Gencecik bir heyecanı hiç yitirmemek: Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!
Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar
Öncelikle, Yunanistan Komünist Partisi’ne, ülkemizden çıkan, ama hepimize, bütün dünya halklarına ait bir değer olan, büyük şair Nâzım Hikmet’i konu edinen bu etkinlik dizisini hazırladıkları için teşekkür ederek başlamalıyım. Bize de burada bulunma fırsatı tanıma inceliğini göstermiş olmaları vesilesiyle, Türkiyeli yoldaşlarınızın içten selamlarını ve dayanışma duygularını iletmeliyim.
Bu etkinliğin, ölümünün 52’nci yılında bir şairi anmanın çok ötesinde bir anlam taşıdığının farkında ve bilincindeyiz. Komünist Parti olarak her yıl yaptığımız gibi, birkaç gün önce de Türkiye’de düzenlediğimiz benzer bir anmayla aynı amaçta buluştuğumuzu görüyoruz. Kardeş partimizin buradaki Nâzım Hikmet etkinliğinin de, ortak bir ihtiyacı karşılamaya yönelik olduğunu biliyoruz.
Söz konusu olan, kapitalizmin, gericiliğin ve liberalizmin ağır kuşatması altındaki günümüz dünyasında, Nâzım Hikmet gibi, Yannis Ritsos gibi, Neruda, Brecht, Aragon ve daha niceleri gibi, tarihimizin ve mücadelemizin ışığı olan sanatçı aydınlara, şimdi çok daha derinden duyduğumuz ihtiyaçtır.
Burada sadece bir şairi anmıyoruz. İnsanlığın sınıfsız bir topluma doğru yürüyüşünün yarattığı birikimden bir parçayı, bugünün ve geleceğin kuşaklarına örnek olarak sunuyoruz. Aynı zamanda, genç sanatçılara bir model öneriyoruz. Yüzümüzü geçmişe değil, geleceğe dönüyoruz ve geleceğimize baktığımızda da Nâzım Hikmet’leri görüyoruz.
Şimdi, izninizle, çoğunuzun bildiği bazı biyografik notları kısaca aktarmak, sonrasında Nâzım Hikmet’lere neden ihtiyacımız olduğuna bu biyografinin tanıklığında değinmek istiyorum.
1902’de, Selanik’te bir bebek dünyaya geliyor. O zamanlar, bir soyadı yok Türkiye’de yaşayanların. Dedesinden Nâzım adını alıyor, babasından Hikmet’i. Nâzım, Türkçede birkaç anlama geliyor ki, bunlardan biri, duygu ve düşüncelerini dizeler halinde dile getirmek demek. Hikmet, bilgelik ve kudret anlamına geliyor. Yıllar sonra, kendisine neden Ran soyadını aldığı konusunda çeşitli söylentiler varsa da, hepsi bir kelime oyununa dayandığından, korkarım bu konuyu geçmek zorundayım.
Daha kundaktayken, dışişleri memuru olan ama padişahlığın baskılarından kurtuluşu Halep’e göçmekte bulan bir babanın, orada vali olan ama “hürriyetçi” kimliği nedeniyle oradan oraya sürgün edilip duran dedenin kucağında tanışıyor Nâzım, kurulu düzenle uyumlu olamamayla ve bunun bedelini göze almayla.
Sürgünler ve geçim derdi nedeniyle göçler arasında, İstanbul’un Kadıköy semtine geldiklerinde, küçük Nâzım’ın düşlerinde camdan teyyareler (uçaklar), sarı defterinde şiirler, ellerinde resim boyaları vardır. Gezdikleri her yerden, insan manzaraları toplamıştır zihnine. Okuldan her yıl “aferin belgesi” alarak 11 yaşına bastığında, yazdığı ilk şiiri “Feryâd-ı Vatan” (Vatanın Çığlığı) olan bir çocuktur. İnsanların çığlığının vatanın çığlığı olduğunu anlamış, ortalığı kaplayan dumandan kurtuluş ümidini halka ve aydınlara, gençlere bağlamıştır.
Ve dumanın yoğunlaşması, çığlıkların artması, yani Birinci Dünya Savaşı gelir çatar. Dayısının, Çanakkale’de İngiliz emperyalizmince öldürüldüğünün bilincine varışla şekillenen şiirlerinde, doğal olarak milliyetçiliğin ve dinsel kavramların etkisi görülür.
Doğal olarak dedik, çünkü büyüdüğü yıllar, bir imparatorluğun çöküşüne, halkın korkunç sefaletine, emperyalistlerin dünyayı paylaşırken kendi ülkesini de bir pay olarak görmesine isyanı, kuşkusuz yine doğup büyüdüğü koşulların bilinciyle sınırlı olacaktı.
Gene de Nâzım’ın Nâzım olacağını gösteren ipuçları, ilk şiirlerinde bile görülür. Bunlardan birincisi, kullandığı şiir tekniğine yabancılaşmasıdır. Etkisi altında kaldığı şairlerin hece ölçüsüyle yazdığı, bunun şiirin tek biçimi olarak bilindiği bir dönem, aynı zamanda içeriğin de heceye, kafiyeye dayalı güzel sözlerin, aşkla, gülle, bülbülle dolu olduğu dönemdir. Nâzım önce içerik olarak ayrılır bu gelenekten. Yunus Emre’nin duru diliyle, Pir Sultan Abdal’ın kavgacılığıyla, Tevfik Fikret’in toplumcu değilse de toplumsal şiiriyle buluşur içerikte. Ülkesinin, halkının sorunlarını alır dizelerine.
İkincisi, milliyetçiliği, antiemperyalist bilinçle bir aradadır, milletinin esir edilmesine karşı koyuşun ifadesidir.
Üçüncüsü, o dönem her çocuğun, bütün Osmanlı topraklarında olduğu gibi, dinsel eğitime, halifenin buyruklarına göre yaşayan bir halkın dinsel ve siyasal iktidarı aynı otoritenin temsil ettiğine inanmış bireylerindendir. Ama önce bu kavram sarsılmıştır Nâzım’ın beyninde. 17 yaşında yazdığı “Kara Kuvvet” şiirinde, gericiliğin, toplumun içine düştüğü durumdaki payını anlamış, siyasetle din arasındaki bağı kurmuştur.
Artık ona, hece ölçüsü tekniği de, bu tekniğin içi boş içeriği de yetmemektedir. İçeriğin biçimi belirlediği yeni arayışlara girer, kuralları, sınırları tanımaz olur. Bir masaldan esinlenen “Kırk Haramiler” adlı şiiri, emperyalizmle mücadeleyi işlerken, hece ölçüsüyle yazdığı ve bu tekniğin bu içeriği taşıyamayacağını gördüğü şiirdir. “Meşin Kaplı Kitap” şiiri ise, yeni teknik arayışların ve dinsel dogmalara net olarak vedasının şiiridir. Nâzım Hikmet şiiri olgunlaşmaktadır, arayış içindedir.
“Ay battı güneş doğdu
Kalbimde ateş doğdu.
Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye ebedi bir uykuya
Attım kör bir kuyuya…”
Kutsal kitapları kuyuya atmıştır, çünkü, “çalışan esirlere”, peygamberler biraz tütsüden başka bir şey vermemiştir ve hakkını almak, insanın mücadelesiyle mümkündür.
Yıl 1920. İstanbul işgal altında. Umut Anadolu’da örgütleniyor. Bir veda şiiri bırakıyor babasına: “Sana sus derlerken… Haykır!.. ey gençlik” diye biten bir şiir. Ve haykırmaya giden bir genç. Anadolu’da emperyalist işgale karşı örgütlenenlere, Kuva-yi Milliye’ye (Milli Kuvvetler) silah ve cephane kaçıran bir örgüt eliyle İnebolu’ya gider. Farklı bir dünyayla tanışma zamanıdır bu. Sosyalistlerle, materyalist felsefeyle, sınıf mücadelesi kavramıyla karşılaşır. 1921’de Bolu’da sevilen bir ilkokul öğretmenidir, aynı zamanda sürekli izlenen bir tehlikeli aydındır. Şiir, tarih, felsefeyle dolu dünyasında, adını ilk kez duyduğu Mustafa Suphi’lerin, antiemperyalist mücadeleye katılmak üzere Türkiye’ye gelen Türkiye Komünist Partisi kurucu ve önder kadrolarının katledildiği haberini aldığında, kafasında uyanan sorular ve bulduğu yanıtlar vardır. Göğsünde 15 yara, kalbi çarparak Rusya yoluna düşer. 1917 Ekim Devrimi’yle, dünyanın ve insanlığın ufkunu değiştiren, başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteren ülkeye.
Doğu Halkları Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) siyasal bilimler öğrencisidir 19 yaşında…
“Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım / Sana anam gibi hürmet ediyorum / edeceğim/ Senin ilk arşınladığın yoldan gidiyorum / gideceğim / Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım….”
Sonrasında, hep 19 yaşında kalacaktır. Lenin’in ölüsü başında nöbetçiyken, yıl daha 1924’ken, “Kalbe bir bıçak gibi giren hâtıraların / dilsiz olduklarını anlıyorum / Kar yağıyor / ve ben hatırlıyorum” diyecek kadar büyümüş, çok şeyler yaşamış bir genç adam. 19 yaşına, “köpüklü şahlanışların dönüm yeri” demesi, bundandır…
Artık Nâzım Hikmet, dönüm yerindedir. Dünya görüşü netleşmiştir, girdiği saf netleşmiştir. Bunu sanat anlayışının netleşmesi izleyecektir. 1921’de yazdığı “Orkestra” şiirinde, “üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz”ın kendisine yetmediğini söylerken, bunun nedenini de açıklar. Sanat, kitleleri ileri taşımalı, toplumsal dönüşümlerin sorumluluğunu üstlenmelidir. Sanat, bu işlevin aracıdır.
Sanatı, siyasal mücadelenin aracı olarak gören anlayış, sanatçının özgürlüğünü kısıtlamaz mı? Onu güdümlü hale getirmez mi? Sanatını kısırlaştırmaz mı? Tam tersine diye yanıtlar Nâzım. Gerçek sanat eserleri, ancak bu bağlanmayla mümkündür!
Biyografisini, bundan sonra, bu anlayışı hayata geçiren birinin öyküsü olarak takip edebiliriz.
1925 yılında memleketindedir yine. 19 yaşının namusunu korumaktan, 15 yıl zindan hükmü verilmiş bir kaçaktır. Bu hükümden kaçmaz, bir siyasal tavır alıştır yeniden memleketinden kopuşu. “Burjuvanın tokadına yüzümü uzatamam!” demiştir ve karlı kayın ormanlarından geçer gider, 25 kilometreden pırıl pırıldır Moskova.
Yaşamı ve şiiri iç içedir demiştik. Nâzım’ı şiirlerinde, oyunlarında, makalelerinde felsefenin, toplumbilimin kavramlarını işleme, katkıda bulunma çabasında görürüz bu yıllar. Örneğin, “Berkley” şiirinde materyalizmi, “Gorki’ye Açık Mektup”ta devrimlerin diyalektiğini işlemesi gibi, dünya görüşünün teorik arka planını konu edinir.
1928. Genel afla yeniden memleketine dönme olanağı bulur, ama memleketinin hapishaneleri de yolunu gözlemektedir.
Yattığı hapisleri sıralamayalım. “Bazen dışarıda olurdu” diyelim, daha doğru olur. Bu da, bütün bu eserleri, esaret koşullarında, sürgünde, büyük baskılar altında ürettiği parantezi olsun ve eğer Nâzım’ı anlamak istiyorsak, aklımızda bulunsun. Ama o, çektiği çilelerin dile getirilmesine çok kızardı, bunları bir madalya gibi taşıyanlardan nefret ederdi, o yüzden, bu parantez aramızda kalsın.
Gene de, bunun neden böyle olduğuna ilişkin bir not düşelim. Kurtuluş Savaşı sırasında da, Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında da, Kemalistlerin ve kurucu kadronun ikili karakterini anlamak lazım.
Bu evrelerde Sovyetler Birliği’nden büyük destek görmüş, yakın ilişkiye girmiş bir iktidardan söz ediyoruz. Sovyetler Birliği’nin bu antiemperyalist mücadeleyle kurulan ve eski sistemi yıkan genç cumhuriyete bakışı, sınıfsal niteliğini bilmekle birlikte, halkçı, aydınlanmacı, laik, bağımsızlıkçı yönlerini desteklemekti. Böyle bir yeni cumhuriyet, Sovyetler Birliği’nin nesnel müttefiki görülebilirdi.
Ama aynı iktidarda, Sovyetler Birliği’yle bu yakın temasın doğurabileceği sakıncalar konusunda endişeler de vardı. Yine sınıfsal niteliği gereği, sosyalizmin, Bolşevizm’in ülkede yükselen prestiji ve bir seçenek olarak ortada durması, tedirgin ediyordu. Dolayısıyla, içeride emekçilere ve sola müthiş bir baskı da aynı dönemin özelliğiydi. Hapisler, soruşturmalar, yasaklar, dönemin komünistlerinin ve emekçi önderlerinin hayatının ayrılmaz parçasıydı.
Cumhuriyet’in tarihsel açıdan bir ilerleme olduğu olgusu, komünistlerin uğradığı baskıların ikinci planda kalmasına yol açabiliyordu. Sosyalizmin halk içinde yaygınlaşmasının önemli bir unsuru olan, şiiriyle tanınır hale gelmiş ve büyük prestij sahibi Nâzım Hikmet’in susturulması önemliydi ve Nâzım bunun bedelini ödüyordu… Bu, Cumhuriyet’in ilerici barutunun tükendiği, çok partili rejime geçildiği, cumhuriyet karşıtlığını, gericiliği ve Amerikancılığı temsil eden Demokrat Parti iktidarının kurulduğu süreçte de devam etti.
Devam edelim…
Sonra, 1929 gelir, o yine 19 yaşındayken. İlk şiir kitabı, “835 Satır” yayınlanır. Edebiyat, şiir, siyaset bu andan itibaren eskisi gibi olamayacaktır. Nâzım’ın şiiri, ülkeyi kuşatır. Hele o türkü! O toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! Topraktan, ateşten, sudan, demirden doğanların… Ölülerinin matemini tutmaya vakti olmayanların… “Güneşi zaptedeceğiz” diyenlerin türküsü… Hemen arkasından, KUTV’dan arkadaşı, Çinli devrimci, Si-Ya-U’nun anısına yazdığı destanın kitaplaşması: “Jokond ile Sİ-YA-U”.
Bundan böyle, Türkiye, dünya şiirine en kıymetli evladını armağan etmiştir. Artık şiir tarihi çalışmaları, onun adı geçmeden yazılamayacaktır.
19 yaşındadır Nâzım, artık tepeden tırnağa bir kavga olarak geçen ömrü boyunca. Şiirler yazacak, oyunlar, makaleler, senaryolar yazacak, putları devirecek, dışarıdan çok içeride kalacak, hep ama hep halkın safında olmanın gençliğini yaşayacaktır.
Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,
Nâzım Hikmet, dünya görüşü, ideolojisi, siyasal mücadelesi ve halka adanmışlığı ile şiirinin büyüklüğü birbirini tamamlayan bir şairdir. Şiirinin gücünü, can düşmanlarına bile kabul ettirmiş bir şairin öyküsünde, hem bir aydın, sanatçı olarak, hem o şiirleri yazabilmesine yol açan seçimleri açısından, bugün ihtiyaç duyduğumuz adanmışlık noktasına ağırlık vermeyi önemsiyorum daha çok. Çünkü bu olmadan, Nâzım eksik kalır demeyeceğim, Nâzım kalmaz.
Kellesini kurtarıp ünlem ve soru işaretlerinden, bir büyük kavgada açık ve endişesiz girmiştir safına Nâzım. Onun, Türkiye Komünist Partisi vardır. Çocuğunu bile emanet edeceği partisi. Topraktan öğrenip kitapsız bilen köylüsü vardır. Karabük’te çelik döken, Bursa’da havlu dokuyan işçisi vardır.
Dünyanın dört bir yanında, aynı ekmek, aynı özgürlük için dövüştüğü, yüzünü görmediği dostları vardır. Madrid kapısında onun için dimdik duran, kar altındaki nöbetçiye, yün çorapla karşılık verecektir.
Dünyanın dört bir yanında düşmanları vardır. Gizenga’yı öldüreceklerdir, Taranta Babu’yu öldüreceklerdir. O da, sermayenin, emperyalizmin kanına susamışlığını açıkça söyler.
Ülkesi vardır, canından çok sevdiği. Ülkeleri vardır, ülkesinin yarınını bugünden yaşayan vatandaşlarından olduğu. Aşkları vardır aşkları. İnsanlığını ilan edişidir…
Böyle bir saf tutuşun şiiriyle büyüdükçe büyüyen bir Nâzım Hikmet’in hep 19 yaşında kalmışlığının sırrını açıklar belki de, taşların, denizin, insanın gözündeki kederi, ansızın sevinmeyi, yağmuru, hapiste yatmayı, ulaşılmazları, hasretleri sevmesine şükreden dizeleri.
Tarihleri sıralayabilir, yolculuklarını, yazdıklarını, mahpusluklarını, sevdalarını kronolojiye dökebilirsiniz. Sonuç, 19 yaşında bir komünistin kavgası, bu seçimin bedelini ödemekten kaçmaması ve şiire vurulan bir damgadır.
Burada, özel bir yapıtından söz açmak zorundayım. Bu etkinliğin hazırlığı sırasında görüştüğüm yoldaşlardan, Nâzım Hikmet’in bence başyapıtı, şiirinin doruğu olan “Memleketimden İnsan Manzaraları”nın Yunanistan’da pek bilinmediğini, çevirisinin olmadığını öğrendim. Bu yapıt, tek tek insanların öyküleriyle, ulaşılması zor bir ustalıkla anlatılmış 20. yüzyıl tarihi olarak, olağanüstü önemdedir. İçeriğiyle, kullanılan değişik şiir ve düzyazı teknikleriyle, 1939’da başlayan ve ancak 1960’larda yayınlanabilir olan yazılış macerasıyla, başına gelen felaketlerle ve elimize ancak 3’te 1’inden azının geçebildiği haliyle bile, ayrı bir sempozyum konusudur.
Adı “Memleketimden” diye başlar, ama dünyadır Nâzım’ın memleketi ve bütün insanlıktır manzaralarını anlattığı insan. Önce “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” diye başladığı, işçileri, köylüleri, yoksulları öykülediği, Türkiye’nin kurtuluş savaşından ve Cumhuriyet döneminden portreler çizdiği bir çalışma olarak tasarlamışken, faşizmin Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine sosyalizmin kazanacağına inançla 20. yüzyıl tarihine çevirmeye karar verdiği bir destandır.
Konuşmalar öncesinde arkadaşlarımızın sahnelediği “Tanya”nın da küçük bir bölümü olduğu bu yapıtı sizlerle buluşturmak borcumuz olsun.
Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,
3 Haziran 1963’te, 61 yıl yaşayan, ama hep yaşadığı gibi 19 yaşında, gencecik bir heyecanı hiç yitirmeden ölen Nâzım’ın biyografik öyküsü olarak pek yetersizdir bu aktardıklarım.
Örneğin, o bir detayı anlatmamızı isteyebilirdi, karşılaştığında nefesini kesen bir gazeteyi uzatıp.
1924 yılının “Pravda”sı! Orada bir haber olarak yer almanız nasıl bir duygudur, bir düşünün. Nâzım, uzun yıllar sonra, o yılın koleksiyonunu gözden geçirirken, 12 Mart tarihli sayısında rastlamış, bu gazetede adının geçtiğine. KUTV öğrencilerinin düzenlediği Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anma gecesinde oynanan piyesin yazarı olarak. Bu unutulmuş haberi yeniden görünce yaşadığı yürek çırpıntısından çıkarıyor, yayınlandığı zaman okuduğunda yaşadığı sevinci.
Piyes yazarı. İlk olarak böyle anılmış orada işte… Ömrü boyunca etkisi altında kaldığı tiyatroda, üçüncü sınıf bir dram yazarından öteye geçemediğini de söylüyor. Kendisine haksızlığını düzeltmek bize düşmez, ama buradan yola çıkarak bir şeyler söyleyebiliriz.
İstanbul’da kurulan ilk konservatuvar kurumu olan Darülbedayi Tiyatrosu’nun baş aktristi Eliza Binemeciyan’ı bir oyunda seyredip sırılsıklam âşık olunca, onu, kendi yazdığı piyeste oyuncu, kendisini yazar locasında onu izleyen konumunda hayal ederek kaleme almış ilk denemesini. Henüz 18 yaşındaki yazar da, “koca şair” olarak sahnede temsil ediliyormuş. “İmkânsız aşk”ı ve perde inince oyunun biteceğini kavramışlığı temsilen, “koca şair”lik rolünü üstlenmiş kafasında.
Şiir külliyatından pek de geri kalmayacak bu alandaki üretkenliği, oyun yazmaktaki ısrarının, topluma, sorunları, düşüncelerini daha doğrudan iletmeye yönelik bir çabanın, şiirin yetmediği yerlerde devreye girdiği açık. Eliza’yı şiiriyle değil, onun içinde yer alabileceği bir çalışmayla etkileyebileceğini düşünmesi gibi. Hiç değilse, birkaç saatliğine, hiç değilse oyun bitene, Eliza kendi hayatına dönene kadar, aklının hünerini, onu kanlı canlı karşısında görerek sergileyebilecektir. Örgütlenmedir bu!
Bu kısmı, hoş bir anekdot olsun, onu oyun yazmaya iten bir anısı bizi biraz gülümsetsin diye aktarmadım aslında. “Örgütlenmedir bu” dememin bir anlamı var.
Nasıl ki Eliza’yla buluşmanın, kendisi “koca şair” olup ona da yazdığı oyunda başrol vermesiyle mümkün olacağını düşünmüştür, şiiriyle, oyunuyla siyaseti arasında da bu diyalektik vardır. O çocukluk aşkı geçip gitmiştir. Ama asıl aşkı, bütün yaşamı boyunca sürmüştür. İşçi sınıfına, halka duyduğu aşk. Ve kendisini asla “koca şair”in locasına çekmediyse, hep sahne tozu içinde yer aldıysa da, yapıtlarında başrolü hep halka vermiş, onunla temas kurmayı böyle sağlamıştır. İşçileri anlatmak, ön plana çıkarmak için yazmıştır, kahramanları hep onlardır, halktır. Onların yer alabileceği destanlar yazmıştır. Bütün bir tarih boyunca ve dünyanın her köşesinden insan manzaraları çizmiştir. Evet, örgütlenmedir bu!
Ve tiyatrodan etkilendiğini söylediği öğelerdir, asıl önemli olan, eğer bu açıdan bakarsak. Şiirine, hayatına, komünist kimliğine damgasını vuran şeyin ipucu buradadır.
Eğer tiyatrodan sayılırsa, önce, sünnet düğününde gördüğü Karagöz’ü anımsamaktadır. Ama, herhalde o zamanlar deve derisi orijinaline uygun üretilmiş figürleri, onların renkli yansımalarını değil. Karagöz’le Hacivat’ın güldüren atışmalarını değil. Aklında kalan, ışık kaynağının önünden perdeye vuran ve o figürleri oynatan ince sopalardır. Zihninde yer eden, o sopaları tutan ellerdir.
Aynı düğünde, yine tiyatrodan sayılırsa, meddah da izler. Ondan da aklında kalan, yüzü, jesti, mimiği, taklidi, havlusu, sopası, hikâyesi değildir. Sesidir.
Sopalar, sopayı tutan eller ve ses. Onlar olmasa, ne perdeye yansıyacak, ne anlatılanı duyuracak bir gücü var sahne önünün, sahnelenen hikâyenin. Asıl yaratıcı, arka planda kalmış olandır.
Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı’nın bitiminde yer alan “Milli Gurur” yazısının son sözleri de bu kapsamdadır: Boyaları kahraman tablolar lazım bize demiştir… Ressamı, tuvali, fırçası, paleti, paspartusu değildir, bir kahramanlık tablosunu ortaya çıkaran. Ona rengini veren boyaların kahramanlığıdır.
Sopa. Ses. Boya. Hamurunu böyle yoğurduğu için, bugün andığımız bir ortak gurur bayrağımız var. Daima ihmal edileni, göz almayanı, öne çıkmayanı, ama her şeyi var edeni gözeten bir kimliğin kalıcılığıdır Nâzım Hikmet. Gösterişin, kibirin büyüsüne kapılmadan, gerçekle el ele veren bir kimlik.
İkinci vatanı olarak gördüğü, hatta, vatan, en yoğun duyguların yaşandığı yer olarak kabul edilirse, devrim sevincini, Lenin’in acısını yaşadığı yer olarak ön sıraya alacağı Sovyetler Birliği’nde, sayılan bir konukken bile, eleştirel bakışını yitirmez. “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” oyununda Petrof karakterinin, “içindeki şeytan” İvan İvanoviç’in, Hasırşapkalı karakterinde çıkarını kollayan entelektüelin karşısına, Kasketli adını verdiği emekçiyle çıkmıştır.
Tiyatrodan aklında sopalar ve tutan eller, meddahtan ses, tablodan boya kalan bir devrimcinin, tarih sahnesinde sadece Kasketli’yi, halkı esas alması, her şeye onun gözleriyle bakmasıdır esas olan. Atılan her adımda, gelinen her aşamada, kime hesap vereceğini, kime borçlu olduğunu hiç unutmamıştır Nâzım. O işçinin, halkın adamıdır sadece.
Gemide güvertede, trende üçüncü mevkide, şosede yayan yolculuk yapanların; sekizinde işe giden, yirmisinde evlenen, kırkında ölenlerin; ekmeğe, pirince, şekere, kumaşa, kitaba hasret kalanların; toprağında gölge, sokağında fener, penceresinde cam olmayanların şairidir. “Büyük insanlığın umudu”nu, o insanlığın, o sınıfın safında verdiği kavganın içinde dile getirendir…
O, sopadır, sopayı tutan eldir, boyadır, kaskettir, sestir. Bunların şairidir.
Bu yüzden, “iyi bir şair, üretken oyun yazarı” demek, Nâzım’ı bununla sınırlamak, onu hiç anlamamaktan daha kötü bir şeydir. Onu sıradanlaştırmaktır. Ve bugün, artık yeryüzünde sadece kapitalizmin hüküm süreceğini zannedenlerin, yapmadıkları zulmü bırakmadıkları, ülkesine hasret ölmesine sebep oldukları Nâzım’dan söz eder oluşları bundandır. Tehlikesiz bir noktaya geldiğini ve artık şiirinin gücünün kendileri tarafından da kullanılabileceğini hayal etmelerindendir.
Ülkemizin edebiyat tarihinde yer tutan bir yazar, Halide Edip geliyor burada insanın aklına hemen. “Nâzım büyük şair” diyordu Edip, “hatta, dâhi denilebilir, ama ah, bir de ideolojisi olmasa!” Şimdikiler gibi yani. Ama, Edip zamanında, Nâzım fizik olarak da yaşıyordu ve ağzının payını vermişti:
“Hem içerledim, hem sevindim. Sonra, ve belki hepsinden önce, ‘ideoloji’ meselesine güldüm. Hey sersem bayan, dedim, ben dâhi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârlarınız yoksa, ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra içerik olamayacak kadar iflas etmiş olmasından gelir.”
Var mı ötesi!
Nâzım Hikmet, herkesin şairi değil. O, kendisini bize verdi. Kendisini “Tepeden tırnağa kavga” olarak tanımlayan, “bağır bağır bağıran”, “kavgaya koşun” diye çağıran bir şairi, komünistler kimseyle paylaşmayacak!
Bunu açık açık söylemiştir Nâzım. Yine önemli şairlerimizden Cahit Sıtkı Tarancı, “Yeşil Bursa’da konuk bir garip kuş” diye başlayan, Bursa Hapishanesi’ndeki Nâzım’a “acıyan” ve merhamet isteyen bir şiir yazdığında, yanıtı şöyle olmuştu: “Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar.” Dışarıdaki zincirli tutsaklığa karşı, içerideki zincirini kırmış özgürlük! Çünkü, “en yüksek mertebeye ermiş yatar” içerideki. Ne midir o mertebe? Biliyorsunuz, ama gene de açıklamayı konuşmanın sonuna sakladım.
Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,
İşte Nâzım Hikmet gerçeği budur. İdeolojilerden arınmış dünya balonunu patlatan iğnedir o. Boydan boya devrime, partiye, emekçilere adanmış bir ömür ve o ömürden doğan dizeler…
Ama, o büyük şairi sevenlerin, dizelerinden haz alanların yapması gerekenler de var. Nâzım’ı sevmek, zordur. Koklanan bir çiçekten öte, okşanan bir kadifeden öte bir şeydir o. Bir davanın insanı olmaktır Nâzım’ı sevmek. Şiir estetiğini, neyin emrine sunduğunu anlamaktır. “Büyük şair” olmayı, “güçlü dizeler” yazmayı ikinci planda tutabilmenin ve “işini iyi yapmayı”, safında yer aldığı sınıfa karşı bir görev olarak kabul etmenin derinliğine varmaktır. “Nâzım’a evet, mücadeleye hayır” seçeneğini, iptal etmiştir…
Nâzım Hikmet’i anıyoruz… “Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime” diyordu. Çok memnunuz dünyaya geldiğine.
“Uyumak şimdi, uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim”… Reddettiği bir talepti bu. Yüzyılından korkmuyordu, kaçak değildi. Yüzyılı sefildi, yüz kızartıcıydı. Cesur, büyük ve kahramandı yüzyılı. Ona yetiyordu, yirminci yüzyılda olduğu safta olmak, bizim tarafta olmak ve dövüşmek yeni bir dünya için…
Nâzım’ın yüzyılının sefilliği, yüz kızartıcılığı, bugün 21. yüzyılda hüküm sürüyor. Cesur, büyük ve kahraman yönü o yüzyılın, elbet buna bir yanıt verecektir…
İşte, konuşmamın başında söylediğim ihtiyaç, bu yanıtı verebilmemiz içindir. Nâzım’ın neyine ihtiyaç duyuyoruz? Neyinin aşılamadığından bahsediyoruz? Hangi somut modeli sunuyor bize?
Diyor ki bir yazısında, “dünün şarkısını söylemek, bugünün ve yarının türküsünü söylemekten çok daha kolaydır. Neden mi? Yarının türküsüne kulaklar daha alışmamıştır, bugünün türküsüne alışmak üzeredir. Dünkü ise ezbere bilinir. Bilinen bir şarkıyı söyleyerek ‘yüreklere’ girmek elbette yeni işitilmeye başlayan, yeni işitilecek olan türküleri ‘alışılmış’ kılmaktan çok kolay bir iştir. Ve bizim genç şairler, bu kolaylığı da anlayacak kadar kurnazlık gösteriyorlar. Fakat ne yaparsın ki, sanat kurnazlık değildir.”
Nâzım’daki, şiir, sanat kelimelerini politika kelimesiyle değiştirdiğiniz anda, elde edeceğiniz sonuç olsa gerek, onu her anmanın bir mücadele çağrısına denk gelmesinin, bir model oluşunun ardında yatan. İhtiyaç. Yarının türkülerini söyleyenlere duyulan ihtiyaç.
Yarının türküsü… Tarihin iyi ile kötü arasındaki değil, eski ile yeni arasındaki çatışma olduğunun zihinlerden silindiği zamanlarda duyulan ihtiyaç.
Bu ihtiyacı her duyduğunuzda, aklınıza her Nâzım adı gelişinde, bir şeyi daha hatırlayın. Hani, sonra söyleyelim demiştik, hapiste yatarken en yüce mertebede olduğunu ifade eden Nâzım, ne demişti? Neydi onun için en yüce mertebe?
Evet: “Sevdalınız, komünisttir!”
Değerli dostlar, sevgili yoldaşlar,
Sabrınız için teşekkür ederim. Komünist sevdalımızı anma etkinliğinde bizleri buluşturan Yunanistan Komünist Partisi’ne, Merkez Komite’ye, teşekkür ederim.
Çok yaşa, çoğalarak yaşa Nâzım Hikmet!
Yaşasın sosyalizm!