Sorunların devleti ve devletin sorunları
“Bugün İtalya ve Almanya’yı yönetenleri düşününce, Al Capone bunların yanında beyefendi kalır.” diyordu Upton Sinclair.[1] Şikago Mezbahaları’nın yazarı, faşizmi “kapitalizm + cinayet” olarak tarif ederken, vahşetin kapitalist düzenin temel karakteri olduğunu unutuyor olamazdı.
Nitekim, faşizm devlet olarak haritadan silindiğinde faşistleri yeni görevlerinde işlevlendirme rolü ABD’ye düştü. Klaus Barbie, “hepsi bir arada” denebilecek türden bir karakterdi, kapitalizm bir kişiye dönüşse, kişilik kazansa ancak böyle olurdu: “Lyon Kasabı” lakaplı Barbie yüzlerce komünistin, Yahudinin katlinin sorumlularından biriydi. ABD’nin kollayıcılığında eski Nazilerin koruyuculuğunu üstlenmiş, CIA’nin istihbaratçısı olmuş, Avrupa’da antikomünist ajan faaliyetlerini örgütlemiş; ama bu da yetmemiş, kıta değiştirip Latin Amerika’ya yollanmış, uluslararası uyuşturucu trafiğinin yöneticilerinden biri haline gelmiş ve başta Bolivya olmak üzere Latin Amerika’da sosyalizmle kavganın ön cephesinde görevine devam etmiş.
Kapitalist dünyanın bekçisi ABD’nin yüzlerce Klaus Barbie’nin ceplerini doldurabilmek için en başta uyuşturucu trafiğini güvenceye alması gerekti: Eroin, Vietnam’da ölen askerlerin vücutlarına saklanıyor, bunlar numaralandırılıyor ve Kaliforniya’daki Norton hava üssünde teslim alınıyordu.[2] Silah devleriyse tekeller arası rekabette daha “geleneksel” yöntemleri kullanıyordu: 1970’lerde başta Fransa’dakiler olmak üzere Avrupalı silah firmaları güçlenmeye başladığında ABD’li silah devi Lockheed bir düzine ülkede rüşvet ağı kuruyor, bunların arasından Japonya’da oraların Al Capone’u ya da Klaus Barbie’si olan Yoshio Kodama’nın “satış temsilciliği”nde 7 milyon dolarlık bir meblağ ile işlerini görüyordu.[3]
1945 sonrası antikomünist kuşatmanın enstrümanları bugünkü akçalı ilişkilerin temelini ördü. Asıl çarpıcı olan, uluslararası şebekede yürütülen işlerin “hepsi bir arada” karakteriydi. Aynı karakterler ABD’de mücadele eden işçileri dövüyor, öldürüyor; sendikaları patronlara bağlıyor; Türkiye’nin de içinde bulunduğu Fransa hattı üzerinden uyuşturucu tedarik ediyor; Avrupa’nın doğusunda tıpkı iki savaş arasında işçi mahallelerinde ya da İkinci Dünya Savaşı’nda New York limanlarında yaptıkları gibi istihbarat topluyor; yine Avrupa’da komünistleri iktidardan uzak tutmak için oluşturulan ajan ve kolluk gücü yığınağının önemli unsurlarını teşkil ediyordu. Suç düzeninin karakterleri adeta bir tür gizli bürokratlar ağı gibi çalışıyordu. Ama bu ağın önemli özelliği “esnek” olmasıydı.
Esneklik suç düzeninin “gizli” unsurlarını birleştiren temel bağlantı noktasıdır; çünkü sistematik suç esnek olmak zorundadır. Esneklik işlev değiştirme, hızlı olma, izini kaybettirme ve gerektiğinde kullanıp atma özelliklerini de beraberinde getirir. Böylesi bir esnekliğin formal hukukun kurallarına bağlı kalarak gerçekleştirilemeyeceği açık. Esasında esneklik, bizim geleneksel olarak tarif ettiğimiz uyuşturucu ve silah ticareti, cinayet, rüşvet gibi unsurlardan ibaret değil.
Dünyanın en büyük otomobil üreticilerini kapsayan “emisyon skandalı” patladığında tekellerin yasaların etrafından dolaşmak için ne kadar örgütlü ve incelikli çalışabileceğini görmüş olduk. Buna henüz hukukun konusu olmamış ya da mevcut hukukun kural setindeki belirsizliklere çarpan başlıklar da eklenmelidir: Dünyanın büyük bankalarını vergi cennetleri üzerinden kirli paraya bağlayan mekanizmaların tamamı bu tarz belirsizlikler sayesinde işleyebiliyor. Ekleyebiliriz… Kişisel verilerin korunmasıyla ilgili yönetmelik netleşinceye dek bu devasa kâr ve rant alanı birtakım sermayedarların cebini ve devletlerin istihbarat havuzunu çoktan doldurmamış mıdır?
Demek ki esneklik ve belirsizlik, görünen sınırların aşılmasına zemin hazırlıyor. Halbuki ne esnekliğe duyulan ihtiyacı ne de belirsizlik alanlarını ortadan kaldırmak mümkündür. Aslında temel soru buna neden ihtiyaç duyulduğu, esnekliği ve belirsizliğe müdahaleyi canlı kılan motivasyonun nasıl oluştuğudur. Sınıfların ve temsilcilerinin aralarında gerçekleşen mücadele, sermaye sınıfının kendi içindeki anlaşmazlıklar hiçbir bireyi, aktörü, devleti rahat bırakmaz ve mücadelenin girdabına doğru ittirir. Evet, arka planı, tarihin ve toplumun yaratıcısı olan bu mücadeleler ve gerilimler oluşturur. Fakat mesele bunların nasıl sistematiklik kazanabildiğine, nasıl kendini yeniden ve yeniden üretebildiğine, bu hareketli toplumsal yapının doğasına açıklık kazandırabilmekte bitiyor.
Bunun için bizim “üretim ilişkileri”nde soyutladığımız karmaşık ilişkiler matrisiyle “sermaye” düzenini birleştiren bağlantı noktalarına daha yakından bakmamız gerekiyor. Ama önce devletin bu matrisin neresine denk düştüğüne yer vermeliyiz. Çünkü yukarıdaki örneklerin tamamı devletin bu işin neresinde olduğu sorusunu dayatıyor.
Kapitalist devlet, egemen sınıfın egemenlik aygıtıdır. Devlet, sınıflar mücadelesinin dinamiklerine göre şekillenir; devletin kadroları ve yöneticileri bu dinamiklerin ürünü olarak konumlanır. Devlet sermaye sınıfının iç gerilimlerinin izlerini taşır; bir yandan bu gerilimlerde rol üstlenir, diğer yandan bu gerilimlerin bütün düzeni ortadan kaldırmasının önünde engel oluşturur. Emperyalist dünyada devlet sermaye sınıfının çıkarlarının sınırlar ötesindeki takibini üstlenir. Bazen bu takibin sermaye sınıfının iç gerilimlerinden etkilendiğini de görürüz. Öte yandan devlet toplumsal işleyişin sürekli kılınabilmesi için gerekli mekanizmaları, kuralları ve ideolojik atmosferi yaratmakta da görev üstlenir.
Bu ve daha fazlası devletin farklı işlevlerinin farklı şekillerde ve zamanlarda ön plana çıktığı, bazen göreli özerkliğinin, belli bir işleyiş kültürünün, “devlet aklının” varlığını hissettirdiği dönemeçlerin toplamına işaret ediyor.
Esasında kapitalist devlet doğası gereği bir tür sürekli dengesizlik hali, bir çelişkiler yığınıdır. Bu nedenle farklı dönemeçlerde farklı özelliklerinin ön plana çıkması şaşırtıcı değildir. Zaten devlet teorisi üzerine konuştuğumuzda biraz da bu değişimlerin doğasını anlamaktan, bu değişimleri belli bir çerçeveye oturtmaktan bahsetmiş oluyoruz. Tüm bunlar devletin bazı sabitleri, bazı evrensel özellikleri olmadığı anlamına gelmiyor; zaten bazı genellemeler ve bunun ürünü olarak devlet teorisi olmadan bir devrim teorisinden de bahsetmek mümkün olmayacaktır.
Ne var ki tüm bu özelliklerin harmanlandığı ya da sıralandığı bir teorik çabanın devrimin dinamiklerine ya da kriz dönemeçlerine ışık tutması oldukça zordur. Bu açıdan bakıldığında, bazı özelliklerin bazı zamanlarda ön plana çıkmasında olduğu gibi, bazı soruların yakıcılık kazanması da kaçınılmazdır. Bu, zamanında Marx için olduğu gibi bugün bizler için de geçerlidir. Suç düzeninden bahsettiğimizde, devletin kirli ilişkilerdeki rolünü anlamaya çalıştığımızda bu tarz bir odaklanmaya daha fazla ihtiyaç duyarız.
O zaman devletin neresine bakmamız gerekiyor?
Bugün devleti anlamanın yolu onun dengesizliğinin kaynaklarına inmekten geçiyor. Devlet, çelişkilerin sürekli olarak yatıştırıldığı bir mekanizmadır. Fakat biz herhangi bir devletten değil, “kapitalist devlet”ten söz ediyoruz. Birçok açıdan kapitalizm öncesi devletten farklı, aynı olduğu düşünülen özelliklerinin bile farklı bir içerikle vücut bulduğu bir devlettir kapitalist devlet. Dolayısıyla, örneğin sınıflar mücadelesinin yansımaları incelenirken ya da devletin kadrolarından bahsederken kapitalizm öncesi dönemlerle benzerliklerine ihtiyatla yaklaşılmalıdır.
Bu titizliğe neden ihtiyaç duyuyoruz?
Çünkü sermaye düzeni önceki düzenlerden farklı olarak sistematiktir. Sermaye toplumsal işleyişi ve onun bir ürünü olan devleti sistematiğe oturtur, bir bütün haline getirir. Bu bütünün kendine özgü sınırları bulunur. Sermayenin sınırları kendi içinde, kendi hareket yasalarındadır. Sermaye bu yasalar içerisinde sonsuz bir dinamizme sahiptir; kendi engellerini kendisi üretir ve başka hiçbir engel tanımaz. Sermaye düzeninde çelişkiler bu sonsuz dinamizmle sürekli olarak yatıştırılır ya da başka bir seviyeye aktarılır. Zaten krizlerle döngülenmesinin asıl nedeni bu geçici “sorun çözme” sistematiğinden kaynaklanır. Halbuki sermayenin dinamizminin ürettiği sorunlar toplumsal düzenin dengesine sürekli olarak etki ederken toplumsal işleyişin dengesinin tekrar ve tekrar kurulması o kadar kolay olmaz. Yani, esasında kapitalist devlet sorun çözmekle yükümlü olmasına rağmen, yaptığı şey daha çok çözüm ertelemektir. Yine de kapitalist devletin devreye girme anının sorun çözme aşaması olduğunu söyleyebiliriz.
Ama bu, devletin bir “sivil toplum”un, iktisadi ilişkilerin dışında ya da tepesinde olduğu anlamına gelmez. Devlet, sermaye düzeninin karmaşık ilişkiler matrisine içkindir, ona dışsal bir öğe değildir. Devletin oluşumu en başından beri bu sorunlar yumağının izlerini taşır. Devlet, tarihsel olarak belli gerilimlerin, hesaplaşmaların, gereksinimlerin ürünü olarak ortaya çıkmış olmasına, kapitalist devlet bu mirasın üzerinde şekillenmiş olmasına rağmen sermayenin mantığı bu tarihsel mirası kendi suretinde yeniden üretmiştir. Üretirken de üretim ilişkilerinin, toplam ilişkiler matrisinin organik bir sonucu, bileşeni olarak bunu gerçekleştirmiştir. İşte kapitalist devletten bahsettiğimizde bu yeni mantıktan bahsetmiş oluyoruz. Bu mantık kavranmadan, devletin doğası hakkında konuşmak mümkün değildir.
Devlet, kelimenin diğer dillerdeki kökeni itibariyle bir durum, bir seviye hatta bir tür denge anlamı taşıyor. Gerçekten de devlet mevcut sistematik toplumsal ilişkilerin belli bir seviyesine, belli bir andaki mevcudiyetine işaret eder. Hatta zaman zaman da bu ilişkilerin özetlenmiş bir ifadesi olur: Devletin krizi, toplumsal (sınıfsal) ilişkilerdeki belli bir şekil alışın, belli bir tıkanma ya da dönüm noktasının karşılığıdır. Ama bu tarif mevcut ilişkilerin bir tür sorunlar matrisi, belli bir sorunlar toplamının seviyesi anlamına geldiğini silikleştirmemelidir. Mevcut sorunlar toplamı, toplumsal yapının orasında burasında beliren (geçici) çözüm yollarını dayatır. Devlet, bu çözüm yollarının belli bir seviyesine denk düşer; “devlet aygıtı” ise bu yolların sistematik hale gelmesinin, yetkinleşmesinin ürünüdür.
Bununla birlikte, devletin kalıcı çözümler üretebildiğini düşünmemek gerekir. Devletin mantığı ve tarihsel varlığı, sürekli arıza çıkaran bir düzenin mümkün olduğunca dengeli bir biçimde yoluna devam edebilmesini sağlamaktır. Fakat sermaye düzeninin işleyiş tarzı bu çözümlerin önünü kapatmakla kalmaz, kendi içinden çıkardığı devleti de her defasında başkalaştırır, onun dengeleriyle oynar. Kısır bir döngüden bahsettiğimiz anlaşılıyordur: Devletin tarihsel görevi ve mantıksal gerekliliği sorun çözmektir; ama devlet bu görev ile sorunlar düzeninin arasında sıkışıp kalmıştır çünkü kendisi de bizzat sermaye düzeninin ürünüdür, kendisi de bir sorundur.
Bu döngüyü üreten dinamik, sermayenin sınır tanımayan doğasıdır. Sermayenin alametifarikası hızdır. Sermaye, kendi yarattığı bariyerlere takılıncaya dek hızlanan çevrimsel bir doğaya sahiptir. Bu sistem, çevrimin bir noktasında konumlanan herkesi ve bu arada devlet mekanizmasının her tür bileşenini de ivmelendirir; kendisini oluşturan unsurları hızlanmaya ve kontrolsüzlüğe doğru ittiren nesnel bir basınç yaratır. Sermaye bir yandan bütünsel toplumsal işleyişi karmaşık mekanizmalara bağlar, kendi çevrimini mümkün kılacak sistematik kurallar toplamını üretir (ve hukuk da bu ihtiyacın bir ürünü olarak ortaya çıkar); öte yandan, çevrimini mümkün kılan kurallar toplamını sürekli olarak zorlar. Sermaye düzeninin aktörleri kendilerini bu daimi gerilimin içerisinde, hız gereksiniminin farklı yansımalarıyla boğuşurken bulur.
Sermayedar, kişi olarak türlü meziyetlere, insani özelliklere ve belki iyi bir kalbe bile sahip olabilir ancak asıl marifeti, sermayenin kişileşmiş hali olarak, söz konusu gerilimlerin eyleme döküldüğü bir kanal olmaktır. Sermayenin mantığı kâr iken, sermaye hep daha hızlı dönmek zorundayken onun aktörleri de kârın kölesi olmuş ve gözü ondan başka hiçbir şey görmeyen karakterler olarak işlev kazanır. Sermaye düzeninin kahramanı, Kan Dökülecek filminin Daniel Plainview’u gibidir: Kafasını çevirip baktığı her toprak parçasında çıkartılacak petrolü, kazanılacak kârı görür. Plainview engel tanımaz: Kendi mülkü bile olmayan toprağın petrolünü fersah öteden boşaltacak mühendislik harikasını yaratır. Yeni işletmeler kurulur, yeni anlaşmalar imzalanır, daha doğrusu zorlanır. Ve evet, kan dökülür… “İçimde bir rekabet var. Hiç kimsenin başarılı olmamasını istiyorum. İnsanların çoğundan nefret ediyorum.” diyen Plainview’un gerçekçi, kariyerist, pesimist veya gaddar olduğunu söylemek gerçeğin kısmi izahıdır. Aslında o, olağanca sadeliğiyle bir sermayedardır.
İşte sermayenin bu tip karakterleri ile kapitalist düzenin sorunlarına dünyanın herhangi bir yerinde çözüm arayan, bunun için insan katleden resmî ya da gizli her tür bürokratın hevesi, gaddarlığı, yasadışılığı arasındaki mesafe oldukça kısadır. Sermaye düzeninde hukuksuzluk, açgözlülük ve vahşet öznel hırsların (veya hataların, anomalilerin) sonucu gibi gözükebilir; ama daha çok düzenin nesnel karakterinin ve gereksinimlerinin türevleridir. Tıpkı sermayenin sesi olan bir gazetenin yazarlık kadrosunun, tıpkı sermaye düzeninin politikalarını belirleyen bakanlık koltuğunun ihtiyaç duyduğu gibi, rüşvet alan bir bürokrat da rüşvet alınan bir devlet mekanizmasının koltuğunun gereksindirdiği karaktere bürünür, oturduğu koltuğun şeklini alır. Koltuğu dolduranın eleştirisi, koltuğun işlevi ve bu işlevi yaratan düzen sorgulanmadığında yarım kalır.
Denebilir ki dünya daha usturuplu bürokratlar, daha “teknokratik” yöneticiler ve “dürüst” siyasetçiler gördü. Devlet bazı dönemlerde daha özerk pozisyon almış, bürokratlarını geniş emekçi kesimlerin yadırgamayacağı karakterlerden seçmişse bunun nedeni büyük oranda “dışarıda” karşılaştığı engeldir. İşçi sınıfının dünyadaki yaygın hak mücadelesi, komünist dünyanın uyguladığı basınç, sermaye düzeni için sıra dışı bir kontrol anlamına gelmiş, bu basınç bir tür “devlet işlevi” üstlenmiştir. Halbuki bu basınç da sermaye düzeninin içinden filizlenen tepkilere dönüşmüş, bu tepkiler yazının girişindeki örneklerde gördüğümüz farklı formlara bürünmüş, bu sefer kârının, sınıfsal çıkarının peşindeki kapitalist dünyanın tekellerinin sınır ve denge tanımayan politik enstrümanları halini almıştır.
Özetle sermaye hız, kontrolsüzlük ve sorun demektir. Üçünün bileşimi sorunların hızla çözülme gereksinimini üretir. Rant ve bu rant için kopan yaygara, sermayenin yarattığı kâr arayışının bir biçimidir. Daha çok ve daha kolay yoldan kazanç elde etme dürtüsü bir yandan rekabeti diğer yandan da tekelleşmeyi üretiyor. Ama bunun tersi de doğrudur: Sermayenin tekelleşme eğilimi ve rekabet, aynı paranın iki yüzü gibi çalışıyor, sermayenin hareket yasalarını sermayenin kişileştiği momentlere bağlayan fonksiyonu üretiyor. Daha çok ve daha kestirme yoldan kazanç elde etme dürtüsü işte bu fonksiyonun sonucu olarak sermaye düzeninin aktörlerini gördükleri her engeli kaldıracak ama bunda hızlı davranacak bir motivasyonla dolduruyor. Bu motivasyonun “yasadışı” ürünlerinden bahsetmiştik: grev kırıcılık, işçi katliamları, lobicilik faaliyetleri, vergiden kaçırma ve bunların farklı varyasyonları diyebileceğimiz her tür askeri ve politik araçlar toplamı…
Sedat Peker, bir “gizli” bürokrat olarak bu sorun çözme işlevini her defasında itiraf eden kişi değil miydi? Peker, “X kişisi beni aradı, ihtiyacını giderdim. Y kişisinin bir sorunu vardı, çözecek kişiyi yolladım.” derken neyi formüle etmiş oluyordu? Esasında Peker aynı anda iki şeyi, sorunların nasıl çözüldüğünü ve kendi ortaya çıkışının ironik yanıyla birlikte yine sorunların nasıl çözüldüğünü göstermiş oluyordu.
İşçi sınıfı ve sosyalizm güncel bir tehdit olma özelliğini kaybettiğinde, sermaye düzenini dizginleyen uyaranlar da ardı ardına ortadan kalktı. Sonuç, devleti yönetenlerin ve bürokratların giderek irili ufaklı kapitalistlere ve mülk sahiplerine dönüşmesi oldu. Zenginliğin toplum tarafından kanıksanması, siyasetçilerin zenginlerden oluşmaya başlamasından daha sonra gerçekleşmiş değildir. Eşitlik ideolojisinin güç kaybedişi zenginlik elde etmenin, yasal hırsızlığın alanını genişletmiştir. Bunun sonucunda akçalı ilişkiler daha ayan beyan yapılabilir hale gelmiş, bizzat devlet görevlileri, “halk görüntüsü” vermek zorunluluğundan kurtulmaya başlamıştır.
Öte yandan, paranın önündeki sosyalist engellerden bir bir kurtulanlar “çözdükleri” sorunların daha büyük sorunlar yarattığını fark edemeyecekleri bir noktaya doğru ilerliyorlardı. Sermaye düzeninin hız gereksinimi ve kontrolsüzlüğü onu dizginlemesi, arızalarını yatıştırması gereken sorun çözücüleri giderek daha fazla sorunla baş başa bıraktı. Devlet, sermaye düzeninin sürekliliğini sağlamak için uzun dönemli çözümler geliştirmesi, projeler üretmesi gerekirken, tam da düzenin bir fonksiyonu, bir seviyesi olduğu için hızlı çözümlere, çözüm ertelemeye, günü kurtarmaya odaklanmaktan kurtulamadı.
Bu açıdan bakıldığında, şunu not etme gerekliliğini duyuyoruz: Devleti “belli işlevleri belli sınırlar içerisinde hareket ederek yerine getiren bir organ” olarak formüle edenler bu sınırların geriye dönük yaratıldığını atlamış oluyorlar. Tekrar dile getirelim: Devlet sermaye düzeninin dışında bir aygıt değildir, sermaye düzeninin sınırlarını devlet belirleyemez. Devlet belli araçlar toplamıyla belli hedefler doğrultusunda düzenin devamlılığı için müdahalelerde bulunur, devletin bu açıdan reflekslerinin, bir tür kas hafızasının hatta bazı açılardan “aklının” bulunduğu doğrudur. Fakat son tahlilde sermaye düzeni kendi sınırlarını kendi ortaya koyar. Bu sınırlar ise kriz anlarında geriye dönük olarak fark edilir. Devlet bu dengesiz işleyişten ayrı bir uzayda varlığını sürdürmüyor. Sorunlar matrisinin uzanımları devletin o ya da bu aygıtında, koridorlarında, kadrolarında ve nihayet sermaye iktidarının bütününde kendini gösteriyor.
Bitirirken şunları söyleyebiliriz: Devletin tarafsız görüntü verme kaygısını kaybedişi, işçi sınıfından yakıcı bir tehdidin gelmeyişinin izlerini taşıyor. Devlet bir yandan bu “rahatlığın”, diğer yandan genel kontrolsüzlüğün ürünü olarak daha büyük açmazlara doğru ilerlerken; aynı devlet, siyasi iktidarın sermaye sınıfının maharetiyle onarılmaya çalışıldığı bir süreçte temel kavga alanlarından biri olmaya devam ediyor. Halbuki sorunlar yumağı haline gelmiş bir düzenin sorunlar yumağı devleti, daha genel bir krizin, daha genel bir hesaplaşmanın sonucu olarak daha büyük bir soruna evrilebilme potansiyeli taşıyor. Nitekim bugünün devleti sorunların bir kısmını ertelemiyor bile, unutuyor. Tüm bunların “gizli” ve daha hızlı mekanizmaları çağırdığı görülüyor. Ama burada da şu kural geçerlidir: Gizli yöntemler, kapılar arkasında çevrilen hesaplar bazen önemli değişimlere neden olsa bile toplumsal düzlemde gerçekleştirilecekler asıl belirleyen olacaktır. Aslolan göz göre göre olandaki belirsizliğe kimin şekil vereceğinde, dengesizliğe kimin ağırlık koyacağındadır. Mafyatik ilişkilerden, suç örgütlerinden, tarikatlardan ve yasadışı kolluk güçlerinden bunalan, korkan belli bir toplamın yaklaşan hesaplaşmaya bu özgüvenle bakması gerekiyor. Bu özgüvenin yaratılması gerekiyor.
Dipnotlar
[1] Upton Sinclair on the Soviet Union: Reply to Eugene Lyons’ Letter, Weekly Masses Co., 8 March 1938.
[2] Michael Woodiwiss, Organized Crime and American Power : A History, University of Toronto Press, 2001, s.366.
[3] age, s.373.