Müktesebatımızı Güncelleme İhtiyacı: İdeoloji ve Sosyalist İktidar Mücadelesi

Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı’nı kazanması ve emperyalizm ile sosyalizm arasında Soğuk Savaş’ın başlamasından bu yana ideoloji, marksist veya marksizmden beslenen sol cenahta üzerinde en fazla düşünce üretilen konu olageldi. Sovyetler Birliği devrim mücadelesini dünyanın ideoloji üretim merkezi olan Batı Avrupa’nın içine taşımak için gereken teorik gelişkinliği gösteremedikçe bu coğrafyanın sol ideologları giderek savrulmaya başladılar. Kuşkusuz liberal düşünceleri nedeniyle reel sosyalizm fikriyle aslında barışık olmayan çoğunluk bu savrulmaya dünden hazır ve razıydı ve yine kuşkusuz Soğuk Savaş’ın emperyalist kurmayları bu savrulmayı çeşitli biçimlerde teşvik etti. Yine de, Ekim Devrimi’nden bu yana marksizm-leninizmin açık hegemonyası altında olan, liberal hassasiyetlerini on ikiden vuracak nitelikteki Moskova Mahkemeleri sırasında dahi toptan antisovyetizme kaymamış olan batılı sol ideologların, reel sosyalizmin siyasi ve askeri açıdan en güçlü olduğu dönemde böylesine savrulmaya başlaması ne yalnızca emperyalizmin aydınların önemini kavramış olmasıyla açıklanabilir, ne de Sino-Sovyet ayrımının yarattığı siyasi çatallanmayla. Ortada çok karmaşık olsa da tek bir kelimeyle, muhafazakârlaşma ile özetlenebilecek, tek ülkede sosyalizm döneminde asla düşülmemiş bir hata vardı ve bu hatanın bıraktığı boşluk, siyasetin ideolojik derinliğinin çok önemli olduğu gelişkin kapitalist ve emperyalist ülkelerde sosyalist devrim mücadelesini yaya bıraktı, silahsızlandırdı. Mesele sadece Orwell’in zehirli kitaplarının tüm batıda eğitim müfredatına girmesinin engellenememesi değildi. Bırakılan boşluk liberalizmin dünya çapında (sadece kapitalist ülkelerde değil, sosyalist ülkelerde de 1 ) sosyalizmi zehirlemesine sebep olmakta, buna karşı durmaya çalışan ideologlar da Sovyetler Birliği tarafından örgütlenmedikleri ölçüde yönsüz ve söyledikleri düşmanın ataklarından çok birbirini çelen yalnızlaşmış aydınlar olarak kalmaktaydı.

Bırakılan boşluğun esasen ideolojik olduğu saptaması Gelenek müktesebatımızın bir parçasıdır. 2 Buna, yazıya başlangıç mahiyetinde bir ek olarak şunu vurgulamak isterim: Nihayetinde reel sosyalizmin yıkılmasına sebep olan boşluğun önemli bir unsurunun, belki de en önemli unsurunun ideoloji konusunda teorik eksiklik olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki: İdeoloji, bilhassa da ideolojinin siyasetteki rolü hakkında Marx’ın yeterince kalem oynatmadığı yönündeki yaygın görüşten “ideolojiyi anlamadı” ya da “yanlış anladı”ya sıçramak çok kolaydır. Buna Lenin’in bir teori değil pratik adamı, devrimci durum cambazı olduğu yönündeki genel kabulü eklediğinizde, marksizmin siyasete dair en önemli saptaması olan “Yapı üstyapıyı son tahlilde belirler” önce sulandırılabilecek, sonra da açıkça karşı çıkılabilecek bir sava dönüşür. Böylelikle artık diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem kenara konabilir ve maddenin düşünceye, nesnelliğin öznelliğe koyduğu sınırlar serbestçe çiğnenebilir. Ne var ki, ideolojik üretimde istenildiği kadar uçulabilse de bu uçuşların siyasetteki sonucu etkisizlik olur. Süreklileşmiş etkisizlik ise, revizyonizme açılan kapıdır.

Sovyetler Birliği’nde sorun revizyonizmdi demiyorum. Kesinlikle değildi. Ama Sovyetler Birliği, dünya çapında emperyalizme karşı yürüttüğü siyasette revizyonizme açılan kapıları kapatacak bir ideolojik derinlik üretemedi.

Gelenek’imiz bütün bu sürecin yıkıntılarında boy attı ve doğal olarak bir yeniden kuruluş hareketi olarak özne-nesne diyalektiğinde çubuğu özneye büktük. Ne var ki, bizim büktüğümüz çubuk, daima kolektif özneye, nesnelliğe devrimci biçimde meydan okuyan leninist öncü örgüte/partiye doğruydu. 3 Yakın geçmişte partimizden tasfiye edilen hizip mensuplarının üzerinde hemfikir olduğu çok az şeyden biri ise çubuğun buraya değil, devrimci kişilere doğru bükülmesi gerektiğiydi, bu kişilerin düşünce ve eylem ortaklığının bir önemi yoktu. Benzer koşullarda yapılan benzer müdahaleler benzer sonuçlar üretir. Hizbin alelacele geliştirilen ideolojik çerçevesinde reel sosyalizmi yıkan liberal tahrifatın ciddi bir yer bulması 4 bu yüzden şaşırtıcı değildi.

Ben sorumluluğu bireylerde aramanın aynı hataya düşmek olacağını düşünüyorum. Bireyler sorumlu olmadığı için değil: Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından Yeltsin ve Garbaçov gibi hainler birinci derecede sorumluydu. Ama bu hainler bir boşluğu istismar ettiler. Bahsettiğim, kanımca bugün halen marksist-leninist çerçeveye uygun biçimde kapatılmamış olan, örgüt-siyaset denkleminde ideolojinin nereye oturuyor olduğuna dair teorik boşluktur.

Bu yazıda, bu konuda bir tartışma başlatmaya çalışacağım.


İdeoloji nedir?

Başlarken bir not: Diyalektik ve tarihsel materyalist yöntem, hiçbir şeyi “kendinde” açıklamaya çalışmaz zira diyalektik nesne “kendinde şey” olmadığı gibi, aynı zamanda ahistorik de olamaz. Dolayısıyla bizim için şeylerden ziyade bunların arasındaki ilişkiler ve parçası olduğu süreçler önemlidir.

Buradan devamla, marksist-leninist bilimimizin doğası gereği teorik açılımlarımızın tek hedefi yöntemsel tutarlılıktan taviz vermeksizin bütünü açıklamak olamaz. Teorik açılımlarımız siyaseten önümüzü açacak nitelikte olmalıdır. Bunun bilimsellikten vazgeçmek anlamına geleceği savı ise sadece marksizm-leninizme değil, çağdaş bilime de terstir. Devrimci olma çabası gütmeyen modern doğa bilimleri dahi ilk harfi büyük yazılan bir Gerçek’e vakıf olma iddiası taşımaz. Bilim, gerçeğin insan aklı tarafından, yine insan aklının ürünü bir sistematik çerçevesinde soyutlanması ve kavranabilir hale getirilmesiyle uğraşır; nesneye dair tek bir doğru soyutlamanın olabileceği iddiası ise aydınlanmanın pozitivizmle birlikte terk edilmiş bir hatasıdır. Konu tarih bilimi, hele ki devrimci tarih bilimi olduğunda nesnelliğin bir parçası olan ve onun içinde, onunla birlikte devinen öznenin bilimi de kendi devinimi doğrultusunda, onu ilerletecek soyutlamalar üretmelidir. Bu açıdan, Eagleton, ideolojinin tek bir tanımının olmadığını 5 söylerken (her ne kadar derdi ken-di çizeceği çerçeveye getirilmesi mümkün türlü çeşitli itiraza karşı peşinen tartışma-üstü bir önlem almaya çalışmak olsa da) doğru bir noktaya işaret etmektedir. Maddi yapının her dolayımında olduğu gibi ideoloji konusunda da yapacağımız herhangi bir teorik soyutlama, farklı bir siyasi pozisyon açısından, bu pozisyon değiştirilmeksizin benimsenmesini imkânsız kılacak yanlar barındıracaktır. Dolayısıyla bu yazıdaki hedefimiz bir miktar tartışarak da olsa herkesin üzerinde uzlaşabileceği genişlikte bir ideoloji tanımı yapmak değil (Zira bu tanım kaçınılmaz biçimde siyaseten işlevsiz olacaktır); ideolojiyi siyaseten önümüzü açacak bir yere ve işleve oturtmak olacaktır.

Dilerseniz, önce mümkün olan en geniş tanımla başlayalım ve bunun yaratacağı işlevsizlik üzerinden ilerleyelim.

Tanım 1: İdeolojiler insanın varoluşuna dair toplumsallaşmış / toplumsallaşması amacıyla üretilmiş soyutlamalardır.

Bu tanıma herhalde kimsenin itirazı olmayacaktır; ancak toplumsallaşsın diye üretilen her düşünce ideoloji midir? Alman İdeolojisi’nde ideolojiyi salt ezilenlerin sınıfsal çıkarlarını gizleyen bir yanlış bilinç olarak ele aldığı için eleştirilen Marx ve Engels, aynı eserde şu parlak saptamaları yapar:

Dil, bilinç kadar eskidir. Dil, öteki insanlar için var olduğu gibi benim için de var olan pratik, gerçek bilinçtir. Dil, tıpkı bilinç gibi yalnızca başka insanlarla temas kurma ihtiyacından ve zorunluluğundan doğar (…) insanın çevresindeki diğer bireylerle ilişki kurmasının gerektiği bilinci, toplum içinde yaşadığına dair bilincin başlangıcıdır. Bu başlangıç, bu aşamada toplumsal yaşamın kendisi kadar hayvanidir; basit bir sürü bilincidir ve bu noktada insanı hayvandan ayıran tek şey, içgüdüsünün yerini bilincinin alması[dır] (…) İş bölümü, ancak maddi ve zihinsel emek arasında bir bölünme meydana geldiği andan itibaren gerçek anlamda iş bölümü halini alır(*). Bilinç, ancak bu andan itibaren, mevcut pratiğin bilincinden farklı bir şey olduğunu gerçekten imgeleyebilir; gerçek bir şey tasavvur etmeksizin gerçekten bir şey tasavvur ettiğini imgeleyebilir. Bilinç, bu andan itibaren, kendini dünyadan özgürleştirip “saf ” teorinin, teolojinin, felsefenin, ahlakın vb. yaratımına geçecek yetidedir artık. 6

Peki, bu saptamalardan yola çıkarak, ideoloji bu sayılan şeylerin toplamıdır diyebilir miyiz? Marx ve Engels tarafından bir ölçüde böyle ele alındığını teslim etmemiz gerekiyor. Hatta erken dönem metinlerinde “felsefe” ve “ideoloji” kelimelerinin sık sık birbirinin yerine kullanılan bir eşanlamlılar çifti gibi göründüğünü söylemek mümkün. Kafa ve kol emeğinin birbirinden ayrılabileceği üretkenlik düzeyine gelindiğinde işbölümü artık işin pratik paylaşımı olmaktan çıkıp, sınıflı toplumu oluşturuyor ve bununla birlikte düşünce de kendisini maddeden bağımsız “zannedebilmeye” başlıyor (dilerseniz, ideolojileşiyor). Nitekim Marx, yukarıdaki pasajda (*) ile belirtilen yerde bir dipnot koyuyor ve rahiplerin ilk ideologlar olduğunu söylüyor.

Kuşkusuz ikna edici, ancak bu akıl yürütmede tarihselliğin nerede olduğunu saptamak kolay değil. Marksizmin tarih tezine göre insanlık tarihinde sınıflı toplumlar arasında devrimci kopuşlar vardır. Yukarıdaki çerçevede ideoloji, bir sınıflı toplumdan diğerine geçerken yeni maddi koşullara göre içeriği değişen, ama işlevi değişmeyen bir şey gibi görünmektedir. Kuşkusuz diyalektik gereği kopuşlar mutlak değildir ve her devrimci kopuş bir süreklilik unsuru barındırır; ancak insanlık tarihinin devrimci sıçramalarında, bilhassa da sosyalist devrim tamamlanana dek en büyük sıçrama olarak kalacak olan burjuva devrimi sıçramasında soyut düşüncenin işlevinin değişmediği ve egemenlerin elindeki yanlış bilinç silahından ibaret kaldığı akla yakın değildir. Değildir, çünkü kapitalist toplum, tarihte ilk kez artı-emeğin sömürüsünün artı-ürün değil artı-değer üzerinden yapılır hale geldiği; yani sömürünün doğrudan doğruya üretim ve mülkiyet ilişkilerinden oluşan yapıya içkin olduğu ilk (ve son) toplumdur. İlk kez bu toplumda ezilenler üretim araçlarından mutlak anlamda arındırıldıkları için sömürü, verimsiz olduğu tarih boyunca ispatlanmış olan zora değil, rızaya dayandırılabilmiş, üstyapı da bu çerçevede devrimci biçimde yeniden oluşturulmuştur. Bu yüzden pre-kapitalist toplumun zora dayalı egemenlik mekanizmalarının söylemi ve kolaylaştırıcısı olan din ile burjuva toplumunun çok çeşitli siyasi akımlarının rehberi olan soyut düşüncelerin aynı şey olduğu, aradaki tek farkın daha gelişkin üretim biçimine ait olanın kendisinin de zorunlu olarak daha gelişkin olmasından kaynaklandığını söylemek, yöntemimizin tarihsellik ilkesine ters olacaktır. Pre-kapitalist toplumda din, iktidarın yeniden üretimini toplumsallaşarak ve insanlar tarafından içselleştirilerek değil, kendini mutlak surette anlaşılmaz kılarak (öyle ki, kutsal kitapların halkın kullandığı dile tercümesi bile aydınlanmanın bir parçasıdır), iktidarı da anlaşılamayacak, ulaşılamayacak bir mertebeye doğru mistifiye ederek sağlayan, dışlayıcı ve bu yüzden çoğu örnekte müstakil bir sınıf tarafından taşınan bir doktrindir. Din dâhil olmak üzere insanın varoluşuna dair soyut düşünceler ilk kez kapitalist üretim biçimi ve onun tüm üstyapı kurum ve unsurlarını oluşturan burjuva toplumuyla birlikte gerçekten toplumsallaşmış ve ex cathedra püskürtülen bir zor söylemi olmaktan çıkmıştır.

Yani aradaki kopuş salt biçimsel veya işlevsel değil, öze dairdir ve bugün geçerli olacak bir ideoloji tanımı yapılacaksa ideolojinin kapitalist toplumla ortaya çıktığını söylemek gerekir. Bu çerçevede, Marx’ın yalnızca Feuerbach üzerine 11. Tez’de değil, “gerçeğin tanımlanmasıyla birlikte, kendi kendine ye-ten felsefe, varlığını sürdürdüğü ortamını kaybeder. Onun yerini, en iyi olasılıkla en genel sonuçların bir özeti, insanların tarihsel gelişiminin gözleminden elde edilen soyutlamalar alabilir” 7 ve benzeri pek çok pasajda muştuladığı “felsefenin sonu”, ideolojinin başlangıcıdır.

Şimdi bu tarihsellikten yola çıkarak ikinci bir tanım yapalım:

Tanım 2: İdeolojiler kapitalist toplumda, yapıdaki artı-değer sömürüsünün sürdürülebilir olması için üstyapıda üretilen, düzenin meşruiyetini, dolayısıyla ezilenlerin rızasını sağlayan, insan varoluşuna dair soyutlamalardır.

Bu tanım, birinci tanımdaki tarihsellik eksikliğini ortadan kaldırıp ideolojileri kapitalist topluma ait şeyler olarak ele alıyor ve onlara althusserci diyebileceğimiz bir “üretim ilişkilerinin yeniden üretimi” 8 işlevi biçiyor. Ne var ki, bu kez de başka bir yöntemsel sorunla karşı karşıyayız; bu tanımda, tanımın bilimselliği açısından atlanmaması gereken iki diyalektik ilişki atlanıyor. İleride ihtiyacımız olacağı için tek tek inceleyelim:

Birincisi, bu tanımda yapı ile üstyapı arasında diyalektik bir ilişki kurulmuyor ve bunun sonucu olarak ideolojinin maddi üretim ilişkileriyle tek bağı o ilişkileri sürdürülebilir kılmaktan ibaret kalıyor. Yani bir kez daha “yanlış bilinç”ten, bir aldatmacadan ibaret bir ideolojiyle karşı karşıyayız; üstelik bu ideolojilerin üretiminde maddi toplumsal ilişkilerle hiçbir alakası olmayan uçuşlar serbest. Her ne kadar günümüz Türkiyesi’nde bu düşünce yüzeysel bir çekiciliğe sahip olsa da, hiçbir ideoloji insanın maddi varoluşuyla tamamen alakasız olamaz. Bunun sebebi modern insanın aklının gelişkinliği değildir. İdeolojilerin salt işçilerin parçası oldukları maddi koşullara rıza göstermeleri için üretilen soyutlamalar olduğunu kabul etsek dahi, bu soyutlamaların yine o işçiler tarafından içselleştirilebilmeleri gereklidir. Bunun için de sömürü düzenine meşruiyet sağlayacak olan bir ideoloji düşünsel kaynağını sömürüyü oluşturan üretim ilişkisinden almak, o gerçekliği çarpıtsa da onunla alakalı olmak zorundadır. 9 Örneğin, insanlık tarihinin en “uçuk” sayılabilecek ideolojilerinden nazizm söz konusu olduğunda dahi, bu ideolojinin işçi sınıfı içerisinde yaygınlaşabilmesini sağlayan kritik faktör Alman ulusunun I. Dünya Savaşı sonunda yerle bir olan ulusal onuru ve kaybedilen topraklar olmamıştı. Eğer öyle olsaydı, Nazi Partisi Weimar Cumhuriyeti’nin Büyük Buhran ile birlikte iflas etmesini beklemeden iktidara gelirdi. Kritik faktör Büyük Buhran ortamında işsiz kalan altı milyon Alman işçisi için ayaklarını basacakları, fantezilere kapılmalarını engelleyecek bir üretim ilişkisinin kalmamasıydı. Nazi Partisi bu kitlesel lümpenleşme ortamını kullanarak iktidara geldi ve üretim ilişkilerinin restore edilmesini sağlayarak iktidarda kaldı.

Tanımda eksik olan ikinci diyalektik ise sınıflar ve sınıf mücadelesininkidir. İdeoloji salt rıza oluşturmaya yönelik bir işleve sahipse burjuvazinin tekelinde olan, proletaryaya karşı bir silahtan ibaret demektir ve bu kabul ideolojinin işçi sınıfı tarafından burjuvaziye karşı verilen tüm mücadelelerde, bilhassa da sosyalist devrim mücadelesindeki yerini yadsır. Althusser sunduğu çerçevedeki bu eksikliğin farkındadır ancak sınıf mücadelesi ile sosyalist devrim mücadelesini birbirine eşitleyerek ve tümünün kaynağını yapıya sıkıştırarak eksikliğin etrafından dolaşır. 10

Ne var ki, eğer siyasal devrim toplumsal devrimi önceleyecekse, yani önce siyasi iktidar ele geçirilecek ve sosyalist üretim biçimine ait üretim ilişkileri sosyalist iktidarın gücüyle kurulacaksa, devrime giden yolda emekçi sınıfları sisteme bağlayan ideolojik mekanizmaların zayıflatılması 11 bir zorunluluktur. Bunun, salt sömürü düzeninin maddi gerçeklerini anlatmaktan ibaret bir “bilinç taşıma” ile ya da marksist-leninist teoriyi işçilerin anlayacağı şekilde basitleştirip 12 adına ideoloji diyerek yapılamayacağı da açıktır. Sosyalist ideolojinin olanca zenginliğiyle üretilmesi, yaygınlaştırılması ve düzen dışına meyilli diğer ideolojilere hâkim kılınması hayati bir devrimci ihtiyaçtır; dolayısıyla ideoloji burjuvazinin tekeline bırakılamaz. Ancak bu yapılırken kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükselen üstyapı nasıl burjuva topluma aitse, bu üstyapıya içkin ideolojilerin, bilhassa da aşağıda değineceğimiz egemen ideolojinin de burjuvaziye ait olduğu ve bu karakterini (aynı burjuva devlet gibi) devrim olmaksızın yitirmeyeceği unutulmamalıdır.

Gelelim son sorunlu tanıma.

Tanım 3: İdeolojiler, kapitalist toplumda sınıf mücadelesinin üstyapının bir parçası olan fikirler/ideolojiler alanındaki yansımasının tarafları; burjuvazi ve proletaryanın, bu alanda hegemonya kurmak suretiyle toplumsallaşmak için birbirleriyle mücadele etmekte olan, insanın varoluşuna dair kendi sınıfsal pencerelerinden yaptıkları soyutlamalardır.

Bu tanımda ilk bakışta zannedileceğinin aksine “hegemonya” kısmı büyük değil küçük sorundur ve bunu az önce, devrim mücadelesinde emekçi sınıfları sisteme bağlayan ideolojik mekanizmaların zayıflatılmasının bir zorunluluk olduğu ancak egemen ideolojinin burjuva karakterini devrimden önce yitirmesinin mümkün olmadığını vurgulayarak aşmış bulunuyoruz. Asıl büyük sorun “ideolojiler alanı” soyutlamasındadır; zira bu soyutlama, her zaman bu açıklıkla ifade edilmese de, daima fikirlerin fikirlerle ilişkilendiği ve çatıştığı müstakil bir yerin varlığına işaret eder. Bu alan görünüşe göre üstyapıda yer almaktadır ve ideolojiler (ya da düşünceler) üretildiği andan itibaren bir ölçüde üreticilerinden, hatta taşıyıcılarından bağımsız olarak buraya intikal eder, kendi aralarında kümelenerek, kimi ittifaklar kurarak sınıf mücadelesinin bir yansıması niteliğinde bir mücadeleyi hayata geçirirler.

İdeolojiyi maddeden kopartıp bir düşünceye daraltan bu soyutlamanın bir sakıncası idealizme giden kapıyı ardına kadar açmasıdır. Nitekim Althusser bu kapıdan geçtiği anda şunları yazar:

“Sınıf mücadelesinde karşı karşıya gelen sınıfsal pozisyonlar pratik ideolojiler (dinsel, etik, hukuki, siyasi, estetik ideolojiler) alanında son kertede idealist (burjuva) ve materyalist (proleter) olan karşıt eğilimlerin dünya görüşleri tarafından “temsil edilirler”. Herkesin kendiliğinden bir dünya görüşü vardır.” 13

Althusser devamında ideolojileri pratik ve teorik olarak da ikiye ayırıyor, ama müstakil bir ideolojiler alanı tanımlandığı anda ortaya çıkan asıl problemleri göstermesi açısından yukarıdaki pasaj yeterli. Bütün tarih sınıf mücadelelerinin tarihiyse ve yapı üstyapıyı son kertede belirliyorsa, yapıda olamayacağına göre üstyapının bir yerinde olmak zorunda olan ideolojiler alanı da son kertede sınıf mücadelesi tarafından belirlenmelidir. Söz konusu olan düşünsel bir alanda karşıtlık olduğu için karşıt sınıf pozisyonları da son kertede materyalist ve idealist dünya görüşlerine indirgenmelidir. Herkesin kendiliğinden bir dünya görüşü olduğu için, bu alandaki mücadelenin hedefi de sınıfın dünya görüşünü egemen kılma mücadelesi olacaktır.

Birincisi: Diyalektik ve tarihsel materyalizm, idealizm ve materyalizm arasındaki çekişmede taraf olunması değil, bu çekişmenin aşılmasıdır. Alman İdeolojisi’nin en kıymetli ve mutlak anlamda sahiplenilmesi gereken tezi budur ve sınıf mücadelesini düşünsel bir alanda dahi idealizmle materyalizm arasındaki çekişmeyle tarif etmek Marx’tan geriye gitmektir. İkincisi: “Son kertede” şerhi düşerek olsa dahi burjuvazinin idealist, proletaryanın materyalist olduğunu savlamak tehlikelidir; zira bu sav, en basitinden burjuvazinin nasıl hemen her durumda proletaryaya göre kendi sınıfsal çıkarlarının daha bilincinde olduğunu açıklayamayacaktır. Üçüncüsü: İnsanların dünya görüşlerinin “kendiliğinden” oluştuğunu söylemek, burjuvazinin ideoloji üretme ve yaygınlaştırma mekanizmalarını tehlikeli biçimde hafife almaktır, üstelik sınıf mücadelesinin bir yansımasının yürüdüğü “ideolojiler alanı” soyutlamasıyla da çelişir.

“İdeolojiler alanı” soyutlaması bir kez yapıldığında bir tarafta yapısalcılığın yukarıda örneğini gördüğümüz tuzakları, diğer tarafta ise örgütlü siyaseti reddeden ve bu gizemli üstyapı alanında kurulacak hegemonya yoluyla ya-pının değişime zorlanabileceğini iddia eden postyapısalcı fantezilerin dipsiz kuyularıyla dolu bir araziye girilir. Kanımca bu, ideolojiyi siyaset ve örgüttenkısmen dahi ayrıksı tanımladığınız anda girmek zorunda kalınan ve siyaseten geri geri çıkılabilecek bir çıkmaz sokaktır. Bu yüzden “ideolojiler alanı” soyutlaması mutlak olarak terk edilmeli, müktesebatımızdan çıkartılmalıdır.

Artık yazının ideolojiye dair tezini sunabiliriz:

İdeolojiler kapitalist toplumda,

• maddi yapı ve bu yapının gelişkinlik düzeyinin belirlediği nesnellik referans alınarak oluşturulan,

• üstyapı kurumlarının iç işleyişine ve varsa siyasi faaliyetlerine rehberlik eden,

• dolayısıyla bu kurumlar tarafından taşınan, üyelerine yaygınlaştırılan ve topluma salgılanan,

• insanın varoluşuna dair soyutlamalardır.


Nesnellik ile ideolojinin ilişkisi

Temelde ideolojiye yataklık edecek toplumsal nesnellik vardır. İdeoloji, bu nesnelliği salt açıklayan değil, ama onu referans alan bir soyutlama olacaktır. Bu nesnelliğin başat ve belirleyen unsuru üretim biçimi ve onun gelişkinliği, tali ve tamamlayıcı unsuru ise toplumsal bellektir. Örnek olsun, emperyalizm, diğer tüm özelliklerinden daha önemli olarak, ülkelerde kapitalist üretim biçiminin gelişkinliğini etkileyen, eşitsiz gelişmeyi uluslararasılaştıran yapısal bir olgudur. Diğer yandan bağımsızlık savaşlarıyla kurulan, hele ki varlıklarının bir döneminde sömürge olmuş ve bu boyunduruktan mücadele ederek kurtulmuş ülkelerde emperyalizme dair kendiliğinden toplumsal algı ve hissiyat, bu deneyimi hiç yaşamamış ülkelerden farklı olacaktır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, nesnelliğin hareket halinde olduğudur. Üretim biçimi, tüm sonuç ve dolayımlarıyla (sanayileşme, kentleşme, sektörler arasında eşitsizlik vb.) birlikte gelişir, toplumsal bellekte kimi unsurlar erozyona uğrar ve (genelde büyük toplumsal olaylara bağlı olarak) yeni unsurlar eklenir. İdeolojiler bu hareketli nesnel zemin üzerinde, öznel olarak üretilen ve güncellenen soyutlamalardır.

Öznenin rolüne birazdan geleceğiz, ancak nesnelliğe dair değinilmesi gereken bir nokta daha var. Kapitalist gelişmenin, emperyalist ilişkiler tarafından şiddetlendirilen bir eşitsiz niteliği olduğunu biliyoruz. Diğer yandan maddi gelişmenin yine emperyalizmin bir sonucu olarak tüm dünyayı kapsayan bir doğrultu bütünlüğü var. Örnek vermek gerekirse; keynesçi refah devleti ve onun azgelişmiş ülkelere uyarlanmış hali olan kalkınmacılık bir dönem kapitalist dünyanın tamamını kapsayan ekonomi politikasıydı, bunun krize girmesiyle birlikte neoliberalizm yine kapitalist dünyanın tamamını kapsayan bir ekonomi politikası olarak hayata geçirildi. Dolayısıyla, eğer ideolojiler insanın varoluşuna dair soyutlamalarsa, maddi gelişimin doğrultusundaki ortaklık, bilhassa bunu olumlayacak olan ama aynı zamanda buna tepkisel olarak şekillenecek ideolojilerde de bir ortaklaşma oluşturmak zorundadır.

Burjuvazi, kendi üretim biçiminin sömürücü ve krizli yapısını meşrulaştırmak için her duruma ya da döneme uygun yeni bir ideoloji formüle etmekten ziyade, kapitalizmin maddi gelişmesinin yarattığı siyasi ihtiyaçların doğal sonucu olarak formüle edilmiş birkaç temel ideolojiye yaslanır. Bu ideolojiler liberalizm, aydınlanmacılık, milliyetçilik ve burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği andan itibaren repertuarına dâhil ettiği ilahiyatçılıktır. 14 Bunların hiçbiri tek başına ve saf haliyle burjuvazinin toplam siyasi faaliyetine rehberlik edemez, bunun için her biri fazlasıyla soyut ve radikaldir. Bu yüzden burjuvazinin sınıfsal iktidarının bütünlüklü siyaseti, yapıtaşı bu dört ideoloji olan, ancak toplumdaki düzen dışına düşme potansiyeli taşıyan muhalif ideolojik pozisyonları da etkili olduğu ölçüde kendisine tabi kılan bir egemen ideolojiye yaslanır. Egemen ideoloji, çok sayıda burjuva siyasi aktör tarafından üretiliyor, taşınıyor ve salgılanıyor olduğu için parçalı görüntü veren ama aslında bir bütünlük teşkil eden, burjuvazinin siyasi ihtiyaçlarına göre gerekli biçimlerde tadil edilen bir inşadır; kendiliğinden bir şey değildir. Düzen-içi siyasi çekişmelerinlo sertleştiği dönemlerde egemen ideolojinin parçalanıyor olduğu kanısına kapılmak çok kolaydır. Ancak düzen siyasetindeki parçalanmaya paralel olarak egemen ideolojinin bütünlüğünü gerçekten yitirdiği kriz dönemlerinde dahi, farklı düzen aktörleri tarafından taşınan ve salgılanan parçaların farklı restorasyon kanalları olduğu akıldan çıkartılmamalıdır. Normal şartlar altında bu parçalardan bir ya da ittifak halindeki birkaçı restorasyonu sağlayacak, diğerleri de kriz koşullarında yüzünü düzen dışına dönen toplumsal muhalefeti çıkmaz sokaklara sürükleyerek sönümlendirme işlevi göreceklerdir. Kriz, ancak sosyalist devrimci öznenin yaptığı siyasetin, net bir siyasi doğrultuya sahip olmaksızın kendiliğinden harekete geçmiş ve düzen dışına yönelme potansiyeli taşıyan kitlelerin burjuva düzeniyle olan ideolojik bağlarını kopartması ve kriz koşullarında egemen ideolojiden bağımsız biçimde salınır hale gelen muhalif ideolojileri kendine tabi kılması ile devrimci duruma evrilir.

Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz. Ancak meseleyi bu yönde açımlamadan önce ideolojinin üretim, güncellenme ve taşınma mekanizmalarını incelememiz gerekiyor.


Kurum ve ideoloji

Şu ana kadar ideolojiyi ısrarla “siyasete rehberlik eden” bir soyutlama olarak ele aldım ve bunun kritik olduğunu düşünüyorum. Zira her ne kadar “ideolojik mücadele” ve “siyasi mücadele” şeklindeki kavramsal ayrıştırmanın kimi pratik faydaları olsa da, praksis bütünlüğü içerisinde böyle bir ayrışma yok; siyasetten ayrıksı bir “ideolojik faaliyet” mümkün olmadığı gibi ideolojisiz bir siyaset de aynı derecede mümkün değil. Düşünce, toplumsallaştırılması amacıyla ifade edildiği anda, bu ifade ediş bir düşünce-eylem bütünlüğü yaratır ve modern toplumda düşüncenin toplumsallaştırılması ancak (kelimenin en geniş manasıyla) siyasetle mümkündür. Dolayısıyla ideolojiyi, siyasi faaliyetin düşünsel içeriğini oluşturan ve praksis bağını kuran soyutlama olarak görmenin çok daha ön açıcı olduğu kanısındayım. Bu çerçevede üstyapıda yer alan her örgütlü öznenin, yani kurumun kendi faaliyetine rehberlik edecek biçimde, tekil ya da kolektif düşünsel faaliyetle üretilmiş bir ideolojisi bulunuyor. Bu ideoloji, varlık amacı açıkça siyasi faaliyet yürütmek olan kurumlarda (örneğin siyasi partilerde ya da net hedeflere sahip sivil toplum kuruluşlarında) görece daha net ve programatik nitelikte olurken; varlık amacı açıkça siyasi faaliyet yürütmek olmayan kurumlarda (örneğin meslek odalarında, şirketlerde 15 veya ailelerde) genel iktisadi ve siyasi konjonktüre göre kolayca şekil değiştiren nitelikte olabiliyor. Bununla birlikte, uzun erimde süreklileşmiş istikrarın imkânsız olduğu kapitalist düzenin siyasi öznelerinde, krize doğru giden istikrarsızlık dönemlerinde ideolojik esneklik ve koalisyon yapma becerisinin, krizden çıkış ve geçici olarak istikrar kazanılan dönemlerde ise sermaye çıkarlarının önünü (proletaryanın çıkarlarını geriletmek suretiyle) alabildiğine açan bir ideolojik katılığın/totaliterliğin değer kazandığını vurgulayalım.

Bir diğer önemli konu da şudur: Siyaset son tahlilde yalın iktisadi çıkardan ibaret olmayan maddi çıkarları ilerletmek için yapılan bir faaliyet, örgüt de bir ayağı maddiyata basmak zorunda olan bir varlıktır. Hatta pek çok üstyapı kurumu doğrudan doğruya bir maddi çıkar etrafında kurulur. Dolayısıyla üretilirlerken maddi sınırlardan azade olan, dilendiği ölçüde fantastik olabilecek düşünceler kurumlar tarafından gökten yere indirilir. Bir düşünce, ancak onu yaygınlaştırmaya yönelik siyasi faaliyetin özünü oluşturduğu zaman maddiyatla uyumsuz yönleri sorun yaratmaya başlar ve böylelikle düşüncenin ideolojileşme süreci, diyalektik biçimde siyaset sırasında gerçekleşir. Yani ideolojiler, bireysel veya örgütsel bir fanusta üretilip kendinde bir ürün olarak topluma sunulmaz, rehberlik ettikleri siyasetin karşılaştığı güncel veya tarihsel sorunlar karşısında kendileri de evrilirler. Örgüt, aynı zamanda bunu sağlayan zemindir.

Burada kaçınılmaz olarak şu soru sorulacaktır: Peki ya birey, daha da önemlisi, özel bir birey olarak aydın?

Kendi adıma bireyin ideolojisinin, bilinçli bir örgütlülüğe sahip olmadığı müddetçe islamcıların pek sevdiği tabirle “bir akıl değil nakil işi” olduğunu düşünüyorum. Birey, üstyapı kurumları ile siyasi ve örgütsel temaslarıyla bir formasyon sürecinden geçer ve bir şahsi ideolojik çerçeve edinir. Toplumun büyük çoğunluğu açısından egemen ideolojinin bir sadeleştirilmiş ve basitleştirilmiş hali olan bu çerçeve bireyin parçası olduğu maddi yaşantıyı, onun içindeki konumunu ve en genel anlamda varoluşunu anlamlandırmasını sağlar. Bireyin bu şekilde edindirildiği ideoloji genelde hayatın sadece onu ilgilendiren kısımlarına dairdir ve bu yüzden boşluklar ve tutarsızlıklarla doludur. Bu çerçevede egemen ideoloji bireyler için Marx’ın genel anlamda ideolojiye tanımladığı “yanlış bilinç” görevini yerine getirir.

Birey, egemen ideolojinin şu veya bu unsuruyla uzlaşamıyor, kapitalizmin genel anlamda adaletsiz, insan vicdanını rahatsız edici niteliğini kabullenemiyor ya da maruz kaldığı sömürü koşulları karşısında isyana meylediyor olabilir. Ne var ki bu rahatsızlığı siyasallaşmadıkça, yani birey benzer rahatsızlıklar taşıyan insanlarla bir örgütün kurumsal çatısı altında biraraya gelmedikçe, ideolojisi de egemen ideoloji belirleniminde kalmaya devam edecek, yalnızca onun eleştirel görünen taraflarından beslenecektir. Bu birey işe giderken giymek zorunda olduğu takım elbiseden nefret ediyor, trafikte geçirdiği saatleri kulaklıkla protest müzikler dinleyerek geçiriyor ve çalıştığı plazanın Dövüş Kulübü’nün sonunda olduğu gibi yerle bir olmasını can-ı gönülden istiyor olabilir; ama değişen bir şey olmayacaktır. İş somut siyasete geldiğinde, örgütsüz olduğu müddetçe seçenekleri düzen muhalefetine oy vermek ile oy vermemek arasındadır ve her ikisi de onu egemen ideolojinin belirleniminde tutar. Düzenin şu veya bu düzen içi kanaldan daha yaşanılır hale geleceğine dair inanç da, asla düzelmeyeceği ve değişmeyeceğine dair nihilist kabul de aynı kapıya çıkar: etkisizlik ve asimilasyon. Zaten düzenin nihilizan/sarkastik eleştirisi başarılı bir egemen ideolojide muhakkak kapsanan, düzen içi muhalif bir nitelik taşır. 16Aydının ideolojik rolü konusunda ise öncelikle “aydın” kavramına bir açıklık getirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Gündelik kullanımda “aydın” sıfatını taşıyan insanlar kümesi, “ideolog” sıfatını taşıyan insanlar kümesinin bir alt kümesidir ve bu alt kümenin elemanlarının kimler olacağı sıfatı verenin baktığı tarafa göre değişir. Ancak tarihsel anlamda aydın, aydınlanma çağının ürünü özel bir bireydir ve toplumu aydınlanma prensipleri doğrultusunda aydınlatmak gibi bir ideolojik misyona sahiptir. Gramsci’nin geleneksel aydın olarak tanımladığı bu kategori spesifik bir dönemin, burjuva devrimler çağının insanıdır. Burjuvazinin henüz iktidarı mutlak anlamda ele geçiremediği, geçirdiği örneklerde de üstyapı kurulumunu tamamlayamadığı bu dönemde, aynı zamanda ortada yeni üretim biçiminin temel ideolojik soyutlamalarının büyük ölçüde sıfırdan oluşturulması gibi bir görev vardır. Klasik aydın, bu görevi üstlenen bir tarihsel figür, genelde kendi isminin sonuna “-izm” eki getirilerek anılan bir düşünce akımı doğuran ve takipçisi bir ekol oluşturan bir kurumsallaşmış kişidir.

Beğenelim veya beğenmeyelim, bu aydın kategorisi bugün ortadan kalkmıştır; zira kapitalist üretim biçiminin kendisine inşa ettiği üstyapıda artık böyle bir özerk ideologa ve onun beraberinde getirdiği risklere ihtiyaç yoktur. Geriye Gramsci’nin diğer aydın kategorisi olan organik aydın kalmaktadır. Bugün gelinen noktada organik aydın mutlak suretle örgütlüdür; ideolojisini parçası olduğu kurum içerisinde üretir ve topluma onun siyaseti kanalıyla yaygınlaştırır. Bu kategori zannedildiğinden çok daha geniştir, zira sermaye düzeninin, aydını kendisine örgütleme ve araçsallaştırma mekanizmaları onu bir iktidar veya muhalefet partisine üye yapmaktan çok daha karmaşık ve çeşitlidir. Örneğin Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür’de burjuva aydınlanmacılığının günümüzdeki temsilcileri sayılabilecek Dawkins, Harris, Dennett gibi militan ateist isimlerin 2000’lerin başından itibaren popülerleşmesiyle ABD’nin İslam ülkelerine yönelik doğrudan veya dolaylı saldırganlığının şiddetlenmesi arasındaki bağa işaret eder. 17Aynı çerçevede, günümüzde sosyalist devrimci siyasetin aydınla kurduğu ilişki de tek taraflı olarak beslenen değil, aydını öncelikle besleyen ve kendi siyasetini güçlendirecek bir ideolojik üretime teşvik eden nitelikte, derinlikte olmalıdır. 18 Bu da öncü partinin kolektif olarak aydınlanması, kadrolarının insanlığın evrensel birikimiyle ideolojik bir tutarlılık çevresinde güçlü bağlar kurmasıyla sağlanır. Sosyalist hareketin Türkiye’de ve dünyada kaldığı kadarıyla aydın dinamiğinden beslenir hale gelmesi, ancak bunun başarılmasıyla mümkündür. Türkiye’de artık çok yaygın hale gelmiş, örgüt örgüt gezip dediklerini uygulayacak değil, yalnızca dinleyecek bir kitle arayan aydın tipolojisi 19 de ancak böyle bir öncülükle tamir edilebilir.


Sosyalist ideoloji(ler)

İdeolojinin kapitalist üretim biçimiyle beraber ortaya çıkan bir olgu olduğunu ve yalnızca burjuvazinin egemenliğini pekiştirmek ve sürdürmek için kullandığı bir araçtan ibaret olmadığını, diyalektik gereği düzen dışına işaret eden ideolojilerin de formüle edilmesinin zorunlu olduğunu daha önce vurgulamıştık. Kapitalist düzende potansiyel olarak düzen dışına işaret edebilecek çok sayıda muhalif ideoloji vardır. Bunların önemli bir öbeğini sosyalist ideolojiler başlığında toplamak mümkündür.

Buradaki çoğul ekine özellikle vurgu yapmak gerekiyor, zira tarih ve toplumdan azade tek ve değişmez bir sosyalist ideoloji tanımlamak mümkün değildir. 20 Aksine, sosyalist ideoloji marksizmden eskidir ve devrim için verilen mücadeleler tarihi boyunca marksist-leninist teoriye yaslanan siyasi hat kendisininki dışında kalan devrimci siyasi hatlar ve bunlardan bazılarına rehberlik eden sosyalist ideolojilerle daima polemik içinde olmuş, kendisini onlardan ayrıştıran öğelere özellikle vurgu yapmıştır. Komünist Manifesto’nun bütün bir bölümünün buna ayrılması veya Engels’in Anti-Dühring’in en önemli ve ayrı basımı yapılmış bölümündeki derdinin ütopyacı ve bilimsel sosyalizmi birbirinden ayrıştırmak olması bir aşırı titizlik ürünü değildir.

Bizim ideolojimiz bilimsel sosyalizmdir ve bu özelliğinin titizlikle savunulması gerekir. Peki, eğer derdimiz teorisizmle sakatlanmış, tarih ve toplumla bağlarını kopartmış bir “arı doktrin” arayışı değilse, ne?

Bilimsel sosyalizm, sosyalist ideolojiler ailesinin ayakları marksist-leninist teori sayesinde maddi gerçekliğe basan tek koludur. Teori nesnelliğin bilgisini sağlar, siyaset ise öznenin bir parçası olduğu nesnelliğin içindeki eylemidir ve nesnelliği değiştirir. Teori, bunun sınırları değil, ne yönde ve hangi parametreler dikkate alınarak yapılması gerektiği hakkında bilgi sağlar, doğrultu gösterir. Bu doğrultu olmadan sosyalist devrimci bir siyasi hat oluşturmak imkânsızdır. Dolayısıyla bilimsel sosyalizm, aralarında en önemlisi toplumun mücadele içerisinde olan sınıflarından, tarihin ise bunların arasındaki mücadeleden oluştuğu bilgisi olmak üzere bir dizi teorik doğruya ayaklarını bastığı için herhangi bir verili durumda mümkün olan tek sosyalist devrimci siyaset rehberidir. Bunun ötesinde, nesnelliğin hangi noktaya kadar özne tarafından zorlanabileceğinin önsel bilgisinin oluşturulması mümkün değildir. Nesnelliğin sınırı plastiktir, onu nereye kadar esnetebileceğinizi bilmenin tek yolu onunla ilişkilenmek, yani ellerinizi dayayıp itmektir; esneklik katsayısı hesaplamaya çalışmak değil. Lenin’in Ekim’in öngününde Goethe’den alıntıladığı ve onu bir pratik adamı olarak karikatürize etmek için fazlaca kullanılmış olan “gri teori-yeşil yaşam ağacı” karşılaştırması 21 bu bağlamda okunmalıdır, iş ciddiye bindiğinde teoriyi umursamadan harekete geçmeyi meşrulaştırmak için değil.

Dolayısıyla, daha önce alıntıladığımız ayna benzetmesinden devam edeceksek, burjuvazinin kullandığı tüm ideolojiler gerçeği çarpıtan birer ayna, egemen ideoloji de bir aynalar labirentiyse, bilimsel sosyalizm gerçeği olduğu gibi gösteren bir aynadan ibaret olamaz, buna indirgenemez. O aynı zamanda gerçeğin devrimci gelecekte ne olabileceğini ve devrimci olmayan gelecekte nasıl hep daha çirkinleşeceğini gösteren bir “sihirli ayna” olmak zorundadır.

Bu açıdan bilimsel sosyalist ideolojinin, diğer sosyalist ideolojilerin aksine, tıpkı temel aldığı marksist-leninist teori gibi tarihsel ve toplumsal koşullar karşısında güncellenen ve yeniden üretilen, ancak o koşulların kendiliğinden ürünü olmayan bir ideoloji olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Onu idealist (ütopyacı, voluntarist vs.) ve vülger materyalist (ekonomist, opörtünist vs.) sosyalizmlerden ayıran temel özelliği budur ve bu özelliği onun ancak öznel biçimde üretilmesi, taşınması ve siyaset yoluyla yaygınlaştırılmasını zorunlu kılar. 22 İnsanlar kendiliğinden sosyalist olabilirler, ama kendiliğinden bilimsel sosyalist olamazlar. Bu ideolojinin (dilerseniz, bilincin) onlara siyaset yoluyla taşınması gerekir.

Bir kabalaştırma tehlikesi barındırmakla birlikte bilimsel sosyalist ideolojinin sosyalist devrim mücadelesindeki yerini olağan durum ve devrimci durum olmak üzere iki ayrı konjonktürde ele alabiliriz. Özne kapitalist üretim biçiminin ve burjuva egemenlik mekanizmalarının işlerliğini koruduğu dönemlerde toplumsallaşma hedefiyle mücadele yürütür. Bu, mümkün olduğu ölçüde açık siyaset yoluyla müstakil bir sosyalist siyaset hattına genel toplumsal algıda yer kazandırarak ve toplumun içine doğru, öncü birey ve unsurlara öncelik vererek örgütlenmek suretiyle gerçekleştirilir. Bu dönemde sosyalist siyaset egemen ideolojinin kitleleri düzene bağlama mekanizmalarına zarar vermek için kimi fırsatları değerlendirebilir ancak düzenle bağı zayıflayan toplumsal kesimlerin kopuşunu iradi biçimde zorlamak mümkün değildir. Dolayısıyla olağan dönemlerde sosyalist devrimci siyaset burjuva egemenliği karşısında damlaya damlaya mermeri aşındıran su değil, zembereği giderek geren bir kurma kolu işlevi taşımalıdır. Bilimsel sosyalist ideoloji, enerji biriktiren toplumsallık içinde, örgütlü öncüler yoluyla kök salmalı ve devrimci kriz anında yaşanacak kendiliğinden kabarma içerisinde bu toplumsallıkları düzenden kopartıp sosyalist devrimci siyasetin kitlesi haline getirmelidir.

Ayrıca, kriz anında sosyalist devrimci özne, özel olarak kendi siyasetinin değil düzenin dışına işaret eden tüm öznelerin siyasetinin, krizin maddi ve siyasi kaynaklarına bağlı olarak eşitsiz biçimde fırsatlar yakaladığı bir ortamda hareket etmeye başlar. Bununla birlikte, böyle dönemlerde parçalanan düzen siyasetinin kimi unsurlarının devrimci görünen restorasyon projelerine dönüşeceğini de yukarıda vurgulamıştık. Bu ortamda sosyalist devrimci öznenin bir görevi de düzen dışına işaret eden siyasi hatları olabildiğince kendisine tabi kılmak, bir devrimci bloğun öncüsü haline gelebilmektir. Kemal Okuyan’ın devrimci durumda öznenin kendiliğinden kabarma üzerinde tahakküm kurmasının “Ne Yapmalıcılar’ın zafer anı” 23 olduğu konusundaki parlak tespiti, kanımca buraya işaret eder: Olağan koşullarda düzen siyaseti tarafından etkisizleştirilip düzen içerisinde tutulan muhalif siyasi hatların ve bunlara rehberlik eden, egemen ideoloji tarafından kapsanan ideolojilerin, devrimci durumda onları taşıyan toplumsallıkla birlikte öncünün siyasetiyle düzenden kopartılması.

İdeolojik titizlik bu yüzden vazgeçilmezdir. Olağan dönemde toplumun içine doğru geliştirilecek olan öncü örgütlenme, kriz anında toplumda yaşanacak ideolojik karmaşa ve çoklu ilericileşme karşısında savrulmamalı, aksine her biri savrulmaya meyilli siyasi hatları kendisine tabi kılmalıdır. İdeoloji, hele ki bilimsel sosyalizm dışa doğru ayrı içe doğru ayrı olabilecek bir şey değildir. Bu yüzden olağan zamanlarda ideolojik savrukluk, örgütün krizin kaos ortamında panik içinde her sesini yükseltene “sen de haklısın” demeye başlamasına sebep olur. Buradan devrim ilerlemez, zira devrim bir kaos fırsatçılığı değildir, devrimci krizin kaos ortamında yeni bir düzenin tesis edilmesidir.

“İdeolojik mücadele” ile “siyasi mücadele”yi birbirinden ayırmanın sakıncası de burada yatıyor. Sosyalist devrimci öznenin siyasetinde en önemli unsur yalnızca üye kaydetmek değil, bilinç taşımak ve kalıcı biçimde dönüştürmek anlamında örgütleyiciliktir. Dolayısıyla bilimsel sosyalizm, öznenin kendisine sakladığı bir doktrinden ibaret olamaz. Yakın geçmişte partimizden kopan hizbin siyaset konusundaki en temel argümanlarından biri ideolojik değil, siyasi mücadelenin önemli olduğu bir tarihsel dönemde olunması ve bu çerçevede ideolojik hassasiyetlerin hem dışarı, hem de içeri doğru gevşetilebileceğiydi. Bu, aslında 20. yüzyılın başında Rus devrimcileri arasında yürüyen ajitasyon ve propaganda konulu tartışmanın bir tekrarı niteliğindedir ve Lenin tarafından Ne Yapmalı’da mesele gerekli biçimde ele alınmıştır. 24 Burada Lenin, yalnızca ajitasyonu işçi sınıfının ekonomik sorunlarına sınırlayan ekonomist siyasetle değil, ajitasyon ve propagandayı, bir ölçüde aynı anlama denk düşmek üzere yazılı ve sözlü siyaseti birbirinden ayıran kendiliğindencilikle de hesaplaşır. Öyle ki, bir noktada İskra’ya yöneltilen eleştirilerden birinin “ideolojinin abartılması” ve sınıfın dışından, “aydınların saflarından müttefikler aramak” 25 olduğunu öğreniriz.

Tarihteki bu tuhaflığın da, yakın geçmişte yaşanan benzerinin de özünde ideoloji ile siyaseti ayrı şeyler zannetmek yatmaktadır. Bir kere böyle zannettiğinizde ideoloji aydınları, siyaset ise geri kalan herkesi örgütlemeye, yani birincisi kadrolaşmaya, ikincisi kitleselleşmeye yarayan şeylere dönüşür. Taraflar arasında diyalektik bir ilişki tanımlamayan bu ayrım, diyalektik olmayan her ayrım gibi zamanla dikotomik nitelik kazanır ve taraflar birbirini dışlamaya başlar. Aydına siyaset dışı bir akil adam rolü biçilirken siyaset giderek içeriği sığlaşan ajitasyona, bir süre sonra da dar pratikçiliğe indirgenir. Ne var ki, diyalektik bilhassa kendisini yok sayanlara acımasızdır; aynı ayrım zorunlu olarak parti içine yansır ve orayı da teorisyen-ideologlar ve pratisyenler olarak ikiye böler. Praksis bütünlüğü bozulur ve partinin varlık amacı siyasi faaliyet olduğu için düşünceyle eylem arasında, ikinciyi üstte tutan bir hiyerarşi kurulur.

İdeolojik titizlik bu yüzden de vazgeçilmezdir; zira sosyalist devrimci örgütün birliği siyasi olsa da mesele ne sadece söylem, ne eylem birliğidir. Mesele örgütün tutkalı ve siyaset rehberi olan ideolojinin birliğidir.


Sonuçlar ve güncel görevler

Bu yazıda sunulan kavramsal çerçeve ve tartışma önerisinin kendine dair bir sonuca bağlanması mümkün değil, ancak güncel siyasete dair kimi sonuçlar çıkartılması mümkün ve gerekli. Yazıyı bitirirken, tezler halinde bunu yapmaya çalışacağım.

1. Türkiye’de düzenin kapsamakta zorlandığı toplumsal kesimin ideolojik tutamak noktaları değişmektedir. AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte düzenin kapsayamamaya başladığı ve Cumhuriyet Mitingleri-Ergenekon süreciyle düzen dışına düşen Birinci Cumhuriyetçi toplumsallığın bir bölümü irili ufaklı ulusalcı siyasi yapılar üzerinden düzene tekrar entegre edilmiş, diğer yandan Haziran Direnişi ile birlikte AKP iktidarının ilk yıllarından bu yana liberalizm üzerinden düzene bağlanmış ancak bu bağları 2011 seçimlerinden bu yana hayli zayıflamış olan kentli, eğitimli bir toplam kapsanamaz hale gelmiştir. Bu doğrultuda, Türkiye’de düzenden kopma potansiyeli taşıyan toplumsallık açısından yurtseverliğin önemi görece azalmakta, aydınlanmacılığın ve özgürlükçülüğün önemi artmaktadır.

2. Önümüzdeki dönemde Komünist Parti’nin siyasette düzen cephesindeki en önemli rakibi liberalizm olacaktır. Bu durum kendisini Haziran Direnişi günlerinde, hatta daha öncesinde göstermiştir. Liberal ideologların görece “solcu” olanlarının AKP’ye yamanıp kalmış, emperyalizmle daha sıkı bağları olanlarının ise şiddetli bir Erdoğan karşıtlığını benimsemiş olduğuna dikkat edilmelidir. Bu ideologların düşünsel öncülüğünü yapacağı bir siyasi hattın Türkiye’de AKP gericiliği ve Erdoğan despotluğuna karşı biriken toplumsal enerjiyi hiç etmesi imkânsız olmakla beraber liberal, turuncu devrimci bir restorasyon projesine sıkıştırması pekâlâ mümkündür. Haziran Direnişi ile ortaya çıkan toplumsallığın polis şiddetiyle sindirilmesi mümkün, yok edilmesi ise imkânsızdır; zira bir toplumsallık kendisini yaratan sebeplerden biri tarafından yok edilemez. Haziran’ın nihai yenilgisi, eylemliliğin geri çekilmesi değil, ancak toplumsallığın bir kez daha düzen içine çekilmesiyle gerçekleşebilir. Burada düşman liberalizmdir. Sosyalist devrimci siyaset, bu mecrada liberalizmi yenilgiye uğratabildiği ölçüde toplumsallaşma kanallarını genişletecek ve güç biriktirecektir.

3. Liberalizmle mücadele etmek dinci gerici siyaset ve ilahiyatçı ideolojiyle mücadele etmek kadar kolay değildir; ciddi bir kadro gelişkinliği gerektirir. Unutulmamalı ki dinci gericilikle mücadelede de komünistlerin işini en zorlaştıran şey liberalizmin desteğiydi. Bu destek zayıfladığından beri mücadele içeriksel olarak kolaylaşmıştır.

4. Aydınlanmacılık söz konusu olduğunda ise komünistlerin elini güçlendirecek ciddi bir birikimimiz olduğuna güvenilebilir. Partimiz dinci gerici siyaset ve ilahiyatçı ideolojiyle mücadele konusunda deneyimlidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Sosyalist devrimci siyaset, burjuva düzenden kimi toplumsal öbekler kopartıp kendine bağlarken bunu kendi ideolojisini onların ideolojilerine göre tadil ederek değil, onların ideolojilerini bilimsel sosyalizmin eleştirisine tabi tutup barındırdıkları ilerici unsurları içerip aşarak yapar. Bu, söz konusu toplumsallıklarla gömülecek, kendisi dönüşmeden o toplumsallığı dönüştürecek bir kadro birikimini öngerektirir. Benzer bir durumu yurtsever hassasiyetlerin güçlendiği dönemde yaşadığımız ve bu konuda başarılı bir sınav verememiş olduğumuz, partiden kopan hizbin ideologları arasında hızla MDD’ci tezlerin dillendirilmeye başlamış olmasında görülmektedir. Partimiz bugün toplumda düzenden kopma potansiyeli taşıyan aydınlanmacı hassasiyetlere sahip kesimleri devrime kazanmak istiyorsa, onları halen düzene bağlı tutan burjuva aydınlanmacı, kısmen Birinci Cumhuriyetçi damarları kesmeye hazır olmalıdır. Kadrolarımız bu konuda donanımlı hale getirilmeli, burjuva aydınlanmacılığı ve onun Türkiye varyantı olan kemalist aydınlanmacılıkla sadece merkezi araçlarımızda değil, alanda, insanlarla temas halindeyken de hesaplaşmamız gerektiği unutulmamalıdır. Bu başlık, bilhassa alevi toplumsallığıyla temaslarımızda önem taşıyacaktır ve ulusalcılığın bir kez daha düzen içine çekilmesiyle birlikte özellikle önem kazanmıştır.

5. Birinci maddede değindiğimiz kentli, eğitimli kafa emekçilerinin bir sınıf bölmesi olarak bütünlüklü tahlili bu yazının sınırlarını aşar. Ancak bu kesimin hayata, dolayısıyla sermaye düzenine kurumsaldan (aile, ümmet, millet vb.) ziyade bireysel bağlar üzerinden bağlandığı göz önünde tutulmalıdır. Bu bağlar maddi tüketim nesnelerinden ibaret değildir. Kentli modern yaşam kültürü, kentsel-mekânsal deneyimin bellekte bıraktığı izler, evrensel estetik birikimle kurulan temas gibi unsurlar birleşerek bu insanların hayatlarında güvenilir bir düzen ve istikrar arayışına yanıt vermektedir. AKP gericiliği vandalca burayı parçalamaktadır. Sosyalizm bu kesimin aslında hiç sahip olmadığı ama kendi koşullarını kendilerinden yoksul emekçilere bakarak değerlendirdiği için sahip olduğunu zannettiği nitelikli, gelişkin ve istikrarlı hayatı herkese sunabilecek tek toplumsal düzendir ve bu insanları buna ikna edebildiği ölçüde kazanacaktır. Bu da maddi vaatlerle sınırlı kalmayan ve nitelikli yaşam özlemine seslenen, bunu yaparken de liberter hassasiyetleri aşan bir sosyalizm propagandasıyla mümkündür.

6. Sosyalist devrimci siyasetin dikkate alması gereken bir diğer toplumsal dinamik sol jargonda sınıftan daha geniş bir kategori kabul edilen “halk” olarak kodlanan, hak kayıplarına karşı verilen mücadeleler üzerinden düzenle karşı karşıya gelen toplumsal kesimlerdir. Kendiliğinde bu kesimler ve bu kesimler tarafından yürütülen mücadelenin varabileceği en ileri nokta ütopik sosyalizmdir; nitekim bu toplumsallıktan beslenen örgütsel hat da devrimci demokrasidir. Bu kesim İkinci Cumhuriyet’in kurumsal ve sivil-lümpen gerici baskılarına çok daha açık biçimde hedef olmakta ve maddi koşulları nedeniyle kentli-modern yaşantıyla bağlarını kaybedip mahallelere kapandıkça çürümekte, kendisi de ahlakçı, muhafazakâr bir kısır döngüye girmektedir. Sosyalist devrimci özne bu toplumsallığın içine doğru aydınlanmacı tonu güçlü ve mevcut muhafazakârlaşmayı eleştiren, pratikte de hak savunularını sahiplenen, ancak kapitalizm koşullarında hiçbir kazanımın kalıcı olmayacağını sürekli vurgulayan, bunun üzerinden sosyalizme işaret eden bir öncü örgütlenme geliştirmelidir.

7. Son olarak, yaşadığımız hizip sürecinin partiye verdiği en büyük zararın partinin nicel anlamda küçülmesi değil yüzü bize dönük olan toplumsallıkta yarattığı hayal kırıklığı ve güven kaybı olduğu bilinmelidir. Bu güven kaybının bir kısmı kuşkusuz güç kaybıyla alakalıdır, ama mesele bundan ibaret değildir. Partimiz, yüzü bize, dolayısıyla burjuva düzenin dışına dönük toplumsal kesimlerle mümkün olan en hızlı biçimde güven ilişkisini yeniden tesis etmelidir. Bunu yaparken en önemli unsur da siyasetimizin yekpareliği ve tutarlılığı olacaktır. İdeolojik titizlik, bu sorunu çözmemizi ve kaybettiğimiz kadrolarımızdan çok daha nitelikli bir kadro kuşağını örgütlememizi sağlayacak anahtardır.

 

 

 

 

Dipnotlar

  1. Kemal Okuyan, Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-Tezler, Nazım Kitaplığı, İstanbul, s.99-100.
  2. Age, s.9.
  3. Bunun en gelişkin örneklerinden biri Gelenek’in ilk sayılarında yer almıştı: Cemal Hekimoğlu, “Gramsci Düşüncesi Kimlik Bunalımında”, Gelenek, 1986-1991 Yazıları, s.39-54.
  4. Meselenin bu boyutunun Aytek Soner Alpan tarafından yeterince açımlandığını düşünüyorum, bu yüzden burada ayrıca girmeyeceğim. “Krize Kenar Notları ya da Komünist Parti Nedir, Ne Değildir?”, Gelenek, Sayı 125, s.28-29.
  5. Terry Eagleton, İdeoloji, Çev. Muttalip Özcan, 3. Baskı, Ayrıntı, İstanbul, s.17.
  6.  Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, Evrensel, İstanbul, s.38-39.
  7. Age, s.35.
  8. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, 2. Baskı, İthaki, İstanbul, s.69.
  9. Hekimoğlu bunu “ayna” benzetmesiyle anlatıyor. Age, s.42.
  10.  Althusser, age, s.68’deki dipnot.
  11. Cemal Hekimoğlu, “İdeolojik Mücadele ve Sınıf Siyaseti”, Gelenek, Sayı 60, s.19.
  12. “(…)sosyalist ideoloji üzerine düşünürken en çok korkulması gereken şey, yukarıdakilerle ilişkili olarak, sosyalist ideolojinin bizim teorimizin toplumsala, hatta daha siyasi olarak sınıflar mücadelesinin pratik gereksinimlerine tercüme edilmiş hali olduğunun sanılmasıdır.” (Cemal Hekimoğlu, “Sosyalist İdeolojiyi Anlarken (II) İdeolojileşen Teori mi, Teori ve İdeoloji mi?”, Gelenek, Sayı 36, s.39). Aynı konu partimizin son kongresinde de gündeme gelmiştir: “Komünist Parti Temmuz 2014 Siyasal Raporu” (Madde 45), Gelenek, Sayı 125, s.78.
  13.  Louis Althusser, “Philosophy as a Revolutionary Weapon”, Lenin and Philosophy and Other Essays içinde, çev. Ben Brewster, Monthly Review, New York ve Londra, s.18.
  14. Bunlardan liberalizm ve milliyetçiliğe bir itiraz gelmeyeceğini, ancak diğer ikisini bir miktar açmak gerektiğini düşünüyorum. İlahiyatçılık, dinci gericiliği içeren bir biçimde, en genel anlamda metafiziğin ideolojileştirilmiş halidir. Bu ideoloji iki kritik unsurla tanımlanır: insanın bireysel veya kolektif öznel eylemine aşkın, hayatı belirleyen bir metafizik iradenin varlığı (kadercilik) ve toplumsal hayatın bu iradeyi referans alan birtakım ilkeler doğrultusunda şekillendirilmesi, ilahi öğretinin bunu sağlayacak biçimde politize olmasının (dinselleşme) gerekliliği. Burada altı çizilmesi gereken bir nokta da seçilen kavramın sadece bir farklılaşma tercihinden kaynaklanmamasıdır. Genel yazında bu ideoloji muhafazakârlık olarak isimlendirilmektedir ve bu isimlendirme kanımca hatalıdır. Muhafazakârlık bir ideoloji değil, bir siyasi pozisyondur ve mevcut sınıfsal iktidarın değişmemesinden yana olmak başta olmak üzere statükoculuk olarak kendisini gösterir. Bu çerçevede, Fransız Devrimi sırasında kralcılar da muhafazakârdır, Brejnev Dönemi SBKP önderliği de. Dolayısıyla muhafazakârlık illa karşı devrimci ya da dinci olmayı gerektirmez ve tersi de doğru değildir. Örnek olsun, Kurtuluş Savaşı sırasında Mehmet Akif Ersoy’un bir İslamcı olduğu tartışma götürmez, ama muhafazakâr olduğunu söylemek mümkün değildir.
    Aydınlanmacılığı buraya eklerken elimin titrediğini ise itiraf etmem gerekiyor. Yine de burjuvazinin dünya çapında ve bir bütün olarak aydınlanmacılıktan tamamen vazgeçemeyeceğini, onun laiklik gibi kimi kritik öğelerini önemsizleştirse de kaba bir pozitivizmi repertuarında tutmaya devam edeceğini düşünüyorum. Bunun iki sebebi var. Birincisi, toplumun aydınlanma ile tüm bağlarını kesmek bilimsel faaliyetten de büyük ölçüde vazgeçmek, bunu yürütecek aydınlanmış bireylerin kökünü kurutmak demektir ve kapitalizmin tüm çürüme ve gericileşmesine rağmen bilimsel araştırmalar sermaye birikimi açısından halen önemlidir. İkincisi, ay-dınlanmacılık yalnız kendinde bir ideoloji değil, aynı zamanda ilahiyatçılığın frenidir. Bu görev liberalizm veya milliyetçilik tarafından üstlenemez ve zincirlerinden boşanmış bir ilahiyatçılık zaman zaman kullanışlı olsa da, bu ideoloji dünya çapında frensiz bırakılamaz. Bu yüzden Dawkins’e “modası geçmiş 19. yüzyıl akılcısı” diyen Eagleton doğru biçimde bir gerilemeye, ama yok olmamaya, çok daha alçak bir düzlemde araçsallaşmaya işaret etmektedir (Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, çev. Selin Dingiloğlu, Yordam, İstanbul, s.193). Son olarak, sosyalizmin her ne kadar maddi temeli kapitalist üretim ilişkileri olsa da, burjuva toplumun temel ideolojilerinden biri olarak görülemeyeceğini düşünüyorum. Gerekçelerini ilgili bölümde açıklayamaya çalışacağım.
  15. Şirketin kurumsal niteliği ve ideoloji taşıma-yaygınlaştırma kabiliyetine medya sektörü ya da Google, Facebook vb. internet devleri söz konusu olmadığı müddetçe yeterince önem verilmediğini; bunun temel sebebinin de şirketin burjuvazi ile proletarya arasındaki ücretli emek sömürüsü ilişkisinin doğal biçiminden ibaret zannedilmesi olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce şirket, patronla işçi arasında değil, sermayelerini birleştiren patronlar arasında bir ilişki tarif eder. Dolayısıyla esasen sermaye sınıfının bir iç örgütlenme unsuru olarak görülmelidirler. Anonim şirkette varlık bulan tüzel kişilik patronları pek çok hukuki sorumluluktan kurtarmanın ötesinde basbayağı bir üstyapı kurumu olarak işlev üstlenir. Şirketler kurumsal kimlikleri, markaları, reklam sloganları vb. üzerinden topluma, kurum kültürü üzerinden de işçilerine ideoloji salgılarlar. Bunun en önemli örnekleri reel sosyalizmin çözülüş sürecinde çok kritik bir görev üstlenen McDonalds gibi “kurumsal kimlik” sahibi emperyalist tekellerdir; öte yandan meselenin sadece bu kadar “büyük” örneklere daraltılamayacak kadar geniş ve yaygın olduğunu düşünüyorum. Liberalizmin en önemli somut dayanaklarından biri olan dekadan tüketim kültürü şirketlerin topluma mütemadiyen aşırı tüketimi özendirici yönde girdiler yapmasının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun yalnızca daha yüksek kâr oranları elde etmek için yapıldığı söylenebilir ama şahsi görüşüm süreklileşmiş tüketim özendirmesinin yarattığı kümülatif ideolojik etkinin önemsenmesi gerektiği yönünde.
  16.  Plehanov, bu meseleyi Nietzsche takipçiliğini eleştiren çok parlak bir pasajla ele alır: “Ve niçecilik nedir ki? ‘Burjuvaziye’ karşı, ancak burjuva sisteme dair sarsılmaz bir sempatiyle mükemmel bir uyum içinde bir arada bulunan bilindik düşmanlığın modern kapitalizmin taleplerine yanıt olarak gerekli ekler yapılmış ve revize edilmiş baskısıdır.” Georgiy Plehanov, Art and Social Life, çev. A. Fineberg, http://goo.gl/ZeI2OF, Erişim Tarihi: 29 Kasım 2014.
  17.  Eagleton, age, s.256-257.
  18. Kemal Okuyan, “Sosyalizmin Toplumsal Ajanları”, soL Haber Portalı, 5 Mayıs 2014, http://goo.gl/KyR6IP, Erişim Tarihi: 29 Kasım 2014.
  19. Kemal Okuyan, “Sosyalizmin Toplumsal Ajanları”, soL Haber Portalı, 5 Mayıs 2014, http://goo.gl/KyR6IP, Erişim Tarihi: 29 Kasım 2014.
  20. Hekimoğlu, age, s.38.
  21. V.I. Lenin, “Taktik Üzerine Mektuplar”, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi içinde, Beşinci baskı, Sol, Ankara, s.22.
  22. Sosyalizm bu yüzden kapitalist üretim biçiminin ürettiği temel ideolojilerden biri, eşitler arasında bir birinci olamaz. Sosyalizmin en önemli varyantı olan bilimsel sosyalizm, marksist-leninist teori ve sosyalist devrimci özne ne kadar kendiliğinden ve kapitalizmin ne kadar doğal bir parçasıyla, o kadar “dünya tarihsel ideoloji”lerden biridir. Bu vurgu da 17. dipnotta başladığımız eleştiriyi tamamlar.
  23. Kemal Okuyan, ‘Ne Yapmalı’cılar Kitabı, 4. Baskı, NK, İstanbul, s.57.
  24. “Trade-Unioncu Siyaset ve Sosyal-Demokrat Siyaset” bölümü, V.I.Lenin, Ne Yapmalı?, 6. Baskı, Sol, Ankara, s.63-109.
  25. Age, s.102.
Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×