Bir ‘Özgün’ Kemalizm Yorumu ve Biz

Attila İlhan, kendi iddia ve varsayımları bir yana, Türkiye’nin özgün kemalistlerinden biridir. Özgünlüğü kapsamında değerlendirilmeli; kendisini “sosyalist” olarak görür. İçerden sayıp girilmesi kaçınılmaz bir etik tartışmanın önünü hemen almak istediğim için belirtmeliyim: Bizden değildir. Yalnızca etik nedenlerle -ki bunlar hayli önemlidir- değil aşağıda değerlendirilecek ideolojik tercihleri nedeniyle bizden değildir.

Özgün olan ve olmayan

İlhan’ın özgünlüğünden söz ederken neyi kastettiğim aşağıda açıklık kazanacak. Ancak belirtmeden geçemeyeceğim: İlhan gerçek ve sıradan bir Türk aydınıdır. Bu saptama herhangi bir küçümsemeye dayanmıyor; aksine huzursuzluk ve üzüntü veriyor. Ama tam da Aziz Nesin’in kastettiği yüzdelerle ifade edilen Türk toplumunun bir “aydını”dır.

Biyografik verilerine baktığımızda ortaya çıkan ürünlerin arkaplanına dair bir fikir edinme şansı elde edebiliyoruz. Disiplinli bir gazetecilik kariyeri, İlhan’ın düşünsel birikiminin arkaplanını oluşturuyor. Ancak arayış, cesaret, kendini aşma ve toplumu dönüştürme gibi nosyonlar üzerinden değerlendirildiğinde… Maalesef… Evet, İlhan sıradan bir Türk aydınıdır.

İlhan’ın şiir, edebiyat ve sinema çalışmaları dışındaki “düşünsel” üretimi, kendini onlarca kitap olarak açığa vurmakla birlikte, aslında çeşitli zamanlarda gazete köşelerinde yazdığı bugünkü terminolojiyle 3 bin-3 bin 500 vuruşluk makalelerin derlenmesinden oluşmaktadır. Makaleler, belli başlıklar altında toplanarak kitaplara dönüşmektedir ve bu aydınımızın belli konulardaki görüşlerinin belirginleştiği ürünler olarak ortaya çıkmaktadır: Hangi Batı, Hangi Sol, Hangi … ve diğer seriler.

Hatta anlaşıldığı kadarıyla son dönemde bir derleme ihtiyacını ortadan kaldıracak biçimde, bu köşe yazılarının kitaba dönüşecekleri gözetilerek, belli başlıklarda yoğunlaşan bir dizi halinde yazılmaktadır.

İlhan’ın 3 bin-3 bin 500 vuruluşluk makalelerinde başvurduğu düşünsel kaynakların neler olduğunu asla bilemezsiniz. Yalnızca kendi yazılarına gönderme yaptığında somut referans bildirir. Zaman zaman “yanlış hatırlamıyorsam…” diyerek “bilimsel bir titizlik” sergilemeyi de ihmal etmez. Onun dışında “güveneceksiniz”.

Bu ve benzeri “tekniklerin” işaret ettiği “kolaycılık”, İlhan’ın düşünsel üretiminin de önde gelen niteliklerinden biri oluyor. Aslında, ülkemizin tipik “aydınlarının”, hadi daha spesifik hale getirelim “köşe yazarlarının” fikirsel üretimi yukarıda sıralanan niteliklerin eksikliği ile birlikte akla ziyan bir “kolaycılıkla” maluldür.

Toparlayalım ve genelleyelim; aydın niteliklerini taşımayan bu köşe yazarları, 3 bin-3 bin 500 vuruşluk manipülasyon gücüne sahip -elbette küçümsenmemesi gereken- “Türk aydınları”dırlar.

Aziz Nesin’in kurgusuna gönderme yapacak olursak, aslında ortada bir “alan razı-satan razı” durumu vardır. Alanın razı olma durumu, çaresizliğinden; satanınki ise konformizminden kaynaklıdır.

Bu Türk aydınlarının satılmış olanları bir yana, kendilerine “ileri” misyonlar biçenleri, aydın niteliklerini haiz olamadıkları için bu kurgudaki rollerini aşamayacak durumdadırlar.

İşte rahatsızlık verici ve üzücü olan yön burada açığa çıkıyor.

Arayış, cesaret, kendini aşma ve toplumu dönüştürme iradesi gibi niteliklerden söz ettim. Bu niteliklerden mahrum olunması, “mesleki” nedenlerle rahatsız-lık verici ve kendilerine biçtikleri misyonlar nedeniyle üzücü olmaktadır.

Tekrarlıyorum, satılmış olanları zaten konumuzun dışında kalıyor.

Ortalama “Türk aydını” kolaycıdır. Çoğu eğitimi, aile ve çevre olanakları, mesleki kariyerleri nedeniyle belli bir birikimi -zeka özürlü değilse- edinmesi doğal olan bu kategorinin bileşenleri, kendilerinin önüne konulan sorulardan başka soruları arama konusunda bir yaratıcılık ve/veya cesarete sahip değildir.

Bu çerçevede bir kendini aşma çabasından söz etmek ise zaten mümkün değildir. Bu kategorinin bileşenlerinde en sık gözlenen “kendini aşma” pratiği, geçmişteki hızlı solculuklarını “aşma”yla sınırlıdır. Muteber ve yeterli görülen bir niteliktir.

İlk başta söylenmesi gerekeni sona bırakarak neden-sonuç ilişkilerini de perdelemiş olabilirim. Ama asıl önemlisi toplumu dönüştürme iradesidir. Bu yöndeki bir “iddia”nın diğer nitelikler için de zorlayıcı olacağı açık olmalı.

Konumuz açısından önemli olan bu iddianın “yönü”dür. Toplumu sınıfsız sömürüsüz bir düzen için dönüştürmek, bu düzeni isteyen bir toplum yaratmak için dönüştürmek…

Elbette bizim Türk aydınları sabah akşam “toplumu dönüştürüyor”. (Kastettiğim; 3 bin-3 bin 500 vuruşluk manipülasyon erkidir.)

Diğer yandan, toplumu dönüştürmenin siyasal mücadelenin konusu olduğu açık olmalı. Sınıfsız sömürüsüz bir toplum doğrultusundaki dönüştürme iradesi siyasal tercihleri de belirleyecektir. Kimi “Türk aydınlarının” kendilerine ilerici, sosyalist gibi nitelikler atfederken yaptıkları “renkli” siyasi tercihler, onların “aydın” olma sınırlarını da belirlemektedir. Bu daha çok bizim toplumumuza dönük bir gözlem, bir genelleme. Teorik ve tarihsel olarak mutlaka böyle olmak zorunda değil.

Milliyetçi “sosyalist”

“Aydın”lığı itibariyle sıradan olduğunu söylediğim İlhana dönelim ve özgün “sosyalistliği”nin sınırlarını tartışmaya başlayalım.

Önce kendisinden dinleyelim:

“Bakın ben ne diyorum, sağcılık solculuk hikaye asıl Türk milliyetçiliği, sağcısı için de, solcusu için de birdir ve yukarda söylediğimdir, aralarındaki fark yöntem farkıdır ancak, sağcı liberal olarak oraya varacağım der, biz toplumcu olarak varacağız, deriz, sonuç değişmez. Sonucu başka düşündüler de, hele bölgede nüfuz alanı peşinde koşanların formüllerini bize kaktırmaya kalkıştılar m,ı iki elimiz yakalarındadır, zira milliyetçi filan değildirler onlar, muhiptirler, muhip, tıpkı İngiliz Muhipleri gibi…” 1 [İLHAN Attila]

1974 tarihli bir makaleden aktarılan bu görüşlerde merkeze yerleştirilen “milliyetçilik” Attila İlhan için daima baskın öge olmuş, aşağıda değineceğimiz “derin” marksizm bilgisine ve zaman zaman sivrilen sosyalist söylemine karşın arka-planda daima kendini hissettirmiştir.

İlhan milliyetçiliği dominant karakter taşıyan bir kemalisttir. Tüm “gerçek” kemalistler gibi, siyasette sınır tanımaz bir pragmatist; ihtiyaç olduğu ölçüde ve pragmatizmden malul bir şekilde de “sosyalist”tir. “Sosyalist”liği de son derece belirgin tercihler üzerinden şekillenmekte, iflah olmaz Sovyet düşmanlığı ve sosyalist devrim konusundaki “özgün” fikirleriyle tutarlı bir anti-komünist konum inşa etmektedir.

Attila İlhan, tutarlı bir anti-komünist ve milliyetçidir.

Bütün bunları yaparken ise, zaman zaman karşınıza bir menşevik, zaman zaman kararlı bir Jakoben, zaman zaman mazlum halkların savunucusu bir Galiyefçi, zaman zaman bir Avrupa komünisti, zaman zaman Esat Adilci (ki bir dönem gerçekten böyledir), zaman zaman Aybarcı, zaman zaman -faşist olmayan (!)- bir Türkçü olarak çıkar. Bütün bu kimliklerin aynı kişide vücut bulabilmesini sağlayan şey tutarlı anti-komünist ve milliyetçi olmaktır.

Kemalizmin şekillendiği dönemin etkin sosyalist öznesi bolşeviklerle ilişkilerine ve “sosyalistliğine” ilişkin ise, hiçbir kafa karışıklığına mahal bırakmayacak kadar “gerçekçi” ve net fikirlere sahiptir İlhan.

Mustafa Kemal’i solculukla ve bolşeviklikle yakın olmakla eleştiren sağ tezlere karşı, Mustafa Kema’lin kendi ağzından (yine kaynak göstermeden) yaptığı alıntının ardından şunları söylüyor:

“Neymiş, bolşevik miymiş, değilmiş elbet, olmayı da düşünmüyormuş ama, idare dahil ülkede her şeyi halkın egemenliğine vermeyi tasarlıyormuş, bir, politikasını da çok geniş tutuyormuş, iki. Peki, soldan ne derler? Onlarsa Kemal Paşa’yı devrimini neden sosyalizme kadar götürmediğinden sorumlu tutmaya eyilimlidirler. Sanki hesabında varmış da, sonradan vazgeçmiş! Bu bir değerlendirme yanlışıdır. Mustafa Kemal Paşa ulusal bir demokratik devrim lideridir, amacı böyle bir devrimin amaçları çerçevesinde kalır; ama bu devriminin de, anti-emperyalist mücadelesinin de, bu mücadelenin getirdiği dış politikasının da geçerliliğini azaltmaz” 2 . [İLHAN Attila]

Görüldüğü gibi, Attila İlhan’da kemalizmin bolşevizm ve sosyalistlik konusundaki yaklaşımlarına ilişkin kimilerinin sahip olduğu kafa karışıklığından eser yoktur. İlhan, Mustafa Kemal’in gerçekleştirdiği devrimin “burjuva” niteliğinden kuşku duymamakta ve bunda da bir mahsur görmemektedir. Çünkü ona göre, bir ülkenin “bağımsız” olması esastır ki; bu da zaten kendinde bir “ilericilik” gerekçesidir. Bunun ötesinde ahistorik bir biçimde Fransız burjuva devri-minin “ilericiliği” ve “hukuku” da İlhan için “geçerliliğini” korumaktadır.

Bu çerçevede Mustafa Kemal’in burjuva devrimciliğinin öne çıkan yönleri emperyalizme olduğu kadar Rusya’ya da direnmiş olması ve içerde de halkçı ve demokratik bir rejim inşa etme çabası olmakta; bu noktada Türkiye Komünist Partisi gibi “Rusçu” tehlikelerin bertaraf edilmesi meşru bulunmakta ve Mustafa Kemalin “demokratlığına” halel getirmemektedir.

“Üç aşağı, beş yukarı, Anadolu İhtilali ve İnkılabı’nın, oluşma ve gelişme süreci içinde ortaya çıkmış olan, bu sosyalist iddialı örgütler; temelde, anti-emperyalist ve anti-kapitalisttirler. Bunu, sinek pislemedik bir yere yazınız! Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin -Gazi Mustafa Kemal’in- onlarla uyuşamadığı nokta aralarından bazılarının, Rusların denetimine ciddi şekilde açık oluşlarıydı. O, biliyorsunuz Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir diyen bir halk lideridir; Türkiye’de sosyalistliğin de, olacaksa hür ve bağımsız olmasını istemişti. Bugün hür ve bağımsız olmayan, Rus denetimine açık sosyalizmlerin, ülkelerini ne hale getirmiş olduğunu görüyoruz. Dünya Sosyalizm Tarihinin Gaziyi haksız çıkardığını söyleyebilir misiniz?” 3 [İLHAN Attila]

Bu hür ve bağımsız olmayan sosyalizmler meselesi milliyetçi İlhanın özel bir takıntısıdır. Sovyetlerde Ekim Devrimi gerçekleştikten sonra, ne yapıp ederek bir “hür ve bağımsız” sosyalizm kurulabileceği bir soru işaretidir. Sosyalizme geçen ülkelerin kendi aralarında emperyalist saldırganlığa karşı oluşturacakları herhangi bir “birliği” İlhanın bu amansız eleştirisinden azade kılmak nasıl mümkün olabilir? Bilinmiyor.

Biz İlhan’ın neden “demokrasi” konusunda hassas olduğuna dönelim.

Attila İlhan, reel sosyalizmi bürokratik bir diktatörlük olarak görmektedir ve bu nedenle sevmemektedir. Hatta, Mustafa Kemal sonrasında (tıpkı Sovyetlerde Lenin sonrasında olduğu gibi) Türkiye’deki burjuva devrimin de despotlaştığını tespit etmektedir ve burjuva devrimin despot uygulamalarından Mustafa Kemal’i tenzih etmek için özel çaba sarfetmektedir.

“Az gelişmiş toplumda devrim, sınıfsal tabanını bulamadığından, merkeziyetçi bürokrasi diktasına dönüşüyor; bu diktalar, tarihsel misyonlarına ihanet etmek istemiyorlarsa, sınıfsal tabanlarını yaratmak, bu sınıfsal tabana denk düşen kültürel/üstyapısal dönüşümü sağlamak zorundadırlar” 4 .

“Lenin’in, ülkesinde başardığı sosyalist devrimde başına gelen, ülkemizde Mustafa Kemal’in başardığı demokratik devrimin de başına gelmiştir. (…) Nasıl şimdi bütün dünyada Leninizmin gerçek niteliği, Stalin’in ona verdiği anlamdan ayıklanıp araştırılıyor, tartışılıyorsa, ülkemizde de Mustafa Kemal düşüncesinin ve eyleminin asıl anlamı, İnönücülüğün ona eklediği uyduruk yorum ve kurumlardan ayıklanıp, öyle araştırılmalı ve tartışılmalıdır” 5 . [İLHAN Attila]

Burada karşımıza bir “Avrupalı marksist” olarak çıkar İlhan. İkinci enternas-yonal geleneğinin ve menşevik tezlerin “yaratıcı” savunucusu olarak. Ama Mustafa Kemal’in uyguladığı şiddet bahsine gelince ağır bir tarih dersi verir size. Hiçbir yanıt veremezsiniz.

“Söz burada, sanırım, devrimci şiddet sorununa dolaşıyor. Mustafa Kemal sık sık diktatörlükle suçlanmıştır. Hâlâ suçlanır. Halk egemenliği adına halka acımasız davrandığı, büyük yasaklar koyduğu ileri sürülmüştür. Hâlâ sürülür. Ne hikmetse hiç kimse, ister demokratik olsun, ister sosyalist, her devrimin tarihten edindiği meşruluğu sürdürmek için, yine tarihten şiddet kullanma yetkisini aldığını söylemez. Devrimci şiddet, tarihsel meşruluk kavramının içindedir. Ondan ayrılamaz ki!” 6 [İLHAN Attila]

Attila İlhan’a göre, Mustafa Kemal’in, kendi kurduğurduğu Türkiye Komünist Fırkası (TKF) da milliyetçi olunduğu ölçüde sosyalistliğe göz yumabileceğini gösteren “ileri” bir işarettir. Diğer yandan bizzat Türkiye Komünist Partisinin (TKP) alanını daraltmak için Mustafa Kemal tarafından kurdurulan bu partinin “anti-kapitalist” olduğu bile iddia edilebilmekte ve buradan da Sultan Galiyef bağlantısı kurulabilmektedir.

“Gazi Mustafa Kemal’in denetlediği Türkiye Komünist Fırkası’nın naşir-i efkârı Yunus Nâdi Bey’in Yeni Gün gazetesi idi; orada Yunus Nâdi Bey, kurulması öngörülen düzenin ne olduğunu, nasıl anlatıyordu biliyor musunuz? SSCB’nin bir kopyası olmayacaktı, ideal programını ülkenin koşullarını gözönünde tutarak hazırlayacaktı; İslamlığın sosyalizme taban oluşturduğu ileri sürülüyor; bütün dünya yerine, yalnız Türkiye’yi amaçlayan bir sosyalistlik düşünülüyordu. Fırka Beyannamesi ilginçtir SSCB’den farklı, üstelik ulusal olmak isteyen bu fırkaya göre, düşman dışarda emperyalizmdir, içerde -sıkı durun- kapitalizm! Nihai gaye ise, Türkiye’nin Batı kapitalizminden kurtarılması!..

Bu program, bir manada, Gazi’nin “Halkçılık Programı”dır ya; bir manada, yukarda -yani SSCB’de- Mirseyit Sultan Galiyef’in bayraktarlığını yaptığı MÜSKOM Komünistliğinin önemli bir yansıması değil midir?” 7 [İLHAN Attila]

Attila İlhan’ın Galiyefçiliği eskidir; ancak restorasyon döneminde yeniden depreşmiştir. Cumhuriyet Gazetesinde, 1 Ekim 1997-30 Mart 1998 tarihleri arasında yazdığı makaleleri “Sultan Galiyef – Avrasyada dolaşan hayalet” başlıklı bir kitap olarak bastırmış ve bu dönemde de ağırlıklı olarak tarihsel bir fırsat olarak gördüğü türkçü-devrimci ittifakının zeminini oluşturmaya çalışmıştır. Türkçü-devrimci diyaloğunun “bileşkesi”nin Mustafa Kemal-Sultan Galiyef ilişkilendirmesinden geçeceğini ileri süren İlhan, iki hareketin tarihsel hedeflerinin paralelliğine dikkat çekmekte ve Türkçülerin de Galiyef’i keşfetmiş olmasından derin mutluluk duymaktadır. Zemini temizlemek için, İlhan’ın altını çizmesi gereken, biraz Sovyet düşmanlığı (ki Galiyef söz konusu olduğunda zaten veridir), biraz da Soğuk Savaş bitti çığıtkanlığı (ki bitmiştir) olacaktır.

“Farkında mısınız, çizilen sınırlar Avrasya kuzey kuşağının sınrılarıdır: Turan Sosyalist Cumhuriyeti, içişlerinde bağımsız, partisi özerk, Kızılordusu kendisinin, büyük bir Türk Cumhuriyeti olacak, SSCB’ye ve Ukrayna, ya da Beyaz Rusya Sovyet Cumhuriyetleri gibi, büyük ortak kimliğiyle katılacaktı; zaten Vahidof ve Galiyef’in önceden Lenin ve Trotsky ile yaptıkları anlaşma bunu gerektiriyordu. Süreci, Stalin tersine çevirmiştir: Hem dünya devrimi tezine karşı düpedüz milliyetçi tek ülkede sosyalizm tezini ortaya atıyor, hem de Türklerin tek ülkede sosyalizmi gerçekleştirmelerini istemiyordu: Rusya denetiminde bir Avrasya hayali güden gizli bir pan-Slavistti çünkü” 8 .

“Evet, Türkçüler nihayet solda olmaları gerektiğini anlayabiliyorlar (zaten babaları oradaydı): ama solun neresinde? Bu ciddi ve önemli soruyu gündeme getiren yurdun ve bölgenin koşullarına uygun bir sentez araştıran Ulusal dergisi: Avrasya sayısını Sultan Galiyef ve çevresinde odaklaştırmıştır. Yanlış mı yapmış hiç sanmıyorum: Bir kere SSCB hipoteği her türlü sosyalistliğin üzerinden kalkmıştır onun için; ikincisi ve daha önemlisi Doğu Bloku’nun sisteme entegrasyonundan sonra, yeryüzündeki temel diyalektik çelişki kuzey/güney çelişkisi (yine zalimler ve mazlumlar) biçimine dönüşmüştür, onun için! Şurası bir gerçek ki, Sultan Galiyef’in kanrevan içindeki hayaleti, mazlum halklar arasında dolaşıyor, en çok da Avrasya’da!” 9

“Şimdi bakın, SSCB hipoteği Türkiye’de sosyalist solu nasıl kötü etkilediyse; Türkiye ve Asya Türkçülüğünü de öyle kötü etkilemişti; Türkçülüğün, Rusya’ya dost ya da düşman olmakla bir alıp vereceği olmadığı gibi; sosyalist solun da böyle bir alıp vereceği yoktur; o karşıtlık ya da yandaşlık, soğuk savaşın bir hınzırlığı! İki tarafa da düşen görev, o hipoteğin artık kalktığını asla unutmamak, birbirlerine olduğu kadar tarihlerine de objektif bakmayı bilebilmektir: Eski defterleri karıştırmak, ancak o eski hesapları yapanların işine yarar; yani Batılı ve Rus emperyalizmlerinin!

Sosyalistler arasında olduğu kadar, Türkçüler arasında da bir intibah görülüyor: bir-ikisi gözüme ilişti, ilişeyim diyorum; malum ya Sıçan sidiği denize fayda denilmiştir” 10 . [İLHAN Attila]

Restorasyon döneminde İlhan, Türkçü-devrimci diyaloğuna sarılırken aslında bir kimlik savaşı vermektedir. Anti-komünist milliyetçiliğin -kendisini böyle nitelemiyor olabilir- gününün geldiğine inanmaktadır. Saptamaları yerindedir. Soğuk Savaş bitmiştir ve faşist hareket bir “kimlik” sorgulamasına girmiştir. Kafatasçılığın yerine geçecek bir çerçeve aranışı içindedir. Turancı hayaller Orta Asyadan geri dönünce ve restorasyon mafyatik faaliyetleri sınırlayıp, ideolojik olarak ise “ortalamacı” bir kemalizmin önünü açınca “Türkçü”lerin de ayakları yere basmaya başlamıştır.

Ulusalcı siyaset, bugün koordinatlarını ciddi ölçüde yitirmiş olmakla birlikte, bir dönem için hayli ciddi bir “yükseliş” yaşamış ve yelpazenin bir ucu Cumhuriyet Gazetesi’nde temsil olunan milliyetçi sosyalistlere, diğer ucu da -faşist olmayan (!)- Türkçülere uzanmıştır. İlhan da, bu ittifakın düşünsel çerçevesini zenginleştirme rolünü -yalnız değildir- üstlenmiştir.

Bu yelpazenin bugünkü “etkinliği” bir yana, belli bir dönem ciddi bir yanılsama yarattığı ve bir yükseliş trendi sergilediğini teslim etmek gerek. Ancak, en “yüksekte” olduğu zaman da söyledik şimdi de tekrar ediyoruz: Ulusalcı siyaset ne dünyada ne de Türkiye’de karşılık bulma şansı olmayan bir program vaaz etmektedir.

Bağımsızlık, demokrasi, halkçılık (yelpazenin neresinde bulunduğunuza göre “milliyetçilik” vs.) gibi sloganlarda cisimleşen bu program, sınıf ekseninden uzaklığı ve emperyalizmden kopuşu bir sosyalist devrim sorunu olarak görmeyişi gibi nedenlerle tümüyle “hayali”dir.

Devrimciliği, toplumu dönüştürme perspektifinden değil, politik popülizminden gelmekte (ezilen halk edebiyatı); bağımsızlık yanılsaması, emperyalizmin niteliklerini bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Son günlerde yaşanan somut gelişmelerle artık teorik arkaplanını tartışmaya gerek bırakmayacak denli yanlışlandığı için “Avrasya” perspektifi ile ilgili bir tartışmayı gerekli görmüyorum ve İlhanın iflah olmaz anti-komünistliğine geçiyorum.

Anti-komünist “sosyalist”

Burada anti-komünist nitelemesi daha çok İlhan’ın reel-sosyalizm düşmanlığı üzerinden anlam kazanacak. Biz Gelenekçiler bu ikisinin aynı kapıya çıktığını düşünürüz. Çok tartıştık, daha da tartışacağız, ama İlhan tartışmasında bunu yeterli görmeyenler onun kemalistliği nedeniyle anti-komünist olduğunu düşünerek devam edebilirler.

İlhan, marksizm tezgahından geçmiştir, hatta milliyetçiliğine rağmen zamanında sosyalistlik de yapmıştır. Ama, teorik ve ideolojik olarak da, etik olarak da daima bir “milliyetçi sosyalist”in çarpacağı duvarlara çarpmıştır. Duvara çarptıkça İlhan biçim değiştirmektedir. Yukarıda sıraladık, bir anda karşımıza bir Avrupa komünisti, bir başka anda bir menşevik, bir başkasında özyönetimci … olarak çıkmaktadır.

İlhan, Türkiye komünist hareketini bir türlü beğenmemektedir. Onun “Sovyetçi” versiyonundan ise neredeyse “tiksinmektedir”. Aşağılama ihtiyacı içindedir. Sovyetçi Türkiye komünistini, Sovyet deneyimini… Binbir surat İlhan, bir gün o kılıkta, bir gün başka kılıkta kıyasıya bir “eleştiri” ve hesaplaşma süreci içindedir.

Önce marksizm…

Ve “metod” üzerine…

İlhan metod konusunda çok hassas!

“Kimbilir kaç kere söyledim: Paris’e gidinceye kadar başvurduğum hiçbir sosyalist aydınımız, bana diyalektik metodun ne olduğunu, nasıl kullanılacağını anlatamamıştı; Paris’te, sendikalı bir işçi, ayaküstü özetleyiverdi. Türkiye’de sosyalist sol, sosyalizmin önce bir metod işi olduğunu; asıl birleştirici unsurun metodda beraberlik olduğunu anlamadıkça (anlatamadıkça); Osmanlı alafrangalığının devamı, o ecnebinin kıçına takılma maskaralığı sürecektir. O yüzden, çeşitli bölünmeler ve ayrılmalar da!” (…) “Anadolu İhtilali ve İnkılabı’nın başarısı nerede? Rasyonalist (bilimsel) metodla ulusal bir sentez; halk egemenliğine dayalı üniter bir devlet; oy çoğunluğuyla değişmesi gereken demokratik ve laik iktidarlar! Anadolu İnkılabı’nın önerdiği ulusal model budur; bunu Türk halkına anlatmış, halk büyük çoğunluğuyla kabul etmiştir. Hala yaşamaktayız” 11 . [İLHAN Attila]

İlhan metoddan teoriden falan anlamaz, anlaması mümkün değildir. Açalım…

Burjuva ideolojisinin tarih içinde dayattığı kavramsal dikotomiler üzerinden yaptığı akıl yürütmeler bunun açık bir örneğidir.

Birkaç basit örnekle yetineceğim.

Önce “proletarya diktatörlüğü” ile ilgili yaptığı tartışma…

Stalin’in “uyguladığı” Sovyetler’deki proletarya diktatörlüğünün Marx ve Engels’in sözünü ettiği proletarya diktatörlüğünden farklı olduğunu kanıtlamaya çalışıyor 12 .

Şaşırtıcı bir “derinlik” söz konusudur. İlhan, diktatörlüğün “kötü bir şey olduğu”nu veri olarak kabul etmiyor. Marx ve Engels’in Paris Komünü’nde gördüğü ve proletarya diktatörlüğü olarak adlandırdığı “yönetsel biçimi” olumlu buluyor. Kötü olan ve kötünün tüm niteliklerini barındıran Sovyetler’deki örneğidir.

Ve ikisinin birbiriyle ilişkisi olmadığını, Marx ve Engels’den yaptığı alıntılarla ve komün deneyimine dair “aklında kalanlar”la kanıtlıyor. (Kanıtlamanın diğer ucuna dair özel bir açıklamaya gerek duyulmuyor, çünkü Sovyetle’rdeki Stalin’in uyguladığı şey önsel olarak “kötü”dür.)

İlhan marksizmi bilmiyor. Proletarya diktatörlüğü adlandırmasının teorik arkaplanına ilişkin Marx ve Engels’in üzerinde durduğu son derece önemli nokta, bir dönüm noktası var. O güne değin proletaryanın burjuva demokrasisinin sunduğu siyasal olanaklar içinde bilinçlenerek, kendi iktidarını kuracağı kurgusuna sahip olan marksizmin teorisyenleri için, geçişin, “iktidar biçimi”ne ilişkin bir belirsizlik “kısmen” ortadan kalkmıştır.

Elbette Marx ve Engels bu geçişin “baskıcı” mı, yoksa “demokratik” mi olacağı gibi abes bir soruna kafa yormadılar. Böyle abes sorunlara hiçbir zaman kafa yormadılar. Onlar için önem taşıyan, sınıfsız topluma giden yolda bu dönüşümü gerçekleştirecek olan sınıfın kendi iktidar “gücü”nü ve “biçimleri”ni nasıl yaratacağına dair sorunlardı. Komünle birlikte gündeme gelen ise, daha önce kendileri için pek açık olmayan bir noktanın aydınlanması oldu. Proletarya sınıfsız topluma giden süreçte iktidarı ele geçirirken, eski toplumun erk aygıtını ele almakla yetinemez. Bunu tümüyle parçalayarak, tamamen kendi tarihsel misyonuna uygun yeni bir araç yaratmakla mükelleftir. İşte devlet sorununa ilişkin olarak Komün sonrası marksist teoride geliştirilen yeni tez budur. Daha ötesi değil.

Hatta İlhan’ın aradığı “demokratik” biçimlere aykırı ve “diktatörce” önerilerin örnekleri vardır Marx ve Engelsin Komün değerlendirmelerinde.

Sovyetler Birliği’ne dönelim. Stalin ile -ki Lenin’in bu başlıkta sadık bir takipçisidir- Marx ve Engels’in kaygıları farklı değildir: İşçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirebilmesi için gerekli araçları yaratmak. Altyapıdaki dönüşümler için yeni üstyapısal biçimler bulmak ve bunları etkin bir şekilde kullanmak. Temel hedefi tümüyle marksizmle uyumludur. Başka alt-başlıklar bir yana, yönteme dair ısrarla altını çiziyorum, hiçbir sorunu yoktur.

Attila İlhan, marksizm ve yöntem konusunda ahkam kesmeyi bırakmalıdır. Çünkü bunu kavramaya yetecek bir çapa sahip değildir. Çünkü anti-komünist bir milliyetçidir.

Yine diktatörlük ve demokrasi üzerinden ve yine yöntem üzerine bir başka örnek.

İlhan, 1998 Ocak tarihinde Garbaçov’un açıklık ve yeniden yapılanma programlarına sahip çıkıyor. Kendi “demokratik” sosyalizm projesi çerçevesinde, Garbaçovun “liberal demokratik ve hümanist” değerleri savunmasına alkış tutuyor.

Ona göre Garbaçov, ülkesinde daha “doğru” bir sosyalizmi inşa etmeye çalıştığı için ABD sosyalizmin çöküşünü amaçlıyor. Totaliterini bile istemediği sosyalizmin demokratiğiyle başa çıkamayacağı için. (Nasıl o zamana kadar başaramıyor da bu dönemde küt diye karar verip yapıyor belli değil. İlhan, Aziz Nesin’in Türk toplumuna hitap ediyor.)

Bu fantastik iddia bir yana, bu bölümde sosyalizmin nasıl liberal demokratik ve hümanist değerlerle çelişkili olmadığını öğrenmemiz isteniyor.

Uzun alıntılar için özür diliyorum ancak gerekiyor. Bu noktada yeniden bir “yöntem dersi”ne tabi tutuluyoruz. “Tanzimat alafrangalığı”nın babası sayılmayı hak eden binbir surat İlhan’dan -yanılmıyorsa!- bir diyalektik yöntem dersine…

“Karşıtların birliği yasası

Yarım yüzyılı aşkın yazı hayatımda, diyalektik mantığın nasıl işlediğini doğru dürüst anlatabilen, ya beş solcu aydın rastladım, ya on; neresinden baksanız, iki elin parmaklarını geçmez: bizde sosyalistlik bir çeşit Tanzimat Alafrangalığı sayıldığından ecnebi uygulamaların bülbüllüğünü yapmak Marksistlik zannedilmiş; kimse metodla ve işleyişle etraflıca ilgilenmemiştir; liberalliğin, aslında sosyalistliğin içindeki değerlerden biri olduğuna karşı yükselen itirazlara, o yüzden şaşmamak lazım!

Halbuki… diyalektik mantığın en çarpıcı ifadesi, yanılmıyorsam şöyledir: A, A ise, B, A’nın karşıtı ise, A, B’yi içerir: evet aynen böyle! Gece A ise, gündüz B ise bunların ikisi birbirini içerir; gün ağardığı anda, gerçekte gece olmaya başlamıştır; hayatla ölüm birbirinin kesinlikle karşıtıdır, ama ikisi birbirini içerir, çünkü doğduğumuz andan itibaren ufak ufak ölmek sürecine girmişizdir vs… Sosyalizm ile liberalizm de öyle; ikisi birbirinin karşıtıdır, ama ikisi birbirini içerir. Biliyorum, şimdi, “Nasıl ama?” diyeceksiniz; hadi bir izah deneyelim.

Ulusal demokratik devrim (hukuki özgürlük, hukuki eşitlik, hukuki kardeşlik), liberal burjuva devrimidir; demokrasi ve laiklik, bir manada hukuk devleti onunla gelir; feodal/ümmet döneminin hem alt hem üst yapısı, onunla tasfiye olur; ama yeni yapılanma içinde, liberal ticaret ve sanayi burjuvazisi, işçi sınıfını yeni bir itici gücü dönüştüreceğinden, ulusal demokratik devrim, gerçekleştiği andan başlayarak, karşıtını yani sosyalist devrimi içerir; yani neyi, ekonomik özgürlüğü, ekonomik eşitliği ve ekonomik kardeşliği!

Sosyalist devrim, ulusal ve liberal burjuva demokrasisi içinden yükselecektir; burası bir gerçek, ortaya çıkacak düzen de klasik gelişme şemasına göre, ister istemez önceki devrimin müktesebatını (kazanımlarını) içinde taşıyacaktır; daha açık söylersek, sosyalist toplum düzeni içinde, önceki devrimin getirdiği toplumsal kazanç mevcuttur, sürer gider; yeni düzenin getirdiği yeni kazançlar, yani ekonomik eşitlik, ekonomik özgürlük, ekonomik kardeşlik vs; daha önceki devrimin getirdiği hukuki özgürlük, hukuki eşitlik, hukuki kardeşlik üstüne yükselir. Hal böyle olunca, sosyalist değerler arasında -hele hukuki düzeyde kesinlikle- liberalliğin bulunmasına şaşmalı mı? Bu ada layık gerçek bir sosyalizmde, bireyler sadece ekonomik düzeyde özgür, eşit ve kardeş olmayacaklardır, hukuki düzeyde de olacaklardır; diyalektiğin, karşıtların birliği yasası bunu böyle yazar”      13 . [İLHAN Attila]

Ve Sovyetler Birliğinin çözülüşü de,

“Ovsif Visaryanoviç Stalin”in Aydınlanma Çağının insanlığa kazandırdığı değerleri külliyen reddetmesinden kaynaklanıyor. Ekonomik düzeyde sağlanabilecek eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin yeterli olacağı sanılıyor “aslında hukuki özgürlük ve hukuk devleti ortadan kaldırıldığı için, düzen sosyalist olamadığı gibi, içinden çürüyordu” 14 . [İLHAN Attila]

İşte bu kadar! İlk okuduğumda beni dehşete düşüren bu pasajın derin bir “yaratıcılık” içerdiğini kabul etmeliyim. Eğer burjuva demokrasisi ve sosyalist devrim konusundaki bölüm, İlhan’ın sık yaptığı gibi Le Monde Diplomatique benzeri bir yerde yazan bir başka ahmaktan -ahmak olmayanları tenzih ederek söylüyorum- araklanmış bir “fikir” değilse…

Gelenek okurlarının Sovyet deneyimi, çoğulculuk, tek ülkede sosyalizm gibi başlıklarda asgari bir “fikre” sahip olduğunu düşündüğüm için “rahat” yazıyorum. Okurlarımızın bu konuda hem bilgi, hem de fikir sahibi olmasını sağlamaya devam edeceğiz. Bu da bir rahatlık sağlıyor.

Attila İlhan, Sovyet sosyalizmini beğenmemektedir. Stalin’den nefret etmektedir ve tüm benzerleri gibi “öyle olmayan bir sosyalizm” tasavvuru geliştirmeye çalışmaktadır.

“Partiler de insanlar da değişiyor.

Günümüzde sosyalizmin asıl amacının, toplum içerisindeki özgür insanları mutlu etmek olduğu anlaşılmıştır. Buysa, sosyalizmle birlikte, ulusal demokratik devrimin getirmiş olduğu temel özgürlüklerin, Rusların yaptığı gibi kaldırılması ile değil, zenginleştirilmesiyle olur” 15 . [İLHAN Attila]

Bir taşla çok kuş! Sosyalizmin amacının toplum içindeki özgür insanları mutlu etmek olduğunun anlaşıldığı iddiası ilginçtir ve marksistlerce incelenmesi gereken bir iddiadır. Marksizmin daha yola çıkarken bırakın “mutluluk” gibi duygusal kategorileri, “özgürlük” gibi politik kategorileri bile yeniden tanımlamış olduğu, hatta zaman zaman onlara kendi başlarınayken kuşkuyla başlamış olduğu gibi bir değerlendirmeyi yapabilmek için, örneğin Alman İdeolojisi’nden belli bölümleri okumak yeterlidir. Atilla İlhan içinse aslolan “bildiği kadarıyla”dır.

Rusların hangi “ulusal demokratik devrim”in getirdiği temel özgürlükleri kaldırmış olduğu da araştırılmalıdır. Bu özgürlükler ne menem şeylerdir, Rusların bunlarla ne alıp veremediği vardır? Sakın bu Ruslarda da Mustafa Kemal’dekine benzer bir “iktidar” paranoyası olmasın. Kendi kurdukları düzeni koruma konusunda bir hassasiyet! Belki böylesi İlhan için daha “anlaşılır”dır.

Metod dersleri ve reel sosyalizm düşmanlığını geçelim, bunun anlaşılır nedenleri var. Bugün “Avrasya” hayallerine Rusya’yı katmaktan çekinmeyen İlhan’ın Sovyet düşmanlığı, milliyetçi bir savunma refleksidir. İlhan, burjuva iktidarın tarihin çeşitli dönemlerinde Sovyetler Birliği ile kurduğu ilişkiyi haklı görmekte, ancak bunun “dozajından” bile kaygı duymaktadır.

“Sovyetler Birliği büyük ve güçlü bir ülkedir. Komşumuzdur. Bize eskiden büyük yardımları olmuştur, şimdi de büyük yardımları olmaktadır. Türkiye’nin dış politikasını Sovyet dostluğu üzerine kurması her bakımdan yararlıdır, gerçek Atatürkçü politikadır. Fakat buradan çıkıp, işi ölçüsüz bir Sovyet yandaşlığına götürmek son derece yanlış ve tehlikeli olur. Bırakın Sovyetler Birliği’ndeki Cumhuriyetleri, Doğu Avrupa’daki ülkelerin fazla içli-dışlı olmaktan doğan sorunları, hele başlarına gelen olaylar (Budapeşte, Prag), bu konuda aklı başında kişileri uyanık tutmaya yetecektir” 16 . [İLHAN Attila]

Bundan öylesine kaygı duymaktadır ki Budapeşte ve Prag hayaletinden söz etmek onu kesmemekte, 30’lu yıllar tartışmaları, Moskova davaları ve Buharin’in aklanması ile ilgili tartışmalara girmektedir. Tabii ki, Stalin’i ihmal etmemektedir. İkinci Enternasyonalci kılığında, çağdaş sosyalizmin “uygulama ortamı olarak bir kere sanayileşmiş bir toplumu, ikincisi gelişmiş bir proletaryayı” gerektirdiğinden, troçkist-maocu belirlenimli bir yeni solcu kılığında, Rusya’da üretim ilişkilerinin değişmediğinden ve bunun sorumlusunun Stalin olduğundan söz eder durur. Hatta zaman zaman bir anarko-sendikalist özyönetimci kırması (bu paralelliği de kendisi kurmuştur) savunular yapar.

“1) Sosyalistlerin nihai amacı, yönetenle yönetilenin arasındaki utanç verici ast/üst ilişkisini kaldırmaktır. 2) Böyle bir aygıtın yönetime egemen olması ücretliliği sürdürmekte, bu yüzden de artı değerin bu defa burjuvazinin değil, aygıt bürokrasisinin cebine girmesine yol açmaktadır. Bildiğiniz gibi, önerilen yeni çözümün adı özyönetimdir (auto/gestion). (…) Türkiye’de sosyalistlerin en çok unuttuğu, sosyalizmin nihai tahlilde bir sivil toplum projeksiyonu olduğu gerçeğidir: üretimi, dağıtımı ve paylaşımı öylesine rasyonel ve hakkaniyete uygun bir şekilde üreticinin denetimine vereceksin ki, devletin ağırlığına ihtiyaç kalmayacak! Akdeniz sosyalizminde, hele İtalya ve İspanya’da hayli ağırlığı olan Anarcho/sendikalistler, Tito Yugoslavyası özyönetime başvurmadan da bu savların savunucusuydular” 17 . [İLHAN Attila]

İşin ilginci İlhan buradan Türkiyedeki sosyalist örgütlenmenin “aygıt” mo-delini reddetmesi gerekliliğine varır. Reel sosyalizm düşmanlığı ile yetinmez, leninizmin kendisini de parantez içinde “halleder”. İlhan geçerken “halletmeyi” çok iyi becermektedir. Yine böyle bir karmaşık pasajında, sosyalist devrimin “ayaklanma”ya dayalı stratejisini de “halleder”. Asıl amacı, geçmişin “hızlı solcuları” olan bugünün “liberallerine” ders vermektir. Geçerken hallettiği başka başlıklar da var elbette. Ama bu bölümde ve başka birkaç makalesinde İlhan, artık “ayaklanmaya dayalı” devrimlerin geçersiz olduğunu ilan etmektedir.

Bu pasajın yazarı İlhan, biraz troçkist, ancak daha fazla sosyalist devrim düşmanıdır.

“Sovyet deneyinin, neticede bir bürokrasi (Nomenklatura) oligarşisine dönüşmesi; sosyalistlerin devrim teorisini de tartışmasına yol açmıştır; hem de ne zaman, daha 30’lu yıllarda! En cahil sosyalist bile, Trotsky’nin sürekli (dünya) devrim teorisi ile, Stalin’in tek ülkede sosyalizm teorisinin birbirinin karşıtı olduğunu bilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan sosyalist devrimlerin bir özelliği, sorunun, yeniden gündeme alınmasına ve tartışılmasına yol açmıştı:

Yeni devrimler, ya (çokluk), anti-emperyalist bir kurtuluş savaşıyla beraber, onun sonucunda gerçekleşiyordu: Yugoslavya, Çin, Vietnam,, hatta Küba gibi… Ya da fiilen SSCB işgali altındaki ülkelerde, sosyalist darbeler yaşanmaktaydı: Macaristan, Çekoslovakya, Romanya vs. gibi… İkincilerin sahici bir devrim olup olmadığı çok tartışılmıştır. (…) Ekim Devrimi’nin de bir manada bolşevik darbesi sayıldığı malumdur, oysa SSCB’nin asıl devrimi, General Denik’in ve Amiral Kolçak’ın -İngilterenin beslediği- Beyaz Ordularına karşı; Leon Trotsky’nin örgütlediği düzenli Krasny Army / Kızılordu’nun zaferinden sonra gerçekleşmişti” 18 . [İLHAN Attila]

Biz Trotskynin Kızılorduya komuta ettiğini biliyorduk, meğer Kızılordu’yu bizzat örgütlemiş! Bu kadar “geçirme”den sonra artık, “hava kuvvetlerinin ve zırhlı birliklerin devreye girmesiyle” ayaklanmaya dayalı devrimlerin geçerliliğini yitirdiğini öğreniyoruz. Ama aslında bunu, böylesi bir tarihsel “bilgi” olmadan Marx’ın kendisinden öğrenebileceğimizi de öğreniyoruz.

Marx “işçilerin bu amaca barışçı yollarla ulaşabileceklerinden” bahsediyormuş. Evet, Marx çeşitli dönemlerde çeşitli yollar araştırıyor. Attila İlhan ise sosyalist devrimin “ayaklanmayla olmayacağını” teyit ediyor.

Attila İlhan reel sosyalizmi istemiyor, leninist örgütü istemiyor, sosyalist devrimi istemiyor… Attila İlhan bir anti-komünist.

Kendine sosyalist diyor.

O, anti-komünist ve milliyetçi bir “sosyalist”.

Bu ülkede Attila İlhan var; bu ülkede böyleleri var.

Şiirlerine değilse bile, siyasetine karşı uyanık olmak gerekiyor.

 

Dipnotlar

  1. İLHAN Attila, Hangi Atatürk içinde, 22 Aralık 1974’te Yeni Ulus’taki makalesinden aktarıyor, Bilgi yay., Dördüncü basım, Temmuz 1999, s.75.
  2. İLHAN A., a.g.e., s.251.
  3. İLHAN A., Sultan Galiyef Avrasya’da dolaşan hayalet, Bilgi yay., Birinci basım, Temmuz 2000, s.82.
  4. İLHAN A., Hangi Atatürk, s.20.
  5. İLHAN A., a.g.e., s.45.
  6. İLHAN A., a.g.e., s.16-17.
  7. İLHAN A., Sultan Galiyef Avrasya’da dolaşan hayalet, s.81-82.
  8. İLHAN A., “Önce Türkiye!..”, Cumhuriyet, 30 Ocak 1998.
  9. İLHAN A., “Avrasya’da dolaşan hayalet: Galiyef!”, Cumhuriyet, 24 Aralık 1997.
  10. İLHAN A., “Sıçan sidiği denize fayda”,Cumhuriyet, 15 Aralık 1997.
  11. İLHAN A., “Metod’da birleşmek ‘ulusal model’ yaratmak”, Cumhuriyet, 17 Kasım 1997.
  12. İLHAN A., “Şu proletarya diktatörlüğü”, Cumhuriyet, 10 Aralık 1997.
  13. İLHAN A., “Gorbaçof’un ‘gerekçesi’”, Cumhuriyet, 19 Ocak 1998.
  14. İLHAN A., a.g.m.
  15. İLHAN A., Sağım solum sobe, Bilgi yay., İkinci basım, Mart 2000, s.47-48.
  16. İLHAN A., a.g.e., s.240.
  17. İLHAN A., “Asıl sorun örgütlenme”, Cumhuriyet, 24 Kasım 1997.
  18. İLHAN A.,, “Nasıl bir devrim”, Cumhuriyet, 12 Aralık 1997.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×