Öğrenci mi, genç mi, yoksa işçi mi?

Profesyonel bilgi üretiminin merkezi olan üniversiteler, gençliğin siyasi pratik ile bilgi üretimi sürecine dahil olduğu, bu süreci yönlendirdiği ve Türkiye gibi bir ülkede kampüs sınırlarının dışına taşan, emek sürecinin parçası haline gelen bir dinamiği barındırır.

Üniversitelere bakarken öncelikle Türkiye gençliğinin sosyo-ekonomik yapısına, gençliğin toplum yaşantısındaki karşılığına, emek süreci içerisinde aldığı konumlanışa ve elbette ki üniversite yaşamındaki pozisyonuna bakmak durumundayız.

Mayıs 2018’te yayımlanan Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) sonuçlarına göre, Türkiye’nin toplam nüfusu 2017 yılı sonu itibariyle 80 milyon 810 bin 525 iken, 15-24 yaş grubundaki genç nüfus 12 milyon 983 bin 97 oldu. Genç nüfus, toplam nüfusun %16,1’ini oluştururken, genç nüfusun %51,2’sini erkek nüfus, %48,8’ini ise kadın nüfus oluşturdu.

TÜİK tarafından Ekim ayında yayımlanan başka bir veriye göre genç nüfusta (15-24 yaş arası) işsizlik oranı %19,9 olurken kayıt dışı çalışanların ve istihdam olanaklarının sınırlılığını göz önüne alarak yüksek lisans ve doktora eğitimini işsizliği ertelemenin bir yolu olarak görenlerin sayısı da gün geçtikçe artıyor.

Kampüslerden kentlere

Üniversitelilerin temel yaşam alanı olan kampüslerin devlet ve sermaye işbirliği ile içi boşaltılmış, üniversiteliler için sanatsal, bilimsel ve sportif faaliyetlerin önüne set çekilmiş, üniversitelilere yüklenen yarı-aydın kimliğini tahrip etmeye ve üniversitelileri toplum nezdinde itibarsızlaştırmaya dönük politikalar hız kazanmıştır.

Kampüs yaşantısının ağır bir tahrip altında bırakıldığı bu dönemde üniversiteliler bir yandan yüzünü kente dönmüş, kentlerin modern yaşantısı içerisinde aydın kimliğini korumaya çalışırken bir yandan da kentin etrafını saran kapitalizmin çarkları içerisinde hızlı bir proleterleşme sürecine dahil olmuştur. Üniversitede okuyan bir insanın emekçi bir karakter kazanması, onun üniversite ile kurduğu sınırlı bağların zayıflamasına yol açmakta ve sınıfsal kompozisyonda tam olarak tanımlanamayan amorf bir katmanlaşmayı beraberinde getirmektedir.

Üniversitelinin proleterleşme süreci ile beraber sınıf ile kurduğu bağ sadece maddi bir temele dayanmamaktadır. Bu bağ üniversiteli kimliğinin sosyal, kültürel ve siyasi olarak da bir değişim sürecine girmesine yol açmaktadır. Üniversite öğrenimini devam ettirmek için veya üniversiteden yeni mezun olduğunda işçi sınıfına katılan genç, sınıfın kültürel kompozisyonu ile geçişken bir bağ kurmaktadır. Bu bağ ibrenin kimi zaman işçi sınıfı tarafına kimi zaman da bir yarı-aydın kimliği tarafına dönmesine sebep olmaktadır. Buradan baktığımızda temel bir düstur olarak gençliğin işçi sınıfından bağımsız bir kimlik değil sınıfın içine doğru akan bir dinamik olduğunu söyleyebiliriz.

Öğrenimini devam ettirebilmek adına Algida Fabrikası’nda çalışan Samet, öğrenci ve işçi olmak arasındaki bağı şöyle aktarıyor: ”Kendimi öğrenci veya işçi olarak tanımlamakta zorlanıyorum. Bu bana daha yeni meslekmiş gibi geliyor. Çalışma hayatının içinde olmak siyasi pratik yoluyla edindiğim bilginin, işçilerle ve üniversitede kendisini aydın sanan kesimlerle tartışmanın zeminini sunuyordu. İşçi sınıfının kültürel yapısının içerisinde kendimi var edebilmem, içinde bulunduğumuz dönemde bana umut oluyor.”

Kentlerden butik üniversitelere

Kampüslerden kentlere doğru yayılan üniversite gençliği, iktidar ve sermaye tarafından yeniden şekillendirilerek dar ve sınırlı alanlara itilmek istenmektedir. Geçtiğimiz yıl başta İstanbul ve Gazi Üniversitesi olmak üzere köklü üniversitelerin bölünerek kent ile temas ettikleri noktaların yeniden şekillendirilmesi, gerçekleştirilen müdahalenin boyutlarını gözler önüne sermektedir.

Müdahale sadece devlet eliyle değil, 1984 yılında lisans eğitiminde vakıf üniversitelerinin kurulmasına zemin hazırlayan düzenleme ile beraber sermaye sınıfının da üniversiteye dönük müdahaleleriyle sistematikleşmiştir. 2002 yılında inşaat sektöründeki reel büyümeyi takiben kent merkezlerindeki lüks arazilerin devlet eliyle vakıflara peşkeş çekilerek üniversitelere tahsis edildiği görülmektedir.

İnşaat sektöründeki reel büyüme, devlet arazilerinin vakıflara peşkeş çekilmesi ve sağlanan kimi kolaylıklar ile beraber gerçekleşmiş; 2002 yılından bu yana 71 vakıf üniversitesi ve meslek yüksekokulu açılmıştır ve bunlardan 57’si halen faaliyet yürütmektedir. Sermaye sınıfının eğitim kurumuna ve şehre dönük saldırısının boyutlarını gözler önüne seren bu istatistik, üniversite kurumunu bir tabela konumuna getirmiştir.

Kente müdahale, vakıf ve devlet üniversitelerinin şehir merkezlerinde stratejik noktalara yayılmasından ileri bir noktaya geçmiştir. Üniversitelerde bilimsel bilgi üretimi anlayışı terk edilerek piyasaya dönük bir bilgi üretimi gerçekleştirme çabasına girişilmiştir. Üniversitelerde böyle bir dönüşüm gençliğin liberal-özgürlükçü eğilimlerinden de yararlanarak sola ait değer ve kavramların sermaye tarafından yeniden üretilmesine yol açmıştır.

Liberalizmin ve özgürlükçülüğün gençlik içerisinde yaygınlaşması laikliği bir inanç özgürlüğü çerçevesinde değerlendirme alışkanlığını da beraberinde getirmiştir. Dahası Türkiye solunda kimi çevreler bu dönüşüme teşne olarak laikliği alınıp satılabilecek bir meta haline getirmiştir.

Menzil tarikatına bağlı Hacegan Vakfı tarafından kurulan Semerkand Bilim ve Medeniyet Üniversitesi göstermektedir ki kimi kavramlar üzerinde yaşanılan geriye çekiliş siyasi pratik açısından da bir geriye çekiliştir.

Devlet ve vakıf eliyle giderek artan üniversite sayısı nicel bir sıçrama ile 206’ya kadar çıkmıştır. Tek başına değerlendirildiğinde olumlu olarak nitelendirilebilecek bu veri, gençliğin üniversite sonrasındaki istihdam olanakları göz önünde bulundurulduğunda işsizlik sorununun kronikleşmesine yol açan rekabetçi bir sistemin süreklilik kazanmasına hizmet etmektedir.

Sınıftan akademiye sığınma hali

Toplumsal kalkınma ve planlamadan uzak, merkezi planlamadan yoksun, sermayenin ihtiyaçlarına dönük planlanan üniversite programları, işçi sınıfına yedek işgücü ordusu olarak ‘’diplomalı işsizlik’’ sorununu ortaya çıkarmaktadır.

Sayıştay’ın 2017 yılında açıkladığı denetleme raporu kamu kaynaklarının israfını acı bir şekilde ortaya koymaktadır. Çukurova ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde atıl durumda bulunan fakültelerde idari ve akademik personele devlet bütçesinden yapılan ödemeler kamu kaynaklarının niteliksiz kullanımının en net göstergeleridir.

Mezuniyet sonrası iş bulma sürelerinin uzunluğu, liyakatten uzak adamına göre bir istihdam stratejisinin belirlenmesi, gençliğin uzun süreli işsizlik bunalımında bir kaçış yönü olarak akademiye yönelmesine ve akademinin de giderek niteliksiz, toplumsal bağları zayıf bir alan olmasına yol açmaktadır.

Mücadelenin sınırlılıkları ve dinamikler

Yapısı, demografik özellikleri, kültürel kodları itibari ile sermaye sınıfının kendisine çizdiği gömleğe dar gelmekle beraber gençlik, henüz yaşam disiplini, hayat planlaması noktasında kendi kimliğini bulamayan bir kesim olarak sermayenin müdahalesine de yatkın bir görüntü sergilemektedir.

Sermaye sınıfının özellikle ihtiyaç duyduğu emek gücünü öğrenci gençlik içerisinden karşılaması, eğitim sisteminde gerçekleşen yapısal değişiklikler, aydınlanmacı ve sosyalist bilim emekçilerinin kanun hükmünde kararnamelerle tasfiyesi ile beraber sermaye kendi hareket alanını genişleterek, düzeninin bekçisi olarak gençliği yanına yedekleme ihtiyacı halindedir.

Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere emperyalizmin içine girdiği kriz ve düzen içi çözüm arayışlarının gerçekliğini yitirmesi, sermayenin tekil bir ideolojik formasyon ile siyaset sahnesine çıkamamasına neden olmaktadır.

Tüm bu veriler, ayakları işçi sınıfına basan bir gençlik dinamiğinin siyaset sahnesinde boy gösterebileceğini ortaya koymaktadır. Önemli olan devrimci öznenin böyle bir dinamiği sınıf siyasetinin bir parçası haline getirebilme kabiliyetini kazanması, siyasi/ideolojik ve kültürel olarak bütünlüklü bir dönüşümü örgütleyebilmesidir.

“Yeni bir gençlik hareketinin gelişebileceği kabulü yanlış değildir. Ancak bu, sosyalizm ideolojisini taşıyan, doğrudan bir ideolojik gücü arkasına alan, öğrenci gençlik ile genç işçi profilinin geçişkenliğini göz ardı etmeyen ve mutlaka devrimci öznenin iradi zorlamalarıyla olgunlaşan bir hareket olabilecektir. Bu anlamda gençliği bekleyen hazır siyasi kanallar yoktur. Gençliğin politikleşmesini sağlayan kavramlar bir bütünselliğin parçası haline getirildiği ve sınıfsal bir ayrışmaya tabi tutulduğu ölçüde sonuç alıcıdır.” (Senem Doruk, Uğur Kayrak, Yeni Bir Dönem Açılırken Gençlik Nerede Duracak?, Gelenek 125. Sayı Eylül 2014.)

Gençliğin üniversite yaşantısı içerisindeki proleterleşme süreci verili bir durum olarak tek başına gençliğin sosyalist özne veya unsur ile temasını beraberinde getirmeyecektir.  Ancak emek ile sermaye arasındaki mücadelenin nesnel koşulları ibrenin yönünü tayin edecektir. Gençliğin ve daha da özel olarak üniversite gençliğinin öğretim süreci içerisinde devlet kredileri ile borçlandırılarak, emek sürecine katılarak yoksullaşması öznenin gençliğe daha çok müdahale etmesinin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır.

Bu kapsamda üniversite okumanın toplumsal karşılığının zayıfladığı, üniversite sürecinde güvencesiz, esnek çalışmanın yaygınlaştığı koşullarda gençliği kendi yaşam alanlarında, kampüslerde, kentlerde, sınıfın içerisinde sosyalizm ve sınıf mücadelesinin gerçek bir aktörü olarak örgütleyebilmek şarttır.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×