Komün sadece tarih mi?
Bundan tam yüz elli yıl önce, 1871’de, Fransa’da nesnel koşullar elverişli olmasa da tarih, işçi sınıfının önüne ülkesini korumak için kendisini iktidara taşıma zorunluluğunu koydu. Birkaç darbe taraflısı dışında kimse işçi sınıfı adına iktidarı istemiyordu. Ama imparatorluğa son veren burjuvazi cumhuriyeti üçüncü kez ilan ettiğinde bunu hemen bir teslim anlaşmasıyla taçlandırdı ve bu ağır teslimiyet anlaşmasının dışında sadece Paris ve topları kaldı.
Yalnızca, işçilerin genç dünya partisi Birinci Enternasyonal’in çağrısıyla yeniden seçilmiş olan Ulusal Muhafız Merkez Komitesi teslim olmadı. Toplar, Komün’ün en meşhur aletleri ise zaten Paris emekçilerinin dişinden tırnağından arttırdıklarından toplanan paralarla alınmıştı. Bu toplar o kadar Paris işçilerinindi ki Bismarck bile teslim anlaşmasında onların dışarıda tutulmasına itiraz edememişti.
Bütün ülke teslim alındı, Paris kuşatıldı. Üçüncü Cumhuriyet’in en önemli adamı, burjuva devriminin “en radikal” temsilcisi Thiers, Paris’in toplarına göz dikti. Paris kadınları toplarına ve aynı anlama gelmek üzere Paris’e ve Fransa’ya sahip çıktı. Topları almaya gelen 1848 katili iki general kendi askerlerinin kurşunuyla canlarını verdiler. Paris işçileri de iktidarı aldı.
Böylece Marx’ın deyişiyle, “İmparatorluğun doğrudan antitezi, Komün oldu.”[1]
Bu yazı 72 gün süren ve iyimser tahminle bile 20 bin kişinin öldürülmesiyle bastırılan işçi sınıfının bu ilk iktidarının anlatımı olmayacak. Konunun bu tarafına sadece gerektiği kadarıyla değinilecek. Çünkü hem Komün, hakkında pek çok ve önemli kitabın artık rahatça bulunduğu bir başlık hem de tarihi dönemeçlere asıl bugün için bakmak ihtiyacındayız.
Çünkü bir mücadelenin içindeyiz, çünkü 150 yıl sonra hâlâ ülkemizde ve dünyada işçi sınıfının iktidarını arıyoruz. O zaman öncelikle Lenin’in sözleriyle başlayalım: “Tarihsel ve evrensel planda, ‘Sovyetler iktidarı’ proletarya diktatörlüğünün gelişmesinin ikinci adımı, ya da ikinci evresidir. Paris Komünü, onun ilk adımı idi.”[2] Sosyalizm deneyimleri Sovyetlerle sınırlı kalmadı. Dünyanın birçok yerinde emekçiler iktidarı ele geçirip kendi deneyimlerini oluşturdular ve halen bu deneyimi onurla sürdüren, başta Küba olmak üzere, bir dizi ülke var. Ama Komün bunların “ilk adımıdır”. Bugün bize söyleyecekleri ya da bugün o 72 güne baktığımızda bize düşündürdükleri bu yüzden benzersiz bir değer taşıyor.
Yirmi yıl süren iktidar yıkılır mı?
Ne kadar güncel bir soru değil mi? Komün’ün buna verdiği yanıt ise şöyle: Yıkılır, bal gibi de yıkılır. Yıkılmazsa teslim olur, hem de “düşman” askerine. Çok mu sert? Sert ya da değil, Komün’ün söylediği bu. Buraya biraz bakalım.
Louis Bonaparte 1851’in Aralık ayında bir darbe ile imparatorluğunu ilan ettiğinde üç yıldır cumhurbaşkanıydı. İkinci Cumhuriyet’in ilk ve tek cumhurbaşkanı. Böylece ikinci imparatorluk dönemini başlattı. 1870 yılının Eylül’ünde kılıcını Prusyalılara teslim ettiğinde aşağı yukarı yirmi üç yıldır iktidardaydı ve yirmi yıldır imparatordu. Yerine de hemen onu yirmi üç yıl önce cumhurbaşkanı seçen burjuvazi yeni bir cumhuriyet ilan etti: Üçüncü Cumhuriyet.
Yani burjuvazi kendi eliyle iktidara getirdiği temsilcisi haddini aşarsa geç de olsa, yirmi yıl da beklese, sonunda Cumhuriyetini geri alır. Öyle mi? Üstelik imparator bile olsa bu “tek adam” kendi sonunu kendi hazırlar. O zaman “uhuletle ve suhuletle” bekleyelim. Öyle mi? Evet ama yetmiyor. Buradaki evet, burjuvazinin yanıtıdır yetmeyen ise işçi sınıfının yanıtını çağırıyor.
İmparatorluğun yerini şeklen alan Cumhuriyet, ülkenin işgal karşısındaki durumunu değiştiremiyor. “Geldikleri gibi giderler” demek Paris işçilerine düşüyor. Yukarıdaki alıntı burada önem kazanıyor; imparatorluğun antitezi ancak ve sadece Komün olabiliyor. Sonrasında yenilmesi bir erken doğumun hazin sonucudur. Ama tarihsel yanıt on binlerce can pahasına verilmiştir: İmparatorları işçiler götürür.
Bu sonucun nasıl ortaya çıktığına biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Öncelikle, kapitalizm altında her iktidar, burjuvazinin iktidarıdır. 1848 devrimleriyle tarih sahnesine çıktığını ilan eden işçi sınıfı karşısında burjuvazi bir yandan kapitalizmin gelişmesi için eski toplumsal yapıları yıkarken diğer yandan işçi sınıfının karşısına, kırın gerici sınıflarını çıkarmak yoluna gitti. Bunun yöntemi genel oy oldu. Fransa’da kapitalizm ilerlerken, finans burjuvazisiyle sanayi burjuvazisi rekabeti ağırlaşarak sürerken, işçi sınıfının kızıl bayrağının gölgesi düzenin üzerine düşmüştü. Engels’in sözleriyle “Eğer proletarya henüz Fransa’yı yönetemiyor idiyse, burjuvazi de artık yönetemiyordu.”[3] İşte 2 Aralık 1851’de bir darbe ile ilan edilen imparatorluk böyle bir imparatorluktu. Yanlış anlaşılmasın; işçiler değil ama “halkın çoğunluğu” imparatorlarını çok seviyordu. 8 Mayıs 1870’te, yani yıkılışa aylar kaldığında yapılan halk oylamasında “İmparatorluk rejimi 1852’den bu yana üçüncü kez yedi milyondan fazla oy topluyordu. Büyük kentler cumhuriyetçiler tarafından kazanılmış, küçük merkezler ve kırsal kesimler yerleşik düzene kalmıştı.”[4]
Kentlerdeki başarıda Eylül 1864’te Londra’da kurulan ve Fransız seksiyonu 1865 başlarında örgütlenen Birinci Enternasyonal’in çabaları çok etkili olmuştu ama bu, imparatorun “halk desteğini” geride bırakmaya yetmedi. Tabii bu çabaların karşılığında birçok enternasyonalcinin imparatoru öldürme teşebbüsünde oldukları gerekçesiyle tutuklandıklarını söylemeye bile gerek yok.
Peki, Victor Hugo’nun koyduğu isimle Küçük Napolyon’un gücü nereden geliyordu? Öncelikle burjuvazinin iki kesimi arasındaki çekişmeyi iyi kullanıp bundan yararlanarak geniş yoksul köylü kesimlerinin kredi ihtiyacını karşılamasından ve Napolyon imgesinin hatırlattığı “büyük Fransa” havasından yararlanmayı bilmesinden geliyordu. Bu ikincisi 1815’te Viyana Kongresi ile kurulan Avrupa düzenine karşı çıkmayı, bunun için kıtada ve okyanus ötesinde askeri maceralara girmeyi gerektiriyordu. Napolyon Bonaparte demek dünyaya hükmetmek demekti. Küçük Napolyon ise ülkemize göndermeyle söylersek bir tür “Yeni Napolyonculuk” peşine düştü.
Kırım’dan Serefino’ya, Meksika’dan Çinhindi ve Batı Afrika’ya kadar her meseleye karıştı. Böylece içeride bir yandan modern sanayiyi geliştirip kendi “mezar kazıcılarını” hızla çoğaltmaya devam ederken, bir yandan da kırlara istediği şovenizmi sağladı. Ama en son savaşı, Bismarck’ın Alman Birliği projesine ve Prusya ordusunun gücüne çarptı. İkinci Napolyon İmparatorluğu bitti. Fransız burjuvazisi Paris işçileriyle karşı karşıya kaldı. Bu karşılaşmada Thiers’in en yakın müttefiki Prusya ordusu oldu.
Komün neden yenildi?
Ama Komün yenildi. Bugüne kalan en temel sonuç bu. Değil mi? Aslında değil. Çünkü yenilgi tarih okulunun en iyi öğretmenlerinden birisi, tabii okula devam etmek isteyen öğrenciler için. Yani Komün’ün yenilmiş olmasına değil de öncelikle olmuş olmasına ve ardından yaptıklarına bakıp, yenilgisinin de nedenlerini anlamaya çalışırsak bugün için bize söyleyeceği çok şey var Komün’ün.
İlk söylenmesi gerekeni Marx, Enternasyonal adına kaleme aldığı ikinci çağrıda daha Eylül ayının başında söylemişti: “Yeni hükümeti her yıkma girişimi, düşman hemen hemen Paris kapılarına dayandığı bir sırada, umutsuz bir çılgınlık olacaktır.”[5] Yani Komün erken bir teşebbüstü. O dönemin görevi aynı metinde şöyle tanımlanmıştı: “Onların görevi geçmişi yeniden başlatmak değil, ama geleceği kurmaktır. Kendi öz sınıf örgütlerini kurmaya yöntemli bir biçimde girişmek için, cumhuriyetçi özgürlükten serinkanlılıkla ve korkusuzca yararlanmalıdırlar.”[6]
Eylül’de erken olan Mart’da zorunlu olmuştu. Merkez Komitesi 18 Mart bildirgesinde “Başkent proleterleri (…) yönetici sınıfların güçsüzlük ve döneklikleri ortasında, onlar için kamu işlerinin yönetimini ele alarak durumu kurtarma zamanının gelmiş bulunduğunu anlamışlardır”[7] diye yazıyordu. Marx yenilgiden sonra yazdığı metinde Paris işçilerinin “Tarihsel görevinin tam bilinci içinde ve davranışında ona yaraşır olma kahramanca kararı içinde”[8] hareket ettiklerini belirtti.
Komün’ün erkenliğinin asıl nedeni, elbette sınıfın öncüsünün henüz yeterince şekillenmemiş olmasıydı. Birinci Enternasyonal yeni şekillenmesine rağmen oldukça etkiliydi ama kendi içinde henüz programatik netlik sağlamaktan uzaktı. Bunun ötesinde 28 Mart’ta seçilen Komün’ün bileşiminde Enternasyonalciler azınlıktaydı. 90 kişilik Komün Genel Konseyi’nde 25 işçi bulunuyordu. Çoğunluk burjuva demokratlarından oluşuyordu. 12 Blanqui’ci vardı. Enternasyonal üyelerinin de çok büyük kısmı Proudhon’culardan oluşuyordu. Seçilenler arasında sadece üç delegenin Marx’ın düşüncesinin etkisi altında olduğu söylenebilirdi.
Komün bütün bu “erken” ve “eksik” olma haline göre birçok önemli ve tarihi adım attı: Tüm kamusal görevlere seçimle gelinmesi, seçilenlerin her an geri çağırılabilmeleri ve en fazla ortalama bir işçi ücreti kadar ücret alabilmeleri, sahipleri tarafından terk edilen fabrikaların işçiler tarafından yönetilerek çalışmaya başlaması, asgari ücret uygulaması, fırın işçileri için gece çalışmanın kaldırılması, patronların para cezası kesmesinin yasaklanması, emekli sandıklarının kaldırılması, iş bulma bürolarının yeniden örgütlenmesi, savaşta ölen ya da yaralanan askerlere tazminat ödenmesinde yasal olan-olmayan eş ve çocuk ayrımının ortadan kaldırılması, düzenli ordunun yerini milislerin alması, parasız adalet, borçların ve kiraların ötelenmesi, din ve devlet işlerini tamamen ayrılması, eğitimin tamamen laikleştirilmesi bunların sadece bir kısmı olarak sayılabilir.
Bu tarihsel adımları atan bileşim düşünüldüğünde Engels’in Komün’den 20 yıl sonra bir yıldönümünde yaptığı şu tespitin altını çizmek gerekir:
“Ama asıl şaşılacak şey, blankici ve prudonculardan oluşan Komün tarafından gene de yapılmış bulunan birçok doğru şeydir. Komünün iktisadi buyrultularının sorumluluğunun, şanlı ve daha az şanlı yönleri ile, en başta prudonculara düştüğü kendiliğinden anlaşılır – tıpkı siyasal eylem ve eksikliklerin sorumluluğunun blankicilere düşmesi gibi. Ve her iki durumda da, tarihin ironisi – doktrinerlerin iktidara geçtikleri her zaman olduğu gibi – her iki akım yandaşlarının, kendi okul öğretilerinin onlara buyurduğu şeyin tam tersini yapmalarını gerektirdi.”[9]
Bütün bu özgün şartlara rağmen tarihin ilk işçi iktidarını oluşturan Komüncüler birçok irili ufaklı hatanın yanında iki de dev hata yaptılar ve bu iki hatanın bedelini çok ağır ödediler. Birincisi silahtan ve toptan korkmayanların bankanın kapısının önünde durmalarıdır. Merkez bankasından ancak senet ödeyerek o da çok az bir miktar para alabildikleri halde bankayı ele geçirmeyi düşünmediler bile. Oysa o banka burjuvazi ve onun temsilcileri açısında on binlerce rehineden daha değerliydi. İkinci büyük hata ise Prusyalıların desteğini arkasına alan Versay ordularına karşı verilen savaşı yeterince ciddiye almamaları olarak özetlenebilir.
Yenilgi öğretmenin iyi öğrencileri olan Lenin ve Bolşevikler başka birçok şey yanında bu iki önemli eksiği de çok iyi analiz etmişlerdi. Hem iç savaşa çok ciddi şekilde yaklaştılar hem de 7 Kasım gecesi Kışlık Saray’dan bile önce Merkez Bankası’nı ele geçirdiler. Ve eğer anlatılanlar gerçekse, 73. günün sabahında, Komün’ü bir gün geçtikleri için karların üzerinde dans ederken bunu hak ediyorlardı.
Komüncüler milliyetçi miydi?
Ülkelerine sahip çıkan, yani yurtsever Paris işçileri kesinlikle enternasyonalist idiler. Alman askerlerinin kuşatması altındayken kurdukları hükümete bir Alman işçisini çalışma bakanı yaptılar. Savunma düzenlerini neredeyse tamamen Polonyalı devrimci askerlere bıraktılar. Fransız burjuvazisinin milliyetçileri ülkelerini işgal eden Alman burjuvazisiyle birlikte Fransız işçilerini tepelemeye çalışırken Fransa’yı korumak Alman ve Polonyalı işçilerle kol kola vermiş Komüncü işçilere kaldı. Ve Bismarck’ın Alman Birliğini Versailles’da ilan edişinden günler sonra bunun kutlama partisi Thiers tarafından komün duvarı önünde binlerce komünarı makineli tüfeklerle kurşuna dizerek yapıldı. Fransız milliyetçiliğiyle Alman milliyetçiliği el ele Fransız ve Alman işçilerine karşı. Komün bunun ispatıdır.
Ne yazık ki bu önemli deneyim tarihin bundan sonraki dönemeçlerinde, bu ülkelerin burjuvaları birbirlerini boğazlamaya karar verince yeniden hatırlanmadı. Lenin ve arkadaşları İkinci Enternasyonal’de emperyalist savaşı önlemek için mücadele ederken başka şeylerle birlikte bu deneyime de yaslanıyorlardı ama karşılarında artık sınıf uzlaşmacısı olan “işçi sınıfı temsilcileri” bulunmaktaydı.
Bu dersleri emperyalizm teorisiyle birleştiren Bolşevikler insanlığın en büyük kıyımlarından birisi olan Birinci Dünya Savaşı’ndan bir işçi sınıfı iktidarı koparırken, kavrayamayanlar yıkımın altında kaldılar. Tüm dünyada bir yanda komünist hareket ortaya çıkarken sosyal demokrasi işçi sınıfını burjuvaziye bağlama misyonunun sahibi olarak sahnedeki yeni yerine oturdu.
Anarşizm parantezi
Bugünden Komün’e bakarken gözümüze çarpmaması mümkün olmayan konulardan birisi anarşizm. Komün’ün ideolojik çerçevesi burjuva devrimcilerinden daha çok anarşizm tarafından belirleniyordu. Bu döneme bakarken işçi sınıfı hareketinin bu ilk gençlik yıllarında anarşizm ile sosyalizmin ilişkisine bir miktar değinmekte yarar var.
19. yüzyılda komünist hareket ile anarşizmin birlikte ve birbirleriyle tartışma, hatta mücadele halinde geliştiğini belirterek başlamak doğru olur. Marx ile Engels’in ilk büyük teorik çalışmaları olan Alman İdeolojisi bile başka şeylerin yanında oluşum halindeki anarşizmin eleştirisi sayılmalıdır. Sonrasında örneğin Felsefenin Sefaleti gibi yapıtlarda bu tartışma devam etti.
Komün günlerinde anarşizm deyince artık yaşamayan Proudhon’un yandaşları ve özellikle de Bakunin akla gelmelidir. Bakunin 1870 Eylül’ünde Lyon’da gerçekleşen ayaklanmanın önderlerinden birisidir. Engels bir mektubunda o dönem hakkında şunu yazıyor:
“Lyon ayaklanması sırasında, Bakunin, belediye sarayında, Ulusal Muhafızın tüm burjuvalarına karşı hiçbir önlem almadan devletin kaldırılması kararı çıkarttı, oysa burjuvalar, hiç tasa çekmeden güzel güzel belediye sarayına geldiler, Bakunin’i kapı dışarı ettiler ve bir saat geçmeden devleti yeniden yerine oturttular.”[10]
Bakunin’in anarşizminin sorunu budur. Tüm kötülüklerin anası olan devlet bir an evvel ortadan kaldırılmalıdır. Sonrası? Sonrası ütopik bir projeksiyondur. Bir tür küçük burjuva kır komünü. Ama buradaki konumuz açısından sonrası çok sonradır. İşçi sınıfı iktidarı alacak ve elinde tutacak, hemen ilk gün bazı önlemler alacak ki sonrası gelebilsin. Oysa anarşizm için devletle ilişkili sayıldığı için siyasal eylem bile yasaklıdır. Diktatörlüğü tanımayı getirir. Yalnızca burjuva diktatörlüğü de değildir karşı olunan işçi sınıfı da devleti yönetmeye kalkarsa diktatörlük kurar ve bu da anarşizm için olacak şey değildir. İşte bu yüzden yukarıya Engels’den yaptığımız alıntı önemli. Komünde anarşistler destekledikleri her kararda teorilerinin kendilerine söylediğinin tam tersini yapmışlardır. Bu yüzden aynı metnin sonunda Engels sadece “sosyal demokrat hamkafa”lara değil, aynı zamanda anarşistlere de seslenmektedir:
“Eh peki, baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komünü’ne bakınız. Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü idi.”[11]
Birinci Enternasyonal bu “kafayı” zorlu bir mücadele sonrasında, 1872 Lahey Kongresi’nde tasfiye etmeyi başardı. Ama anarşist hareket elbette kendi yolunu sürdürdü. Komünist hareket ile etkileşimi üzerine ise şunu söylemek gerekir. Günümüzde yeni sol, özgürlükçü sol adlandırma altında toparlayabileceğimiz tüm siyasal akımların komünist harekete getirdiği eleştiride anarşizmin etkisi kesinlikle vardır. Bu yüzden de deneyimi ve ona bakarak ortaya konulan düşünceler bugüne ışık tutmaya devam ediyor.
Demokrat burjuvazi parantezi
Komün bütün büyük tarihi olaylar gibi pek çok küçük olay ve gelişmeyi içinde barındırıyor kuşkusuz ve o tarihe bakan herkes kendisi açısında önemli noktalara odaklanıyor. Edebiyat meraklısı birisi için Komün’ün içinde en ilginç figürlerden birisi de kesinlikle Victor Hugo. Hugo bir burjuva demokratı, bir cumhuriyetçi; o günler için solda yer alıyor. Marx için ise sözde liberal.[12] Ama büyük romancı ve şair. Fransız halkının sevgilisi. Komün günlerinde büyük bir acı yaşıyor Hugo. Oğlunu kaybediyor ve cenaze ayaklanmanın ilk günü gerçekleşiyor: 18 Mart. Paris halkı cenaze alayının başında yürüyen büyük şairi selamlıyor. Önce kısık sonra yüksek sesle haykırıyorlar: Yaşasın Cumhuriyet.
Hugo cumhuriyetçidir, Paris işçileri de. Ama onlar daha ileri bir cumhuriyet için adım attıklarında başka şeylerle birlikte Hugo’ya da çarpıyorlar: “Meclis ne kadar saldırgansa Paris Komünü de bir o kadar salak. Her iki taraf da deli. Ama sonunda Fransa, Paris ve Cumhuriyet kazanacaktır.”[13] 9 Nisan’da günlüğüne böyle yazıyor Jean Valjean’ın yaratıcısı. O günlerde Brüksel’dedir. Her iki tarafa karşı da eleştireldir. Versay ve Paris arasında ortada durur. Demokrattır: “İç savaşa karşı öfke çığlığı”[14] atar. Katliam başlayıp canını kurtarabilen komünarlar komşu ülkelere kaçmaya başladığında, “daha önce onlara karşı mücadele” ettiyse de “onlar için sığınma talebinde” bulunur. Ama Fransa ve Belçika’da burjuvazi öylesine gericileşmiştir ki sadece bunun için evini taşlar, kendisini linç etmeye kalkarlar. Ve o günün havasında Hugo komüncülerden yana olduğu için yine halkın sevgilisidir. O kadar ki gericiler rehineleri öldürüp evleri ateşe verdiği için Victor Hugo’nun idamını istemeye başlarlar.
Oysa o sadece demokrattır. Öylesine demokrattır ki 20 bin komüncünün katilinin elini sıkmaktan imtina edemez. Komün yanlısı bir gazeteci arkadaşının cezasının hafifletilmesi için Thiers ile görüşmeye gider:
“Bana:
– Ben de aynen sizin gibiyim, galip birine benzeyen bir mağlubum; haksızlığa maruz kalıyorum. Her sabah yüz kadar gazete beni yerin dibine batırıyor. Ne yaptığımı biliyor musunuz? Yazılanları okumuyorum, dedi.
Şöyle cevap verdim:
– Ben de aynen sizin gibi yapıyorum. Sizinle hemfikirim.
Ve ekledim:
– Yazılan saldırıları okumak kendi dışkısını koklamaya benzer.
Gülerek elimi sıktı.
Yapılan kötülükleri dikkatine getirdim ve hiçbir tutuklunun idam edilmemesi çağrısında bulundum. Apoletli kişileri susturmasını rica ettim. Affın çıkarılması için ısrarcı oldum.
Bana dedi ki:
– Yas tutan zavallı bir şeytan diktatörden başkası değilim.”[15]
Victor Hugo bir edebiyatçı olarak değerinin ötesinde bizim ülkemizde son yıllarda ne anlam ifade ediyor? Böyle bir soru öncelikle özel bir bağlam yoksa gereksiz ve anlamsızdır. Oysa bizim ülkemiz için, ya da bir edebiyat sever olarak benim için bu sorunun bir anlamı var. Ahmet Altan yönetimindeki Taraf Gazetesi bu ülkenin yakın tarihine bir iz bırakmıştır. Bu izin “bizim” açımızdan anlamı bellidir. Ama bu yazı açısından bağlamı özel. O gazetenin binasının tüm önyüzü bir cephe giydirmesi olarak dev bir Victor Hugo posteri taşıdı yıllarca. Okurları bilmem ama benim aklımda bunun nedeni yukarıdaki satırları kendi kaleminden okuyunca biraz anlam kazandı.
Parantezleri kapatıp asıl konuya dönersek Komün tüm başardıkları ve başaramadıkları tüm katkı ve hatalarıyla geçmişimizde bir parlak bir ışık olarak durmaya ve geleceğimizi aydınlatmaya devam ediyor diyerek bitirebiliriz: Vive La Commune! Yaşasın Komün!
Dipnotlar
[1] Marx, Engels, Lenin, Paris Komünü Üzerine, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1977, s. 99
[2] a.g.e., s. 511
[3] a.g.e., s. 41
[4] Prosper- Olivier Lissagaray, 1871 Paris Komünü Tarihi, çev. Şule Ünsaldı, NotaBene Yayınları, Ankara 2015, s. 48
[5] Marx, Engels, Lenin, s. 70
[6] a.g.e., s. 70
[7] a.g.e., s. 95
[8] a.g.e., s. 105
[9] a.g.e., s. 48-49
[10] Marx, Engels, Anarşizm Üzerine, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 2009, s. 41
[11] Marx, Engels, Lenin, a.g.e., s. 53
[12] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 62
[13] Victor Hugo, 1871 Paris Komünü Günleri, çev. Ekin Özlü Akseki, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul, 2020, s. 131
[14] a.g.e, s. 245
[15] a.g.e., s. 342