Bir Dönemin İnsanları (1917-1922)

Ekim Devrimi’nin üzerinden yetmiş yıl geçti. Yetmiş yıl sonra bakıldığında, Devrim’in dünyadaki yansımalarına ilişkin olarak, çok daha net biçimde görülebilen noktalar var. Bunlardan biri ile başlamak istiyorum.

Bolşevikler 1917’de Çarlık Rusya’sında iktidarı aldıklarında, dünyanın batısı ile doğusu arasında, pek çok açıdan, önemli uçurumlar vardı. Bir yanda gelişmiş kapitalist ülkelerin aydınları ve işçi sınıfları, öte yanda Asya’nın orta sınıf “münevveran”ı, 1917’yi ilk bakışta oldukça farklı biçimlerde değerlendirdiler. Ancak aradan yıllar geçtikten sonra belirginlik kazanan bir “ortaklık”da vardı aralarında: Gerek batı gerekse doğu, 1917’ye ve getirdiği yeniliğe şu ya da bu yönde bir indirgemecilikle yaklaşmak zorunda kaldı. Batı ile doğu, bu noktada buluştu. İndirgemeciliğin aldığı somut biçimler ise, kuşkusuz önemli farklılıklar gösterdi.

Batı için, 1917’nin maksimalist niteliğini kavramak çok güçtü. Batı, şöyle düşündü: Tüm iddia ve perspektiflerine, inkar edilemeyecek Marksist kökenine karşın, 1917 son çözümlemede belki gelişmiş, ama gene de “gecikmiş” bir Jakobenizmdi… Avrupa’nın pek çok Marksisti bir noktada anlaştı: Haklı bir tepki, haklı bir çıkış olarak 1917’yi selamlamak, ama aynı 1917’yi Avrupa için pek de anlamlı olmayan, ayrık bir örnek saymak. Avrupa’da diri Marksist aydının 1917’ye yaklaşımını belirleyen temel çerçeve buydu. Bu, başlarda yeterince görülemedi. Zamanla, özellikle günümüzde çok daha net görülüyor.

Avrupa’da Marksist aydınının 1917’ye gene saygıyla, ama benimseme katsayısını bir ölçüde düşürerek bakması için beş altı yıl yetti. Bu süre içinde, Avrupa aydınının 1917’ye doğal soğukluğunu örten perde, dünya devrim perspektifi oldu. 1917’yi Avrupa için “uzak” bir örnek sayan Luxemburg, dünya devrimi perspektifi yitmeden yaşamını yitirdi. Dünya devrimi perspektifinin tam olarak sona erdiği yıllara yetişemeyen, büyük çalkantı yıllarına özgü bir “coşku devrimcisi” de Amerikalı John Reed idi. Reed’i, 1917’nin evrensel içerikli bir teorik çözümlemesinin değil, bir ihtilal olarak getirdiği aktivizm ve coşkunun ürünü olan insan kazanımları arasında, tipik bir örnek saymak gerek. Onu şöyle anlatıyorlar: “Reed’i gerçekten anlamak için ne düşündüğünü bilmek yetmez, duygularını da açıkça görmek gerekir. O her zaman yalnız bir düşünür değil, aynı zamanda ve her şeyden önce bir ozan olmuştur. Lenin ve doktrini onu büyük ölçüde doyurdu, çünkü almış olduğu ruhsal besinde rasyonel (ussal) olan, heyecanla ilgili olan şeylerle ayrılmaz biçimde birleşikti.1

Açıkça yazmak istiyorum: Bu yapıda bir Amerikalı, yaşasaydı, “tek ülkede sosyalizm” misyonunda doyabileceği bir heyecan öğesi bulamazdı sanıyorum. Yaşasaydı, Hemingway ekolünün daha oturmuş ve daha sol bir örneği olurdu, diye düşünüyorum.

Nihayet, Lukacs ve Gramsci var. Lukacs, geçmişini anlatırken, 1917’den sonra beş yıl boyunca gelip, geçen kurşunların vızıltıları arasında, “benliğinin tüm zerresinin” devrim coşkusuyla titrediğini yazdı. Hem Lukacs hem de Gramsci, büyük bir coşku döneminden sonra üstü kapalı ya da açık, 1917 Rusya’sı ile Avrupa arasındaki “mesafe”yi teorik olarak saptama çabasına başladılar.

Doğuya gelince. 1917’nin sınıfsal özünü kavramak, yeni teorik derinliğini yakalamak, onun için büsbütün güçtü. Asya’nın orta sınıf aydını, 1917’ye aşırı işlevselci bir açıdan yaklaştı. Onun indirgemeciliği de bu yönde oldu. Pek çoğu için, 1917 ve Ekim devrimi, yüzyıllardır ezilip sömürülen Asyalının hakkının, Asya ile Avrupa arasındaki bir geçiş noktasında verilmesiydi. Hatta kimileri için Bolşevizm İslam’ın has ilkelerine dönüşten ayrı bir yere bile sahip değildi. Hepsinin arasında en önemli boyut ise milliyetçilik oldu. Başta Çin ve Türkiye olmak üzere, milliyetçilik, Asya’daki ilk işçi sınıfı siyasal örgütlenmelerinde ideolojik ağırlığını hep duyurdu.

Özetliyorum: Birbirinden çok farklı olan batı ve doğu, 1917’nin teorik içeriğini ve zenginliğini yakalamakta çok zorlandı; iki ayrı dünya, bu zorluğu yaşamada buluştu. Gerçekte ise 1917 Ekim Devrimi’nin, yeni bir evrensel teorik-pratik sentez yaratması gerekiyordu. Bu sentez, Ekim Devrimi’ni yaratan özgün ruh, teorik güç ve örgütsel pratiğin, her ülkede yeniden üretilmesi demekti. Bu, hiç olmadı değil; ancak, arı ve yeterli bir baza oturamadı. En başta Devrim’in Rusya ile sınırlı kalması, böyle bir kapsama ulaşılmasını engelledi.

Peki, dünyanın başka yerlerinde 1917’nin hakkı verilmedi mi?

Dünya devrimi gündemden düştükten sonra, 1917’nin hakkı kanımca ancak bir tek yoldan verilebilirdi: Toplumu bir kez daha sarsacak yeni nesnellikleri bekleyen, ortaya çıktığında böyle bir konjonktürün içine girmek zorunda olan, ancak girdiğinde de kendi arılığını ve perspektiflerini hiçbir zaman yitirmeyecek bir kadrolaşma… Bu, bir seçimdi. Ama, çeşitli almaşıklar arasında değil, yalnızca varolmak ya da olmamak arasında yapılacak bir seçim. Söz konusu seçimde, durgun dönemlerin, hatta kimi marjinal konumların inanç ve kişiliğe yönelik törpüleyiciliklerine göğüs gerebilecek bir kadrolaşma, temel gereklilikti. İkinci Enternasyonal’den kopuş ve “Bolşevizasyon”, bu seçimin adı oldu. Eksiklik, bu süreçte canlı ve yaratıcı olanlardan çok, ortalama militan öğelerin ağır basmasıyla ortaya çıktı.

Yeniden vurgulamak istiyorum: Bu, varolmakla olmamak arasında yapılan bir seçimdi. Almanya’daki Spartakist ayaklanma bir yana bırakılırsa, 30’ların İspanyası’nı, 40’ların Yunanistan’ını, nihayet 70’lerin Şili ve Portekiz’ini, yapılan bu seçim nedeniyle “kaçırılmış fırsatlar” sayan anlayışların olduğunu biliyorum. Böyle bir yaklaşım karşısında, yalnızca şunu hatırlatma yetiniyorum: Bizatihi böyle “fırsat”ların gündeme gelebilmesini, aynı seçime bağlamak da mümkündür. Bugünkü sorun, yapılmış bir seçimi değiştirmek değil, dirileştirmektir.

1917 ve Türkiye’de Aranış Yılları

1917 Devrimi ile Türkiye’deki aranış arasındaki ilişkiyi kurarken, bir noktada dikkatli olmak gerekiyor. 1917’nin Türkiye ve özellikle Türkiye’nin o dönemdeki orta sınıf “aydın”ı üzerindeki etkisini doğrudan saymak, gerçekçi olmayacaktır. 1917 Devrimi’nin ve Bolşevizmin, özellikle 1920 yılı içerisinde orta sınıf “aydın” üzerinde oldukça önemli etkiler yarattığı su götürmez. Ancak, bir mekanizmayı iyi kurmak gerekiyor: Türkiye’de orta sınıf aydın, özellikle yenilgi, mütareke, işgal ve paylaşım sonrasında, bir aranış ortamında ve sınırdaşlığın etkileriyle 1917’nin sonuçlarına ilgi duymuştur.

Burada öncelikle, sözünü ettiğim kesimin “aydın olma” niteliği üzerinde durmak istiyorum. Türkiye’de, özellikle ele aldığım dönemde, aydından çok bir tür “aydınımsı” ya da yarı aydından söz etmek daha doğru olur sanıyorum.

Aydın kimdir, yarı aydın kimdir?

Pratik yanıtlar verilebilir. Yarı aydın, toplumun ve dönemin ortaya attığı standart sorulara yanıt veren, belki de bunlara pratik çözümler öneren insandır. Bu anlamda, Türkiye’nin politikacısı da, bürokratı da yarı aydındır. Aydın ise, hazır soruları yanıtlamak yerine, topluma ya da toplumun özel bir kesimine hazır olmadıkları soruları yöneltir; toplumun verili dünyasına almaşık olarak, ortaya kendi soruları ve yanıtlarıyla dolu bir dünya çıkarır. Ve elbette, bunu belirli kesimlere, belirli ölçülerde benimsetir. Yarı aydın, kendi kimliğini, güncelliklerden ve verili sorunlardan ayıramadığı için, bir türlü arılaşamayan insandır. Aydın ise, güncelliğin ve çağdaş sorunların üzerine kendi arı kimliği ile yürür.

Bu ölçütler göz önüne alındığında, 1917’den sonra, özellikle de Kurtuluş Savaşı yıllarında, Türkiye için aydınlardan değil, yarı aydınlardan söz edilebileceğini sanıyorum. Buradaki amacım, yalnızca bir dönemin insanlarını tanımlamak değil. 1917’nin ve Bolşevizmin Türkiye’deki algılanış ve değerlendiriliş biçimine, en başta, Türkiye orta sınıf insanının bu yarı aydın kimliği damga vurmuştur. Bunun, hiç unutulmaması gerekiyor.

Benzer bir temaya Yalçın Küçük’ün yerinde bir yaklaşımla eğildiğini hatırlıyorum: “Avrupa ve Rusya’da yıkmakla işe başlayan aydın, Türkiye ‘de kurmak için doğdu. Kuruculuk misyonu, derinleşmesini önledi.”2 Buradan hareketle genişletmek istiyorum. Önce Tanzimatçılar ve Jön Türkler, sonra İttihat ve Terakki, batıya yöneldi. Oysa, Birinci Büyük Savaş biterken, Avrupa’nın bitap düşmüş hali, batıda ancak “anarşi, yıkım ve enkaz” bulunabileceği inancını doğurdu. Henüz savaş bitmeden, Jön Türk yarı aydınında dikkatler doğuya çevrilmeye başlamıştı. Jön Türk aniden, batıyı “yıkan” başlıca faktörün sınıf kavgası olduğunu keşfetti. Böylece sınıf kavgası, yeni aranışlar içindeki Jön Türk aydınını, yönelebileceği bir kanal olarak gündeme sosyalizm geldiğinde en çok korkutan unsur oldu. Hep, sınıf kavgasından kaçmaya çalıştı. Üstelik, sosyalizme belirli bir ilgi duyanların büyük çoğunluğu için 1917 NEP ile geri çark etme zorunluluğu duyan, sonu belirsiz bir girişimdi.

Böylece 1917’nin ilgi çeken, cazibe merkezi olan yönleri ile birlikte, “törpülenmesi gereken” sivrilikleri ortaya çıkıyor, Ekim Devrimi’nin indirgeneceği baz da yavaş yavaş belirginleşiyordu. Doruk noktası, kanımca 1920 yılı oldu. 1920 yılının ikinci yarısında, sınıf kavgası ve benzeri “sivri “yönleri törpülenmiş, doğucu ve milliyetçi bir “Bolşevizm” üzerinde, Ankara’daki yeni meclisin neredeyse çoğunluğu birleşmiş görünüyordu…

Gelinen bu noktada, bu kez Şevket Süreyya Aydemir’in bir saptamasını yardıma çağırıyorum: “Yarı aydın (…) idealist olabilir ama, terkipçi ve nazariyeci olamaz.”3 İdealist, ama terkipçi ve nazariyeci olamayan yarı aydın, bir tipoloji olarak, dönem aydınının sola yönelişini kanımca tümüyle tanımlıyor. Buna, o döneme özgü geçici bir yönelim olarak “avanturizm”i de eklemek gerek. Söz konusu dönemde Türkiye’nin yarı aydınını sola yönelten unsurlar arasında, idealizmin yanı sıra, çağın sınır ve ulus tanımayan kaotik ortamının getirdiği avanturist ruh da unutulmamalı.

Hepsi birlikte, ortaya özgül bir tablo çıkıyor. Bu tabloda, önce, sosyalizmi içtenlikle benimseyenler var. Çok az istisna ile tümünde, üçüncü yolcu ve milliyetçi bir öz canlılığını koruyor. Türkiye’nin o yıllarda, sosyalizmi içtenlikle benimsemiş idealist aydını bile, batıya duyulan hıncın getirdiği doğuculuktan, “sınıf kavgalarının yıktığı Avrupa” fobisinden ve 1917’nin geleceğine güvensizlikten kendini kurtaramıyor.

Sonra, gelip geçici olanlar, reel politikerler, burjuva devriminin ideolojisini yapmak için Bolşevizmi andırır bir “sol” retorikten yararlanmak isteyenler var. Doğrusu, en kalabalık kesimleri böyleleri oluşturuyor. Böyleleri için, 1917’nin ve Bolşevizmin gerçekten de bir “ışık” olduğu, böyle bir işlev gördüğü su götürmüyor. Ama, bir deniz fenerinin ışığı! Türkiye’nin ortalama aydını, bu ışığın yokluğunda uluslararası politika denizlerinde yalnız kalıp kaybolacağından korkuyor. Bu yüzden, ışıktan büsbütün uzaklaşmak istemiyor.Öte yandan, ışığa çok yaklaşmak da istemiyor. Çünkü ışığın yakın olması karanın da yakın olmasıdır. Fenere çok yaklaşmak ve karaya oturmak, Avrupa’yı yıkan sınıf kavgalarını Türkiye’ye de ithal etmek, yani “kurmak” gerekirken “yıkmak” anlamına geliyor…

Yıllar sonra geriye dönülüp bakıldığında 1920’lerin Türkiye’si böyle görünüyor. Ancak aynı netliğe, o dönem içinde, onun koşullarında ulaşmanın çok güç olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Ülkede, özellikle 1920 yılının ikinci yarısında yaşanan, aralarında ayırım çizgileri nesnel olarak netleşmemiş bir topluluğun, hep birbiriyle “cephe” yaptığına inanarak yan yana varolmasıdır. Bir kez daha şunu öğreniyoruz: En net ayrımlar, ancak teorik derinlik aracılığıyla yakalanıp çizilebiliyor. Bu olmayınca, pratik tutumlar ön plana çıkıyor ve orada kalınıyor. Türkiye’de örgütlü sosyalist hareketin ilk dönemlerine damgasını vuran, bugün bile yeterince netleşmemiş olay ve kişi anarşisinin altında yatan temel neden, kanımca budur.

Aşağıdan Gelen Dinamizm

Kişisel olarak, Türkiye sosyalist hareketi açısından önemli bir “ekol yaratma” fırsatının Kurtuluş Savaşı yıllarında kaçırıldığına inanıyorum.

Kesinlikle, bu fırsatı yaratanların o dönemde sosyalizmi seçen idealist kadrolar olduğunu söylemiyorum. Tam tersine, yaşamını çok erken yitiren Mustafa Suphi dahil, o yılların yarı aydın kesiminden teorik derinliğe sahip bir gelenek yaratıcı, çaplı Marksistler çıkma şansının fazla olduğuna pek inanamıyorum. Bu, bir saygısızlık olarak alınmamalı: Türkiye’nin yarı aydını, o dönemde, en çok pratikte militan, teoride ise üçüncü yolcu (bu nedenle de her zaman bir tür ırkçı milliyetçiliğe ya da Kemalizme eğilimli) önderler çıkarabilirdi ve sonuçta da ağırlıklı olarak bunları çıkartmıştır. Kaçan fırsat, aydına ilişkin bir fırsat değildir.

Türkiye’de Kurtuluş Savaşı yıllarında kaçan fırsatın, burjuva devrimini burjuva demokratik devrime zorlayabilecek, bu yolun tıkanıklığı karşısında ise daha da sola yönelecek bir taban dinamizmine ilişkin olduğuna inanıyorum.

Bu çerçevede, bir inancımı daha dile getirmek istiyorum: Kurtuluş Savaşı yıllarında, sosyalizme ilişkin olarak Ankara hükümetini asıl korkutan, sosyalizmi seçmiş ya da seçme olasılığı bulunan yarı aydınların varlığı değil, önemli boyutlara ulaşan anti militarist, anti otoriter, anti bürokrat, populist tepkilerin giderek daha sol bir siyasal içeriğe kavuşarak sol kadrolarla bütünleşmesi perspektifidir. Kanımca Ankara, sosyalizm konusunda asıl alarm zillerini burada duymuştur. Mustafa Suphi olayı dışında, aydın kesiminde başarılı sonuçlar verdiği için yeğlenen ideolojik asimilasyon politikası, bu dinamizm karşısında, hep katıksız şiddete dönüşmüştür.

Yeniden “avanturizm”den söz etmek istiyorum. Tek başına alındığında hiç bir anlam ifade etmeyebilir. Ancak, belirli bir toplumsal ve tarihsel çerçeve içinde bakıldığında, avanturizm söz konusu çerçevenin özel bir canlılık ve üretkenlik taşıdığının göstergesi oluyor. Özetle çağ değişimi, yerleşik değerlerin ve kurumların altüst olması, efsane kahramanlarına benzer yeni tipler türetiyor. Bunlar arasında, yollarını devrimde arayıp bulanlar da oluyor. Türkiye’de Birinci Savaş yıllarında ve öncesinde Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya gönderilen işçi ve öğrencilerden, savaşta Ruslara esir düşmüş asker ve subaylardan bir ölçüde de İttihat ve Terakki geleneğinin ürünü olarak, “avanturist” tipler sivrildi. İnsanlar, öğrenmek ve değiştirmek için artık binlerce kilometre yol katediyor evlerini, ocaklarını, yurtlarını terkediyordu. Bu, bir dinamizmdi. Türkiye’de sosyalist hareket, bu dinamizmden, kadrolar devşirerek nasibini aldı. Türkiye’de sosyalist hareketindeki ilk kadrolardan “yerleşik” ve iyi eğitim görmüş aydınlar (örneğin TKP’nin Şefik Hüsnü ve Avrupa kanadı) Kemalizme, daha “alttan” ve avanturist çıkışlı diğerleri ise doğuculuğa ve milliyetçiliğe eğilimli oldular.

Çağa ve döneme özgü aydın aranışçılığı, tabanda, özel koşullara özgü bir başka tür avanturizmle birlikte gidiyordu. İşgal ve işgale karşı mücadele, Anadolu’nun “özel” isyancılarına, giderek Hobsbawm’ın değişiyle “sosyal isyancı” niteliği kazandırmaya başlamıştı. Anadolu’nun sosyal isyancıları, potansiyel olarak zaten varolan anti otoriter, anti kurumsalcı yanlarını bir tür populist dünya görüşü ile bütünleştirme yoluna girdiler. Bir anlamda, kendine özgü bir “halk hareketi”. İşte bu hareketlenmenin, az çok ciddi bir sosyalist ideoloji ve önderlikle bütünleşmesinin, Ankara’yı oldukça korkutan bir tehlike olduğunu sanıyorum.

Dönemi ve yerleşmeye başlayan anlayışı sergilemesi açısından birkaç ilginç örnek vermek istiyorum. Ege’de Yunan işgalinin başlaması üzerine Çine’ye çekilmek zorunda kalan 57.Tümen Kumandanı Albay Şefik Bey, verilmesi gereken bir mücadelenin “insanlarına” ilişkin olarak çarpıcı gözlemlerde bulunuyor: “Artık tahakkuk etmiş idi ki, milli mücadelenin uslu, akıllı, münevver kimselerin yardımıyla açılmasına imkan yoktu. Ancak efeleri, ağaları elde ederek, onların vatanperverlik hislerini okşayarak, bu sınıf vatan evlatlarına müracaatı vazife bildik. Münevver, nüfuzlu kimselerin zeka ve idrakleri mücadelenin bir akıllı işi olmadığını kabul etmişti. Bu sebeptendir ki, biz bu muazzam işe vatanın kanı, siniri diri serkeş ruhlu evlatlarıyla başlamak mecburiyetini anlamıştık.”4

Şefik Bey milli mücadeleye en çok “kanı ve siniri diri, serkeş ruhlu” insanların ikna edilebileceğine inanıyor. Böyle insanlar var mıdır? Kimlerdir? Nasıl çıkarlar ortaya? Bu soruların yanıtını gene Aydemir’de bulmak mümkün: “Bu tipler hemen bütün ihtilallerde türerler. Çünkü ihtilallerin şartları, halk denilen denizi karıştırır, sular bulanır. Suların dibinden suların yüzüne evvelce bilinmeyen unsurlar, şahıslar çıkar. Bunlar kanunların, kaidelerin, toplum hiyerarşisinin çerçevelerini parçalarlar.”5 Aydemir, bu tipolojiyi Çerkes Etem’den hareketle çiziyor. Böylece Ankara hükümetinin, Etem’le özel olarak uğraşmasının başlıca nedeni de Aydemir’in ağzından dile gelmiş oluyor.

Kitlesel mücadele geleneği yeterli olmayan toplumlarda demokrat hareketlenmede “avanturist” öğelerin zaman zaman başı çekmesi doğal karşılanmalı. Dahası, pek çok kaynak aynı dönemde “şekavet”in adeta bir toplumsal öz kazandığını vurguluyor. Avanturizm ve şekavet, bu dönemde, olağan içeriklerinden farklı bir öz kazanıyor. Ankara hükümetinin Bolşevizmle ilgili olarak yerinde bilgi sağlamada mutemet adamlarından Doktor Fuat Sabit, Moskova’dan Ankara’ya yazdığı bir mesajda “asrın zihniyeti ile tevafuk etmiş (uyum sağlamış m.ç.) sergüzeştçi siyasetler”den söz ettikten sonra, Anadolu’da bunlara yer tanınması gereğine işaret ediyor.6

Bütün bu söylenenler ışığında akla ilk gelmesi gereken, kuşkusuz “Yeşil Ordu” olayı oluyor. Daha kendi döneminde efsane konumuna gelmiş bir “örgüt” hakkında bugün ancak kimi tahminlerde bulunmak mümkün. Gene de bu “ordu”nun bir merkezinin bulunduğu, bu merkezin üyelerinin sorgulama ve yargılamalardan geçirildiği biliniyor. İlginç olan, Yeşil Ordu cemiyeti yöneticilerinin büyük bir bölümünün Mustafa Kemal’in güvenilir adamlarından olması. Geri kalanlar ise, aranışçı ve kararsız unsurlar ile, Bolşevizme içten ama safça bir sempati duyan ve onu Anadolu’da bir kitle tabanıyla kaynaştırmaya çalışan insanlar…

Hepsini birleştirdiğimizde, şöyle bir çözümleme akla yatkın görünüyor: Avrupa eğilimli Spartakist kanattan ve Bakü çıkışlı Mustafa Suphi ekibinden farklı olarak, Anadolu’daki ilk solcular, yerel bir kitle tabanına dayanmanın mümkün olduğunu daha somut bir biçimde görüyorlar. Halk İştirakiyun Fırkası ile Yeşil Ordu’nun hükümet ajanları dışındaki kanadını, bu kesim oluşturuyor. Anadolu’dakiler başta milis güçleri olmak üzere, belli bir kitle tabanına dayanarak, Ankara hükümeti üzerinde “cepheyi zorlayan” baskı unsuru oluşturmaya çalışıyorlar. Ankara hükümeti, belki de bu cephe dayatmasının “kabulü” süsü vererek, kuruluşa kendi has adamlarını sokuyor. Karşı tarafın Ankara’da, meclis içinde de yandaş bulması, hatta bu topluluğun Mustafa Kemal’in istekleri dışında kimi seçimler yapabilmesi, iplerin kopma noktasına gelmesine neden oluyor. 1920 yılının ikinci yarısı, Tokat mebusu Nazım Bey ve Halk İştirakiyun Fırkası ile başlayıp sonra Etem’i ve milislerini kapsayan operasyonlarla geçiyor.

Yeniden, şekavet’in toplumsal anlamına dönüyorum. Oldukça ilginç bulunacağını sanıyorum. Yeşil Ordu talimatnamesinde, sosyalizme ve Bolşevizme bağlantı, şekavet ve yağmacılık aracılığıyla kuruluyor: “Yeşil Ordu, alemde başlayan sosyalist ve bilhassa Bolşevik harekatının yanlış olarak bir şekavet ve yağmacılık suretinde telakki olunmasından neş’et edecek teşettünün önüne geçecek ve bu babdaki efkar ve temayülatı kendi gayesine çekecek ve kendi maksadı dairesinde temerküz ettirecektir7 Özetle ve bugünün Türkçesiyle Yeşil Ordu’nun amacı, sosyalizmin ve bolşevizmin bir eşkiyalık ve yağmacılık biçiminde anlaşılmasından doğacak karışıklığın önüne geçmek, bu doğrultudaki fikirler ve eğilimleri kendi amacına yönlendirip onun çerçevesinde toplamak oluyor. Yeşil Ordu, eşkiyalık ve yağmacılık yapanlara “bana gelin, bu işin en doğrusunu birlikte yapalım” diyor. Bundan, Anadolu’daki sosyal isyancıların ciddi bir güç olarak görüldüğü, bu güçten solcu amaçlar için yararlanılabileceği görüşünün yayıldığı sonucunu çıkartmak mümkün.

Bir başka sonuç daha çıkarılabilir sanıyorum. Ankara hükümetinin milislere ilişkin tavrının, salt Yunan ordusuna karşı düzenli savaş verilmesi zorunluluğundan kaynaklandığını söylemek çok güç. Ankara hükümeti, ideolojik yöntemler ve sol retoriklerle rahatça ehlileştirebileceği bir yarı aydın solculuğu dışında, belli bir düzen geleneğini paşaları ve bürokratları ile birlikte sorgulayan bir halk hareketinden çok çekiniyor. Bu hareketlenmeyi yarattığı düşünülen unsurlara, baskı ve şiddet yolunu uyguluyor.

Ankara hükümetinin milislerin her eyleminde “bolşevizm” görmesi bu korkunun boyutlarını sergiliyor. Resmi tarih doğrultusunda çalışma yapan bilim adamları, Etem’in ve milislerinin suça iştirak ettirme yoluyla adam toplamasını bile tereddütsüz bir “Bolşevik metodu” olarak değerlendiriyor.”8 Ankara hükümetinin zamanında tabandan gelen hareketliliğin ve milisciliğin doğal gelişimine bırakıldığında, Bolşevizm’e ulaşılmasından çok korktuğu anlaşılıyor.

“Bir dönemin insanları” yazının başlığı idi.

Bu dönemin Türkiye’de her şeye karşın ciddi bir insan malzemesi yarattığı söylenebilir. Bolşevizm’i seçen idealist yarı aydının kendi başına ileriye gidebilmesi mümkün değildi. Teorik gelenekte eksiklik olunca, ileriye yöneltici dışsal faktörler gerekiyor. Tabandan gelen demokrat dinamizm, böyle bir itici güç işlevi görebilirdi. Düzen, tabandan gelen hareketlenmenin düzen sınırları dışına taşma eğilimleri karşısında büyük duyarlılık gösteriyor. Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra 1980’lere gelinirken bir kez daha görüldü. Türkiye’de sol hareketin tarihinde, ikinci kez tam tamına düzen dışı iki dinamiğin buluşması engellenmiş oldu.

Bundan sonrası için neler söylenebilir?

En başta şu: Türkiye’nin bugünkü ve yakın gelecekteki sosyalist aydını, Kurtuluş Savaşı yıllarının idealist ve aranışçı, ama büyük ölçüde sığ aydınından daha farklıdır. Çok daha farklılaşacaktır. Türkiye sosyalist hareketi olgunlaşma sürecinin adımlarını attıkça bu fark daha da belirginleşecektir. İkincisi, Türkiye’nin geleceğinde itici gücü Kurtuluş Savaşı yıllarında olduğu gibi şekavet ve yağma dürtüsü olmasa bile, mutlaka özgün itici güçlere sahip bir kitlesel hareketlilik yaşanacaktır. Türkiye’de sosyalizmin geleceğini de ikisi arasındaki buluşmanın gerçekleşme koşulları belirleyecektir.

Dipnotlar

  1. Lenin Çağının Devrimcileri, Güncel yay., İst. 1979, s.33
  2. Küçük Yalçın; Aydın Üzerine Tezler II., Tekin yay., İst.1984, s.540
  3. Aydemir Ş.S.; Enver Paşa 1.cilt (2.baskı,) Remzi Kitapevi, İst.1972, s.280
  4. Selek Sabahattin; Milli Mücadele 1.cilt, s.37
  5. Aydemir Ş.S.; İkinci Adam 1.cilt (2.baskı), Remzi Kitapevi, İst.1968, s.163
  6. Tevetoğlu, Fethi; Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler 1910-1960, Ankara 1967, s.287
  7. Tunçay, Mete; Türkiye’de Sol Akımlar 1908-1925 (3.basım), Ank. 1978, s.394
  8. Aybars, Ergun; İstiklal Mahkemeleri, Bilgi yay., Ank. 1975, s.38