Sahte umutlar üzerine

Stalin ’46 yılındaki bir görüşmesinde kendisine “Sizce ABD’nin atom bombası tekeli dünya barışını tehdit ediyor mu?” diye soran gazeteciye “Atom bombası zayıf sinirlileri korkutmak içindir” yanıtını verir.[1] Zamanlaması ve mesajı bakımında ilginç olan bu görüşmede Stalin’in verdiği yanıtı bugün yine ilginç bir yer değiştirmeyle okumak mümkündür. Aslında görüşmeden çok bu özel yanıtın kendisi büyük önem taşır: Devrimci mücadele de zayıf sinirlilerin işi değildir.

Bugün anlıyoruz ki bombaların patlaması o zamanlar daha düşük bir olasılıkmış. Halbuki sinirlerini bombaların gölgesinden koruyabilenler için daha büyük bir mücadele dönemi açılıyordu. Asıl sinir harbi ‘bir adım ileri bir adım geri’lerle ilerleyen bir dönemin ömrü üzerinden gerçekleşiyordu. İki sistemin kavgası tüm o devrimleri, kazanımları ve yenilgileriyle birlikte oldukça çalkantılı bir uzun 20. yüzyıl yaratmış olsa da   sonuca erememişliğin verdiği durağanlık hissiyatı zamanın ruhundan eksik olmuyordu. Gerçekte, sinirler en çok bu değişmeme, sonuca erememe halinin usandırıcılığında törpüleniyordu. Yıpranmış sinirler Berlin Duvarı’nın yıkılışında bir değişim parıltısı görmüş; fakat bu kısa sahte parıltının gerçek anlamı kendisini birkaç sene içerisinde göstermişti.

Pandemi ve krizlerin dünyasında 2021’e girerken biz de benzer bir dönemden geçmiyor muyuz? Bu sefer kötüye gidişin, anlık parıltıların, sahte umutlarla dövülmenin süreklilik kazandığı bir değişmeme hali var gibi gözüküyor. Bizim zamanımızın ruhuna da nereye varacağı belli olmayan bu ilerleyişin yarattığı sinir harbi biçim veriyor. Değişim, elbette, kolayca fark edilmesi mümkün olmayan bir birikimin üzerinde filizlenir. Fakat o birikimi görebilmek için de bazen sağlam sinir gerekir.

Oysaki daha pandeminin başlangıcında bundan yoksunluğun çarpıcı örnekleriyle karşılaşmamış mıydık? Marketlere tuvalet kâğıdı almak için hücum edenler sanki gizemli bir anlaşmışlıkla hareket ediyorlardı. Esasında, tuvalet kâğıdı stoğunun bizi zor durumda bırakmayacak kadar yeterli olduğunu herkes içten içe biliyor olmalıydı. Fakat “bitecekmiş” dedikodusunun “ya biterse” kaygısına dönüşmesi tam da istenmeyen sonucu üretmedi mi? Tuvalet kâğıdı stoğunun bitmesinden korkanlar ortalıkta hiçbir şey yokken kendi elleriyle stokları bitirdi. Korku, bu gizemli simgesel anlaşmanın ürünü olarak kendi gerçekliğini yarattı. Aslında her mantıklı insan buradaki saçmalığı fark edebilirdi ancak hâkim düzen ve “işleyen” sistem aklın nefes alıp vereceği atmosferi kirletmek meşguldü.

Sahte umutlara koşma tez canlılığında da benzer bir yan bulunuyor. Sahte umutlar diye, durağan hale itki getireceği, böylece değişimin kapısını aralayacağı söylenen; ama gerçekte, asıl değişimi yani kapitalizmden çıkışı mümkün kılacak birikimin altını oyan çağrılara diyoruz. Ama kimse de durduk yere sahte olanın peşinden koşmaz. İşte sahte umutların çarpıcı yönü bu çelişkili ‘bilme ama bilmeme’ halidir. Herkes sahnede nelerin döndüğünü pekâlâ bilmektedir ama yine de oynanan oyuna inanmakta, aslında kendini belli bir yöne doğru yarı bilinçli bir biçimde sevk etmektedir. Söz gelimi Çipras’ın, Biden’ın ya da İmamoğlu’nun kim olduğu, sınırları “biliniyordur” ama önemli olan değişim ve değişimin yaratacağı enerjidir.

Öte yandan, sahte umutların kendiliğinden geliştiği, sadece bir sonuç olduğu da yanlış bir akıl yürütme olur. Bugün sahte umut kendi kendini yeniden üreten bir gelişkinliğe kavuşmuş durumda. Bunu mümkün kılan şey kapitalist üretim ilişkileridir ama daha çok bu ilişkilerin yeniden üretiminde sorumluluk üstlenen aktörlerdir. Bununla ne anlatmak istiyorum? Bugün geniş kitleler belli bir sahte alternatife yalnızca çaresiz olduklarını düşündükleri için sarılmamaktadır, asıl bu çaresizliğin kendisi yaratılmıştır. Çözüme götüreceğini söyleyen her sahte alternatif kendi sözlerine ihanet ettiği, yalan söylediği ya da çağrısına ortak olanları kandırdığı ölçüde sonraki sahte umut çağrılarının zeminini de yaratmış olur.

Bunun sistematik hale gelişi ancak belli bir tarihsel gelişimin sonunda mümkün olabildi. Bu aşamada, ‘hata yapma hakkı’ ile sahte umuda çağrı yapma arasında ince ama derin bir ayrım bulunduğunun altını çizmeliyiz. Kimse 1871 yılında Fransa’da iktidara talip olanların hazırlıksızlıklarına bakarak, Komün’ün çağrısını, sonu yenilgiyle biteceği belli olduğu için sahte olarak niteleyemez. Marx’ın deyimiyle, “Komün’ün gerçek sırrı, özünde bir işçi sınıfı hükümeti, üretenlerin mülk edinen sınıfa karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayabilecek olan, en sonunda keşfedilmiş siyasal biçimdir.[2] Yani Komün’ün cüretli çıkışının devrimci kalkışma ve yenilgilerin yarattığı kısır döngüyü, 1830’lardan beri sürmekte olan sürekli başa dönme halini kırdığı tarihsel an, ancak Komünarların “hata”sının ürünü olarak yaratılabilirdi. Oysaki burjuvazi diğer ülkelerde devrimci mücadelenin bu keşfini belki sosyalistlerden de fazla ciddiye aldı. 20. yüzyılın başında sosyal demokrasi bir burjuva siyasal akım olarak dünyaya gelirken, burjuvazi de düzen dışı çıkışların nasıl soğurulacağını öğrendiğini gösterecekti.

Elbette sosyal demokrasinin işlevi de bugün “pekâlâ biliniyor”. Halbuki sosyal demokrasinin ortaya çıkış döneminin göz ardı edilen yanı, “oportünizm” olarak adlandırılan sapmanın da artık olgunlaşmış bir eğilim olarak tarih sahnesine çıkmasıdır. Oportünizmle mücadele temasının Lenin’in siyasi hayatının ilk yazılarından beri varlığını koruduğu açık; ama 1914’ten itibaren yazdığı neredeyse her yazıda karşımıza çıkan polemiklerinin artık bu olgunlaşmış eğilimi karşısına aldığı, örgütsel ve ilkesel olarak kapsamlı öneriler getirdiği unutulmamalıdır.

Bu noktada net olunması gereken husus, sahte umudun aktörlerine dair yürütülen tartışmanın bir strateji tartışması olmadığıdır. Rusya örneğinde Lenin’in hesaplaştığı sol siyasi akımların göreli radikalliği bizi aldatmamalı. Rusya örneğinde, burjuvazinin farklı siyasal alternatifleri kontrol edebilmedeki ve ideolojik manipülasyon kabiliyetindeki olgunlaşmamışlık siyasal-ideolojik haritayı göreli olarak netleştirmiştir. Lenin’in hasımlarının bazılarının devrimciliğinde sorgulanacak bir şey bulunamayabilir ve bu haliyle tartışma gerçekten bir strateji tartışması olabilir. Fakat orada da atmosfer Şubat Devrimi’yle birlikte hızla değişmiş, yanlış stratejiler elenmiş ve tartışmalar artık sahte ile gerçeğin ayrım noktasına dayanmıştır. Lenin’in oportünizm için yaptığı “burjuvazinin ajanlığı” yakıştırmasını tam olarak anlatan döneme girilmiştir. Özetle, o günden bugüne burjuvazinin ve siyasal aktörlerinin oyun kurabilme kabiliyetinde bazı değişimlerin yaşandığı her daim akılda bulundurulmalıdır.

Yani, aslında Çipras’ın, İmamoğlu’nun, şu ya da bu kişinin ötesinde bir kurumsallaşmadan bahsediyoruz. Bir devrimci parti düzen ile düzen dışı olanın ayrım çizgisinin nereden geçtiğini hesaplarken bu kurumsallaşmayı göz önünde bulundurmak zorundadır. Fakat bu sistematik yan, yani sahte umudun yaratılması, bu yaratma sürecinin parçası olan aktörlerin de hem kendilerini hem de süreci yeniden yaratması olgusu bizi siyasetin aktörler arasında gerçekleşmesi olgusuna daha çok yaklaştırır. O halde sahte umudun üretildiği ve pazarlandığı bu sistematiğin aktörlerinin doğasına daha yakından bakmamız gerekir. Ama önce bu aktörlerin varlık koşullarına açıklık kazandırmalıyız; çünkü her siyasal alternatife çağrı, sahte olsun olmasın, belli bir ideolojik mücadeleye yaslanmak zorundadır. İdeolojik mücadele ise bu mücadeleyi mümkün kılan pratik varlık koşullarının üzerinde gerçekleştirilir.

Bu pratik varlık koşulları en temelde meta fetişizminden türer. Daha önce, sahte umutların arkasında koşmanın yarı bilinçli bir yana sahip olduğundan bahsetmiştim. Bu ‘yarımlık’, bir geçiş haline işaret eder ve doğası gereği çelişkilidir, pratiğe geçildiğinde kendini bir yere doğru tamamlama eğilimindedir. Merkezinde özneler ile pratikte yeniden üretilen üretim ilişkilerinin bulunduğu bu bağlantı noktasını meta fetişizmi oluşturur. Kapitalizm kendi varlık koşullarını üreten bir sistem olarak, tabir uygunsa her şeyi kendi suretinden yaratır, başkalaştırır, yeniden ve yeniden üretir. Bu haliyle çekiminden kaçmanın kolay olmadığı dev bir mıknatıs gibidir. Kapitalizmin sistemik özellikleri her şeyi metalaştırır ve buna umut da dahildir.

Bir markete girdiğinizi ve tuvalet kâğıdı almak istediğinizi düşünün. Bu sefer canhıraş bir tane kapma derdinde değilsiniz ve “doğru tercih” yapabilecek zamanınız var. Önünüzdeki iki “seçenek” de aynı fiyata ya da ihmal edilebilir bir fiyat farkına sahip. Ama ürünlerden ikincisinin üzerinde, verdiğiniz ücretin bir miktarının “ağaç dikme sosyal sorumluluk projesine” katkı olarak gideceği yazmakta. Her şey aynıyken ikincisini seçmeniz rasyonel olan değil midir? “Hiç olmazsa katkım olur” yanlış bir akıl yürütme midir?

Bu bizi kapitalizmi neden asla hafife almamamız gerektiğine götürür. Pratikte atılan adım sahte umudun ve ona inanma eğiliminin varlık koşullarını yeniden üretir. Yani gerçekte olan şudur: “Hiç olmazsa…” pratiği, sahte çözümün yani metalaşmış umudun realize olduğu çevrim ile öznenin hem kendisini hem de bu çevrimi yeniden ürettiği ikinci bir çevrimin üst üste geldiği dönemeçtir. Özne arkaplanda “ben de biliyorum dünyanın kurtulmayacağını” demekte ama attığı adım sayesinde, yani “hiç olmazsa” tavrıyla arkaplandaki çelişkisinin üzerini örtmekte, kolay çözüm ideolojisininin maddi varlık koşullarını pratikte yeniden üretmektedir. Üstelik burada bir ikinci çiftleme, yani üst üste gelme daha yaşanır; öznenin bu eylemine ikinci bir çelişki eşlik eder: Bir yandan kimseye zarar vermeyeceğini, aslında kimseye etki etmeyeceğini de düşünmekte ama pratikte hem bu sahteliği hem kendisinin sahteliğe inanma eğilimini hem de başkalarınınkini yeniden üretmektedir.

Neredeyse “batıl” diyeceğimiz bu inancı en iyi özetleyen durum, fizikçi Niels Bohr’a atfedilen ünlü hikayedeki gibi değil midir? Kapısının üzerine at nalı asan Bohr’a, bir bilim insanı olarak böyle şeylere inanıp inanmadığı sorulur. Bohr’un soruya yanıtıysa, “tabii ki de inanmıyorum ama bana söylediklerine göre inanmasan da işe yarıyormuş” olur.[3] Bunu diyen bilim insanı Bohr’dan kimlerin nasıl etkilendikleri hikâyeye dahil değil…

Halbuki benzer bir ideolojik yeniden üretim siyasette de gerçekleşmiyor mu? Tevekkül ile gerçek umudun ayrıldığı nokta bu üzerinden atma, sorumluluğu devretme anında yaşanmıyor mu? Bugün lider olarak kitlelerin önüne sürülen karakterler tıpkı tuvalet kağıdında olduğu gibi güzelce makyajlanıp ambalajlanarak “seçim”e sunulmuş ürünler değiller mi? İşte burada tüm o popülizm tartışmalarına hakim olan noktaya gelmiş bulunuyoruz.

Kolay çözüm arayan solun en büyük rüyası böyle karakterlerin ya da simgelerin etrafında kümelenmiş kitlelerin sol adına siyasete egemen olabilmesidir. Öyle ki sol popülizm projesinin teorideki iki isminden biri olan Chantal Mouffe, neoliberalizmin iki isminden biri olan Margaret Thatcher’ın başarısı için “öğreneceklerimiz var” dediğinde[4] bu popülist arayışın mantıksal sonuçlarını da göstermiş oluyordu. Buradaki kolaycılık sadece yüzer gezer, içi doldurulabilir simgeleri, kişilikleri aramaktan ibaret değil elbette. Burjuvaziye alan açan bu çağrılar, sınıf siyasetine ve ideolojik mücadeleye yaklaşımdaki radikal farklılıktan türüyor.

Burada bize Stalin’in baştaki sözünü hatırlatan çok ilginç bir kesişimle karşılaşıyoruz. Bir yandan, popülizm ve oportünizm gerçekçi kılıfa büründürülürken bunun arkaplanını düzen değişikliğine duyulan umutsuzluk ve inançsızlık oluşturuyor. Ama öte yandan, kapitalizmin kendini onarma yeteneğini göz ardı ediş ve devrimci olmayan dönemlere dair aşırı bir iyimserlik de genel inançsızlıkla birlikte kendine yer bulmuş oluyor. Neyin strateji neyin illüzyon olduğu ise işte bu kesişim noktasında anlaşılabiliyor.

İdeolojik mücadeleden kontrolsüz esnemeyi anlayanlar, temas ettikleri ideolojilerin serbestliğine ya da öznenin yer değiştirmelerine karşı aşırı bir iyimserlik beslerken siyasi öznenin bu yer değiştirmelerden fazla etkilenmeden çıkacağına dair de büyük bir iyimserlikle hareket ediyorlar. Bunun halk dilinde ifade edilişi “bu işler kirlenmeyi göze almadan olmaz” oluyor. Ama buna bir üçüncüsü ekleniyor: Naif yaklaşım, temas edilen ideolojilerin kapitalizmin kendini yeniden ürettiği noktalar üzerinden ve düzenin aktörleri tarafından sürekli markaj altında tutulduğunun göz ardı edilmesiyle sonuçlanıyor. Halbuki devrimci siyasette manevra serbestliği ve ideolojik esneme cingöz fikirlerle değil, dişe diş gerçekleşen bir mücadelenin ürünü olarak gerçekleştirilebilir.

Buradaki hatalar “bilerek” ve göze alarak yola çıkan cüretli özneyi küçük düşürür, hatta ölümün eşiğine kadar getirir. Fakat tek sorun bu tarz siyaseti strateji olarak kabul etmiş siyasi aktörlerin ölmesi değil. Çünkü en azından Türkiye bu gibi ölememiş, yarım-yaşayan öznelerle dolu. Türkiye siyaseti burjuvazinin planlarının reklamcısı olarak işlevlenen partilerin ve karakterlerin zombiler diyarına dönüşmüş durumda. Buradan çıkarılması gereken en büyük ders siyasi aktörlerin hatalı pozisyonlarının sonuçlarının sadece o aktörleri ilgilendirmediğidir: Yarı-ölü herkesi ölüme çağırır. İşte bu bizi sahte umudu yeniden ve yeniden üreten aktörlerin doğasına götürmüş oluyor.

Sahte umut ile stratejinin ayrıldığı çizgiyi sosyal demokrasinin ve oportünizmin işlevinde görebiliriz. Türkiye’de (ve diğer ülkelerde) devrimin yolunu açacak hamlelere ve dolayısıyla enerji kazanmaya dair beslenen çarpık anlayış devrime hazırlanma görevinin ters yüz edilmesine de neden oluyor. Sinir harbinin kaybedilmesi, açıkça ilan edilmeyen inançsızlık “hiç değilse” stratejisini devreye sokuyor. Bunun anlamı, genel umutsuzluk ve güçsüzlük ortamında enerji kazanmak için, önü açık gibi gözüken, “hiç değilse” enerji yaratma ihtimali olan alternatife destek vermek, tabir uygunsa herkesin koştuğu yere koşmak oluyor. İşte bu siyaset anlayışının çağrı ile birleştiği noktada artık stratejiden sahte umuda geçiş yapılmış oluyor.

Halbuki hem tarihsel izlek hem de enerji kazanmanın mantığı tersine çevrilmelidir. Tarihte faşizm, komünistler faşizme karşı sosyal demokratlarla birleşmedikleri için değil, daha en başından sosyal demokratların bilinçli hamleleri solu ve sola güvenen kitleleri boşa düşürdüğü için yükseldi. Türkiye’de sol çıkışın ayağını basacağı zemin, devrimciler Erdoğan’a karşıtlıkla yan yana gelmiş o geniş cepheyle birleşmedikleri için değil, o geniş cephenin en önemli sosyal demokrat unsurları gerçek çıkışın enerji noktalarını tek tek tahrip ettikleri için zayıfladı. Üstelik sosyal demokrasi tek bir anda gerçek bir çarpışmayı yatıştırmakla kalmadı, sonraki çarpışmaların filizleneceği zemini düzenli olarak tahrip ettikçe kendi kendisinin genetik kodlarıyla da oynadı. Türkiye’de sosyal demokrasi, karşı-devrimci bir misyonla iktidara gelen partinin karşısında gibi gözükürken bu misyonun bir aktörü haline geldi. İşte bu geniş cepheden “hiç değilse” bir enerji kazanılabileceğini düşünerek çağrı yapanlar aynı misyonun reklamcıları konumuna düşmektedirler.

Bu noktada, devrime hazırlanma görevine ve dolayısıyla gerçek sıçrama zemininin yaratılmasına daha yakından bakılması gerekiyor. Tipik eleştiri bugüne kadar hep, “devrimi bekleyen” partilerin bekleme haline özel vurgu yaparak gerçekleştirildi. Bu argümanda, devrimin ayrıcalıklı bir dönemeç oluşu devrim teorisinin (nasıl olabiliyorsa) dışına çıkarılıyordu. Böyle partiler gerçek cüreti gösteremiyor, eyleminin gelecekteki sonuçlarının sorumluluklarıyla yüzleşmiyordu. Karikatüre göre, öyle bir an gelecekti ki sonunda parti meydana çıkacak ve önder rolünü üstlenecekti. Devrim böyle bir şey değildi…

Elbette bu karikatürleştirmeye en ufak zaaf gösterilmemesi gerekiyor. Öte yandan, esasında devrimci siyasette eylemin sorumluluğuna biçilen bu rol tuhaf bir aldatmacayla şekillendiriliyor. Burada sanki, çok bilinen etik ikilemin siyasete kopyalanmasıyla karşı karşıyayız: Yaptığım eylemin gelecekteki sonuçlarından emin olamam, kötü amaçla yapılmış gibi gözüken bir davranış iyi bir sonuca varabilir, ve tam tersi. Bir eylem kendi haklılığını ancak gerçekleştirildikten sonra, geriye dönük olarak yaratır. O halde ne olacak, ya önümüzde sınırsız bir serbestlik alanı var ve gözümüzü kapatıp atlayacağız, eylemimizin tüm olası sonuçlarını göze alacağız ya da basitçe “yapmamayı” tercih edeceğiz.

Oysaki, öznenin siyasetteki adımlarına tek seferlikmiş gibi yaklaşan bu bakış açısı, öznenin kendisinin de bu adımlarla başkalaştığı, olgunlaştığı (ya da benliğini kaybettiği) ve karşılıklı ilişkiyle ilerleyen bu sürecin ürünü olarak dünyaya, sonraki adımlarına baktığı gerçeğini çarpıtmaktadır. Demek ki dünyaya bir dizi bağlaşık hamlelerin bütünü itibariyle bakamayan öznenin süreç kavrayışı bozulmaktadır. Öte yandan, siyaseti bir süreç olarak kavrayabilmek, bağlaşık hamlelerin adreslendiği “sabit” bir nokta olmadan da mümkün olamaz. Gelecekte her an her şeyin olabileceği düşüncesi, özgürlüğe alan açtığı kadar yanlış stratejilere ve sahte umutlara da alan açar. Anlatmak istediğim şey devrim perspektifi… Ama devrimin bir sistemin içerisinde nasıl olup da olgunlaşabildiği temel sorusuna açıklık kazandırmadan eylemin anlamı tartışmasında bir adım bile atmış sayılamayız.

Devrimin doğası ile kapitalizmin sistemik doğası arasındaki ilişkinin karmaşıklığı gayet iyi bilindiği için bu basit gibi gözüken mantıksal sorgulama denemesi Kapital’in, Marx’ın ve sonrasında da Lenin’in tavır alışlarını değerlendirmeye kadar ilerletildi. Sermayenin sistemik doğası daha önce de bahsettiğimiz üzere etik konumlanışları kolayca kendine bağlayabilen hatta meta olarak yeniden üretebilen bir mekanizmaya sahip. Bu yeniden üretim sürecinin asla hafife alınmaması gerektiğini belirttik. Yani düzenle gerçek bir karşı karşıya geliş için etik değil bilimsel kavrayıştan yola çıkılması gerektiği açık. Fakat buradan hızla yapısalcılığa ya da özneyi dışarıda bırakan teorik pozisyon alışlara geçiş de mümkün. Öte yandan, Kapital’de bir organizma olarak sermayenin bilimsel olarak ele alınışının ilginç bir yönü daha bulunur. Bu yön en kolay, Marx’ın bilimini oluşturan kavramlara bakıldığında görülebilir. Artı-değer, işgücü metası, kâr gibi temel kavramlar ve bunların hareketi, hep arkaplanındaki gerçek insanlara gönderme yapar. Başka teorik kaynaklardaki sistemik analizlerin aksine Marx’ın “sermaye”si daha en başından beri bir toplumsal ilişki biçimidir.

Peki bu neden önemlidir?

Kapital, sermayenin hem krizli ve patlamalı doğasından hem de bu krizleri aşarak kendini yeniden üretebilme kabiliyetinden bahsediyor. Eğer sermayenin sistemik çevriminin dağılmaya başladığı noktalar tam da o sistemin karakteristik özellikleri olarak isabetle saptanamazsa bundan ancak iki sonuç doğar. Ya kapitalizmin her şeyi her zaman soğurabileceği yanılsaması hakim olur ve bunun sonu reformizmdir ya da sistemin dışına çıkışın gerçek ipuçları, devrim denilen dönemecin özel değeri görülemez hale gelir ve bunun da sonu “yanlış hamle” olur: Çıkış için atılan adımlar sistemin içine düşer; dahası sistem bu hamleleri soğurabildiği ve işlevlendirebildiği oranda kendisini de onarır; düzen ise kendi alternatifsizliğini bir kez daha ilan eder. Halbuki Kapital’in mesajı ile Komün’ün 1871’deki keşfinin birleştiği nokta, kısır döngüden çıkışın nasıl olabileceğini gösterir.

Kısır döngüden çıkış için öncelikle sermaye düzenini bir bütün, bir sistem olarak kavramak zorundayız. Tam da bu noktada Marx’ın Kapital’in başından sonuna dek işlediği çarpıcı bir özelliğe vurgu yapabiliriz: çözümü ertelemek. Sermaye, en küçük hücresinden en karmaşık ilişkilerine dek bazı çelişkilerin birlikteliği ve hareketidir. Sermaye, bu çelişkilerin çözümlerini her defasında öteleyebildiği, başka bir düzleme taşıyarak ilerletebildiği ve çevrimini mümkün kılabildiği için, kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, tam anlamıyla bir sistemdir. Fakat bu durum, sermayenin çelişkilerinin çözümlerinin sonsuza dek ötelenebileceği anlamına gelmez. Burada Marx’ın düşüncesinin diğer özelliğine geliyoruz: Sermayenin çözüm erteleyen doğası o ya da bu şekilde patlamalarla, buhranlarla kesintiye uğrar. Toplumsal yapının motoru sustuğunda, toplumsal yapının tamamı bunun sonuçlarıyla o ya da bu şekilde yüzleşir. İşte bu buhranların bütün bir toplumsal yapıyı kırdığı çatlakları izlemeden sistemden çıkış mümkün değildir.

O halde, toplumsal yapının asıl faillerine dönmeden eylemin doğası hakkında konuşmak da mümkün olmayacaktır. Kapital’in toplumsal ilişkilere olan referansı göz ardı edildiğinde krizlerle devrimleri bağlayan, dolayısıyla ancak krizlerle zayıfladığında müdahaleye açılan bir sistem ile o sistemden çıkış (düzeni değiştirme) hakkı arasındaki bağlantı kopmuş olur. Bu ya düzen değişikliği talebinin (liberallerde çok görüldüğü gibi alaya alınmasını) önemsizleştirilmesini ya da değişme koşullarının olgunlaştığı özel dönemi, yani kapitalizmin sistem olma özelliği ile sistem olarak devam edebilme yeteneği arasındaki kopuşun meydana çıkışını göz ardı etmeyi beraberinde getirir. Bütün bu söylediklerimiz tek bir “sabit” noktaya doğru yoğunlaşır: devrimci durumun kendisi.

Sermaye düzenini bir sistem olarak yeniden ve yeniden üreten (bunu sınıflar halinde yapan) aktörler, sistem zayıfladığında, bu bağlardan kurtulma olanağı ile bu bağları koparma hakkını aynı anda elde ederler. Eylem ancak sermayenin çözümleri erteleme kabiliyetinin çöktüğü noktada gerçek hamlesini yapar. Üstelik devrim beklentisinin tek kaynağı sermayenin sistemik özelliklerinden mantıksal olarak çıkardığımız sonuçlar da değildir. Tarih, kapitalizmin bu patlama anlarından kaçamadığının verileriyle doludur. Yani “tarihin mantığı” deyişindeki idealist renge kafasını fazlaca takanlar gelecekteki bu kopuş anının kafada tasarlanmış bir beklentiden ibaret olmadığını, sistemin karakteristik özelliği olarak kopuşun-devrim dönemecinin gelecekten bugüne dönük bir hareket alanı yarattığını sıklıkla atladılar. Oysaki bu, düzeni ortadan kaldırmak için bugünden yarına hazırlanan, zamanını bekleyen, strateji geliştiren devrimci aktör için hem “sinirleri korumanın” hem de enerjiyi büyütmenin tek gerçekçi yolunu sunuyordu.

Bu demek oluyor ki bir devrimci parti ancak ve ancak bu kopuşun olgunlaştırdığı zayıf noktalara yoğunlaşarak enerji kazanabilir ve gelecek sıçramalarının zeminini örebilir. Bu perspektif Komünist harekete kendisini devrim anına dek güçlendirmek ve devrim anında devrim cephesini kontrol edebilmesini sağlayacak siyasal, ideolojik ve örgütsel hazırlıkları öncesinde yapabilmek doğrultusunda yön gösterir. Kapital’in “kavramları arasında” okuduğumuz işçi sınıfı ise tam da bu konumu gereği ideolojik mücadelenin ve devrimci siyasetin temel unsuru olduğunu açıkça belli eder. Fakat devrim perspektifi her ne kadar Leninist öncü için olmazsa olmaz ise de bunun bir parti olarak vücut bulabilmesi ancak uzun bir olgunlaşma sürecinin sonucunda mümkün olmuştur. Bu da bizi her oportünist sapmanın kendini rasyonalize edebilmek için özel önem gösterdiği temel tartışma başlığına götürür: Lenin’in partisi.

Burada, tartışmanın yoğunlaştığı temel mesele “yorum”dur. Lenin’in partisinde neyin evrensel neyin güncellenebilir olduğu tartışması sıklıkla Lenin’in Ne Yapmalı’sına kaydırılır. Ancak güncellik tartışmasının yürütülme biçimi, yani ortaya atılan soruların yanıtları da önceden belirlemesi, tüm bu “referans verme” çabalarını bir tür oyuna dönüştürür. Soru Ne Yapmalı’nın bir örgüt modeli sunup sunmadığı olduğunda, bugünkü serbest yorumların zeminini yaratmak mümkün hale gelmekte; ama aynı zamanda, Lenin’in devrimci öznenin doğasıyla ilgili belli bir fikri olgunlaştırdığı bu yapıtının asıl değeri de geri plana itilmiş olmaktadır. Lenin Ne Yapmalı ve sonrasında da Bir Adım İleri İki Adım Geri’de farklı sosyal demokrat çizgilere ve dönemin parti içi ayrımlarına karşı polemik üretirken elbette belli bir devrim ve örgüt modeli anlayışının sonuçları üzerinden tartışmaktadır. Fakat Lenin’in aklında aslen hep tek bir düşünce dönüp durur: devrimci özneyi özne yapan nedir? Diğer bir deyişle: partiyi parti yapan nedir?

Örgüt modeli ya da kadro tipolojisi söz konusu olduğunda Menşevikler de dönemin Bolşevikleri de belli bir olgunlaşmışlık seviyesi üzerinden bakarlar tartışmaya: Gizli çalışma yürütebilmek, işçi kitlelerde örgütlenmek, entelektüellerin rolü, düzenli yayının işlevi gibi başlıklarda belli bir yanıtlar toplamı oluşmuş, deneyim birikimi gerçekleşmiştir. Ama Lenin’i dönemin Bolşeviklerinin halihazırda bildiklerini kâğıda döken kişi olmanın ötesine taşıyan kavrayış biçimi, devrimci siyasetin nasıl yürütüleceğini, bunun farklı sınıflarla ve örgütsel karşılıklarıyla ilişkilerini bir bütün olarak, yani parti teorisi diyebileceğimiz bir perspektif farklılığıyla ele alabilmesinde, polemiklerinde her defasında bu bütüne uğrayarak adım atabilmesindedir. Örneğin, iki eserin de temel dertlerinden biri Rusya’da sosyal demokrat hareketin organizasyonel karakterinin farklı çevrelerin[5] bir toplamı olarak mı yoksa Parti olarak mı devam edeceğidir. İnce gibi gözüken ayrım Lenin’in teorik bakışındaki derinliği gösterir. Her büyük atılım, teoride ya da siyasette, sonradan bakıldığında fark edilmesi kolay gözüken bu gibi kilitlenme noktalarının seçilebilmesi sayesinde gerçekleşir. Doğru sorular doğru yanıtları keşfetmenin anahtarıdır.

Böylece bir konuya daha açıklık kavuşturmak mümkün oluyor. Lenin, Alman Sosyaldemokrat Partisi’nin örgütsel yapısının bir organizma olarak işleyiş biçimini, hangi süreçlerin sonunda olgunlaştığını ve bunun Alman partisinin programıyla, siyaset tarzı ve devrim anlayışıyla bağlarını gözlemleme olanağına sahiptir. Fakat Lenin’i, Alman partisinin bir benzerini Rusya’da üretmek, bunun gerektirdiği gizlilik koşullarını vurgulamak basitliğinden öteye taşıyan hamlenin bir ayağı az önce bahsettiğimiz kendine özgü bütünsel kavrayışıysa, diğer ayağı da oportünizmin doğasına karşı çok erken zamanlardan beri sahip olduğu uyanıklıktır. Lenin tam da bu noktalarda Luxemburg’dan, Kautsky’den, Martov’dan, Plehanov’dan ayrılır. Lenin 1914 sonrasındaki gelişmelerle birlikte Alman partisinde ve dünya sosyalist hareketinde nelerin gerçekleşmekte olduğunu ve nasıl müdahale edilmesi gerektiğini işte bu refleksleri sayesinde büyük bir doğrulukla adresleyebilmiştir.

Daha önce de yer verdiğim gibi, Rusya’da burjuvazinin göreli zayıflığı Rusya’daki sol çizgilerin düzen içi/düzen dışı ayrımının neresine denk düştüğü sorusuna Almanya’dakinden daha farklı yanıtlar üretebilmeyi mümkün kılıyordu. Rusya’da, sol siyasi çizgilerin büyük bölümünü radikal tonda tutan koşullar mevcuttu. Ancak bu durum Lenin’in Ne Yapmalı ve Bir Adım İleri İki Adım Geri’de ısrarla üzerinde durduğu oportünist sapmayı ayırt etmesine engel olmadı. Belki de bu zor ayrımı yapabilme kabiliyeti Lenin’in devrime giden uzun süreç boyunca bir Parti yaratabilmesini ve o Partinin de tüm o manevraların ve esnemelerin altından her seferinde devrimci olanı ayırt ederek kalkabilmesini sağlayan temel olmuştu. Bolşevik parti bir Parti olarak gelişiminde fark ettiği ve kendisini ayrıştırdığı hatalar sayesinde, bu doğrultuda bir Parti olarak örgütlenilirken devrimci hareketi örgütlemenin de olanaklarının yaratıldığı uğraklar sayesinde vücut bulabildi. Bolşevik parti bu deneyimlerin yarattığı belli bir siyaset tarzının, ilkelerin, süreç kavrayışının bütünüydü.

Ancak oportünizm, burjuvazinin yüzyıl boyunca geliştirdiği deneyim birikimi ile devrimci olması gereken siyasi çizgilerin büyük hatalarının birleşiminin bir ürünü olarak olgunlaştıktan sonra, sistemin ve düzenin işleyişinin devamlılığını sağlayan temel unsurlardan biri haline geldi. Oportünizm “parti” olarak, siyasal karakterler olarak en tehlikeli cephede kavga verebilme, burjuvazinin devrim cephesine sızabilme kabiliyetini ifade ediyor. İşte bugün düzen, burjuvazinin açıkça meydan okuyabilme gücü sayesinde değil[6], daha çok umudu öldürebilme kabiliyeti sayesinde ayakta kalıyor. Umudu öldürenlerin umut pazarladığı bu kısır döngüye son verebilmek, enerji yaratabilmenin olmazsa olmazıdır. Komünist hareket bunu gördüğü her alanda dişe diş mücadele yürütecek, itiraz edecek, “hiçbir şeyi beğenmeyecek”tir.

Yunanistan’da Syriza karşı-devrimci değildi belki ama belli bir misyonun uygulayıcısı olarak ortaya çıkmış, burjuvazinin desteğini almıştı. Bu açık projeyi “hiç olmazsa” diyerek bir cüretin, hatta bir sorumluluğun (Alman tekelleriyle anlaşma “zorunluluğunun”) taşıyıcısı olarak pazarlayanlara ya da Syriza’dan hayal kırıklığına uğrayanlara[7] tarihe geri dönüp bakmalarını ama bundan sonra da fazla konuşmamalarını öneririz. Daha fazlası ülkemiz için de geçerli. Karşı-devrimci misyona karşı biriken öfkeyi tahliye etmekten başka işe yaramayan sosyal demokrasiye ve onun geniş kitlelere sızmasının sorumluluğunu taşıyan oportünizme karşı uyanık olmak, elbette stratejinin bir parçası olacaktır.

Bu açıdan, “biz de biliyoruz”u icra ederken yarım-bilene, yarım-yaşayana dönüşen aktörler, sahte umudu pazarlama işleminin nasıl bir pişkinliğe dönüştüğünün en iyi örneklerini sunuyorlar. Siyaset arenası, bu aktörlerin elinde, herkesin ne yaptığını bildiği ama bilmiyormuş gibi davrandığı bir tiyatro sahnesinde dönüşmüş durumda. İşte bu bugünün belki de en tehlikeli ideolojisidir. Devrimci mücadelenin, bu tip karakterlerin hastalık saçan pişkinliğine karşı sinir geliştirmesinde zarar yoktur.

’94 yılında bu derginin sayfalarında yazıldığı gibi,“80 sonrası karşı devrimci saldırının temalarının ulaştırıldığı kimi netlikler, bir karşı çıkışın ilk argümanlarının nerelere vurması gerektiğinde sosyalist militana yardımcı olmuş, ışık tutmuştur. Yalnızca sivil toplumcu Yeni Gündem dergisinin, reddiyeci anarşizan gençlik ve aydın çevrelerinin sloganlaştırdıkları bir temayı hatırlayalım: “Belirsiz bir gelecek için bugünü kaybetmeye değer mi” Bu temanın tam tersi, günün pisliklerini reddederek bir gelecek ütopyasına bağlanmaktır.”[8]


Dipnotlar

[1] İngiliz Sunday Times’ın Moskova temsilcisi Alexander Werth ile 24 Ekim 1946 tarihli görüşme. Kaynak: J. V. Stalin,  J. V. Stalin on Post-war International Relations, London: Soviet News, 1947.

[2] Karl Marx, Fransız Üçlemesi, Yordam Yay., 2016, s.314.

[3] Slavoj Žižek, First As Tragedy Then As Farce , Verso, 2009, s.51.

[4] Chantal Mouffe, For a Left Populism. Verso Books, 2018.

[5] Rusça “kruzhok”, bizim “dergi çevresi” deyişimizdeki kullanıma benzer bir biçimde organizasyonel yapının küçük çevreler olmasını işaret eder. Bunun karşıtı “partiinost” ise evet bugün bizim de ilk harfine vurguyla dillendirdiğimiz Particiliktir.

[6] Bugün düzenin alternatif yaratmakta ve buna ikna etmekte zorlanışı ile İngiltere’de Thatcher’ın yükselişini karşılaştıralım. Sol, yapması gerekeni bir türlü yapamadığı, iktidar sorununu hasıraltı ettiği oranda Yeni Solun, Avrupa Komünizminin ve başka çatallanmaların içerisinde kaynarken; Thatcher, burjuvazinin açık bir saldırısıyla, büyük bir özgüvenle ortaya çıkmış ve tüm alanı düzlemişti.

[7] Türkiye’de bu açık hataya düşenler kendilerini temize çıkarmaya uğraşmadılar bile; ama ders çıkardıklarından dolayı değil, Türkiye’nin zombiler diyarına dönüşmüş olmasından… Syriza ve Çipras’la yakın ilişki kuran dolayısıyla açıklama yapma ihtiyacı da duyan popüler figürlerden ikisi verdiğimiz argümanların sahipliğini üstleniyor: İlkinin örneği, Syriza’nın bakanlık koltuğuna oturan Varoufakis’in yakın arkadaşı Žižek iken, ikincisinin örneği Syriza’da merkezi yöneticilik de yapmış olan “Marksist” Stathis Kouvelakis’tir.

[8] Aydın Giritli, Devrimci Özne ve Sosyalist Birey, Siyaseti Sevenlere Örgütsüz Yaşayamayanlara… Gelenek, 1995, 44.

Not ekle
Yükleniyor...
İptal
İşaret/Notlar
Yükleniyor...
İşaretle
Kapat
Okur Giriş

Parolanızı mı unuttunuz
×
Signup

Already have an account? Login
×
Kayıp Parola

×