Peker, müsilaj ve sol: Regresyon nereye kadar?
Garip ve sıra dışı günlerden geçiyoruz. Biraz da tekinsiz. Geçmiştekileri andıran ama daha önce hiç yaşanmamış olaylar, durumlarla geçiyor günler. Bir yandan bu sıra dışılık yeni bir tarihin kıyısında olduğumuzu düşündürüyor, bir yandan da yoruyor, bezdiriyor. Umut, heyecan, tedirginlik ve bezginlik iç içe yaşanıyor.
Geçtiğimiz ay içinde daha önce benzeri pek yaşanmamış iki olay gündeme damgasını vurdu: Bir “mafya babası” operasyonel olduğu her halinden belli videolarıyla “düzenin pisliklerini” üzerimize boca etti. İfşa ederken de heyecan uyandırdı. Bir kamera ve bir tripoda yenileceksiniz dedi; çeşitli simgelerle mesajlar verdi. Aynı günlerde Marmara Denizi’nin yüzeyini kaplayan, denizi, canlılığı boğan, yapış yapış bir köpük-sıvı (müsilaj) da hayatımıza giriverdi. İnsanlar, özellikle de siyasi iktidardan sıkılanlar, bunalanlar, iktidarın toplumsal ikliminde boğulanlar kıyılara, körfezlere yayılan müsilajda hem bir çevre felaketini hem de kendilerini buldular. Peker ve müsilaj, zor zamanlar yaşayan bir toplumun hem öfkesi hem umudu hem de çaresizce izlediği, birbirini tamamlayan iki simgeye dönüştüler.
Zor zamanlar ama yıkımın ve inşanın, çürüme ve canlılığın birlikte, bir arada bulunabildiği bir dönemden geçiyoruz. Şimdi etkisi azalmış ve hatta üstünden uzunca bir süre geçmiş gibi görünse de Peker’in ilk videosunun üstünden sadece 45 gün geçti. Bir mafya babasının, faşizan bir toplamın “reis” diye hitap ettiği bir kişinin, anti-sosyal bir karakterin “kurtarıcı” olarak yeniden doğduğu bir momentten bahsediyoruz. Bu “reis/baba/kurtarıcı” ifşa ettiği bilgilerle uzunca bir süredir siyasi iktidarın en azından kritik bir bedel ödemesini bekleyen milyonların da umudu haline geldi. Haydi umut demeyelim ama Peker “muhalif” kesime heyecan getirdi. Açıkladığı karanlık ve kirli işlerin içinden mağrur ve “delikanlı” olarak sıyrıldı. Videoları milyonlarca kez izlendi; verdiği randevular sabırsızlıkla beklendi, kitaplar, semboller ve eşyalar üzerinden ilettiği düşünülen mesajlar tartışıldı ve yazdıkları binlerce kez paylaşıldı.
Peker’in suç liderinden “ben kurtarıcı değilim” tiradıyla yarı-kahramana dönüştüğü günlerde ise tıpkı kendi açıkladığı “pis” işler somut bir olay olarak toplumsal yaşantımıza dahil oldu: Marmara Denizi’ni müsilaj kapladı. Deniz salyası adı verilen ve altında kalan deniz yaşamını “boğan” bu toplamın kıyılara, limanlara ağır ağır yayılma görüntüsü en az Peker videoları kadar izlendi, paylaşıldı; müsilaj toplumsal gündemin ana konularından birisi haline geldi. Peker, müsilaj ve değişim umudu iç içe geçti.
Dönemin ruhu böyle: Garip ve sıra dışı. Birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan olaylar birbirini tamamlıyor. Bunların arasında ise çaresizlik, öfke, bezginlik ve umut duruyor. Öyle sakince değil. Alçalıp yükselerek, günlerin karanlığında kaybolup sonra yeniden bir yerlerden çıkıp gelerek.
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitabında[1] Alper Birdal da içinden geçtiğimiz dönemi emperyalizmin bir tür savunma mekanizması ile açıklıyor ve açıklarken de kanser hücrelerinden yola çıkıyor: “Hayatta kalma çabası” kanser hücrelerinde daha eski zamanlarda ortaya çıkmış genlerin harekete geçmesine neden oluyor. Bu, bir tür “güvenli moda geri dönüşe” benziyor. “Daha primitif bir duruma geri gidiş, tümör hücresinin sadece daha hızlı bölünmesini değil, karşı karşıya kaldığı çevresel baskılara daha iyi adapte olmasını” da sağlıyor. Emperyalizm, düzenin devam edebilmesi için bir tür güvenli moda geri dönmüş durumda.
Bu geri gidişi, çoğu kişi yaşadığımız dönemi yüzyıl önceki büyük paylaşım savaşının öncesine benzeterek de kuruyor. İçinden geçtiğimiz dönem farklı yerlerde “I. Dünya Savaşı öncesine” benzetiliyor. Yeni savaşların kapıda olduğu ya da bizzat bir “III. Dünya Savaşı” içinde olduğumuz da yazılıp çiziliyor. Ancak bugünü geçmişe bağlayan bir tek emperyalist rekabet, çatışmalar ve ortalıktaki savaş hali değil. Toplumlar da zihinsel olarak gerilemiş durumda. Tuhaf, garip ve sıra dışı olaylar, büyük beklentiler de derin ve sarsıcı duygularla, karanlığın içinden çıkıp gelen düşüncelerle birlikte yaşanıyor. Paranoya ve komplo teorileri kolayca yayılırken gericiliğin (dinci, milliyetçi, tarikatçı) çeşitli güncel biçimleri yükseliveriyor. Panik havası ve ardı arkası kesilmeyen şoklar insanlığın zihinsel gerilemesine de işaret ediyor. Peker, müsilaj ve regresyon aynı dönemi anlatıyor. Bir belirip bir kaybolan umut da…
Regresyon nedir?
Biraz basitleştirerek anlatmak olacak ama regresyon yani gerileme için öncelikle zihinsel gelişimden bahsetmek gerekiyor. Zihinsel (psikolojik) gelişim birbirinin üstüne inşa edilen basamaklar halinde olur, adım adım şekillenir. Zihin bir basamağa sağlam bastığında, yani o gelişimsel uğrağın gerekliliklerini deneyimleyerek diğer basamağa ilerler. Bazen bu basamaklardan birinde ciddi zorluklar ve elde olan ya da olmayan nedenlerle aksamalar yaşanır. İşte o basamağa bir işaret, bir mühür konur. İlerleme devam eder ama oradaki çentik sonraki her gelişimsel basamakta kendini hatırlatır, izleri kalır. Tıpkı bir ordunun en zorlu ya da savunulmaya en muhtaç topraklarında en kıymetli birliklerini, teçhizatını bırakması gibi, zihinsel enerjinin önemli bir kısmı o basamakta harcanmaya, yaşanmaya devam eder. Bir gerileme olduğunda ise işte bu basamağa, onun işleyişine geri dönülür.
Peki regresyon nedir?
Psikolojide regresyon aslında tam da Alper’in kitabında işaret ettiği yere denk düşüyor: Bir savunma mekanizmasına; sistemin devam etmesi ve zihinsel canlılığı sürdürmek için gereken bir düzeneğe. Freud, regresyonu “zorlu bir durum karşısında benliğin gelişimin önceki basamaklarına, özelliklerine, davranış kalıplarına gerilemesi” olarak tanımlıyor.[2] Yani sıra dışı, beklenmeyen, zorlu bir durum karşısında zihinsel sistemin işleyişini bir tür “güvenli, tanıdık, bildik ama gelişimsel olarak geride kalmış mod” içinde sürdürmesi. Ama devreye giren bu tanıdık, bildik ve güvenli mod o anki ihtiyaçlarla tam olarak uyuşmamaktadır; zihinsel gelişimin daha önceki aşamalarına, basamaklarına ya da zamanlarına aittir. Temel olarak sistemi yaşatmaya, günü geçirmeye, durumu atlatmaya yaramaktadır.
Psikolojik anlamda “regresyon” bir ego (ben) savunma düzeneği.[3] Hem de en temel savunma mekanizmalarından birisi. Temel düzeneklerden olduğu için de zihinsel gelişimin erken dönemlerinden itibaren sayısız durumlarda işbaşında: oyun oynarken, hasta olunca, canımız sıkılınca, âşık olunca vs. Ama gerilemenin derinliği, yani gelişimsel olarak geriye gidilen mesafe, karşılaşılan zorluğun derecesi ile de farklılık gösterir. Ve bazı durumlarda gerileme zihinsel işleyişi aksatacak derinlikte olabilir. Sadece duygular değil düşünme, düşünme süreçleri, muhakeme basamakları da geriler. Duruma, olan bitene uygun bir kavrayış, konumlanış ve baş etme yaşanamaz.
Nasıl ki “zorlu durumlarda, süreçlerde” bireyler zihinsel gelişimin daha erken özelliklerine gerileyebiliyorlarsa toplumlar da zorlu dönemlerde duygu, düşünce ve davranışlarında geriye gidebiliyorlar. İçinden geçtiğimiz dönemin toplumsal dokusu da bu gerileme ile tanımlanabilir.
Toplumsal regresyonun belirtileri: Hangi duygu, düşünce ve davranışlar öne çıkıyor?
Regresyon’un zihinsel gelişimde daha erken basamaklara, aşamalara gerileme olduğunu ve bunun bazen olumlu (âşık olmak, oyun oynamak, sanatsal yaratıcılık gibi) bir yan taşıdığını bazen ise zihinsel işleyişi aksattığından belirtmiştim. İşte gerilenen bu erken aşamanın özellikleri, görünümleri ise çok çeşitli olabiliyor. En yalın haliyle duruma, bağlama uygun olmayan ya da içinde olunan durumla baş etmeye olanak tanımayan, baş etmeyi de güçleştiren haller, tavırlar, değerlendirmeler ortaya çıkıyor diyebiliriz. Ortaya çıkanın bir çocuğun çocuksuluğu değil de bir yetişkinin çocuksuluğu olduğunu belirtmek gerekir. Bu çocuksuluk ani, zorlu ve dağıtıcı durumlar karşısında ise işleri genellikle zorlaştırır.
Yetişkin beden, yetişkinler dünyasının ortasında çocuksu bir zihin haline gerilediği için yakıcı bir endişe hali belirir önce. Bir türlü emin olamama, kararsızlık, sürekli iki arada bir derede olma hali görülür. Kendine güven kaybı, çeşitli kuşkular ve alınganlıklar ortaya çıkabilir. Düşünce, algı ve muhakeme süreçlerine önce kaygı, gerilemenin daha da derinleşmesi ile de paranoya hâkim hale gelir. Toplumlarda ya da toplumsal kesimlerde (örn. sol, muhalefet, sınıf) endişe ve kuşku haline sıklıkla “yetersiz-biçare-zavallı ben” algısı eşlik eder. Günlerin içinde sürekli olarak bir görünüp bir kaybolan kuşku ve şüphe haline “yandık-bittik” düşüncesi ya da oyalayıcı bir “komplo teorileri” silsilesi eşlik edebilir.[4] Özellikle bu tür paranoyanın savaş zamanlarında, daha doğrusu açıktan bir çatışma tehdidi olduğunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ancak savaş ya da çatışma hali çok çeşitli olabilir: Yani savaş için mutlaka silahlı bir çatışma yaşanması gerekmeyebilir. Salgın gibi, ekonomik kriz, yoksullaşma gibi bir savaş-benzeri yıkımın dolaylı olarak yaşandığı bir dönem de söz konusu olabilir.
Tarihin birçok uğrağında olduğu gibi günümüzün regresyonunda da toplumsal paranoya ve “kurtarıcı beklentisi” iç içe ilerliyor. Burada bir tür büyüsel/fantastik düşüncenin de işin içinde olduğunu söyleyebiliriz. Tüm-güçlü, yani her şeye, zorluklara/düşmana/tehditlere gücü yeten bir lider, bir başkan, bir kurtarıcı çıkıp gelecek ve toplumu içinde bulunduğu sıkıntılı, tehdit altında olduğu durumdan alıp çıkaracaktır. Lider, incinen ulusal onuru ya da bizi biz yapan ama ayaklar altına alınmış gururu, hissedilen derin değersizliği tersine çevirecek ve bazen Allah’ın bahşettiği bir kudret ile, bazen atalardan kalma bir efsun ile, bazen de sadece zaten o soya ait olan kahramanlıkla toplumu yükseltecektir.[5]
Tehdit ya da tehdit algısı çok daha yakıcı hale geldiğinde ise çözülme/dağılma (disosiasyon) ortaya çıkabilir: Hangi zorlu durumun, hangi kimlikle yaşandığı karışabilir. Birbirine çok zıt tepkiler geniş bir rahatlık içinde yaşanabilir. Bu zıtlık, olağan gündelik yaşantının çöktüğü momentlerdir: büyük çatışmalar, patlayan bombalar, aniden baş gösteren salgınlar gibi. Bu durumlarda toplumsal kurumların, yapıların işleyişi de dağılabilir. Ama yine de çözülme/dağılma açık ve net olmak zorunda değildir: Sıra dışı olaylar geleneksel, tanıdık, bildik yapıları, değerleri ortadan kaldırabilir. Örneğin sarsıcı aile intiharları, toplu intiharlar; evleri yıkıp geçen köy/mahalle yangınları; sel altında kalan yerleşim alanları; daha önce duyulmamış cinayet biçimleri (betona gömme, yakma, parçalama, yüksekten atma); kıyıya dayanan müsilaj da çözülmenin, dağılmanın bir göstergesidir.
Regresyona genelde diğer “ilkel” savunma mekanizmaları da eşlik eder. Yani regresif bir toplumsal zihin halinde diğer ilkel savunma düzeneklerinin işleyişi de öne çıkar. Bunların başlıcaları bölme, yansıtma ve özdeşimdir. Toplumsal zihin kendini ve başkalarını kolayca iyi/kötü, düşman/dost olarak böler. Daha doğrusu toplumsal zihin bu tür bölmelerin üstüne atlar, benimser. Kalıcı olmaktan ziyade dinamik, duruma göre değişebilen bir bölme işlemidir bu: İyi olan hızlıca kötüye, dost olan anında düşmana dönüştürülebilir: Suriyeliler misafirimizdir ama tüm toplumsal sorunların da sebebidirler.
Bu savunma düzenekleri çok köklü duygularla birlikte iş başındadır: Öyle kolayca vazgeçilemez ya da etkisinden kaçılamaz. Toplumsal kriz dönemlerinde toplumsal zihnin işleyişinde öne çıkan körü körüne inancın altında yatan bu savunma düzeneklerinin baskın hale gelmesidir: Suriyeliler devletten maaş almaktadır, dünya bizi kıskanmaktadır, korona salgını ultra-zenginlerin dünyayı kontrol altına almak için uydurduğu bir senaryodur vb. Tüm bu zihinsel işleyiş derin ve sarsılmaz duygular, düşünceler ve kabuller olarak karşımıza çıkar.
Kurtarıcılar da çabucak değişebilir; toplum özellikle kendisini iyiden iyiye çaresiz, savunmasız hissettiği momentlerde sürekli kurtarıcı değiştirebilir. Bir gün bu kurtarıcı Putin olur, öbür gün Trump devreye girer; Avrupa Birliği yetişmezse Anayasa Mahkemesi’nin bir dur çekmesi beklentisi öne çıkar; Biden zaten demokrattır ama eski cumhurbaşkanı da şimdikinden neden daha iyi olmasındır! Bu arayış öyle bir hale gelir ki toplum “Yıkılacaksınız!” diyen herkesin peşinden gidebilir: Vaat, muhakemeyi paralize eder. Vitrin, içeriyi örter! Şamata, felaketi süsler!
Hangi döneme benziyor yaşadıklarımız?
Hitler’in ve Nazizm’in yükselişinde Alman toplumunun, emekçi kitlelerin özellikle 1910’lardan itibaren örselenen ortak kimliğinin (büyük ve güçlü Alman devleti) onarılmasının öne çıktığı sık sık dile getirilir.[6] Ancak genelde bastırılan, ufukta bir görünüp kaybolan Alman devrimi sonrasındaki tedirginlik, o tedirginlikle eş zamanlı yaşanan bohem dönem, tüm düşünsel pozisyonların uçlara doğru hareket ettiği geçiş dönemi atlanır. Ve tabii ki Alman sermayesinin anti-komünist bilinci, tüm Avrupa’da rol kapma hevesi ve öncülüğü de. Tüm bunların, bireysel ve toplumsal yaşantıları sürekli değişen Alman emekçilerinin içine yerleşen aşağılanma, doyumsuzluk, dışlanmışlık, ziyafet masasından kovulmuşluk hislerine, algılarına iyi geldiği ve Nazilerin önünü açtığı söylenebilir. Naziler, muhtemelen Alman sermaye sınıfının sesi olarak kapitalizmin hoşnutsuzluklarını “mücadele, devrim ve köklü bir altüst oluş” yerine “yüce lider/milli kimlik” ile gidermeyi tercih eden emekçi sınıflarını diğer tüm aktörlerden daha iyi yakalıyorlardı. Bu sayede iktidarlarını “adaletsiz bir dünyada” enerjisi ketlenen bir toplumsal kesimin regresyonu üstüne inşa ettiler.[7] Sonuçta kızışan emperyalist rekabeti ve farklı ülkelerin sermaye sınıfları arasındaki itiş kakışı ancak siyasi ve yönetsel gücü tek elde toplayan bir güç, otorite ile aşabilirlerdi. Aştılar da… Avrupa’nın yaşadığı regresyondan büyük Alman yıkımı çıktı.
Peki ama şimdilerde ne oluyor? Kitleler neden yine benzer vaatlerde bulunan, benzer dili kullanan otoriter figürlerin peşine takılıyor? Yeni bir sıkışma, tehdit döneminden mi geçiyoruz?
Yazının başında, içinden geçtiğimiz dönemin farklı yerlerde I. Dünya Savaşı öncesine benzetildiğini belirtmiştim. Bir haklılık var bu benzetmede: I. Dünya Savaşı’nın hesapta olmayan sonucu olan Sovyetler Birliği ortadan kalktıktan ve Avrupa’da belini zor doğrultulmuş olan sınıf bilinci geriledikten sonra aslında bir anlamda 1910’lara döndüğümüz söylenebilir.[8] Keza Alper Birdal da kitabında[9] emperyalizm içi rekabetin köklü bir hesaplaşmaya, sistem içinde tırmanan bir gerilime işaret ettiğini belirtiyor.[10]
Burada sanırım bir ek yapılabilir: Savaş çoktan başlamış da olabilir aslında. Şöyle ki: I. Dünya Savaşı aslında 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren patlak veren savaşlar silsilesinin son ve en büyük halkasıydı. Türkiye tarihi için büyük savaşı önceleyen bu savaşları Balkan ve Kuzey Afrika, Ortadoğu savaşları olarak hatırlayabiliriz. Ve savaş sadece cephelerden ibaret değildir: Milyonlarca insanın yer değiştirmek zorunda kaldığı göç dalgaları, salgın hastalıklar, toprak ve mal mülkiyetinde görülen el değiştirmeler de bu tekinsiz dönemin parçalarıdır. Bu dönemin içinde örneğin umut (II. Meşrutiyet sevinci), çaresizlik (Anadolu’da Rumları ve Ermenileri, Kafkasya ve Balkanlarda ise Türkleri içeren büyük göçler) ve dağılma iç içedir.[11]
Bu anlamda günümüzle paralellik kurulabilir sanırım: Libya ve Suriye’deki savaşlar tablonun askeri parçası olarak yaşanmaktadır. Ama savaş hali tıpkı I. Dünya Savaşı döneminde olduğu gibi sadece askeri olana sınırlı değil: Savaş hali gündelik yaşamın parçası haline gelmiş durumda. Ergenekon davası, ardından gelen AKP’nin referandumlar zinciri ve o referandumların etrafındaki kasetler, kayıtlar, sansasyonel davalar dönemi ve en son 15 Temmuz çatışması sürecin açık savaşa dönüşmeyen parçaları olarak görülebilir. Kürt hareketi ile örülen barış süreci ve hemen arkasından açılan (ve işleyişi genel olarak anlaşılamayan) çatışmalı, bomba patlatmalı, hendekli dönem; akademisyenlerin tıpkı 24 Nisan 1915’te Ermeni aydınlarının tutuklanması gibi görevden alınması, haklarında dava açılması, linç edilmesi, pasaportlarının iptali gibi uygulamalar da bu savaş halinin parçasıdır.
Tüm bu sürece göç dalgası da eklenmelidir: Türkiye neredeyse bir yüzyıl sonra yeni bir “sınır ötesi” göç süreci yaşamıştır: İçeri girenler kadar dışarı çıkanlar da olmuştur. Cihat için Hatay üzerinden Rakka’ya akanların ters yönünde yüksek lisans/doktora/vasıflı iş için Avrupa’ya akanlar yer almıştır. Afrika’nın mülksüz ve vasıfsız (ya da az vasıflı) emekçileri Akdeniz üzerinden Avrupa’ya akarken Suriye ve Irak’ın mülksüzleştirilmiş, mülkleri, yaşantıları ve vasıfları yerle bir edilmiş milyonlarca insanı da Türkiye üzerinden Avrupa’ya varmaya çalışmıştır. Ve göç sadece bu coğrafyanın değil örneğin Latin Amerika’nın da görüntüye giren temel toplumsal kareleri olarak öne çıkmıştır. Göç dalgası için ABD’den Türkiye’ye, İsrail’den Macaristan’a farklı ülkeler duvar inşa etmiştir. İşgücü yıkımı, değersizleşmesi ve ucuzlaması anlamındaki bu emek yıkımı sadece göç olarak da yaşanmamıştır: Örneğin 2008 krizinden bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan milyonlarca insan evsiz ve göçer bir hayat yaşamaya başlamıştır.[12]
Savaşların, salgınların, daha önce yaşanmamış olayların[13] ve mülk/vasıf yıkımının eşlik ettiği göç dalgası aslında örgütsüz bir emekçi toplamını tedirgin etmek ve zihinsel işleyiş anlamında geriletmek için yeterli olarak görülebilir. Daha ne olsun ki!
Regresyon solu da içeriyor
Ancak toplumların, emekçi kitlelerin sadece otoriter figürlerin etrafına regrese olduğunu düşünmek hata olur. Kurtarıcı beklentisi ve ilkel savunma düzeneklerinin baskınlığı örneğin solu da “popülist” karakterlerin etrafında birleşmeye ve deyim yerindeyse bile bile lades demeye itmektedir. Bu gözü kapalı atlama halinin en bariz hali Yunanistan’da Çipras ile yaşandı ama İspanya’dan İngiltere’ye, ABD’den Türkiye’ye uzandığı, dönemsel bir özellik kazandığı da rahatlıkla söylenebilir. Toplumsal regresyon, solu da alt (gelişkin olmayan, regresif) çözüm biçimlerine çekiyor. Düzenin müsilajı ile düzenden kurtulma umutlarının ortasına Sedat Peker kolayca yerleşebiliyor. Ya da “otoriter” Trump yerine “demokrat” Biden sembolü anında tercih edilebiliyor. Ve bu tercih aslında tam da kurtuluş imkanını değil kurtuluşun imkânsızlığına işaret ediyor.[14]
Regresyon “yüksek sesli muhalefet” hayranlığında da bulunuyor. Türkiye uzunca bir süredir mücadele gerçekliği izlenimi oluşturan bir muhalefet ile sınıfsal hesaplaşma arasında gidip geliyor. Bu muhalefet tarzı ile heyecan uyanıyor ama örneğin “tuğla” bir türlü çekilmiyor. Peker’in videoları ile ya da denizi kaplayan müsilaj ile Erdoğan iktidarını ayakta tutan tuğlanın çekileceği umut ediliyor ama çekilen tuğlalar duvarı bir türlü devirmiyor. Düzen muhalefeti ise tuğlanın çekildiği izlenimi yaratıyor. Kim, nasıl devirecek, yerine ne gelecek… Tüm bunlar birer fantezi konusu olarak kalıyor.
Sol içinde regresyonun bir diğer işareti ise kişilerin ve kişiliklerin öne çıkması. Bir tek Sedat Peker’in kişiliğinin öne çıkmasından bahsetmiyorum. Milletvekili transferleri, yeni parti arayışları, isimler etrafında kurulan kurtuluş fantezileri, programsızlık da bu dönemin bileşeni. İnsansız, kitlesiz ve hatta sınıfı da örgütsüzleştiren bir fantezi bu. Hâlbuki sınıf mücadelesinin bir başka görünümü, temsilcisi bu kişiler, kişilikler. Regresyon aynı zamanda sınıf mücadelesinin kişilere, kişiliklere daralması anlamına da geliyor.
“…‘açık’ sınıf mücadelesinin baskı altına alınması aslında sınıf mücadelesini devlet aygıtının ve dallarının içine yönlendirir. Sınıf mücadelesi, toplumsal kategoriler arasındaki, rejimin kendi ‘klikleri’ ve ‘kişilikleri’ arasındaki çelişkiler olarak kılık değiştirir. Ve bu çelişkiler ikincil olmakla birlikte, azımsanmamalıdır; sınıf mücadelesine ışık tutabilirler.”[15]
Poulantzas bu saptamayı faşizm koşulları için yapmış. Bu nedenle, Türkiye’de sınıf mücadelesi baskı altında mı ki de Peker gibi kişilikler üzerinden yürüyor diye sorulabilir. Açık bir faşizm yaşamasak da tersinden bir süreç yaşadığımız düşünülebilir. Düzen muhalefeti onca çatışmayı ortaya çıkaran, toplumsal regresyonu yöneten iktidarı sıkıştırmak konusunda o kadar isteksiz ve yetersiz ki sınıf mücadelesinin çelişkilerinin kişilikler, makamlar, mevkiler üzerinden yaşanmasına katkıda bulunuyor. Bağıran, çığıran bir muhalefet tarzı da tam da bu daralmayı görünmez kılıyor. Regrese olmuş bir toplama, kurtuluşun kişiliklerin çarpışmasıyla çözülebileceğini düşündürtüyor. Regresyona, regresif bir çözüm öneriyor. Türkiye ise hem tarihsel olarak hem de güncel olarak çok daha fazlasını, gelişkin olanını hakediyor, arıyor.
Regresyondan çıkışın en kısa yolu
Problematik ya da regresif olan şu: Peker, müsilaj ve örgütsüz/kitlesiz siyaset aynı dönemin parçası. Bu regresyona seslenerek yol alınabileceğini düşünmek hepimizi daha da örgütsüz kılıyor. Sorun burada. Erdoğan iktidarından yılmış, örgütsüz ve sınıf bilincinden uzak milyonlarca emekçiye kurtuluş bir tripot, bir kamera olarak sunuluyor. Sunulmasa bile göz kırpılıyor. Gündem değişiyor ama vaat değişmiyor. Müsilaj’ın liberal-demokrat bir belediyecilik ile çözülebileceği ima ediliyor. Düzen siyasetinde yerleşen tarz sadece iktidarın değil aynı zamanda düzen-muhalefetinin de bu regresyonu veri aldığına işaret ediyor. Umut, müsilaj içinde boğulmaya terk ediliyor.
On yıllardır örgütsüzleşmiş, düşünsel (ideolojik) anlamda kişiliksizleşmiş bir kitleden ilkel savunmaları, ketleyici düzenekleri ortaya çıkarmak çok da zor değil. Yeni biçimleriyle dinci gericilik, orta sınıflara musallat olan mistik arayışlar, sürekli saldıracak yer arayan milliyetçilik, yıkımı güzelleyen düşünce akımları, kurtulalım da nasıl kurtulursak kurtulalım biçimini alan sıkışmışlık… Hepsi müsilajın parçaları. Tüm bunlar, mücadele etmek, örgütlenmek, sınıf bilinci ile donanmak gibi emek, çaba, temas, bedel gerektiren olgun mücadele yöntemlerini (savunma düzeneklerini) gereksizleştiriyor; onlara göre çok daha hızlı doyum sağlıyor. Tıpkı köklü ve esaslı bir değişim yerine alkolü, esrarı, nefes terapisini, yaşam koçluğunu, astrologları, şifalanmayı, Hacca gitmeyi, okunup üflenmeyi, hacamatı tercih eden birey gibi.
Doyum sağlamadığında ise geriye hayal kırıklığı ve çaresizlik yayıyor. Örneğin Peker videolarından sonra kimsenin sokağa dökülmemesi devlet baskısından kaynaklanmıyor. Tamam, korku, çekinme, başıma bir iş gelir endişesi var. Ama esas var olan ise örgütsüzlük. Videolardan örgütlülük değil örgütlülüğün gereksizliği çıkıyor. Üstüne de düzenin kirinin ne kadar da büyük ve pervasız olduğunun ayırdına varılması ekleniyor. Düzenin müsilajını görmek öfkeyi değil hayal kırıklığı ve çaresizliği büyütüyor. Hayal kırıklığı ve çaresizlik ise toplumsal kurtuluşun iyi konuşan, kodumu oturtan, “tüm-güçlü siyasetçilere” havale edilmesini sağlıyor. Sonuçta ise Twitter açıklamasına yüzbinler “like” atarken basın açıklamasına yüz kişi gelmiyor.
Bu sıkışmışlığın, regresyonun çıkıp geldiği yer belli: sermayenin tüm yaşamı ve doğayı talanı, istilası.[16] Yeni pazar arayışı, rekabet ve rekabete yetişme baskısı emekçi milyonları da peşinden sürüklüyor. Evler, köyler, yollar, yaşamlar hallaç pamuğu gibi atılıyor. Sorun iki-üç adamın aldığı kararda ya da yaptığı karanlık işlerde değil; sorun sermaye düzeninin işleyişinde.
İşçi sınıfına gereken ise daha gelişkin ama kolektif, güven veren, yayılan mekanizmalar üretmek, bulmak. Semt evlerini, dayanışma komitelerini, örgütlü işçi sınıfı mücadelesi için kurulan Patronların Ensesindeyiz Ağı’nı, Dayanışma Sendikası’nı bir de bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekiyor. Hepsi sıradan, güçsüz, biçare emekçilerin “Ben de bir şey yapabilirim; hatta biz olarak yapmalıyım” demesini ve bunu mümkünse siyasi bir örgütlülük, sınıfsal bir bilinç zemininde yapmasını sağlamaya çalışıyor.
Regresyondan çıkışın en kısa yolu da burada yatıyor. Zahmetli, az “like”lı ve emek yoğun olsa da başka yerde değil.
*
Not: Yazının ana gövdesini oluşturan “regresyon” saptamasına Alper’in kitabı üzerinden dikkatimi çeken Gülperi Putgül Köybaşı’ya ve regresyonun psikanalitik kuramdaki anlamına, güncel olası toplumsal yansımalarına dair katkıları için de Deniz Arık Binbay’a teşekkür ederim.
Dipnotlar
[1] Alper Birdal. Hegemonya Bunalımı ve Çin – Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2021.
[2] Regresyon psikanalitik teorinin anahtar kavramlarından olmakla birlikte Freud’un ve onu izleyen psikanalistlerin yazdıkları içinde farklı yerlere dağılmış durumdadır. Az çok derli toplu bir tanımı için: Sigmund Freud (1916) Psikanalize Giriş Dersleri (çev. Selçuk Budak). Öteki Yayınevi, Ankara, 2016, 6. Baskı. Ayrıca eski ama ulaşılabilirse konuyu etraflıca anlatan bir makale de var: Stanley W. Jackson. The History Of Freud’s Concepts Of Regression. J Am Psychoanal Assoc. 1969; 17 (3): 743-784.
[3] Freud’da dağınık olan bu savunma düzeneklerini kızı Anna Freud sistematik biçimde tanımlamıştır: Anna Freud (1936) Ben ve Savunma Mekanizmaları (çev. Yeşim Erim). Metis Yayınları, İstanbul, 1. Baskı, 2004.
[4] Tolga Binbay. Kitle ikna silahları I: Kissinger’dan korona günlerine. Gelenek, 2021, 153: 27-36.
[5] Tolga Binbay. Sonrası hep fars, hep fars: Liderler ve psikolojileri üzerine. Gelenek, 2020. https://haber.sol.org.tr/gelenek/sonrasi-hep-fars-hep-fars-liderler-ve-psikolojileri-uzerine-6013.
[6] Eugene Enriquez. Sürüden Devlete – Toplumsal Bağ Üzerine Psikanalitik Deneme (çev. Nilgün Tutal). Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2019, 2. Baskı.
[7] Tartışmalı bir isim olan Wilhelm Reich (psikiyatrist, 1897-1957) ise bu doyumu, tatmini farklı bir yerden açıklar: Orta sınıfların ketlenen, (piyasanın, günün koşullarının ve emperyalist rekabet nedeniyle) akıp gitmesine izin verilmeyen, akamayan libidinal enerjisi Führer gibilerinin yükselişine olanak sağlamaktadır. Wilhelm Reich (1933). Faşizmin Kitle Psikolojisi (çev. Yüksel Pazarkaya). Cem Yayınevi, İstanbul, 2014. Reich’ın değerlendirmesinin bir yanıyla Türkiye’ye uyarlanabileceğini düşünüyorum. Arzuları kışkırtacak onca olanağın ortasında (arabalar, rezidanslar, cinsellik, yeni iş alanları, bitCoin vs.) geniş bir emekçi yığınının altından toprak sürekli çekilmektedir. Bu arzu patlaması ise dışarıda ve içeride savaşarak, savaşa ortak olarak, kimlik inşa ederek giderilmeye çalışılmaktadır.
[8] Ki bu saptama yeni değil. Erken bir örneği olarak 1994 tarihli Yağmur’dan Önce filmi hatırlanabilir. Reel sosyalizmin ortadan kalkması Balkanlarda ve Kafkaslarda yarım kalmış tüm hesapların yeniden gündeme gelmesine ve on yıllar boyunca içiçe yaşamış emekçilerin milliyetçi değerlere, kimliklere regrese olmasına neden olmuştu.
[9] Alper Birdal. Hegemonya Bunalımı ve Çin – Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2021. Ayrıca bknz. soL Portal. SÖYLEŞİ | Alper Birdal’la ‘Hegemonya Bunalımı ve Çin’ kitabı üzerine. 28.06.2021. https://haber.sol.org.tr/haber/soylesi-alper-birdalla-hegemonya-bunalimi-ve-cin-kitabi-uzerine-308067
[10] Tam da bu konuda düzen de tam aksini propaganda ediyor; yani yeni, büyük, yıkıcı bir savaşın yaşanmayacağını. Hem de kıvrak bir entelektüellikle: Bknz. Yuval Noah Hariri. 21 Lessons for the 21th Century. Jonathan Cape, London, 2018. Hariri kitabında savaşların ancak yoksul, geri kalmış bölgelerde görülebileceğini vurguluyor.
[11] Gelenek. Çağdaş Sümer ile 24 Nisan üzerine söyleşi – ‘Yeni bir tarihin peşine düşmeliyiz’. Gelenek, 2021, 156: 73-86.
[12] Nevzat Evrim Önal (2021) Bizi kovamayacaklar: Bir Nomadland eleştirisi. soL Portal, 29.04.2021. https://haber.sol.org.tr/haber/bizi-kovamayacaklar-bir-nomadland-elestirisi-31077
[13] Bu anlamda 4 Ağustos 2020’de Beyrut limanında yaşanan amonyum nitrat patlaması ya da Trump destekçilerinin seçimler sonrasında, ABD başkentinde yaptıkları, benzeri daha önce hiç yaşanmamış gösteri hatırlanabilir.
[14] Müsilaj ile Lenin’in emperyalizm için formülize ettiği “asalaklık ve çürüme” aynı yere çıkıyor olabilir. Lenin, mali sermayenin egemen haline gelmesini ve üretici güçleri yıkıma sürüklemesini anlatırken “çürüme” olarak tanımlıyor bu durumu. Bu çürümenin bir yanı da regresyon ve getirdikleri olabilir mi? Hem bilinç anlamında hem de maddi anlamda bir yıkım bu: Vladimir İlyiç Lenin (1917). Emperyazlim: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (Çev. Levent Özübek). Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2019.
[15] Nicos Poulantzas (1970) Fascism and Dictatorship (Fransızca’dan çev. Judith White). Verso Books, Londra, 3th edition, 2018, s. 334. Konu sınıf, iktidar, devlet ve sermaye olunca Nicos Poulantzas’ı (1936-1979) anmamak olmazdı. Sosyalizm mücadelesine “parti, sınıf, devrim” dışında bir iktidar imkânı ararken sınıf-devlet ilişkisine dair önemli tartışmalar da açmış Poulantzas. Umutsuzca… Umutsuzluğu ve kurmaya çalıştığı sistematik ise onu intihara sürüklemiş. Ne yazık ki…
[16] Tolga Binbay. Çölde Serap: 21. Yüzyılda Kapitalizmin Günlük Hayatı Talanı ve İstilası. Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu [2019 Bildiri Kitabı] içinde. Editör: Erhan Nalçacı. Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2020.