür. Tutunacak en yakın dal, Batı’nın Marksizm ile bağları iyiden iyiye zayıflamış “Marksizmi”dir. Dolayısıyla farklı dinamikler tarafından, ama tematik olarak yakın bir arkaplanla benzer mecraya sokulmuş olan Türkiye solunun Batı Marksizmi ile izdivacı ortaya kimi garabetler çıkarmıştır. Bunu aşağıda, özellikle, sosyal Darwinizm meselesine geri döndüğümüzde yeniden ele alacağız.

Güncel tezahürler

Bugün ortaya çıkmış olan yeni sol anlayış büyük oranda yukarıda anlattığımız izdivacın sonucudur. Bu yeni sol anlayışa ilişkin üç yönelimin altını çizmemiz gerekiyor.

Yeni sol söyleminin önemli unsurlarından birisi solun yenilgisi ve son otuz senelik gerilemesidir. Daha doğrusu, bu söylem solun yenilgisini türlü düzeylerde meşruiyet kaynağı olarak kullanmaktadır. Solun ve sol değerlerin süpürülmesi için bir umacıya ihtiyaç vardır. Bu nedenle herkesin ve her ilkenin içine atılabileceği “yenik bir eski” tarif edilmelidir. Saruhan Oluç, dün yapılamayanı bugün yapabilmek amacı ile biraz eski bir değerlendirmeyi bugün tekrarlamaktadır:10

“Uzun sürmüş bir yenilgi döneminin yorgunluğunu, yıpranmış insan ilişkilerini, önyargı ve tereddütlerini taşıyan kadrolar, şu anda Türkiye soluna tarihsel zararlar veriyor. ‘Eskinin yükü’ solun üzerinden atılamıyor bir türlü.”

Sol, eski politikaları ve sırtındaki kamburları nedeniyle yenik ve güçsüzdür.11 Siyaset anlayışının yenilenmesi, solun “ezberlerinin bozulması” gerekmektedir. Sol, “gediklilerin ‘devrimci cemaatlerindeki’ kıytırık makamları uğruna kutsal ilan ettikleri ne kadar ilke varsa üzerine gitmeli”12, tescilli başarısızlıklardan kendisini kurtarmalıdır:

“Bir avuç öncünün toplumun tümünü kurtaracağı gibi ikameci anlayışlar geçerli değil artık. O nedenle de şimdiye kadar yaşanmış ve başarısızlığı tescil olmuş sosyalizm modellerinden kendimizi ayırma ve eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutma önemlidir”.13

Ardı ardına sille yemiş sol14 burada elbette durmamalıdır. Bu yeni sol, “[t]emel çelişki saptamasını cesurca revize edebilmeli. Kafa ve kol emeği arasındaki katı sınırları tartışmaya açmalı. İşçi sınıfının şimdiki haliyle zincirlerinden başka kaybedeceği şeyler de olduğunu kabul edip, devrimden çıkarı olan sınıfların ve kesimlerin skalasını genişletmeli”dir. “Yalnızca tanımı muğlâklaşan ‘işçi sınıfını’ değil, etnik kimliği, inanışı ve tercihlerinden ötürü ötekileştirilmiş kesimleri de sahiplenen ve varlığı ‘hissedilen’ bir sol parti, inanın şimdilik kâfi.”dir.15 Zaten solun başka türlü “iktidar” olabilmesi mümkün değildir. Aslında solun iktidar olup olmaması gerektiği konusunda da bir netlik yoktur. “Bu ülke için gerçek bir sol muhalefet gerçekten çok büyük bir ihtiyaç”tır ihtiyaç olmasına da sebebini Mebus Ufuk Bey şöyle anlatmaktadır:16

“Eğer solda AKP’yi zorlayan bir muhalefet olsaydı reformlarda, demokratikleşmede bu yavaşlık yaşanmazdı. Onu zorlayacak siyasi bir güç lazım.”

Evet, solun iktidar gibi inandırıcılığına zarar veren ve acil sorunları işaret etmeyen bir hedeften ziyade başka bir hedefe yönelmesi gerekmektedir. Bu hedef “normalleşme” ya da “normal Türkiye”dir. Zaten, “Türkiye’de toplumun büyük bir bölümü, işçisi, esnafı, köylüsü ile farklı saiklerle de olsa siyasal alanda normalleşme istiyor” ve ülkede bunun için bir mücadele veriliyor. Bu normalleşme mücadelesini Ahmet İnsel şöyle tarif etmektedir:17

“Peki AKP ne? AKP, ‘Hanefi mezhebinden ve Türkçe konuşan öz vatandaşların’ egemenliğine zımnen ama fiilen dayanan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş projesine içkin ve bu projenin biçimlendirdiği, Ömer Laçiner’in yerinde tanımıyla, Türkiye’nin otantik burjuvazisinin değişim tasarımını ifade ediyor. Bu partiyi, bu anlamda, ‘devrimci’ olarak tanımlamak mümkün, çünkü artık olağanüstü durumlar yaratarak, sorunları akutlaştırarak hakimiyetlerini sürdürmek isteyen otoriter devlet elitleri zümresinin elinden iktidar olanaklarını alarak, siyasal rejimin liberal muhafazakârlık çerçevesinde normalleşmesi mücadelesini veriyor. […] AKP kapitalist düzen içinde ve XXI. yüzyıl koşullarında normalleşme öneriyor. Bazılarını ferahlatacaksa, buna bu topraklarda yeşeren muhafazakâr burjuva demokrasisi de diyebiliriz.”

Şiraze dağılmak üzereyken yapılan toparlama girişimini dikkate almak lazım mı? Bu satırların deva­mını okuyacak olursak sorunun yanıtına ulaşabiliriz: “Sosyalistlerin, radikal demokratların tasarladığı demokrasinin, burjuva demokrasisini dışlamadığını, onu içererek onu aştığını unutmama koşuluyla.” Anlı şanlı bir entelektüel olan Ahmet İnsel bile en basitinden vıcık vıcık bir burjuva demokrasisi güzel­lemesine sığınmak durumunda kalıyorsa, bu cümlelerin ardından kendisinin toparlama girişimini ger­çekten dikkate almamak gerekiyor. Bu “sığınma” meselesine geri geleceğiz. Ancak öncelikle “Nedir bu normal?” diye sormak gerekiyor. Bu normalin normlarını kim belirleyecek? Fantastik bir yanıt alma­dan evvel meselenin bizim burada çizmeye çalıştığımız çerçeve ile ilişkisine değinmemiz gerekiyor.

Türkiye’de sol aydının Yenilgi Öğretmen’in sınıfında sosyal Darwinizm illetine tutulduğundan, hâlâ “muasır medeniyetler”e (Kemalist söylemin bir parçası değil miydi?) ulaşabilmek gibi bir idealle hareket ettiğinden bahsetmiştik. Sosyal Darwinizm’e göre, toplumun içselleştirdiği/içselleştireceği değerleri ortaya çıkarabilmesi için toplumsal sınıfların kendi haline bırakılması gerekmektedir ve bu değerlerin ortaya çıkması ve var olanların dönüşümü de uzun bir süreçtir. Bu süreç müdahalelerden uzakta steril bir ortamda gerçekleşmelidir. Toplumun içselleştireceği değerleri normalleşmenin normları olarak düşünecek olursak, muasır medeniyetler düzeyi Avrupa Birliği’ne, bu uzun sürmesi beklenen içselleştirme ve dönüştürme, entegrasyon sürecine işaret etmektedir. Siyasi açıdan steril ortam ise “Ergenekon süreci” ile yaratılmaya çalışılmaktadır. Sosyal Darwinizmin resmi söylemdeki tezahürleri olan “iç ve dış mihraklar” söylemi Ergenekon operasyonu ile yeniden tarif edilmiştir. İç düşman TSK olurken; dış düşman Avrasya haline gelmiştir. Resmi söylemle paylaştığı bu sosyal Darwinist temel nedeniyle dahi Ergenekon sürecinin beraberinde bir sivilleşme ve demokratikleşme getirmeyeceği iddia edilebilir. Zira hep aksi iddia edilse de sosyal Darwinizm, temelinde diğer müdahaleleri engellemek için (örneğin sınıf mücadelelerini bastırmak) güçlü bir merkezi otoriteyi gerektirir. Aslında, bu soyut önerme, yeni solcularımızın yükselen AKP faşizmine dönük müsamahakârlıkları üzerinden de görülebilir. Ülkeyi bir Panoptikon’a çeviren fütursuz dinlemelere ilişkin bakın yılların “radikal-demokratı” Murat Belge ne diyor?18

“İşkenceye anlayış gösterenler, bugün, bir ‘önleyici tedbir’ olmak üzere telefon dinlemesine tahammül edemiyorlar. Ortaya çıkan şeyler, bir müzeye gelen okul çocuklarının gezdikleri denizaltıyla birlikte havaya uçması gibi ihtimalleri içeriyor. Kimbilir, bu çocukların havaya uçması devletin –devlet içinde çalışan birilerinin– ‘koruma’ tedbiri olduğu için mi acaba, bunu protesto etmek, ‘protesto etmek’ bir yana, merak etmek, bu insanların aklına gelmiyor?”

Bütün siyaseti bir dizi komploya indirgemelerini ve emekçi sınıfın siyaset hakkını gasp eden komplo siyasetini hararetle savunmalarını ise bir kenara bırakıyorum. Normalleşme meselesine dönecek olursak, normalin normlarını belirleyecek olan çok açık ki (“kendisi de değişmesi gereken”19) Avrupa Birliği’dir. Bu noktada durmak mümkün müdür?

Yeni sol yeri geldiğinde meseleyi mantıksal ucuna da taşıyabilmektedir. Anlaşılan o ki ABD’nin normali de makbul olabilir:20

“Bütün meselelerin arkasında, Amerikan Başkanı Obama’nın bulunduğu yorumu yapılıyor. Bazı konularda Türkiye’nin çıkarı pekala Obama’nın çıkarıyla örtüşebilir. ABD, Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerinin normalleşmesini istiyor diye, biz anormalleşmesini mi savunacağız? Böyle bir mekanik tutum olabilir mi? […] Uluslararası konjonktür de bizim amacımıza denk düşüyorsa, ne güzel.”

Yeter ki muzafferlerin ve muvaffakların normları ile normalleşelim. Normalleşme hususunda yapılan fantastik bir değerlendirme bizi bu söylemin üçüncü unsuruna getirecek. Önce yapılan değerlendirmeyi okuyalım. Roni Margulies, ülkenin “normalleştiğini” şu şekilde anlatıyor:21

“Marx’tan öğrendiğim kadarıyla, bir ülkede, sınıflar arasındaki güç dengesinin izin verdiği ölçüde, egemen sınıfın istedikleri olur. Türkiye de nihayet Marksizm’e uygun, doğru dürüst bir ülke olmaya başladı. Generallerin, mafya babalarının, hortumcuların, korucuların yönettiği bir ülke olmaktan çıkmaya, Koçların, Sabancıların, TÜSİAD’ın yönettiği bir ülke olmaya başladı. Ve ülkeyi bunların adına, bunların çıkarına AKP yönetiyor.”

Margulies’in yaptığı “doğru dürüst ülke” tarifi aslında, söz konusu cenahın kapitalizm algısındaki çarpıklığı yansıtırken Marksizme içkin bütün ve bütünlük anlayışından zerre kadar nasiplenmediklerini gösteriyor. Tekil örnek anlamında üzerine söylenecek pek bir şey yok, ancak yeni solcularımızın Marx’a ve Marksist literatüre yapmış oldukları keyfi göndermeler bu söylemin dikkatimizi çeken bir diğer unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu keyfilik bağlamında, yeni solumuz Batı Marksizminin İkinci Savaş sonrası yetişen nesli ile çok benzemektedir. Meselenin özü, az önce de söylediğimiz gibi Marksizmin bütünlük anlayışının ve bizatihi kendi bütünlüğünün ortadan kaldırılmasıdır. Bir örneğini yukarıda Ahmet İnsel’in burjuva demokrasisi güzellemesinde gördüğümüz bu üslup, teorik olarak bastıkları zemine hâlâ güvenmediklerini göstermektedir. Siyasi ve ideolojik anlamda Marksizm ile en ufak bir temasları kalmamış bu isimler, sıkıştıkları anda hâlâ Marx’tan ve Marksizmden medet ummaktadır.

Ufuk Uras röportajında Ergenekon’a karşı yeni partinin tavrı sorulduğunda esip gürlemektedir ve kendince solun Ergenekon soruşturmasına karşı takındığı ikircikli tavrı, solun devlet ile kurduğu ilişkiye yoran Uras bu yorumlarını şuna bağlayabilmektedir:22

“Nitekim solun klasik metinlerine baktığınızda da devletin sönümlenmesi esastır.”

AKP’nin bir komünizmi getirmediği kalmıştı; o da oluyor herhalde! Mebus Ufuk Uras’ın fi tarihinde Marksist Araştırmalar Ödülü’ne layık görülmüş bir kitabı olduğunu göz önüne alacak olursak, herhalde bir dil sürçmesinden öte bir tahrif ile karşı karşıya olduğumuzu rahatça çıkarsayabiliriz. Örnekler çoğaltılabilir, ancak yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Sonuç yerine: Lenin güncel mi?

Lenin güncel mi? Bu soru bir nebze absürd duruyor, farkındayım. İtiraf etmem gerekir ki yazıyı yazmaya başladığımda Lenin’e bir gönderme yapacağımı hiç düşünmemiştim. Ancak yazarken farkettiğim kimi paralellikler başka çare bırakmıyor. Lenin, Ne Yapmalı’nın hemen başlangıcında, “‘Eleştiri Özgürlüğü’ Ne Anlama Gelir?” adlı bölümde Bernstein revizyonizmini şöyle tarif ediyor:23

“Sosyal-demokrasi bir toplumsal devrim partisi olmaktan çıkıp, toplumsal reformların demokratik bir partisi haline gelmelidir. Bernstein bu siyasal istemi birbiri ile uyumlu bir dizi ‘yeni’ kanıt ve muhakeme dizisiyle kuşattı. “Reddedilen, sosyalizmi bilimsel bir temel üzerine oturtma ve tarihin materyalist kavrayışı açısından onun gerekliliği ve kaçınılmazlığını sergileme olanağıydı. Reddedilen, artan yoksulluk, proleterleşme süreci ve kapitalist çelişkilerin derinleşmesiydi; “nihai amaç” kavramı bile geçersiz ilan edildi, ve proletarya diktatörlüğü fikri ise bütünüyle yadsındı. Reddedilen, liberalizm ve sosyalizm arasındaki ilkesel karşıtlıklardı. Çoğunluğun iradesine uygun olarak yönetilen tam demokratik bir toplumda bunun uygulanamayacağı gibi tezlere dayanılarak yadsınan şey, sınıf mücadelesi teorisi idi.”

Lenin’in Bernstein’e yönelttiği eleştirilerin sanıyorum ki tek tek üzerinden geçmiş olduk. Bu “yeni” revizyonizmin (aslında reformizm daha uygun bir ifade) günümüz koşullarında kendisini nasıl yeniden ürettiğini gösterebildiğimizi düşünüyorum. Buradan çıkan önemli sonuç, Lenin’in ve Ne Yapmalı’nın güncel olduğudur.

Lenin, Materyalizm ve Ampriyokritisizm’in girişinde Rusya’da yüzyılın başındaki felsefi revizyonist akımlara yanıt verirken, ismini belirtmediği “bir Marksist”in deyişini aktarır: Diz çökerek isyan. Herhalde künyesinde bu kadar çok yenilgi yazan ve siyasal söyleminin merkezine bu denli yenilgiyi yerleştirmiş olan solun yapabileceği ancak diz çökerek isyan olabilir. Bugün olan biten de bundan ibarettir. AKP’nin başarılarından, Avrupa’nın yaldızlı medeniyetinden gözleri kamaşan solun taahhüt ettiği “isyan” önce diz çökülmesinin neden gerekli olduğunu anlatmaktan başka bir şey değildir. “Normalleşme” gereği, nesnellikten dolayı önce diz çökelim sonra duruma göre isyan ederiz denmektedir. Başta yaptığım yeni sol adlandırmasına ilişkin açıklamanın yanlışlığını ileri sürmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Bu sol yeni değil, olsa olsa yenik sol olabilir.

Dipnotlar

  1.  Yalçın Küçük’ün yenilginin Türkiye aydını ve solu üzerine olan etkisine ilişkin değerlendirmeleri için bkz. Ankara, Tekin Yayınevi, 1984 ve Bilim ve Edebiyat, Ankara, TekinYayınevi, 1985.
  2. “Başarı ethosu” kavramını Russell Jacoby’den ödünç alıyor ve içeriğini değiştirerek kullanıyorum. Jacoby, Batı Marksizminin jenealojisini incelediği çalışmasında yenilgi ve başarı temalarını ön plana çıkararak, başarı ethosu kavramını solun –çok da şaşılmayacak bir bakış açısı ile– ortodoks Marksizm ve reel sosyalizm ile olan ilişkisi sebebiyle teknolojik ve bilimsel ilerlemeye olan merakı ve politik başarının iktidar ile özdeşleştirilmesi olarak tarif ediyor. Bkz. Russell Jacoby, Dialectic of Defeat Contours of Western Marxism, Cambridge, Cambridge University Press,1981.
  3. “Bir başarı olarak 1968”i solun lügatından ve ezberinden çıkarmak gerekiyor. “1968 ruhunun”, sol ve iktidar, Marksizm ve devlet arasındaki ilişki ile örgütlü mücadele, sınıfsal bakış ve işçi sınıfının öncülüğü üzerindeki büyük tahribi bu sürecin anti-otoritaryen, anti-devlet ve anti-nomianist duruşu üzerinden yeniden tarif edilmelidir. Türkiye’ye ve Türkiye soluna ilişkin “1968” gibi bir dönüm noktasının olmadığını Metin Çulhaoğlu ve ’daki kimi çalışmalarında anlatsa da Türkiye’de 1968 miti, sol kültür içindeki yeri ve nostaljinin gücü nedeniyle büyük oranda sorgulanmadan kalmış durumdadır. Bu konuda 1968’e dünyatarihsel bir önem atfeden Wallerstein, “dünya devrimi” olarak tanımladığı 1968’in sol ve siyaset açısından nasıl bir dönüşüme tekabül ettiğini “1968 devrimcilerinin tavrı üzerinden” şu şekilde anlatmaktadır. Onun tarafından alkışlanan aslında solun ve Marksizmin altındaki zeminin ortadan kalkmasıdır: “1968 devrimcilerinin bu tavrı, modern dünya sisteminin tarihi konusunda yaptıkları iki analizden kaynaklanıyordu. Bunların birincisi, dünyadaki sistem karşıtı hareketlerin tarihsel iki aşamalı stratejisinin –önce devlet iktidarını ele geçir, sonra dünyayı değiştir– onlara göre tarihsel bir başarısızlık olmasıydı. 1968 devrimcileri, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda doğmuş olan sistem karşıtı hareketlerin –Sosyal Demokratların, Komünistlerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin– hepsinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde şu ya da bu ölçüde devlet iktidarını çoktan ele geçirmiş olduklarını söylüyorlardı. Ama buna rağmen, dünyayı değiştirmemişlerdi. Analizin ikinci unsuru, birinci gözlemi daha da eleştirel hale getiriyordu. Sistem karşıtı hareketlerin iktidarı ele geçirdikten sonra, devrimci olmasa da ilerici gibi görünen bazı reformlar yapmış oldukları gerçekten de doğruydu. Ama, bu reformların, alt tabakaların belli ve küçük bir kısmını –her ülkedeki egemen etnik grubu, öncelikle de erkekleri, ulusal kültüre dahil edebilmek için daha fazla eğitim görmüş (yoksa daha fazla “entegre olmuş” mu demeliydik?) olanları– sistematik olarak kayırmış oldukları söyleniyordu. Dışarıda bırakılmış, unutulmuş, “marjinalleştirilmiş”, kurumsallaştırılan sınırlı reformlardan bile gerçekten yararlanamamış başka birçok kişi vardı: Kadınlar, “azınlıklar” ve ana akıma dahil olmayan her türden grup. […] 1968-sonrası hareketlerin en önemli temalarından biri, sadece ırkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı olmadıklarıydı. Irkçılığa ve cinsiyetçiliğe karşı savaşan hareketler uzun süredir vardılar ne de olsa. Ama 1968-sonrası hareketler yeni bir şey getiriyorlardı. Irkçılıkla cinsiyetçiliğin yalnızca bireysel önyargılar ve ayrımcılıkla ilgili bir şey olmadığını, aynı zamanda “kurumsal” biçimler de aldığını ısrarla vurguladılar. Bu hareketler, açık hukuki ayrımcılıklardan değil, “yurttaş” kavramı altına gizlenen örtük ayrımcılık biçimlerinden bahsediyor gibi görünüyorlardı; çünkü yurttaş kavramıyla ehliyet ve tevarüs edilmiş hakların bir bileşimi kastediliyordu.” Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu – Yirmi Birinci Yüzyılın Sosyal Bilimi, İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 127-128.
  4. Çulhaoğlu, Metin, “Türkiye’de Sosyalist Düşüncenin Doğuşu: Konjonktürün Başatlığı”, Praksis (6), 2002, s. 13.
  5.  Anderson, Perry, Considerations on Western Marxism, Londra, NLB, 1976, s. 42-43 (vurgu Anderson’un).
  6. age, s 43
  7.  Julian Bourg, Revolution to Ethics–May 1968 and Contemporary French Thought, Montreal&Kingston, McGill-Queen’s University Press, 2007, s. 17.
  8. Ne yazık ki Lenin-sonrası dönemde Leninizmin buradan bir mücadele türettiğini ve bu karşıtlığa göre konumlandığını söylemek zordur. Anti-sovyetik Batı Marksizmine yönelik Sovyetler kaynaklı kuvvetli karşı bir duruş ya da savunmanın varlığından söz etmek ne yazık ki mümkün değildir. “Dönemin ruhuna uygun olarak Sovyet Marksizmi bütün ölümcül oklarını kalbine yollayan Batı Marksizmi ile ’birlikte yaşayabileceğini’ düşünmüştür” demek için bile elimizde çok az veri vardır. Durumun vahameti biraz da bunun dahi düşünülmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
  9.  Çulhaoğlu, Metin, Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu , İstanbul, Sarmal Yayınları, 1997, s. 38.
  10.  Oluç, Saruhan, “Siz ‘sekter’ misiniz?”, 2 Kasım 2008, http://www.turnusol.biz/publ ic/makale.aspx?id=2039&pid=16&makale=Siz%20%91sekter%92%20misiniz?
  11. “[Yeniliği zorlayan eski sol yapılar] Türkiye solunun sırtında taşıdığı tarihi kamburlar nedeniyle zaman zaman eğilip büküldüler. Bu olumsuz bilançonun oluşumuna dünyada genel olarak sol tahayyülün geçirdiği bunalım da uygun bir zemin hazırladı. Bunun sürüp gitmesi kader değil. Bunu değiştirmek hepimizin elinde. Yeter ki yeni bir sayfa açmaktan ürkmeyelim ve yerimizi korumak ya da her şeye rağmen bir şey olmak arzularını solda siyaset yapma kılıfı altında sunmayalım.” Ahmet İnsel, “Solda Yeni Sayfa Olur mu?”, Radikal İki, 13 Aralık 2009.
  12. Altınok, Melih, “Yeni Sol Parti ve İktidar Perspektifi”, Taraf, 10 Temmuz 2009. Belki tanımayanlar olabilir Melih Altınok’u. ’den ’a transfer olarak tövbekar olan Altınok, kısa sürede Taraf’ın soldan sorumlu komiserlerinden biri olarak bu gazetenin en cüretkar kalemlerinden biri haline gelmeyi başardı. En etkileyici yazılarından birinde Bülent Arınç’tan “yoldaş” diye bahseden Altınok, bunu yaparken bir yerlere sıkışmış olan Stalin kartını da hızla devreye sokmayı ihmal etmemesi ile büyük alkış aldı.
  13.  Uras, Ufuk, “Solda Yenilenme İhtiyaçtır”, 6 Ocak 2009, http://www.turnusol.biz/public/makale.aspx?id=3355&pid=16&makale=Solda%20yenilenme%20ihtiya%E7t%FDr
    Mebus Ufuk Uras’ın son bir sene içinde verdiği mülakatlara ve turnusol.net’te yazdığı yazıların sadece başlık ve spotlarına bakarak dahi, “yenilenme” vurgusunun, yeni sol söylem içindeki ağırlığı anlaşılabilir.
  14. Burada üzerinden atlayamayacağımız bir nokta da söz konusu ekolün bir diğer yenilgi öyküsü olarak ÖDP deneyimini seçmiş olmasıdır. Bu söyleme göre aslında “solda bir yenilgi muhasebesi olan ÖDP” (Saruhan Oluç) deneyiminde “Aydınlar, siyasiler, öğretmenler, işçiler, ev kadınları, demokrat ve özgürlükçü bir sol söylemde ortaklaşmayı başarabilmişlerdi. […] Tüm bunlara karşın, parti ilk seçim deneyiminde ancak 250 bin kadar oy alabildi” (Melih Altınok, “Solun sol politikalarda tek rakibi AKP”, Taraf, 9 Ekim 2009). Zira ÖDP, solun sekterliğinden kaynaklanan eski hataları tekrarladı.
  15. Altınok, Melih, “Yeni Sol Parti ve İktidar Perspektifi”, Taraf, 10 Temmuz 2009.
  16.  Neşe Düzel, “Ufuk Uras ile röportaj”, Taraf, 8 Aralık 2009.
  17.  Ahmet İnsel, “AKP Karşısında Sol Açılım İhtiyacı”, Radikal İki, 15 Kasım 2009. Vurgular bizim.
  18.  Belge, Murat, “İşkenceden Dinlemeye”, Taraf, 21 Kasım 2009.
  19. Bu ifade AB konusu gündeme geldiğinde yeni solcularımızın yazılarında, demeçlerinde istisnasız bir yerlerden çıkıveriyor. Bu söylemde AB meselesine böyle şerhler konulsa da daha önceki deneyimlerden daha net biçimde evet denilmesi gerektiğinin altı çiziliyor. Bu esnada kantarın topuzu zaman zaman kaçabiliyor. Mesela, Melih Altınok, neresinden tutacağımızı bilemediğimiz şöyle bir cümle kurabiliyor: “[Yeni sol parti,] Avrupa Birliği gibi sivil toplum projelerine, enternasyonalist bir bakış açısıyla yaklaşmalı”, Taraf, 10 Temmuz 2009, vurgular bizim).
  20.  Ufuk Uras ile röportaj, agm.
  21.  Margulies, Roni, “Açılım, AKP ve Marx”, Taraf, 21 Kasım 2009. Öncesindeki saçma sapan ifadeleri yazının sınırlarını çoktan aştığımdan ötürü buraya aktaramıyorum. Ancak yazı, Margulies’in Marksizmi anlayış düzeyi konusunda net bir fikir vermesi açısından oldukça öğretici. (Vurgular bizim.)
  22.  Ufuk Uras ile röportaj, agm.
  23.  Lenin, V. İ., What is to be done? The Burning Questions of Our Movement, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1901/witbd/i.htm
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×