Söyleşi | Çağdaş Sümer ile 24 Nisan üzerine: Yeni bir tarihin peşine düşmeliyiz!
Her 24 Nisan’da başta Ermenistan ve Türkiye’de olmak üzere dünyada çeşitli nedenlerle 1915’teki felaket tartışılıyor. Bu yıl bütün gözler bir kez daha, ABD Başkanı Joe Biden’ın seçimlerden önce söz verdiği gibi, 1915’te Osmanlı Ermenileri’nin yaşadığı trajediyi ‘‘soykırım’’ olarak adlandırıp adlandırmayacağına çevrilmişken, Büyük Felaket’i tarihsel bir çerçevede değerlendirmek istedik. Soykırım tartışmalarının saplanıp kaldığı çözümsüzlüğü, tartışmaların Türkiye siyasetindeki yerini ve 1915’e giden süreci, siyaset bilimci ve akademisyen Çağdaş Sümer ile görüştük.
1915’te ne oldu? “Soykırım” hukuksal müeyyidesi de olan bir suç olduğundan bunun tespiti elbette önemli ama siz bugünkü tartışmanın buraya sıkıştığını ve bir tür çözümsüzlük yarattığını düşünüyor musunuz?
Bunu düşünmemek mümkün mü? Çok uzun bir süredir, özellikle 24 Nisan tarihi yaklaştığında aynı sıkışmışlığı, aynı boğucu çözümsüzlüğü hep birlikte hissediyoruz. Acaba bu sene ABD Başkanı ‘‘Ermeni soykırımı’’ sözcüğünü kullanacak mı kullanmayacak mı diye bekliyor, sosyal medyada milliyetçilerin ve liberallerin, 1915’te yaşananların soykırım olup olmadığı üzerinden ülkeyi kurtarma kavgalarına tanıklık ediyoruz. Birilerine göre ‘‘soykırımın sözdeliğini,’’ hatta asıl soykırıma uğrayanın asıl ‘‘biz Türkler’’ olduğunu ne kadar tekrarlarsak, Türkiye kapıda bekleyen iç ve dış düşmanlara karşı o kadar savunulmuş olacak. Ötekilere göreyse, 1915 ile 1918 hatta 1922 yılları arasında Ermenilerin soykırıma uğradığı bir kabul edilse, Türkiye toplumu bunun üzerinden geçmişiyle bir yüzleşebilse, ülkenin demokratikleşmesinin, toplumun devletin demir yumruğundan kurtulmasının önü açılacak.
Dediğim gibi bu tartışmalar yeni değil, hatta bir miktar istimini kaybettiğini bile söylemek mümkün. Bu yıl, ABD’nin ‘‘çiçeği burnunda’’ başkanı Biden’ın seçimlerden önce 1915’te yaşananları soykırım olarak tanıyacağına dair verdiği sözü tutup tutmayacağı taraflarda belli bir heyecan yahut tedirginlik yaratmış olsa da, 24 Nisan fırtınası en azından iç politikada, önceki on yılda olduğu kadar sert esmiyor artık. Bu büyük ölçüde, kabaca 2005-2015 arasına damgasını vuran siyasal mücadelenin gündeminin ve taraflarının geçirdiği dönüşümle ilgili. AKP liberallerle yollarını ayırıp, yeni rejim inşasını milliyetçilerle birlikte derinleştirmeye karar verdiğinde ya da buna mecbur kaldığında, başka pek çok şeyle birlikte 1915 tartışmasının anlamı ve ağırlığı da köklü bir değişim geçirdi desek abartmış olmayız sanırım.
Bu noktayı biraz açabilir misiniz? Nasıl bir dönüşümden söz ediyorsunuz?
Türkiye gericiliğinin, 1915’teki kendi sorumluluğunun üzerini ısrarlı bir şekilde örten ve tarihsel düşmanı Cumhuriyet’in tasfiyesi açısından işlevsel bir araç olarak gördüğü liberal tezlerle flört ettiği bir dönem yaşadık. AKP iktidarının kendisini bir muhafazakâr demokrasi projesi olarak sunduğu ve AB’ye üyelik sürecini parlattığı yıllarda, hem uluslararası sisteme kendisini kabul ettirmek, hem de içeride temel dayanağı olan liberal muhalefeti yedeklemek amacıyla Türkiye’de gayrimüslimlerin onlarca yıldan beri çözülemeyen sorunlarıyla ilgili pozitif, bu sorunları çözmeyi vadeden bir dil kullandığı hatırlanacaktır. Buna ek olarak ABD’nin Kafkasya’da Rusya’ya karşı attığı adımlar çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği rol de, AKP iktidarının Ermenistan ile ilişkilerini geliştirmek için inisiyatif geliştirmesine ve bu çerçevede Ermeni sorununu siyasal söyleminin bir parçası haline getirmesine neden olmuştu. AKP iktidarının daha sonraki dönemindeyse Hrant Dink’in öldürülmesiyle birlikte, yeni rejimin inşası açısından hayati önem taşıyan siyasal davaların psikolojik atmosferi yaratıldı ve özellikle 2000’lerin ilk yarısında Ermeni Soykırımı tartışmaları etrafında örgütlenen kontrgerilla artığı milliyetçi çevreler, AKP projesi açısından bir umacı olarak kullanıldı.
Bugünse manzara hayli değişmiş durumda. Belli ki Ermeni meselesi iktidar açısından, yalnızca genel olarak Batı, esasen de ABD ile iç siyasete tahvil edilebilecek yeni bir gerilim başlığından ibaret. Muhafazakâr-liberal ittifak yerini MHP-AKP bloğuna bırakırken, ideolojik alan da koşut bir dönüşüm geçirdi. Liberaller de büyük ölçüde artık muhalefetin, tabirimi mazur görün, aman kurbağayı ürkütmeyelim korosuna katılmış durumda. Takdir edersiniz ki Ermeni meselesi de kurbağayı ürkütebilecek ağır bir taş.
Peki o halde baştaki sorumuza geri dönelim isterseniz. 1915’te ne oldu?
Bu soruyu sorarken aklınızda bir yandan da ‘‘yaşananları nasıl adlandırmak daha doğru olur’’ sorusunun olduğunu tahmin ediyorum. Zira kullanılacak terminoloji, uzun süredir başlı başına bir tartışma başlığı haline gelmiş durumda. 1915’te Osmanlı Ermenilerinin yaşadıklarına soykırım mı diyeceğiz, tehcir mi diyeceğiz, yoksa Büyük Felaket mi? Bunlardan birini tercih etmek bizi hangi politik konuma düşürür?
Bu sorunun meseleye yaklaştığınız perspektiften bağımsız, yalın bir yanıtı ne yazık ki yok. Sizin de bildiğiniz gibi, ‘‘soykırım,’’ yani genocide terimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Nazilerin savaş sırasında işlediği insanlık suçlarının yargılanması sırasında uluslararası hukukun bir parçası haline getiriliyor. 1946 yılında önde gelen Nazilerin yargılandığı Nuremberg Mahkemelerinde, ‘‘insanlığa karşı suç’’ ya da ‘‘kitle katliamı’’ gibi ifadelerin yetersiz kaldığını düşünen hukukçular, 1944 yılında Polonyalı bir hukukçu olan Raphael Lemkin tarafından ortaya atılan ‘‘soykırım’’ sözcüğüne başvuruyorlar. Daha sonra 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 260 nolu Kararı’yla, Lemkin’in terimi yasal olarak kabul eden Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesini oybirliğiyle kabul ediyor. Burada önemli olan nokta Lemkin’in terimi ortaya atarken Holokost ile birlikte 1915’te Ermenilerin yaşadıklarına da atıfta bulunması. Dolayısıyla hem terimin kökenleri hem de sözünü ettiğim Sözleşme’de benimsenen hayli geniş tanım göz önüne alındığında 1915’te yaşananlar için ‘‘hukuken’’ soykırım tabirinin kullanılıp kullanılamayacağını tartışmanın hiçbir zemini yok. Ama, hukuk tabiricaizse şişede durduğu gibi durmaz ve siyasi sonuçlarından arındırılmış bir hukuk anlayışı ne uluslararası siyaset ne de sınıflar mücadelesi açısından bir anlam taşır.
Aslında hukuki bir kavram olan ‘‘soykırımı,’’ etik, bilimsel ya da siyasi perspektiflerden kullanıp kullanmamanın kendiliğinden bir meşruiyet tartışmasına yol açmasını doğru bulmuyorum. Kastım şu: Örneğin 1915 trajedisinin kurbanı olan halkın yaşadığı trajediyi adlandırma biçimine saygı duymak gibi etik bir kaygıyla ‘‘soykırım’’ terimini kullanan birisi, ‘‘zorunlu olarak’’ Türkiye’nin bu hukuki kategorinin gerektirebileceği, tazminat gibi sonuçlarla karşılaşmasını savunmadığı gibi, yukarıda özetlemeye çalıştığım siyasi karşıtlıkta liberal bir pozisyon alıyor da değildir. Ya da tam tersi, bilimsel açıdan ‘‘soykırım’’ teriminin, 1915’te yaşananları açıklamaktan daha çok bulanıklaştırdığını düşünen ve yaşananların tarihsel özgüllüğünü vurgulamayı önemseyen bir tarihçinin de, yine zorunlu olarak milliyetçiliğin dümenine su taşıdığı ileri sürülemez.
Sosyalistler açısından önemli olan, büyük bir çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu bir milyondan fazla Ermeni yurttaşın fiziki ve kültürel varlığının bu topraklardan silinmiş olduğu gerçeği ve bu gerçeğin tarihsel ve güncel anlamıdır. Bu anlamı ortaya koymak hem ideolojik hem de siyasi mücadelenin konusudur ve ben bu açıdan 1915’i sadece Anadolu Ermenilerinin değil, bu topraklarda yaşayan bütün halkların ‘‘Büyük Felaketi’’, Ermenilerin deyişiyle Medz Yeğern’i olarak kabul etmenin daha ön açıcı olduğuna inanıyorum. Elbette Büyük Felaket’in aynı zamanda bir büyük suç olduğunu ve bu suçun faillerini unutmadan…
O halde 1915’in tarihsel anlamına gelelim ve 1915’te ne oldu sorusunu, bu kez nasıl isimlendireceğimize değil de, gerçekten ne yaşandığına ve neden yaşandığına odaklanarak yeniden soralım.
1915’te ne olduğuyla değil de ne olmadığıyla başlamak daha anlamlı olacak sanırım. 1915’te şu iki şey olmadı: Birincisi, milliyetçilerin iddia ettiği gibi Osmanlı devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslarla işbirliği yapan, Doğu cephesine yakın bölgelerde yaşayan ‘‘Ermenileri,’’ vatan savunması adına ve cephede savaşan ordunun güvenliğini sağlamak için geçici olarak İmparatorluk içinde bir başka bölgeye tehcir etmedi. İkincisi, liberallerin iddia ettiği gibi, Türk milliyetçileri, yahut İttihatçılar, Birinci Dünya Savaşı’nda karşılarına çıkan fırsatı kullanıp, zaten akıllarında olan, kararını çok öncesinden aldıkları soykırımı, bir demografik mühendislik projesi olarak hayata geçirmediler.
1915’te yaşananlar, içlerinde birer parça doğruluk payı olsa da, biraz kabaca özetlediğim bu milliyetçi ve liberal perspektiflerden anlaşılamayacak ve açıklanamayacak kadar karmaşık. Bu karmaşıklığı sadeleştirmek için sınıfsal bir analize, bunun için de yöntemsel bir müdahaleye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
İngiliz Marksist tarihçi E. P. Thompson, tarihsel sürecin ‘‘ekspres bir trenin yolcularını güneşli bir ovada bırakana dek hızla ilerlediği’’ ve durağa ulaşılana kadar ‘‘yolcuların kuşaklar boyunca karanlık içinde doğup, yaşayıp öldükleri’’ bir tünel olarak görülemeyeceğini belirtir. Analojiyi sürdürecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılına, aynı trende fakat farklı kompartımanlar içinde ‘‘ulus-devlet’’ durağına doğru ilerleyen ulusların tarih öncesi olarak bakma alışkanlığından kurtulmamız gerekiyor. Büyük Felaket bahsinde hem milliyetçi hem de liberal pozisyonlar tam da bu alışkanlıktan besleniyor. 1915 dönemecinde ‘‘bir şeyler oldu’’ ve trenin vagonlarından biri ulus devlet durağına, diğerini raydan uçuruma yuvarlama pahasına ulaştı. Bunu yapmak için trenin bütününü tehdit eden bir vagonun mu feda edildiğinin, yoksa hazır sert bir viraj alınıyorken lokomotife yakın vagonlardakilerin treni yavaşlatan bir ‘‘yük’’ten kurtulmaya mı karar verdiklerinin bir yerden sonra anlamı yok ki.
Çünkü bu anlatında sınıflar, aralarındaki uzlaşmaz çelişkiler, milliyetçiliklerin, dinin üstünü örttüğü ortak çıkarlar ve sonuçlarını önceden öngörülemeyen mücadeleler yok. Ülkenin içinden geçtiği burjuva devrimi sürecinin tetiklediği fay kırıkları, yer sarsılırken tutunacak bir yer arayan, bazen birbirlerine sarılan, bazen birbirinin üstüne basıp geçen aydınlar yok. Sadece ‘‘ihanet eden,’’ ‘‘kurban edilen’’ Ermeniler, ‘‘vatanını koruyan,’’ ‘‘cinayet işleyen’’ Türkler var. Artık bu anlatıyı bir kenara bırakmamız, Büyük Felaket’in en ağırı olduğu trajedilerle yazılmış bir tarihi, kayıp halkasından, yani sınıf mücadelelerinden tutarak okumamız gerekiyor. Bunun içinde her şeyden önce, kategorilerimizi gözden geçirmeli, Ermeniler ve Türkler yerine, emekçileri, topraksız köylüleri, büyük toprak sahiplerini, burjuvaziyi, aydınları, aşiret reislerini ve elbette emperyalistleri koyduğumuz yeni bir tarihin peşine düşmeliyiz. ‘‘1915’te ne oldu?’’ sorusuna ancak böyle yanıt verebiliriz.
Osmanlı’nın son döneminde, belki de en geç Türkler arasında, milliyetçilik akımının güçlendiğini biliyoruz. Bu durum Ermeniler için de geçerli. Ancak örneğin 1908 Devrimi’nde Osmanlı’da yaşayan milletlerin kol kola girerek Abdülhamit iktidarını devirdiğini, bir süreliğine samimi bir kardeşlik ortamının ortaya çıktığını görüyoruz. Açılan Meclis’te çok sayıda Ermeni vekil de yer aldı. Sonra ne oldu da iki halk arasında bugünlere uzanan sorunlar ortaya çıktı? Neden birlikte yaşayamadık?
Burada bir noktayı önceden belirtmekte fayda var. Evet doğru, 1908 Devrimi Osmanlı halklarının, belki ortak değil, ama birbirine değen, birbirini besleyen, birbirini gerektiren mücadelelerinin bir ürünüydü. Sadece 24 Temmuz’da Kanun-ı Esasi’nin yeniden ilanını değil, sonrasındaki süreci de kastediyorum. 1908’in meşhur fotoğraflarından biridir, Ermenice ve Türkçe pankartlarla devrimi kutlayan kalabalık. Kutlamalarda birbirine sarılan papazlarla imamlar. Bulgarca, Ermenice Rumca, Türkçe atılan nutuklar. İstanbul’da Ermeni Mezarlığı’nı ziyaret ederek burada konuşma yapan ve II. Abdülhamid döneminde öldürülen Ermeni fedailerin mezarlarına çiçek bırakan Enver ve Talat. İçinde Arnavutların, Bulgarların, Ulahların da olduğu Hareket Ordusu 31 Mart karşı devriminin üzerine İstanbul’a yürürken, Tekirdağ’da nöbete duran Taşnaklar. Karşı devrimciler başkentte İttihatçı avına çıkmışken, Talat’ı evinde saklayan, 24 Nisan 1915’te Talat’ın emriyle sürgüne gönderilerek burada katledilecek olan Kirkor Zohrab. Kutlamalara katılanların aslında neyi kutladıklarını bilmediklerini iddia eden modern karşı devrimcilere inat, evet bütün bunlar tarihimizin bir parçası. Ama belki de Devrim sonrasının ruh halini en iyi, Kudüs’te yapılan bir kutlama toplantısında İncil’den okunan şu pasajın yansıttığını düşünüyorum: “Ve kurt kuzu ile beraber oturacak, ve kaplan oğlakla beraber yatacak… ve artık savaşı öğrenmeyecekler.”
Osmanlı, 1990 sonrasında Amerikan hegemonyasının ideolojik gündemiyle de örtüşen imparatorluk nostaljisinin bize anlattığı gibi, ulus-devletlerin ‘‘kötülüklerinden’’ azade bir gül bahçesi değildi. Osmanlı’da savaş vardı, hem de çok şiddetli bir savaş. Ama bu kurdun Müslüman ya da Türk, kuzunun Hristiyan ya da Ermeni olduğu bir savaş değil, adlı adınca sınıf savaşıydı. Sözünü ettiğiniz samimi kardeşlik ortamı da esasen sınıf mücadelesinin kendi yasallıkları nedeniyle bozuldu.
Biraz daha açacak olursak bugünlere uzanan sorunları, salt 1908 sonrasında yaşanan gelişmelerle açıklamak pek mümkün değil. Devrim, Abdülhamid karşı devriminden önemli çatışma dinamikleri devraldı ve bunların başında Hamidiye Alayları’nın sistematik saldırıları, devletin bitmek bilmeyen vergi talepleri, Müslüman aşiretlerin koruma parası adı altında kestikleri haraçlarla eriyip tükenmiş, 1894-96 katliamları sırasındaysa topraklarından edilmiş binlerce Ermeni köylünün haklı toprak taleplerinin nasıl karşılanacağı geliyordu. 1908 sonrasında Ermeni sosyal demokratları Hınçaklar, dönemin II. Enternayonal ortodoksisine uygun olarak sosyalist bir Ermenistan’ın kurulması için önce kapitalizmin gelişmesi, bu gelişmenin önünde mutlak bir engel oluşturduğuna inandıkları Osmanlı İmparatorluğu’nun da yıkılması gerektiğini savunuyorlardı. Daha narodnik eğilimleri de içlerinde barındıran Ermeni Devrimci Federasyonu, yani Taşnaklarsa, başta toprak sorunu olmak üzere, Osmanlı Ermenilerinin temel sorunlarının Osmanlı İmparatorluğu içinde İttihatçılarla kurulacak bir ittifak ve sonunda elde edilebilecek bir özerklikle çözülebileceği fikrindeydiler. İttihatçı-Taşnak ittifakı, başta 1909 Adana katliamı olmak üzere yaşanan iniş çıkışlara rağmen Balkan Savaşları’nın öncesine kadar devam etti.
Kuşkusuz bu ittifakın nasıl sona erdiğini ve Büyük Felaket’e giden süreci bütün ayrıntılarıyla burada ele almak mümkün değil. Ama bir tür ‘‘çözüm sürecine’’ tekabül eden ve 1908’den 1912’ye kadar, bazı açılardansa 1914’e kadar süren ittifakın programatik bir ortaklıktan ziyade, her iki taraf için de pragmatik bir anlam taşıdığını söylemek mümkün. Her iki örgüt de karşı devrimin nefesini enselerinde hissediyor ve bu yüzden birbirlerine ihtiyaç duyuyorlardı. Ayrıca İttihatçılar hem toplumsal tabanlarının çok da geniş olmadığı ve Hamidiye siyaseti sayesinde İstibdat rejiminin kök saldığı Vilayet-i Sitte, yani Doğu Anadolu’daki altı vilayette, hem de çeşitli nedenlerle Devrim sonrasının merkezileşme ve ortak bir Osmanlı yurttaşlığı yaratma projesine kuşkuyla bakan gayrimüslim nüfus içinde kendilerine bir dayanak bulmuşlardı. Ermeni Devrimci Federasyonu ise ittifaktan bir yandan diğer Ermeni örgütleri ve Patrikhane karşısında Osmanlı Ermenilerini temsil yeteneğini kazanmak, diğer yandansa neredeyse fiilen kendi idaresine bırakılan Ermeni nüfusun yoğun olduğu vilayetlerdeki gücü sayesinde Osmanlı siyasetinde önemli bir unsur haline gelmek için yararlanmıştı.
Ancak bu pragmatik ittifakın altında yatan programatik çelişkiler çözülemedi. İttihat Terakki nasıl 1908 grev dalgısını bastırırken sınıfsal bir bilinçle hareket ettiyse, toprak sorununda da dayandığı sınıf ittifakının bozulmasına yol açabilecek bir reformdan ısrarla kaçındı. Kanun önünde eşitliğe ve anayasal bir Osmanlı yurttaşlığına dayanan kendi burjuva projesinin sorunların çözümü için yeterli olacağına ikna olunmasını bekledi. Ermeni Devrimci Federasyonu ise, bu projenin temel taşlarından biri olan gayrimüslim cemaatlere tanınmış imtiyazların tasfiyesi politikasına direnç gösterdiği gibi, giderek daha fazla temsil eder hale geldiği Ermeni burjuvazisini İttihat ve Terakki’nin milli iktisat politikalarına eklemlenmesinin önündeki yapısal sınırları aşamadı.
Peki bahsettiğiniz bu ittifakın bozulmasında emperyalizmin rolünü neydi? Sonuçta bütün bu süreç bir yandan da İttihat ve Terakki yönetiminin uluslararası bir dizi baskı ve krizle karşı karşıya olduğu bir dönemde yaşandı.
Evet doğru, hem devrimin kendisini içinde bulduğu ve aslında bir tepki olarak ortaya çıktığı uluslararası koşullar hem de emperyalizmin müdahaleleri olmadan Büyük Felaket’e giden süreci anlamak mümkün değil. Nihayetinde, temel konularından biri Osmanlı topraklarının geleceği olan emperyalist rekabetin, büyük bir paylaşım savaşına doğru hızla yol aldığı yıllardan söz ediyoruz. Liberalizmin Türkiye ilericiliğini silahsızlandırmak için başvurduğu temel söylemlerden ‘‘anti-emperyalizm karşıtlığına’’ ve emperyalizmin Büyük Felaket de dahil olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan çatışmalardaki rolüne her işaret edildiğine bunu ‘‘apolojizm’’le suçlamasına kulak asmamak gerekiyor.
İttifak’ın bozulduğu yerden devam edelim isterseniz. Balkan Savaşları sonrasında artık İttihat ve Terakki yönetiminin bir ölüm-kalımıyla sorunuyla karşı karşıya kalması ve Rusya’nın da baskısıyla yeniden gündeme gelen, altı vilayette reform tartışmaları sonun başlangıcı olarak görülebilir. Kuşkusuz İttihatçılar 1914’te Rus baskısı altında imzaladıkları ve söz konusu vilayetlere geniş yetkilere sahip Avrupalı müfettişlerin atanmasını, Anadolu’da yaşanacak yeni bir Balkan senaryosu olarak gördüler. Ermeni örgütleri açısındansa reform gündeminin açılması, dış baskı sonucunda da olsa yeni bir fırsat penceresi anlamına geliyordu. Reformlar henüz uygulamaya konmadan Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması dengeleri bir kez daha altüst etti. Savaşın Taşnaklarla yeni bir ittifak önünü açabileceğini düşünen İttihatçılar, beklenmedik bir girişimde bulunarak 1914 Taşnak Kongresi’ni yeni bir öneriyle ziyaret ettiler. Taşnak programının bazı maddelerinin kabulü karşılığında Savaş’ta ortak hareket etmeyi öneriyorlardı. Kongre öneriyi reddetti.
Bundan sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın yanında savaşa girişi, 1915 başlarında yaşanan Sarıkamış bozgunu, Anadolu’da artan gerilim, 24 Nisan’da İstanbul’da ileri gelen 220 Ermeni aydının ve siyasetçisinin göz altına alınarak sürgüne gönderilmesi ve ardından gelen tehcir kararı.
Tehcir kararının nasıl uygulandığı, 1915’in Cumhuriyet’e devrettiği uzun tarihsel miras ve bu mirasın üzerinde yükselen yeni sınıfsal dinamikler, üzerine bir bu kadar daha konuşabileceğimiz başka bir söyleşiyi hak ediyor sanırım. Son olarak şu soruyla burada bir virgül koymuş olalım isterseniz. Kararın alınmasına kadar geçen bu süreçten yola çıkarsak, şartlar bambaşka da olsa, bugüne, halklar arasındaki sorunların çözümlerine dair bir sonuç çıkarmak mümkün mü?
1908-1915 döneminde Ermeni sorunun geçirdiği dönüşüm ve bilhassa İttihat ve Terakki ile Ermeni Devrimci Federasyonu arasındaki ilişkiler, bazı açılardan bugüne de ışık tutan sonuçlar çıkarmamızı mümkün kılıyor. Yukarıda söz konusu ilişkilerden söz ederken ‘‘çözüm süreci’’ benzetmesini yaptım. Kuşkusuz her benzetme gibi bu da açıkladığından daha fazlasını karartıyor olabilir, zira sizin de söylediğiniz gibi şartlar, aktörler bambaşka. O yüzden, doğrudan günümüzle bir karşılaştırmak yaparak ilerlemeyelim.
Ancak iki meselenin altını çizmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi, evet Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında Ermeni Sorunu, adlı adınca bir ulusal sorundu. Fakat daha önce de anlatmaya çalıştığım gibi, İmparatorluk’taki temel sınıfsal fay hatlarından bağımsız olarak anlaşılması da, çözülmesi de mümkün değildi. 1908 sonrasında sorunun çözümünün tarafları olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki ve Ermeni Devrimci Federasyonu arasındaki ittifak, her şeyden önce farklı sınıfsal çıkarların temsilcisi oldukları, bu nedenle Ermeni Sorunu’nun altında yatan sınıfsal çatışmalara ilerici bir çözüm üretemedikleri için kısa ömürlü oldu. Üstelik unutmayalım, her iki örgütün de önemli siyasi isimleri benzer dünya görüşlerini, benzer bir siyasi iklimi paylaştıkları, hatta kimi örneklerde kişisel dostluklar geliştirdikleri halde böyleydi bu.
İkincisi, hem söz konusu ittifakın geleceği hem de genel olarak Anadolu Ermeniliğinin kaderi açısından dönüm noktalarından biri, sorunun uluslararasılaşmasıydı. Emperyalist baskı ya da müdahaleyle dayatılan reform gündemi, 1914 yılında bir yandan İttihat ve Terakki ile Ermeni örgütleri diğer yandansa genel olarak Doğu Anadolu’da Müslüman ve Hristiyan halklar arasındaki zaten gergin olan ilişkileri, en ufak bir sarsıntıyla kırılmaya dönüşebilecek yeni bir gerilim düzeyine taşıdı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması da, pek de öyle ufak bir sarsıntı değildi kuşkusuz.