Napolyon ve Bismarck’ın Avrupası’nda savaş ve devrimin izleri
“Ama unutmamalıyız ki Avrupa’da, belirli anlarda beş sözde ‘büyük’ gücün tamamı üzerinde üstünlük sağlayan ve her birini titreten altıncı bir güç bulunuyor. Bu güç devrimdir. Uzun süre sessiz kaldı ve kenara çekildi, ticari kriz ve besin kıtlığı nedeniyle şimdi yeniden eyleme çağrılıyor. Manchester’dan Roma’ya, Paris’ten Varşova ve Pest’e kadar her yerde yaşıyor, başını kaldırıyor ve uykusundan uyanıyor. (…) Sadece bir işarete bakıyor, altıncı ve en büyük Avrupalı güç, Olympian’ın başındaki Minerva gibi, elinde kılıç ve parlayan zırhıyla öne çıkacak. Bu işareti yaklaşan Avrupa savaşı verecek ve sonra güçler dengesine dair tüm hesaplar, hep canlı ve genç kalmış yeni bir unsurun eklenmesiyle altüst olacaktır ve bu, kadim Avrupalı güçlerin planlarını ve generallerini de afallatacaktır, tıpkı 1792’den 1800’e dek yaptığı gibi.”[1]
Avrupa devrim demekti.
Avrupa önce burjuva devrimi ve yeni düzen, sonrasındaysa işçi sınıfı ve sosyalizm demekti. Devrimlerin yenilgisi ya da geri çekilişi bu gerçeği değiştirmedi: Devrim tersinden, yani sönümlendiği noktada da Avrupa’yı biçimlendirebiliyordu. Avrupa’nın güçler dengesi, eski düzenin hanedanları, devletler arası ittifakları, Napolyonlarda Bismarcklarda cisimleşen reformları bazen patlayan bazense alttan alta ilerleyen devrimci birikimin ürünleriydi.
Birinci Dünya Savaşı devrimin geri dönüşü anlamına dönüştüğünde devrim bu sefer tüm dünyaya ışık saçmaktaydı ama Avrupa merkezî önemini yine de koruyordu. Avrupa birbirinin içine geçen iki sorunun nihai olarak çözüme bağlanacağı yerdi: Birincisi, güçler dengesine dünya sathında yapılan müdahaleler Avrupa’ya izdüşüm yapan ya da oradaki hamlelere dönüşen bir yana hep sahip oldu; ikincisi, devrimin düşünce ve değerler düzeyinde verdiği kavga bir şekilde “Avrupa”da düğümlenmekteydi.
Bunun izlerini iki savaş arası dönemde takip etmek mümkündü; ama asıl dönüm noktası devrimin, komünizmin bir büyük güç olduğu ’45 dönemecinde gerçekleşecekti: ABD “özgür”, liberal düzenin kurucu unsuru olabilirdi; fakat bu yeni “eski düzen” ancak Avrupa’da inşa edilebilirdi. Yine de bu dönemeç, Avrupa’yı birkaç yönde geçmişinden koparıyordu. Avrupa’nın tarihi devrimlerin ve karşı-devrimlerin, eski ve yeni düzenin çekişmesinin ürünüydü, yeni düşünce çoğunlukla Avrupa’da filizlenmiş ve serpilmişti; halbuki Avrupa hep “özgür ve liberal” değildi. Avrupa’nın tarihinde “özgürlük”, devrimlerin dinamiğine sıkı sıkıya bağlıydı. Kapitalizmin ilk ülkesi İngiltere’nin liberalizmi bile “Avrupalı” mercekten geçirilerek anlaşılabiliyordu, İngiltere’nin “özgürleştirici” bir misyona sahip olmadığı açıktı.
Bu durumu tersinden gözlemlemek de mümkün oldu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında devrim İngiltere’nin içi dahil Avrupa’yı sarstığında, devrim karşıtı ittifak “özgürlük ve liberalizm”in değil, daha çok faşizmin üzerinde yükseliyordu. Faşizm Avrupa’da bir alternatif haline geldiğinde ve bir çekim alanı yarattığında İngiltere bile bunun etkilerinden kolayca kurtulamamıştı. Sovyetler Birliği olmasaydı belki de faşizmin “Avrupalılığı” üzerine hâlâ tartışıp duruyor olacaktık. Zaten, Avrupa’nın devrimlerle dönemlenen düşünsel tarihi sadece Aydınlanma’nın, ütopyanın ya da reformun değil; bunların merkezindeki devrimlerin “sonuçsuzluğuna” duyulan hayal kırıklığının izlerini de taşıyordu…
“Avrupa”yı bu açmazdan ancak devrim kurtarabilirdi.
Devrim Avrupa’yı faşizmden arındırdı. Komünizm Avrupa’yı özgürleştirirken ittifaklar sistemini de yeniden şekillendirdi, karşı-devrim bu sefer ünlü “özgür ve liberal düzen”in içerisinde olgunlaştırıldı. Avrupa “özgürlük” üzerine verilen kavganın asıl sahnesi oldu ve sonrasında Avrupa Birliği bu geçmişin birikimi üzerine inşa edildi. Halbuki devrimsizlik ve sonrasında Sovyetler Birliği’nin çöküşü “özgür ve liberal düzen”in mutlak zaferi anlamına gelemedi: Devrim, yokluğuyla Avrupa’yı ve dünyayı şekillendirmeye devam etti. “Özgür ve liberal düzen”in yaldızları bir bir dökülmeye başladı.
Devrim karşıtı ittifak, iki soruna “dengeli” çözümler getirebildiği ölçüde Sovyetler Birliği’ni ve onun taşıyıcısı olduğu yeni düzeni kuşatabilecekti; oysaki ittifakın iki soruna kalıcı bir çözüm getirebilmesi mümkün değildi. İronik bir biçimde, devrim karşıtı ittifakın “kalıcı çözüm”ü yani komünizmin yenilgisi, sorunu başka bir biçimde yeniden üretti. Sovyetler Birliği’ni çevrelemek “özgür ve liberal” olmayanları da güçler dengesi sahnesine çağırmayı, onlarla işbirliğini gerektiriyordu ya da devrim karşıtı müdahalelerin her zaman “özgürlük” kıyafetine sığdırılması mümkün olmayabiliyordu. Diğer yandan, dünya sathındaki bu esneme Avrupa’daki güçleri serbest bıraktığı, “özgür ve liberal Avrupa”nın şeklini bozduğu ölçüde zaaf alanları yaratmış oluyordu. Sovyetler Birliği’nin bu zaaflardan yararlanabilme kabiliyeti ve ABD merkezli Atlantik İttifakı’nın bu zaafları kontrol edebilme gücü dünyanın geleceğine yön verdi.
Bu zaafların ittifakın geleceği açısından nasıl tehlike oluşturduğu 70’lerle birlikte daha net kavranılmaya başlandı. Bunun üzerine, komünist dünyanın Sovyetler Birliği’yle birlikte çözülüşü geldi ama dediğimiz gibi, bu da tehlikeleri ortadan kaldıramamıştı. Emperyalist sistemin iç gerilimlerini kontrol etmek ona dışarıdan (ve içeriden) basınç uygulayan “altıncı büyük gücün” yokluğunda zorlaşıyordu.
Kissinger’ın ismine yazılan Çin hamlesi ya da Brzezinski’nin “özgür Avrupa” için gösterdiği çaba Sovyetler Birliği’ni çevrelediği oranda başarılıydı; halbuki kapitalist dünyanın emperyalist sistem olarak bugün yaşadığı sorunlarının varlık zeminini de yaratmaktaydı. Kissinger, “Çin ile olan karşılıklı ticaretimiz, biz büyük çabalar harcasak bile, yok denecek kadar az kalacaktır. Amerikan üniversitelerinin ‘bilgiç’leri Çinli sıkı devrimcilerin üzerinde etki yaratamayacaktı. Çin ile karşılıklı ilişkimiz önemlidir ancak objektif gerçekliği değiştirmeyecektir.”[2] derken reelpolitik itibariyle yanlış hareket etmiyordu ama yanılıyordu ya da iki sorunun çelişkilerinden kaçınamıyordu. Öte yandan, dünyadaki değişim Çin’in herhangi bir güçten fazlası olduğunu ispat etmesinden ibaret de kalmadı. Avrupalı büyük güçlerin hareketlerindeki serbestlik ile “özgür ve liberal düzen”in onarılması güç arızaları, 2008 krizi sonrasında yaşananların ve pandeminin sonucu olarak üst üste binmiş oldu.
Sonuç olarak bugün dünya büyük güçler için daha da öngörülemez hale gelirken savaş eğilimi kendini daha fazla hissettiriyor. Son iki yüzyıl Avrupa’nın önce Fransa sonra da Almanya problemine çözüm üretme çabalarıyla geçmişti. Son iki dünya savaşı, ikincisi bir antikomünist savaş olmakla birlikte, Avrupa’nın Almanya sorununu çözme çabalarının ürünüydü. Şimdiyse, bu sorunlar mirasına bir de “Çin” eklenmiş bulunuyor.
Geçmişten bugüne, Avrupa’da düğümlenen sorunları çözme çabaları giderek daha gelişmiş yöntemlerle ve daha gelişkin bir sistem içerisinde gerçekleştirilse de belirsizliğin oranı azalmadı. Hatta artmış olacak ki Birinci Dünya Savaşı öncesini “uyurgezerler”[3] diyarına dönüştürecek bir kontrolsüzleşmenin kapıları aralanmıştı. Güçler dengesi ve ittifaklar, karşılıklı güç sınamaları ve sinir yoklamalarıyla şekillenirken dünya 1914’ün hemen öncesinde fazlasıyla “belirsiz” bir görüntü vermekteydi. Diplomatların, bakanların, başkanların birbirlerine yazdıklarına ve söylediklerine baktığımızda büyük deliliğe ilerleyişin tuhaf diyebileceğimiz anlaşmazlıklarla, “savaşın sisi”nden kaynaklanan hesap hatalarıyla dolu olduğunu görürüz. Ama bunun yanında, dünyanın bir savaşa doğru gittiğinin herkes tarafından bilindiğini de hemen fark ederiz. Hatta Bismarck’ın demeçlerine bakacak olursak, savaş yıllar sonra patlamak üzere Balkanlar’da mevzilenmiştir bile.
Kaçınılmaz olanın fark edilişi ile belirsizliğin bu kadar iç içe geçmesi fazlasıyla çelişkili gibi duruyor. Aslında, bu çelişkiyi sürekli olarak üreten bir sistemin nasıl oluştuğunun kavranılması gerekiyor.
1914’ten önceki son birkaç yılda, hatta birkaç ayda yürütülen diplomasinin, ittifaklara ve olası yönelimlere nasıl etki ettiğini biliyoruz. Ama gidişatın tek tek devletlerin öznel savaş gereksinimleri nedeniyle yaratılmasının mümkün olmadığını da… Sistem manevra alanları henüz mevcutken, “aşırı” çıkışları düzenleyebilecek bir organizasyon dinamiğine sahiptir; “denge”nin anlamı da zaten budur. Oysa sorun biraz da tersinden kaynaklanır: Manevra alanlarının hâlâ mevcut olduğunu düşünerek hareket eden aktörler gidişatın kaçınılmazlığını üretir. Emperyalizmde denge, dengesizliğin geçiş uğrağıdır; kontrolsüzlük ve savaş eğilimi emperyalizmin nesnel karakteridir. Yani belirsizlik, kapitalist sistemin karakteristik özellikleriyle tekil manevra alanlarının arasında bir yerdedir.
Belirsizlikten büyük güçler doğar, ittifaklar gelişir ya da bazı karakterler tarihsel figürler olarak sahneye çıkarlar. Ama unutulmamalıdır ki devrim de bu türden belirsizliklerin içerisinde olgunlaşır: Bazen sessiz kalır, kenara çekilir; bazen de yavaş yavaş uykusundan uyanır, zırhını ve kılıcını kuşanır. Bizim de bugün öngörülemeyenin izini sürebilmemiz, onunla baş edebilmemiz ve devrimle buluşturabilmemiz için tarihe daha çok bakmamız; yani 1914’ün öngününü geçmişinde aramamız, öngörülemeyeni öngörülene bağlamamız gerekiyor.
Geçmişin anahtarı içinse Napolyon ve Bismarck’ın Avrupası’na daha yakından bakmamız…
Zoraki İmparator ile Reelpolitik Dehasının İşbirliği
1870 Fransa-Prusya Savaşı, 3. Napolyon’un bitişinin Bismarck’ınsa yükselişinin dönüm noktasıydı.
3. Napolyon Fransa’nın ikinci imparatoru haline gelişini aileden birinin, Napolyon Bonaparte’ın başarılarının mirasına konabilmesine borçluydu. “İmparatorluk”, Fransa’nın yeniden Avrupa’nın bir numaralı gücü haline getirilmesinde, Avrupa’nın fethinde, Fransa’nın en ücra köylerine bile nüfuz eden ulusal gururundaydı. Halbuki 3. Napolyon’un devraldığı miras ile Avrupa’nın o günü arasında büyük farklılıklar bulunuyordu.
Kısmen bu farklılıkların, kısmen “son çare” olarak iktidara getirilişinin kısmen de Fransa’nın Prusya gibi “küçük” bir güce yenilişindeki skandalın etkisiyle 3. Napolyon büyük kaybeden, taklitçi ve zoraki imparator olarak anıldı. Bismarck ise 1870’e adım adım ilerleyişi ve sonrasında da Fransa ile girdiği savaştan Prusya’yı bir büyük güç, Almanya olarak çıkarışıyla reelpolitik deha olarak… Üstelik Bismarck Birinci Dünya Savaşı’na uzanan dönemde Almanya’nın merkezinde durduğu ittifaklar zincirinin yaratıcı ve koruyucusuydu. Almanya’nın kurucusu, Avrupa barışının garantörü olmak tarihte herkese nasip olabilecek özellikler değildi. Halbuki Marx’ın dediği gibi, 3. Napolyon’un başına gelenler er ya da geç Bismarck’ın da başına gelecekti. 3. Napolyon da düşene kadar dâhi, düştükten sonraysa bir aptaldı.[4]
Bir tarihsel karakter için aptallık ile dâhiliğin böylesine birbirinin yerine geçecek biçimde kullanılışı normal bir durum değildir. Söz gelimi Napolyon Bonaparte da büyük zaferlerin ardından yine büyük diyebileceğimiz bozgunlar yemiş ve bir süre sonra da tarih sahnesini terk etmiştir ama bir “aptal” hiç olmamıştır. Sorun, belirsizlikten ama hem Fransa’da hem de Avrupa’daki belirsizlikten, geçiş halinden kaynaklanmaktadır. Benzer bir belirsizlik Bismarck’ın kapısını çaldığında Bismarck kendi kabiliyetleri ile Almanya’nın ihtiyaçlarının, Avrupa’nın yeni sorununun uyuşmadığını göremeyecek hale gelmişti. Tarih Bismarck’a bir savaş yenilgisi değil ama onunla yarışabilecek düzeyde bir aşağılama ve kenara itilme gösterecekti. Almanya’nın partileri arasında yıllardır ustalıkla uyguladığı denge politikaları onu bu sefer kullanılamaz hale getirecek, şansölye koltuğunu terk etmek zorunda bırakıldığında eskimiş kariyerine bir meclis sandalyesi layık görülecekti.
Aslında 3. Napolyon ve Bismarck aynı tarihsel dönemin benzer işlevlerini yerine getiren karakterleridirler. Peki nedir bu tarihsel dönem, nedir içte ve dışta böylesi belirsizliği yaratan koşullar?
Bu dönem devrimin geri çekildiği ve artçı etkilerinin şekillendirdiği bir Avrupa’nın ürünü olarak ortaya çıktı. Fransa’nın yine itici güç olduğu 1848 devrimleri Avrupa’da çoğalırken Devrim’in salt jeopolitik bir mesele olmadığı tekrar anlaşılıyordu. Devrim bir yandan henüz Prusya çatısı altına alınamamış Alman devletlerini Fransa’ya yakınlaştırıyor bir yandan da tekrar canlandırdığı özgürleşme dalgasıyla Avusturya-Prusya-Rusya’nın ve hatta İngiltere’nin hakim sınıflarını içeriden tehdit ediyordu.
Avrupa’nın soylular sınıfı devrimin ne anlama geldiğini 1789 ve sonrasının tecrübelerinden hafızalarına kazımıştı. 1789’da devrim Fransa’da ilk yükseldiğinde Avrupa monarşilerinin ve elbette İngiltere’nin aklı, zayıflamış bir Fransa’nın hem uluslararası sularda hem de Avrupa’nın dengelerinde yaratacağı olanaklardaydı. Fakat devrim 1789’u takip eden birkaç yıl içerisinde kendi güvenlik sorununu çözmüş, kendini güvene aldıkça devrimin yükselen seyrinin varlık koşullarını da yaratmış; bununla birlikte Fransa’nın sorununu çözen yeni düzen olarak arkasına aldığı güçle Avrupa için yeni bir tehdit unsuruna dönüşmüştü.
Avrupa’nın kültürel ve düşünsel atmosferi değişiyordu. Aydınlanma’nın yüz yıllık birikiminin eyleme geçtiği, özgürlüğün devrimle somutluk kazandığı gözle görülmüştü. Filozof ise nihayet “dünya tinini at sırtında” görebilme imkanına kavuşmuştu. Ancak Avrupa’nın eski düzeninin sahipleri için asıl uyarı 16. Louis’nin giyotine yollanışı olmuştu: Devrimin şakası yoktu, asıl tehdit Devrim’in Fransa’nın sınırlarının kilometrelerce ötesindeki sınıfsal duyarlılığı harekete geçirmesindeydi.
Avrupa’da aslen tek bir hanedan olduğu söylenir. Bunu, kendine tebaa ve toprak arayan hanedan mensuplarının Avrupa’da yaptığı “geziler”den, hanedanlar arası evliliklerden takip etmek oldukça kolaydır. Adolphe Thiers, Komün iktidarının yerine geçireceği taht sahibini bulmak için Avrupa’ya seslendiğinde esasında bir büyük ailenin fertlerine gözünü dikmektedir. 1870’te olan 1848’de de olmuştu ama ilk deneyim 1789 idi. Napolyon Bonaparte devrimin “aşırılıklarını” Fransa’nın düzeni için yatıştırıyordu ama Bonaparte’ın Avrupa için anlamı yeni düzenin yayılması demekti. Devrim karşıtı koalisyon Avrupa’nın monarşi ordularıyla Fransa’nın karşısında konumlanıyor, İngiltere ise sürecin sonunda Fransa’nın Avrupa’nın hegemonu olarak çıkması tehlikesi nedeniyle dengeleyicilik misyonunu bir kenara bırakıp doğrudan müdahaleye girişiyordu.
Devrimin Prusya için anlamı önceleri Avusturya’nın, yani baş rakibinin zayıflamasıydı. Devrim Fransa-Avusturya ittifakını zayıflattığı ve Prusya’ya alan açtığı ölçüde “hoş karşılandı”. Fakat bu hoşluk pek uzun sürmeyecekti. Fransa’nın orduları Avrupa’nın özgürleştiricisi misyonuyla Moskova’ya kadar uzandı. Bonaparte 1806 Austerlitz zaferi sonrasında Prusya kralı Friedrich Wilhelm III’e “yok olacaksınız!” diyerek alay ediyor; 1807’deyse Prusya topraklarında Prusya’nın kralı olmaksızın barış imzalıyordu.[5] Fransa’nın “devrim seferi”nin sonunda Avrupa bir daha eskisi gibi olmamak üzere değişti.
O tarihlerde Prusya’nın henüz bir “Alman birliği sorunu” yoktu. Ancak bir yandan Prusya’nın, Fransa-Avusturya-Prusya üçgeninde sıkışmış Alman kentlerinin tarafsızlığına dönük politikasının Rusya gibi bir büyük gücün dengeleyiciliği olmadan yürütülemeyeceği netlik kazanıyor; diğer yandan, devrim Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dinsel tutkalının son dayanaklarını ortadan kaldırdıkça ve monarşinin tahtı sallandıkça Almanya’nın yeni sorununu giderek olgunlaştırıyordu. Sonuç olarak Prusya’nın kendi göbeğinin bağını kendisi kesmesi gerekiyordu.
1848 devrimlerinin asıl özelliği işçi sınıfının siyaset sahnesine çıkmasıydı ve devrim bir kez daha Avrupa’daki sınıfsal dengeleri oynatacak, devrim karşıtı ittifakı yeniden canlandıracaktı. Ancak hem devrimin radikal safhası daha başta yenilgiye uğramıştı hem de işçi sınıfının geçmişin burjuva demokrat kıyafetinden kendini kurtardığı pek söylenemezdi. Yani devrim hâlâ özgürlüğün “ulusal özgürlük” ile anıldığı bir aşamada ve coğrafyadaydı. Devrim yenilmişti; ama yenilmiş hali bile onlarca yıllık reformla yaratılması mümkün olmayacak bir değişimin fitilini ateşlemişti. 1848 yenildi ancak devrimin uluslaşma sürecine, devlet mekanizmasının yetkinleştirilmesine, Avrupa’nın yeni güçler dengesinin oluşumuna etkisi büyük oldu.
Napolyon Bonaparte 1789 devriminin bakiyesini devralmış, eski sınıfın eski düzeninin yok oluşa doğru gittiği bir süreci İmparatorluğun Avrupa politikasıyla birleştirmişti. Bu politika Fransa’da düzeni sağlıyor ve modernleşmenin koşullarını yaratıyordu ama ne Fransa’ya “kapitalist” demek mümkündü ne de imparatorluk “emperyallik” anlamına geliyordu. Fransa’da kapitalizm, İngiltere’yle karşılaştırıldığında, 3. Napolyon’a dek kayda değer bir gelişme kaydetmedi. Fransa 1848’in ertesinde birbirinin içine geçen iki soruna çözüm bulmak zorundaydı.
Öncelikle, Avrupa’da artık “kapitalizm” vardı. İngiltere’nin dış politikası kapitalist gelişkinliğinin sonuçlarıyla şekilleniyor, bu gelişkinlikle finanse ediliyor ve kendi kendini yeniden üreten bir dinamizme sahip oluyordu. Fakat kıta Avrupası henüz o noktada değildi. Bonaparte’ın “devrim seferi” eski düzenin bağlarından sıyrılan bir ulusu savaş meydanına taşımış olabilirdi ama bu politika hâlâ eski düzenin “el koyma” mantığıyla finanse ediliyor; vergiler, gümrükler, hatta devletin kadroları hâlâ bu eski mantığın izleriyle şekilleniyordu. Fransa’nın hakim sınıfları ve imparatorluğun ayağını bastığı geniş köylü sınıfı paylaşılacak artığı sınır ötesinde aramak zorundaydı ve bu bir tür “savaş eğilimi” demekti. Ancak, bu eğilim “sistemik” olmaktan uzaktı ya da sürekliliği sağlanabilecek bir “finansman modeli” teşkil etmiyordu. Fransa’ya kapitalizm İngiltere’nin Avrupa’daki yeni dış politikasıyla, ticaret anlaşmalarıyla ve en sonunda da ordusu ve donanmasıyla dayatılıyordu.
Ama Fransa bir sorunla daha boğuşuyordu. ’48 devrimleri Fransa’nın sınıfsal dengelerini değiştirmiş, burjuvazi ile aristokrasi karşı karşıya gelmiş ama işçi sınıfı korkusu bu ikiliyi bir uzlaşmaya doğru ittirmişti. Devrim yenilse dahi artık bu tarihten geriye dönüş yoktu: Sınıfların ve siyasal temsilcilerinin aralarındaki çözümsüzlükler büyük boşluk yaratmış, “Fransa’da sınıf mücadelelerinin” sonuçsuzluğunu istikrara doğru bağlayacak bir siyasal alternatife ihtiyaç doğmuştu. Bu alternatif meşruiyetini ancak üçüncü bir partiye ama kütlesi itibariyle gerçekliği olacak bir temele dayandırabilirdi. 3. Napolyon bu pat durumunda yani gerçekten de “hiçbir şey olmadığı” için desteklenebilecek bir alternatif olarak yükseldi.
Fakat siyasetin doğası biraz da bu değil miydi? 3. Napolyon yıllardır bir yolunu bulup iktidara yerleşmenin denemelerini yapıyordu, aptal ya da zoraki olduğu pek söylenemezdi. Fransa’nın dengeleri ona sıçramanın olanaklarını sunduğunda bunu değerlendirmesini bilmişti. Halbuki 3. Napolyon’un İkinci İmparatorluğu artık farklı bir dünyada, kapitalizmin rengini çalmaya başladığı bir Avrupa’da yükselecekti. 3. Napolyon bir yandan Fransa’da kapitalizmin yükselişinin temellerini atmalıydı, diğer yandan bunun dış politika gereksinimlerini geçmişin imparatorluk bakiyesiyle örtüştürmek durumundaydı. Fransa’da devlet hâlâ bir “artı ürün paylaşımı” organı gibi çalışıyor ama bu artı ürün kendini yeniden üreten bir mantığa sahip olamadığı için kadrolar, devlet mekanizmaları ve partiler arasında kapatılması zor çatlaklar oluşuyordu. İkinci İmparatorluk bu sorunların çözüm yollarının oluşturulduğu bir konsolidasyon süreci geçirdi. Özetle Fransa’da kapitalizm serpilmeye başladı, Fransa yenilenmiş büyük güç olarak Avrupa’da boy göstermeye başladı.
“Burjuva devrimi” ile “kapitalizmin gelişimi” arasında kronolojik, mantıksal hatta coğrafi bir süreksizlik ya da açı bulunuyordu. 3. Napolyon’un Fransası bu açının yarattığı belirsizliğin sonucuydu. Ama aynı belirsizlik Prusya için de geçerliydi.
Avrupa’nın değişen dengelerinde (Prusya’nın eskiden beri uyguladığı şekliyle) bir büyük gücün yardımıyla hakimiyetini korumak zorlaşıyordu. Prusya’nın daha geniş bir manevra alanı mevcuttu ama örneğin Polonya’nın başına gelenler Prusya için daimi bir tedirginlik kaynağıydı. ’48 devrimleri ise ulus olma zorunluluğunu güçler dengesinin içerisinde yeniden düşünmeyi gerektiriyordu. Prusya’nın artık tek bir politikada kaynaşan iki sorunu bulunuyordu: Birincisi, Alman ulusal birliğini Prusya mı yoksa Avusturya mı kuracaktı ve bu hangi güçler dengesi koşullarında gerçekleştirilecekti? İkincisi, Junker Prusya, yoluna “Prusya” olarak mı yoksa burjuva “Almanya” olarak mı devam edecekti? Bismarck kariyerinde bu soruna verdiği yanıtlar sayesinde yükseldi.
3. Napolyon “üçüncü” bir seçeneğe yaslanıyor, köylü sınıfından faydalanıyordu. Bunun yanında, hem kapitalist sınıfın devlet aygıtını kontrol edeceği mekanizmayı hem de yükselen kapitalizmin doğal sonucu olarak işçi sınıfının gelişme koşullarını üretiyordu. Bismarck ’48 devrimlerinin Avrupa’da yarattığı travmanın atlatılması gerektiğini düşünüyordu. Bu, “özgürlük getiren Fransa” korkusundan sıyrılma zamanı demekti. ’48 devrimlerinin etkisi yatıştıkça devrimi “ulusal” bağlarından koparmak, dolayısıyla liberal olmayan bir ulusçuluk olanaklı hale gelmişti; Almanya’nın ulusal birliği “kan ve demir” siyasetinin ürünü olacaktı. Bismarck, kapitalist kuralların işlemeye başladığı Avrupa’da güçler dengesinin farklılaşmakta olduğunu seziyor, kendi “üçüncü” seçeneği Fransa vasıtasıyla Alman birliğinin kurulabileceğini düşünüyordu. Kutsal İttifak dönemi bitmişti, öncelikli sorun Alman birliği ve dolayısıyla Avusturya’yı devre dışı bırakma sorunuydu. Avrupa değiştiyse yöntemler de değişmeliydi: “Doğal düşman” diye bir şey kalmamış, moral politik “reelpolitik”e dönüşmüş, meseleler artık “devlet çıkarı” ekseninde ele alınmaya başlanmıştı.
Bundan sonrası Bismarck ile 3. Napolyon’un karşılıklı paslaşma ve paylaşma süreci oldu. Avusturya devreden çıkarıldı, İngiltere ve Rusya ya “tarafsız” bırakıldı ya da küçük hediyelerle tatmin edildi ve en sonunda, 1870 Fransa-Prusya Savaşı’yla, Alman birliği sağlanmış oldu. 1871 itibariyle Almanya Avrupa’nın büyük gücüne dönüşmüştü. Bismarck’ın 3. Napolyon’u tuzağa düşürdüğü ya da kurnazca kandırdığı ne kadar doğruysa 3. Napolyon’un kötürüm İmparatorluk ideolojisinin Bismarck sayesinde yaşam kazandığı da bir o kadar doğruydu.
Halbuki yeni dengeler ancak bir büyük savaşla çözülebilecek yeni sorunlar yumağı demekti.
Bismarck’ın Trajedisi ve Emperyalizm
Kissinger, akıl hocası olarak gördüğü Bismarck’a “çağdaşları tarafından anlaşılamayan” bir deha yakıştırması yapar. Bismarck usta bir reelpolitikçidir, hassas dengeleri ondan başkası yürütememektedir. Bismarck’ın ardıllarının taklitçiliği yüzünden dünyanın bir büyük savaşa doğru gittiğini de her defasında belirtir Kissinger. Bu algı Kissinger’a özgüdür diyemeyiz ama Kissinger’ın bu yazının girişinde ipuçlarını verdiğimiz kendi trajedisiyle Bismarck’ınkinin bir miktar örtüştüğünü de söylemeliyiz.
Kissinger’a göre 3. Napolyon’un trajedisi ihtiraslarının yeteneklerini aşması; Bismarck’ın trajedisi ise yeteneklerinin toplumun benimseyebileceklerinin ötesinde olmasıdır. 3. Napolyon Fransa’yı felce uğratmış, Bismarck ise ardında sindirilmesi zor bir büyük miras bırakmıştır.[6]
Oysa gerçekte olan bunun tersidir.
Bismarck’ın trajedisi Almanya’nın (emperyalist çağın eşiğinde) bir büyük güce dönüştürülüp orada kalınabileceğini, kapitalist Almanya’nın koridorlarında Prusya’daki gibi siyaset yapabileceğini düşünmesindedir. Bismarck, Almanya’yı tepeden dönüştüren bu Prusyalı “muhafazakar reformcu”, kendi varlık nedenini ortadan kaldıran koşulları kendi yaratmış ve bunun pek de bilincine varamamıştır. Üstelik, illa bir karşılaştırma yapacaksak, 3. Napolyon en azından kendi sonunun gelmekte olduğunun farkına varma kapasitesine sahiptir.
Bismarck ofisten ayrıldığında Almanya Avrupa’nın hegemonu olmaya aday bir kapitalist ülkeye dönüşmüştü. Yani aslında Prusya Almanya’yı fethetmemiş, “Almanya”ya doğru çözünmüştü. Eskiden Avrupa’nın bir Fransa sorunu vardı. Önce Napolyon Bonaparte ve sonra 3. Napolyon’un yenilgisinden sonra İngiltere’nin arzu ettiği dengelere yeniden dönülmüştü. İngiltere kendi iki sorununu bir ayağın Avrupa’daki dengelere diğer ayağın uluslararası sulardaki mutlak hakimiyete bastığı bir hegemonya ile çözüyordu. Buna olanak sağlayan bir “kapitalizmi” mevcuttu, bu sayede iki ayağın ikisi de birbirinden destek alıyordu. Halbuki artık birden fazla “İngiltere” türemeye başlamıştı: Alman kapitalizminin gelişkinliğini göstergelerden okumak kolaydı. 1914 öncesi silahlanma yarışı sırasında Alman filosunun hızla büyütülüşü İngiliz basınında çokça yer edinmişti. Tarihçiler Alman donanmasının İngilizlerinki’yle yarışamayacağı ya da yarışmaya niyeti olmadığı konusunda çokça yazdılar ya da bunun savaşın tetikleyici unsuru olamayacağını sıklıkla belirttiler. Halbuki şu açıktı ki hegemonyanın tehdidi İngiltere için kırmızı alarm demekti. 1871 itibariyle Avrupa’nın bir Almanya sorunu vardı ve bu sorun 1914’te bir dünya sorununa evrilmişti.
1914’e giden yıllarda Fransa, bol dışişleri personeli eskitmesi ve kadroları arasındaki iç gerilimleriyle; İngiltere, kontrol sahibi Edward Grey’in ince hesaplarıyla; Almanya, egosu yüksek Kayzeri ve Bismarck’ı mumla aratan diplomatlarıyla; Rusya ise İngiliz ve Fransız yanlılarının politikayı domine etme çabalarıyla biliniyor. Bu resimden bir delilik çıkabilmesi için ikili, üçlü ve dörtlü grubun bir krizden ne devşirebileceklerini her defasında deneyerek görmesi gerekiyordu. Ama artık “küçük devletler” de sırf göz ardı edilemezlikleri nedeniyle “büyük” etkiler yaratmaya başlıyordu. 1911 Fas ve 1912 Balkan krizleri Avrupa’nın bundan böyle büyük bir poker masasına dönüşmeye başladığının işaretlerini sunmaktaydı.
Almanya kendi iki sorununu nasıl çözmesi gerektiğine bu şartlar içerisinde yanıt üretti. Almanya, Avrupa’da kendi güvenliğini nasıl tesis edebileceğine yanıt üretmeli ama bu yanıt Alman tekellerini ekstra kârdan mahkum bırakmamalıydı. Almanya’nın güvenliği Rusya ve Fransa ile aynı anda karşı karşıya gelmeme stratejisi üzerine kuruluydu. Ancak Almanya’nın birinden birinin ve elbette İngiltere’nin çıkarlarını baltalamadan bu dengeyi tutturması imkansızdı. Bismarck yıllar boyunca ördüğü ikili ilişkilerle Almanya’ya bir ittifaklar zinciri bırakmıştı; fakat zincir, taşıması olanaksız bir yükün altındaydı. Alman devletinin yönetenleri buna yanıt bulamayacaklarını fark ettiklerinde sorunun boyutu değişmiş ve mesele artık Avrupa’nın topraklarının Alman ordularıyla nasıl işgal edilebileceğine dönüşmüştü. (Birinci savaştaki başarısızlık ve ağır anlaşma koşullarından sonra Kissinger’ın Bismarck’ını en iyi anlayanlar ise herhalde Hitler ve kurmayları oluyordu!)
Almanya 1914’ün öncesinde bir felcin eşiğindeydi ve savaştan başka çaresi yoktu. Esasında bu Almanya’ya özgü bir durum değildi. Felç olan uluslararası ilişkiler ve diplomasiydi, dolayısıyla hiçbir devlet bu sorumluluktan azade olamazdı. Savaş kaçınılmazdı ve Napolyon Bonaparte’ın yenilgisinden 1914’e kadar süren “Avrupa Uyumu”nun sonlanmaya mahkum bir özel dönem olduğu anlaşılmaktaydı.
Peki savaş neden kaçınılmazdı ve neden hâlâ kaçınılmaz? Avrupa’nın ve dünyanın savaşsız geçen bir dönemi mevcut değilken savaş eğilimi açıklayıcı işlevini çoktan kaybetmiş değil mi? Bir adım daha atarsak, savaş devletler arası bir olguyken ve devlet sınır demekken devletler sistemiyle kapitalizmin sınır tanımayan mantığı arasında tam olarak nasıl bir ilişki bulunuyor?
Bu soruların yanıtları bugünün dünyasında yatıyor ama bugünün dünyasının nasıl oluştuğunu, daha özel bir ifade ile neden “ultraemperyalizm”i yaşamadığımızı anlayabilmemiz için Bismarck ve Napolyon’un Avrupası’na geri dönmek durumundayız.
Kapitalizmin verili devletler sistemine doğmuş olmasının bugünün dünyasındaki rekabeti anlamak için kritik önemde olduğu söylenir. Kapitalizm, devleti ve devletlerden oluşan uluslararası sistemi hazır almış ve kendi mantığına uydurmuş gibi gözükür. Devletler ve dünya ekonomisi arasındaki ilişkinin çok boyutlu bir yaklaşım tarzını, yani ulusal ve uluslararası boyutların “diyalektik” ilişkisine yoğunlaşmayı gerektirdiği de emperyalizm ve devletler sistemi üzerine kafa yoranlar tarafından sıklıkla vurgulanır. Bundan anlaşılan, yalnızca kapitalizmin mevcut devletler sistemine kendi rengini çalışı değil, devletler sisteminin de kapitalizmin dünyadaki gelişimi açısından vazgeçilmez oluşudur.
Ama sorun bir tarih sorunu olmadığı aynı zamanda devrim olgusunu konumlandırma sorunu olduğundan bu yaklaşımların biraz daha ötesine uzanılması gerektiği açıktır.
Devlet, kapitalizmin “üstyapısı” ve emperyalist dünyadaki ilişkilerin yönetim noktasıdır. Ama “kapitalist devlet”in oluşumuyla “burjuva devlet” aygıtının oluşumu arasında ince bir fark bulunur. Fark, devlet denilen mekanizmaya farklı yönlerinden bakmanın sonucudur ama tarihsel, kronolojik ve coğrafi yönleri olan bir açıya da işaret eder. Bu açının ya da farkların teorik açıdan bir sürekliliğe oturtulması devletin sermaye birikiminde oynadığı rolü, sınıfsal karakterini, sınıf mücadelelerinin devleti nasıl biçimlendirdiğini hesaba katmadan mümkün değildir.
Üstelik bu yapılmadan yazı boyunca tartışmaya çalıştığımız “devrimin izlerini” de sağlıklı bir şekilde teoriye aktaramayız. Çünkü devrim devletler sisteminde, uluslararası arenada “altıncı büyük güçtür” ama devrim her zaman bir “devlet”i ifade etmez de. Bu tartışmanın bir boyutu, az önce sezdirdiğimiz gibi “burjuva devrimi” ile “kapitalizmin gelişimi” arasındaki açıdan, devrim denilen sıçrama sürecinin benzersiz özelliklerinden kaynaklanıyor. Yine de bir sonuca yoğunlaşmak gerekecekse bu, devletin son tahlilde bir egemenlik aygıtı olmasıdır. Egemen sınıf devlet mekanizması olmadan ulusal sınırlar içerisindeki hakimiyetini koruyamadığı gibi emperyalizm de benzer bir şekilde devletler olmadan dünya sathında egemenliğini sürekli kılamaz.
Hâlbuki bu sonuç yeterli açıklama gücüne sahip değildir. Emperyalizm tek bir merkezden yönetilemez ya da zaten emperyalizm her zaman için bir sınıf iktidarına gönderme yapar. Yani söz konusu sürekliliğin görünür hale dönüşmesi için emperyalizmin bir devrim tarafından uyarılması, emperyalizmin farklı bileşenlerinin bir “altıncı büyük güç”le karşılaşması gerekir. Bu bizi tekrar başa götürür: Neden hâlâ “emperyalizmin bileşenleri”nden bahsetme gereksinimi duyuyoruz?
Devrim, 1789’da olduğu gibi 1848 ve 1870’de de üretim ilişkilerinin gelişkinlik seviyesine göre tahlil edilebilir; fakat aslen uluslararası koşullar ile sınıfsal gerilimlerin özgün bileşiminin ürünü olarak ifade edilmelidir. Amerikan devriminin etkilerini, İngiliz kapitalizminin basıncını, Fransa’da köylü sınıfının aristokrasiyle ve monarşiyle olan ilişkilerini incelemeden 1789 Fransası’nı kavrayabilmek mümkün değildir. Her biri bir diğerine etki eder ve patlamayı hazırlayan koşullar da böyle oluşur. Ama patlama anını ve devrimin sürükleyici atmosferini anlamak için geçmişin birikimini eyleme döken öncülerin ideallerine, kurmak istedikleri dünyaya da bakmak gerekir: Devrim, zamanının ötesindedir ve bu yüzden de devrimin Avrupa’daki anlamı “kapitalizmi inşa etmek” olamaz ya da devrimin radikalizmi “yeni oluşan kapitalist sınıfın iktidarı ele geçirmesi” biçiminde tarif edilemez. Esasında kapitalizmin gelişmesi için “Avrupalı” anlamda bir devrime ihtiyaç yoktur. “İngiliz devrimi” bir süreç olarak ele alınabilir ama en iyi ihtimalle bir “muhafazakar devrim” olarak kalacaktır. Bu nedenle Marx ve Engels’in ilk tarihsel “devrim modeli” 1789 Büyük Fransız Devrimi olmuştur.
İngiltere’de kapitalizmin gelişmesi için radikal bir atılım gerekmemiştir. Bununla birlikte, kapitalizmin ilk defa İngiltere’de ortaya çıkışı Avrupa’daki devletlerin hareket tarzına, devrimlerin varlık koşullarına etki etmiştir. Buna rağmen, Avrupa’da devletlerin sürekli olarak savaşa yönelmesi uzun süre boyunca kapitalizm öncesi mantığın çerçevesinden dışarı çıkamamıştır. Devletlerin bir “devlet çıkarı” ekseninde toprak ele geçirmesi, vergi sistemi ve bölüşüm ilişkileri artı ürüne hâlâ sınırların ötesindeki topraklarda el konulması mantığını izler. Bu durum 1870’ler itibariyle hızla değişim geçirir. 1914’teki savaş eğiliminin mantığıyla, 1870’dekininki aynı değildir. İkisi arasındaki farklılık kapitalizmin neden hâlâ “devletler”e ihtiyaç duyduğunun ve hatta savaşlarla devrimler arasındaki ilişkinin ipuçlarını da sunar. Çünkü emperyalist dünyada devrimlerin oluşumu, İngiliz kapitalizminin 1789’a ya da 1848’e etkilerinden farklı bir zemine sahiptir.
Peki nasıl bir farklılıktan söz ediyoruz?
1789 ve 1848’in etkilerini, esasında 1815’ten 1914’e dek varlığını koruduğunu söyleyebileceğimiz Avrupa Uyumu’nda, devletler sisteminde gözlemleyebiliriz. Avrupa devletleri, devrim varken devrime karşı anlaşarak, devrimin yokluğundaysa yine onun travması üzerinde bir araya gelerek az çok sürdürülebilir bir düzen yaratmışlardır. İngiltere’nin dengeleyiciliğinde varlığını sürdüren bu düzenin eninde sonunda anlaşarak çözemeyeceği hiçbir şey yoktur. “Diplomasinin altın çağı”nın arka planında, savaş eğiliminin sistemik bir özellik kazanmaması bulunur.
Kapitalizm Avrupa’yı bir devletler sistemi anında yakalamış, kapitalizm devletler arası ilişkinin koşullamasıyla diğer devletlere ve dünyaya yayılmıştır. Yani kapitalizmin ilk defa İngiltere’de ortaya çıkışında olduğu gibi, dünyayı “bileşik gelişime” zorlayışında da devletlerin aracı rolü aşikardır. Halbuki “eşitsiz ve bileşik gelişim” sürecin doğasını açıklamaya yetmez. Bu formülasyon eninde sonunda geriye dönük yapılan bir “isimlendirme”dir; olan bitenin arka planındaki temel dinamikleri açıklayamaz, “kavramsallaştıramaz”. Eşitsiz ve bileşik gelişimi “toplam sonuç” olarak üreten mekanizmaya daha yakından bakılmalı, dolayısıyla bir adım daha ileri gidilmeli ve “sermaye”nin mantığına adım atılmalıdır: Sermayenin mantığı sınır tanımaz: Sermaye devletler arası ilişkileri, ticaret anlaşmalarını, vergi tarifelerini, gümrük bariyerlerini, hukuksal sınırları aşan bir mantığa sahiptir. Bu açıdan, sermayenin tekelleşme eğilimi gerçekten de tek bir dünya tekelinin önündeki yolu açar. Oysaki bu yolun nihayete ermesinin önündeki engel, kapitalizmin verili devletler sistemini hazır alıp kullanması ya da devletten vazgeçememesi olamaz. Dahası, Lenin ve Buharin’e yanlış atıfla ileri sürüldüğü şekliyle tek dünya tekeline yani “ultraemperyalizme” gidişin önündeki engel gelecekte gerçekleşecek devrimlerin bir şekilde bu gidişe son verecek olması da değildir.[7]
Emperyalizm, kapitalizmin sisteme dönüştürücü yönünün rekabet ruhuyla birlikte işlediği türden bir gelişim sayesinde şekil alır. Emperyalizm bir sistemdir. Rekabet, böyle bir sistemde öznel değil nesnel bir karakter taşır. Rekabet sermayenin “hareket yasası” değildir ama bütünsel hareketinin kaçınılmaz bir sonucudur. Rekabet “sermayenin hareket yasaları” ile “sermayenin kişileşmiş hallerini” birleştiren bağlantı noktasıdır ve bu nedenle de kapitalizmin “ruhu”dur. Rekabet, emperyalist sistemde devletleri ve sınırları ayakta tutan temel nedenlerden biridir. Tekelleşme ile rekabet aynı sistemik sürecin ürünleridirler. Kapitalistler arasındaki rekabet, tekeller arasındaki rekabete; o da politikalar arasındaki rekabete dönüşür; bu nesnel basınç rekabetin kontrolsüzlüğe ve en sonunda da savaşa doğru seyretmesine neden olur. Bu, kapitalizmi kapitalizm öncesinden, ve de 1914’ü 1914 öncesinden ayıran büyük farktır.
İşte bu farkın oluşabilmesi için son derece rasyonel bir değişiklik gerekmiştir: Bismarck ve 3. Napolyon’un Avrupa Uyumu’nun geleneklerini beğenmediği, koşullarını kabul etmediği ve değişime zorladığı dönemeç Prusya’nın sorununu çözen zarif ve akılcı hamlelerden oluşur. İngiltere’nin denge politikası da tamamıyla rasyoneldir. Halbuki bu hamleler Prusya ve Fransa’yı “Almanya”, İngiltere’yi ise oluşumuna katkı sunduğu bir Avrupa ile başbaşa bırakmıştır. Öte yandan, reelpolitiğin rasyonelinin irrasyonele dönüşebilmesi için bir sistem, yani 1914 tarihini beklemek gerekmiştir.
O halde, emperyalizmin kontrolsüzlük ve savaş yarattığının altını çizdiğimiz kadar öngörülemeyeni fırsata dönüştürmenin, devrimle buluşturmanın olanaklarını sunduğunu da vurgulamamız gerekiyor: Sonuçta bu delilik bile olsa arkasında bir sistem bulunuyor. Devrim uyurgezerler diyarında uyanık kalabilenlerin eseri oluyor. Avrupa bu eserle tekrar tanışmayı bekliyor.
Dipnotlar
[1] Karl Marx, “The European War”, New York Daily Tribune, 2 February 1854. Alıntı, Marx’ın Kırım Savaşı üzerine gazeteye yolladığı yazı dizisinin 17. bölümünde geçiyor.
[2] Margaret MacMillan, Nixon and Mao, Random House New York, 2007, Chapter 19.
[3] Christopher Clark, The Sleepwalkers: How Europe went to war in 1914, Penguin Books, 2012.
[4] Bay H.’nin Chicago Tribune gazetesi adına Marx ile Londra’da yaptığı 18 Aralık 1878 tarihli görüşme. Chicago Tribune 5 Ocak 1979 baskısında yayınlanıyor.
[5] Christopher Clark, Iron Kingdom: The Rise and Downfall of Prussia, 1600–1947, Penguin Books, 2006, Chapter 9.
[6] Henry Kissinger, Diplomacy, Simon&Schuster New York, 1994, Chapter 5.
[7] Benno Teschke, Hannes Lacher (2007), “The changing ‘logics’ of capitalist competition”, Cambridge Review of International Affairs, 20:4, 565-580, DOI: 10.1080/09557570701680514.
Teschke, Brenner ve Ellen M. Wood’u da kapsayan “politik marksizm”in çıktılarını uluslararası ilişkilere uyarlarken ilgi çekici ürünler verse de emperyalizmin mantığını yerleştirmekte zorlanıyor.